18 Mayıs 2009 Pazartesi

Atatürk, Gülsüm, Yeşil... /Ahmet ALTAN

Gülsüm isimli o sempatik ineği hatırlıyor musunuz? Hani Atatürk’ün büstünü kırmıştı da sahibi korkudan onu “sürgüne” göndermişti. Meşhur oldu hani... Eskiden sütü altı liraya satılırken şimdi on beş liraya satılıyormuş. Gülsüm şöhrete erişince fiyatı da artmış. Allahtan inekler para işinden anlamaz yoksa bütün inekler heykelleri kırmaya başlardı. Bence, Gülsüm olayı bize önemli bir şey gösterdi. “Heykel kıranın fiyatı artar” değil gösterdiği. Bu ülkenin insanlarının nasıl korkuyla yaşadıklarını gördük onun sayesinde. Düşünsenize, Gülsüm’ün sahibi, “inek büstü kırdı” diye korkuya kapılıyor. İneğini oradan kaçırıyor. Herhalde kurşuna dizeceklerini falan sandı. Böyle bir dehşet ancak vahşi diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde yaşanır. Bu devlet nasıl bir korku salmış vatandaşının yüreğine... Ve, nasıl bir Atatürk tabusu yaratmış. Zaten bu kelimelerin ikisi de “kutsal” kelimeler burada. Devlet ve Atatürk. Anayasamızın girişinde bile Atatürk’ün adı var. Onun “ilke ve inkılapları” bu ülkeye yön veriyor. Nasıl bir yön bu? İnsanların “eyvah ineğim Atatürk büstünü kırdı” deyip zavallı hayvanını uzaklara kaçırdığı bir yön. Bana sorarsanız, pek övünülecek bir yön değil. Ama bu, yaşadıklarımızın en hoş ve masum olanı. O “kutsal” kelimelerin arkasında asıl büyük bir terör saklı. Birkaç gündür “Yeşil” isimli bir adamın adı manşetlerde dolaşıyor. Kim bu adam? Bir katil. Kimin için çalışıyor? Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda kurulmuş bu “devlet” için çalışıyor. Hem MİT’in hem de JİTEM’in adamı. İstihbarat örgütünün ve ordunun görevlisi. Bu iki kuruluş da “Atatürkçü” kuruluşlar. Peki, bu Atatürkçü kuruluşların “görevlisi” neler yapıyor? Dün Hürriyet gazetesi, Susurluk Raporu’na geçmiş olan bir konuşmanın bir bölümünü yayımladı. Biz de bugün o konuşmanın tamamını yayımlıyoruz. Atatürkçü devletimizin “görevlisi” bir kaçakçıyla konuşuyor. Kaçakçı fevkalade saygılı ve sinmiş bir halde. Ben, o kaçakçının tonundan onu o bölgedeki sıradan bir hayvan kaçakçısı gibi bir şey sandım. Bir baktık... O ürkek kaçakçı, dünya çapında bir uyuşturucu kaçakçısı, Belçikalılar Alaattin Çakıcı’yı yakaladıklarında ilk o kaçakçının adını sormuşlar. Üstelik kaçakçı, silah oyunlarına da bulaşmış bir adam iddialara göre. TEM yolunda önü kesilip içindekilerin kurşuna dizildiği bir olayın azmettiricisi olduğu söyleniyor. Öyle kolay korkacak biri değil anlayacağınız ama Yeşil’in karşısında ezildikçe eziliyor. Özellikle bir cümlesi çok dikkatimi çekti. “Benim devlete karşı bir şeyim yoktur.” Kaçakçı, “devlet düşmanı” olmadığını sadece “uyuşturucu kaçırdığını” söylüyor. Devlet düşmanı değilsen her şey serbest. Zaten “devleti temsilen” konuşan Yeşil de aynen böyle söylüyor. “Ben sana yapma demiyorum” diyor, “köküne kadar yap ama bizi de gör, tek başına yeme paraları.” Al sana Atatürkçü devletin, Atatürkçü ordusunun güzide elemanı. Yeşil, “paraları tek başına yiyen ve görevlilere yedirmeyen” kaçakçıyı “kazığa oturtacakmış” ama Zafer isimli biri girmiş araya. Zafer de önemli biri anlaşılan. Kaçakçıyı sadece Yeşil’in hışmından korumamış, bir ara hapse girdiğinde “tahliyesini” de sağlamış. Atatürkçü devletin Atatürkçü yargısına Zafer gidiyor ve “kaçakçıyı bırakın” diyor, onlar da bırakıyorlar. Bu anlattığım konuşmalar resmî tutanaklardan. Yeşil’i dinleyip bu konuşmaları kaydetmişler. Ne yapmışlar peki? Hiçbir şey. Niye bir şey yapsınlar ki? Yeşil devlet düşmanı mı? Yoo, o sadece adam öldürüyor, haraç alıyor, uyuşturucu trafiğine yön veriyor, diğer görevlilerin rüşvet almasını sağlıyor. Ve Atatürkçü devletimize hizmet ediyor. Siz, bu devletin anayasasına Atatürk’ün adını yazıyorsunuz. Her lafın başında “Atatürk ilke ve inkılapları” diyorsunuz. Sonra da bu Atatürkçü devletin “görevlisi”, kaçakçılara “daha çok uyuşturucu kaçır ama bize de para ver” diyor. Burada devlet diye bir şey yok. Burada Atatürkçülük diye bir şey de yok. Burada, ineği büstü kıran köylülerin ödünü patlatan ve katilleri “görevli” olarak çalıştıran bir ucube örgüt var. Bunca ölüm, bunca acı, bunca felaket de bu ucubenin saçmalıkları yüzünden yaşanıyor zaten.
15/05/2009

24 Mart 2009 Salı

Apo ve Mandela /Ahmet ALTAN

Apo ve Mandela

Geçen gün Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök çok ilginç bir yazı yazdı.
Apo’nun da barış sürecinde yer alabileceğini söyledi.
Bilmiyorum Özkök’e haksızlık mı ediyorum ama ben Hürriyet’te çıkan bu tür yazıları, “devletin içindeki hazırlıkların” ön habercisi gibi görürüm.
Oluşmuş ya da oluşmakta olan bazı hazırlıklara kamuoyunu hazırlamak için yazıldığını düşünürüm.
Özkök’ün kendi fikriyse de, devlet “ricasıyla” yazılmışsa da sonuç değişmez, bence bu olumlu ve ileri bir adım.
Bu yazı yayınlanmadan birkaç gün önce de aynı derecede ilginç bir habere rastlamıştım. İmralı’ya 12 hücre daha ekleneceğini bildiriyordu. Yani Apo’nun yanına on iki arkadaşı daha getirilecekti.
Bu ikisini birlikte değerlendirince bir şeylerin değişmekte olduğu fikri daha kuvvetleniyor. Apo ismi, tanrı Janus gibi iki tarafı, iki ayrı görüntüsü olan bir isim.
Türklerin çoğu bu ismi nefretle anıyor.
Hatta gazetelerin bir kısmı onun isminin önüne “terörist başı” ya da “bebek katili” gibi sıfatlar ekliyor.
Kürtler içinse bu isim neredeyse kutsal bir anlam taşıyor. Apo, Kürt sorununun bu ülkede somut bir şekilde konuşulmasını sağlayan bir lider onlar için.
Günümüzdeki Kürt kimliğinin ayrılmaz bir parçası.
Hatta PKK’lılar ondan Apo ya da Öcalan diye değil, “önderlik” diye söz ediyorlar.
Neredeyse mistik bir etkisi var onun sıfatının.
Bir iki ay önce Güney Afrika’nın zenci lideri Nelson Mandela’yla ilgili bir film seyretmiştim. Mandela ismi de aynen Apo ismi gibiydi Güney Afrika’da. Beyazlar için bir “katil”, zenciler için “kutsal” bir lider.
Film, Mandela’nın hapishane macerasını beyaz bir gardiyanın gözünden anlatıyordu. Mandela önce yalnız tutuluyordu bir hücrede.
Sonra yanına kendi örgütünden mahkûm arkadaşları konuyordu. Sonra hep birlikte daha rahat bir “yere” yerleştiriliyorlardı.
Daha sonra Mandela’ya koruma altındaki bir çiftlik tahsis ediliyordu. Sonra da tahliye ediliyor ve seçimlere giriyordu.
Bu süreç, birçok beyaz için “korkunç” bir süreçti. Zenciler içinse kutlanması gereken bir süreç. Öfke ya da intikam duygusu, bu tür sosyal sorunları, ırk çatışmalarını çözmeye yetmiyor.
Siz, milyonlarca insanın varlığını, kimliğini, dilini, geleneğini yok farz etseniz de hayat kendi gerçeğini dayatıyordu.
Türkiye’nin bir Kürt gerçeği var.
Bu “gerçek” bir türlü kabul edilmediğinden önce bir soruna sonra bir savaşa dönüşmüş. Binlerce insan ölmüş.
Bu ülkede yaşayan insanların refahı için harcanabilecek yüz milyarlarca dolar silaha harcanmış. Sorun çözülmemiş. Bugün artık emekli generaller bile Kürt meselesinde hatalar yapıldığını kabul ediyor.
Türkiye savaştan yoruldu.
Dünya, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun barışa kavuşmasını istiyor. Büyük bir Kürt konferansı hazırlanıyor.
Apo, İmralı’dan yaptığı açıklamada bu girişimi olumlu bulduğunu açıkladı.
Türkler bu fikri duymaktan çok rahatsız olsalar da Apo “barış” için önemli biri. Alev Er’in her zaman söylediği gibi “kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın.” Savaşı Apo başlattı.
Bugün barışı başlatacak güce de sahip. Apo’suz ve PKK’sız bir barış mümkün değil.
Türklerin Apo’ya ve PKK’ya çok öfkeli olması, hatta nefret etmesi bu gerçeği değiştirmiyor. Bugün Apo’yu barış sürecinin dışında tutmak, PKK’nın varlığını görmezden gelmek gerçek duruma uymuyor.
Böyle bir yazı okuduklarında birçok Türk okuyucunun nasıl öfkeleneceğini bilmiyor değilim. Ama, öfkeden ve tepkiden korkarak gerçekleri ne kadar yok sayabiliriz?
Apo, Kürtlerin Mandela’sı bugün.
Onların ulusal kahramanı.
Şimdi Türk okuyuculara sormak istiyorum.
Apo’dan intikam almak, onu “cezalandırmak” mı sizin için daha önemli yoksa Türkiye’nin refaha kavuşması, çocukların ölmemesi, bu ülkedeki herkesin huzurlu yaşaması mı?
İntikam, olumlu sonuç veren bir duygu değil.
Bu savaşta iki tarafın da canı yandı, iki taraf da acı çekti, iki taraf da çocukları için ağladı.
Bunu uzatmanın ne anlamı var?
Apo’yu barış sürecine katmanın büyük yararları olabileceğini görmemek mümkün mü?
Türkiye barışın eşiğinde.
Biraz kararlılıkla bu eşiği aşabiliriz.
Güney Afrika gibi nefretin ve kanın içinden geçmiş bir ülke bile bunu başardı.
Biz niye başarmayalım? Anladık savaşmayı çok iyi beceriyoruz da...
Barışmayı becermenin de savaşmak kadar değeri yok mu?
( Ahmet Altan ) - 19.03.2009 / Taraf

11 Mart 2009 Çarşamba

Gazze’den Darfur’a yol gider... Ahmet ALTAN

Gazze’den Darfur’a yol gider...

Ben ikiyüzlülükten sıkılırım. Kurnazlıklar bunaltır beni.
Onun için açık konuşalım.
Ve, bütün AKP’lilere ve dindar kardeşlerimize net bir şekilde soralım: Gazze’de Müslüman çocukların öldürülmesi mi sizi o kadar öfkelendirdi yoksa o çocukları öldürenlerin Yahudi olması mı?
Ya da, “Müslüman, Hıristiyan, Ermeni, Yahudi, Mecuzi, Budist hiç fark etmez ben çocukların öldürülmesine karşıyım” mı diyorsunuz?
Gerçekten siz ne diyorsunuz?
Ne dediğiniz pek anlaşılmıyor çünkü.
Gazze’de küçücük çocukların öldürülmesine bu ülkede gösterilen tepki, bu toplumun bir vicdanı olduğunun işaretiydi.
Başbakan, o çocuklar için Davos’ta bütün diplomatik kuralları altüst eden bir çıkış yaptı ve hem dünyadan hem Türkiye’den büyük bir destek buldu.
Haklı bir çıkıştı ve hak ettiği alkışı aldı.
Peki, ne oldu “Davos fatihi” kahraman başbakana?
Niye Darfur konusunda suspus şimdi?
Darfur’da üç yüz bin insan öldü.
Binlerce çocuk var ölenlerin arasında.
Üstelik o çocukları sadece öldürmediler.
Aşağılıkça bir de ırzına geçmişler çocukların.
Nerde peki sizin o gökgürültüsü gibi patlayan vicdanınız?
Darfur’da Müslüman çocukların ırzına geçip öldürenlerin de Müslüman olması mı sizi böylesine suskun kılıyor?
Müslümanları Müslümanlar öldürürse ses çıkarmayacak mıyız?
Bir an durun.
Ve, kendinize bir sorun.
Eğer Darfur’da o çocukların ırzına geçip öldürenler Müslüman değil de Yahudi olsaydı böyle sessiz mi kalacaktınız gene?
Bunun cevabını kendinize verin. Kendinize verin bunun cevabını.
Gerçek cevabın ne olduğunu hepimiz biliyoruz, değil mi?
Biliyoruz ki o Müslüman çocukları öldürenler Müslüman olmasaydı yeri göğü inletirdik.
Bu, ikiyüzlülük değil mi peki?
İkiyüzlü bir vicdan olabilir mi?
Başbakan da, Meclis başkanı da, başbakanı destekleyen partidaşları da, Gazze için ayağa kalkan dindarlar da aslında “ölen çocuklar” için üzülmemiş miydi yoksa?
Çocukları bahane mi etmişlerdi?
Meclis Başkanı Köksal Toptan, “Sudan devlet başkanı, seçilmiş biri” diyor.
Eeee, ne olacak? Seçilmiş birisi, silahlı milis örgütleri kurup onları ordu desteğinde köy baskınlarına göndererek yüz binlerce insanı öldürtebilir mi?
“Seçilmek” insanlara cinayet serbestîsi mi veriyor?
Seçildikten sonra istediğini öldürtebilir misin?
Çocukların ırzına geçmek serbest mi seçilmişlere?
Bu nasıl bir savunma?
Bir söyleyin bana ne olur, Gazze’de mazlumu tutanlar neden Darfur’da zalimi tutuyor? Sudan’da Arap Müslümanlar, Afrikalı Müslümanları öldürüyor.
Bunun için “Cancavit” denilen milis örgütleri kuruyorlar, bu milisler Afrikalıların köylerini basıyor, kadınlarla çocukların ırzına geçiyor, öldürüyor, evleri yakıyor.
Desteklediğimiz insanın yaptırdıkları bunlar.
Bütün bu yapılanları destekliyor musunuz gerçekten?
Çocukların ırzına geçsinler mi?
İnsanları öldürsünler mi? Köyleri yaksınlar mı?
Bu yapılanların aynısını Yahudiler yapsaydı destekleyecek miydiniz?
Vicdanımızın verdiği hüküm, zalimin dinine göre değişiyor mu?
Zalim Yahudileri lanetliyor ve zalim Müslümanları alkışlıyor muyuz?
Peki, ya ölen çocuklar?
Gazze’deki çocukların yardıma ihtiyacı var.
Darfur’daki çocukların da yardıma ihtiyacı var.
Sudan Devlet Başkanı El Beşir’i savunmak, onun yargılanmasını önlemeye çalışmak, Darfur’da daha fazla çocuğun ölmesi demek.
Gazze’deki çocukları kurtarmak için ayağa kalkan başbakan, neden Darfur’daki çocukları ölüme gönderen bir adamı savunuyor?
Bunun mantıklı bir cevabı var mı?
Yoksa bunun, utandıracak kadar “mantıklı” bir cevabı mı bulunuyor? Sudan’da çıkarları olan Çin de El Beşir’i çok “mantıklı” bir hesapla destekliyor.
Bu “mantık” biraz içinizi bulandırmıyor mu?
Gazze’de çocukları savunanlar, Darfur’da çocukları öldürenleri savunuyorlarsa, o zaman “vicdandan” değil “hesaptan” söz etmemiz gerekiyor.
Çocukları “hesaplarımıza” alet mi ediyoruz?
Niye yapıyoruz bunu?
Vicdanlı ve dürüst olmak, “hesaplı” olmaktan iyidir bence.
“Hesap” insanı makam sahibi yapar da, “vicdan” daha önemli bir işe yarar, insanı insan yapar.

Ahmet Altan - 07.03.2009

Çocukların ırzına geçen bir rejimi savunmak

Çocukların ırzına geçen bir rejimi savunmak

Nic Robertson’ı iyi tanırım. Soğukkanlıdır, müthiş cesurdur, çok çalışkandır.Uydu mühendisiyken tesadüfen başladığı gazetecilikteki nispeten kısa kariyeri, onu Irak, Afganistan, Bosna, Somali, Rwanda, Gazze gibi kriz ve savaş diyarlarına taşıdığında, buralarda yaşayan insanların çehrelerinden okuduğu acıyı, zulmü, korkuyu dünyanın dört yanındaki milyonlarca televizyon izleyicisine gayet sakin, duru ve dolaysız bir dille anlatmayı bilmiştir.

Nic’i dün CNN’de, Ömer Hasan El Beşir’in askerlerinden biriyle mülakat yaparken seyrettim. Sesinin titrediğini, soruları sorarken duraksadığını, bugüne kadar yaptığı ve her biri kendi içinde çok zor olabilecek sayısız söyleşisinde hiç zorlanmadığı kadar zorlandığını gördüm. Nic, iki kız çocuğu babasıdır.

Daha önce, Darfur’da ırzına geçilen kız çocuklarıyla da röportaj yapmıştı. Şimdiyse onların ırzına geçenlerden biriyle konuşuyordu. Cevabını aslında işitmek istemediği sorular soruyor, sorarken öfkesini güçlükle yutkunuyordu. * * * Nic Robertson’ın konuştuğu Sudanlı asker, 2002 yazında zorla orduya alındığını söyledi. Kaçmayı denemiş, başaramamıştı.

Kendisini yakalayan subaylar, kızgın demirle şişlemişti bacaklarını; çıplak vücudunun üzerinde araba lastiği yakıp eritmişlerdi. Yara izlerini kameraya gösteriyordu. CNN televizyonu, Sudanlı askerin yüzünü gizlediği için, konuşurken çehresini okuyamadım. İngilizce tercümanın sesi ön plandaydı; sesini de dinleyemedim.

Ama seçtiği kelimeler, kısacık cümleleri, ortasında kesiliveren ifadeleri pişmanlıktan daha fazlasını anlatıyordu. İlk başta sadece altı aylığına askere alındığına inandığını, sonra kurtulacağını sandığını söyledi. Kurtulamamış. Darfur’da pazar yerindeyken, bir cemseye bindirip götürmüşler onu. Sonra “eğitim” başlamış. Kalaşnikov’la hedef vurmayı öğretmişler; öğrenir öğrenmez de Sudan ordusundaki diğer askerlerle birlikte, Arap kökenli olmayan kabilelerin yaşadığı Darfur köylerini basmaya gönderilmiş. Köyleri yaktıklarını, insanları öldürdüklerini anlattı.

Çok geçmeden, yaptığının “vatani görev” değil, kendi iradesi dışında, kendi halkına karşı savaşmak olduğunu kavradığını söyledi. Dirense öldürüleceğini de... “Köylere gidip evleri ateşe verirdik. Subayların emirleri buydu. Kaçanları vururduk. Emirlere uymazsak, birliğin arka saflarındaki subaylar bizi vururdu.” Sonra, tecavüze getirdi sözü... Sudan ordusunun bir savaşma yöntemi olarak benimsediği, Birleşmiş Milletler’in Darfur’da “soykırım aracı” olarak kullanıldığını kayda geçirdiği tecavüzlere... “Çarem yoktu. Kaçış yoktu. Kötü şeyler yaptım. Ama hepsinin en kötüsü, küçük çocuklara yaptıklarımızdı...” Nic yutkundu, “Küçük çocuklar ne tepki veriyordu” diye sordu. “Bağırıyorlardı; ağlıyorlardı.” “Bağırınca ne oluyordu?” “İki asker kızı tutardı, bir üçüncüsü tecavüz ederdi. Sonra onu orada, o halde bırakırdık.” “Sizi de küçük bir kıza tecavüz etmeye zorladılar mı?” “Evet, devletin emriydi bu. Yaptım. Aslında tecavüz etmek mümkün bile olmuyordu her zaman.

O kadar iğreniyordum ki kendimden, penisim sertleşmiyordu. Subaylar seyrederken, tecavüz ettiğime inansınlar diye donumu indirip çocukların üstüne yatıyordum. Onları eziyordum. On, on beş dakika üstlerinde kalıyordum.”

* * *

Sudan ordusundan kaçmayı sonunda başarıp İngiltere’ye sığınan bu eski askerin CNN’de anlattıkları, Darfur soykırımından küçücük bir kesit. Askerlerini çocuklara tecavüz etmeye zorlamak, Ankara’nın muhatap aldığı, “masum” saydığı, “dost” gibi ağırladığı Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in “insanlığa karşı işlediği suçun” küçücük bir parçası. Ankara, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin El Beşir hakkında aldığı tutuklama kararının “yanlış zamanlaması”ndan dem vururken, bu suçları bilmeden mi konuşuyor?

Darfur’da beş yıl içinde 300 bin insanın öldürüldüğünü, iki buçuk milyon insanın köylerini terke zorlandığını hesaba katmadan mı konuşuyor başkentimiz? Arap kökenli olmayan kabilelerin köylerini terk etmesi için kullanılan baskı yöntemlerinin arasında, bazıları henüz on yaşında bile olmayan kız çocuklarının ırzına geçilmesinin de bulunduğunu bilmiyor mu Türkiye Cumhuriyeti hükümeti? Bu çocukların bazen üç değil, beş değil, tam yirmi askerin tecavüzüne uğradığını Ankara bilmiyor mu?

Irzına geçilen çocukların dünyaya getirdiği “tecavüz meyvesi” çocuklara, Sudan ordusunun işbirliği yaptığı milislerin adıyla “Cancavid bebekleri” dendiğini hiç mi duymadı Başbakan Erdoğan? Bu kadar cahil bir başkentimiz, bu kadar cahil bir hükümetimiz olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Ve çok utanıyorum.

06/03/2009 Yasemin ÇOGAR

4 Mart 2009 Çarşamba

Aleviler resmileşmek mi istiyor? Ümit Kardaş

Aleviler resmileşmek mi istiyor?

Dini yaşamın toplumsal denetimini yapan devlet, esas olarak Sünniliği denetim altında tutuyor. Aleviler de buna gönüllü talip oluyorlarIII. Selim, II. Mahmud ve Tanzimat dönemlerinde şeyhülislamın statüsünde önemli değişiklikler oldu. Klasik dönemde devletin merkez örgütü içinde sayılmayan şeyhülislam Meclis-i Meşveret ve Heyet-i Vükela üyesi yapılarak merkezi devlet örgütlenmesi içine çekildi. Şeyhülislam artık yetkilerini devlet dışından değil, devlet içi bir makamdan kullanıyordu.

Ancak diğer taraftan Şuray-i Devletin kurulmasıyla dini kuralların siyaset üzerinde etkisi azaltılırkenşeyhülislam fetva verme bağımsızlığını yitirmiş, devletin denetimi altına girmiş, bakanlar kurulunun gerekli gördüğü zamanlarda onay bildiren bir makam durumuna gerilemiş oluyordu. (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VII)Kanımca bu gelişme devletin dini denetim altına alma düşüncesinin de bir başlangıcı oldu. Bu gelişme Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bugünkü konum ve işlevine de ışık tutuyor.

Abdülhamit şeyhülislamı etkisiz hale getirerek din, devlet ve toplum arasındaki dış uyumu yeniden kurmaya çalıştı. Bu uyum, devletin dini kendi siyasi amaçları için kullandığının görmemezlikten gelinmesine bağlı oldu. Bu durum din alanında özgür düşünceyi engelledi, İslam'ın donmasına neden oldu.

Osmanlı devletinin kuruluş döneminde din ile devlet arasında hüküm süren ve Abdülhamit döneminde yeniden ortaya çıkan fiili ayrılık, sonunda devletin laiklik adına dini denetim altına almasıyla sona erdi. (Kemal H. Karpat, İslamın Siyasallaşması) Cumhuriyet döneminde 3 Mart 1924'te çıkarılan Şer'iyye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye Umumiyye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak, Başvekalete bağlı Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu 1961 Anayasası ile ilk kez Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kurum haline getirildi. 154. madde ile "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir" düzenlemesi yapıldı. 1965'te 633 sayılı kanunla Diyanet İşler Başkanlığı, görev, teşkilat ve görevlilerinin nitelikleri açısından kapsamlı bir kanuna sahip oldu. 1982 Anayasası bu kuruma "yürütme" bölümü içinde "idare" alt başlığı altında yer vererek, 136. madde ile "milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinme" görevini de yükledi.

Osmanlı Devleti'ndeki dinin denetim altında tutulması, şeyhülislamlık makamının devletin merkezi örgütü içine çekilmesi ve devletin çıkarları doğrultusunda kullanılması anlayışı Cumhuriyet tarafından aynen tevarüs edildi. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın siyasetten ve siyasi çekişmelerden etkilenmemesi mümkün olmadığı gibi, güç dengelerine göre dönem dönem güvenlik bürokrasisinden ve onun laiklik anlayışından etkilenmemesi de mümkün değil.

Siyasi iktidarın veya bürokratik devletin etkisi ve denetimi altındaki bir kurumun başarılı olması da beklenemez. Nitekim bu kurumun başarılı olduğu da söylenemez. Bu eleştiri, Aleviler ve diğer inanç sahipleri dışında kendilerine hizmet sunulan Sünniler bakımından da geçerlidir. Alevilerin de devletin denetimi ve yönlendirmesi altındaki bir yapılanmanın varlığını eleştirmeleri ve bu kurumun tamamen kaldırılmasını savunmaları gerekirken, devlet bütçesinden pay almak uğruna Aleviliği resmileştirip, devletin vesayeti altına sokma hevesleri anlaşılır gibi değildir.

Resmi bir kurum üzerinden toplumun ve bireyin inanç anlayışını ve yaşamını denetlemek ve yönlendirmek laiklik ilkesine aykırıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığı devletin laik olmadığının bir göstergesidir. Dini yaşamın toplumsal denetimini yapan devlet esas olarak Sünniliği denetim altında tutuyor. Aleviler de buna gönüllü talip oluyorlar. Devlet tüm dinler, inançlar ve mezhepler karşısında tarafsız ve eşit mesafede olacaktır. Demokrasinin ve laik hukuk devleti olmanın gereği budur. Devletin dini yaşamdan tamamen çekilerek bu alanı sivil topluma bırakması zorunludur. İngiltere'de bireyler dinlerinin gereklerini bireysel ya da toplu olarak kamusal ve özel alanda özgürce yerine getirirler.

Devlet hiçbir dine ve dini kuruma yardım etmiyor ancak bazı binaların bakım ve onarımı için mali destek sağlıyor. Dini örgütler ise yardım dernekleri statüsüne sahip oldukları takdirde vergi muafiyetinden yararlanabiliyor. Hindistan Anayasası'nda cemaatlerin dinlerinin gereğini özgürce yerine getirebilecekleri ve dinlerini yaymada özgür oldukları belirtiliyor. Cemaatler din alanında özgürdürler. Dini amaçla toplanan vergilere cemaat üyelerinin katılma zorunluluğu olmayıp, öğrencilerin din derslerinden muaf olma hakları bulunuyor. Bu şekilde Müslüman azınlığın hakları da güvence altına alınıyor. Fransa'da devlet dini uygulamalara saygılıdır. Ancak devlet dinleri resmen kabul etmez. Kamu eğitiminde dini bir mezhebe yer verilmez.

Dini cemaatler dernekler şeklinde örgütlenebilirler, bu derneklere vergi indirimi sağlanır. Fransa'da 200'ü aşkın İslami dernek bulunuyor. Hollanda'da 1798 Anayasası kanun önünde bütün dinlerin eşit olduğunu ilan eden ilk anayasa olup, 1. madde ile din ve inanca yönelik ayrımcılık yasaklandı. Devlet hiçbir dini veya ideolojik örgütün içişlerine müdahale hakkına sahip değil. Hollanda'da ayrıca Almanya ve İtalya' da olduğu gibi devletin dayattığı bir kilise vergisi bulunmuyor. (Ruşen Çakır-İrfan Bozan, "Sivil, şeffaf ve demokratik bir Diyanet İşleri Başkanlığı mümkün mü?" TESEV yayınları) Almanya'da kiliseler hem dernek hem de kamu hukukuna ilişkin kanunlar çerçevesinde faaliyet gösteriyor.

Kilise vergisi, aidat, bağış toplayabiliyor, dini eğitim yapabiliyorlar. Kiliseler işveren olarak kabul edilip, kendilerine kamu sendikası statüsü tanındı. Federal Anayasaya göre dini eğitim zorunlu olmayıp, isteyen istediği dini seçmekte serbesttir. Eyaletler kendi anayasalarına uygun biçimde bölgelerindeki kiliselerle anlaşmalar yapabiliyor. İtalya'da Katoliklik dışındaki diğer bütün mezhepler kendi örgütlenmelerini kurmakta özgürdür. Cemaatler özel ve kamusal alanda dinlerini yayabilir, ahlaka aykırı olmamak koşuluyla gerekli tören ve ayinleri serbestçe yapabilirler. Yurttaşlar gelir vergilerinin 0,8'ini istedikleri mezhebe verebiliyor, yaptıkları bağışları vergiden düşebiliyorlar.

Devlet mezheplerle farklı anlaşmalar yapabiliyor. Protestan Vadualar'la yapılan bir anlaşmayla, bu mezhebin yaptığı dini evlilikler resmi nikah olarak kabul edildi. (Çakır-Bozan-a.g.e) Görülüyor ki gerçekten laik olan ve toplumu demokrasi-hukuk kuralları içinde özgürce yaşatmaya çalışan rejimlerde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi nev'i şahsına münhasır bir kurum bulunmuyor.

Tarihsel olarak Şeyhülislamlıktan, Diyanet İşleri Başkanlığı'na uzanan çizgide bir kurumun var olması, o kurumun başarılı, doğru, demokrasi ve insan haklarına uygun bir yapılanma olduğunu göstermez. Bu yapılanma insan hak ve özgürlüklerine, vicdan, din, inanç özgürlüğüne, laikliğe, demokrasiye, eşitliğe ve adalete aykırıdır. Ayrıca bu kurumun Sünni, Alevi, inançsız ve Müslüman olmayan tüm yurttaşların vergilerinden pay alarak çoğunlukta oldukları için sadece Sünnilere resmi bir anlayışla devlet hizmeti vermesi hukuka, adalete, ahlaka ve vicdana aykırıdır. Bunun dışında bir dinin veya mezhebin resmileşmesi onun donmasına ve başka ideolojilerin aracı durumuna düşmesine neden olur. Örnek verilen ülkelerde olduğu gibi devlet her dine ve mezhebe karşı eşit mesafede durarak, dini yaşamı sivil topluma, cemaatlere bırakmalı.

Her kesim kendi ibadethanesini, kendi din adamını istihdam etmeli. Devlet her kesime vergi muafiyetleri, onarım destekleri sağlayabilir. Sivil toplum kendi din ihtiyacının bedelini karşılayabilecek güç ve inançtadır. Tıpkı askeri vesayet altında bir demokrasi olamayacağı, hukuk devleti gerçekleşemeyeceği ve ifade özgürlüğü sağlanamayacağı gibi, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun bulunduğu yerde din ve vicdan özgürlüğü ve laik devlet sağlanamaz.
Radikal 09/12/2007

19 Şubat 2009 Perşembe

Abdülkadir Aygan: “Ölmedi, hastaneden alıp yine infaz ettik”

“İhsan Haran JİTEM’de sorgulandı. Arazide kafasına kurşun sıkıldı. Komutan Kırca’dan duydum. Meğer ölmemiş. Batman’a yürümüş hastaneye gitmiş. Oradan alındı tekrar infaz edildi.” “Bölgedeki faili meçhullerin yüzde 80’ini JİTEM yaptı. Benim görev yaptığım on yılda sadece Diyarbakır’da gerçekleşen infaz sayısı 600-700’dür. Ben otuzuna tanık oldum.” “Servet Aslan ve Fatma birbirine âşık iki üniversiteli genç. Diyarbakır’ın merkezinde gezerken alındılar. JİTEM’de iki gün işkence gördüler, ağlaya ağlaya PKK’lı olmadıklarını söylediler ama öldürüldüler.”
* * *
NEDEN? ABDÜLKADİR AYGAN Türkiye, Kürt meselesini demokrasiyle çözmemek için direnirken korkunç olaylar yaşandı. Devlet, en azından devletin bir bölümü, hukukun dışına savruldu. Yasa tanımazlık, zamanla ‘rutin’ bir davranış biçimine dönüştü. Rahatça adam öldürmeye, haraç almaya, işkence yapmaya başladılar. Hesabını kimse sormadı. Devlet görevlileri uyuşturucuya alışır gibi alıştı yasasızlığa. Hatta neredeyse, yasasızlık devlet olmanın bir ölçüsü gibi gözüktü onlara. Şimdi devlet, yeniden kendini düzeltmeye çalışıyor ve zorlanıyor. Üstü örtülen olayların üstü açılıyor. Altından korkunç şeyler çıkıyor. Bir zamanlar cinayetlere, işkencelere, haraçlara tanık olmuş olan itirafçı Abdülkadir Aygan da o dönemi iyi bilenlerden. Aygan, bildiklerini anlatıyor şimdi. Onun cinayet işlemesine ses çıkarmayan medya, Aygan cinayetleri anlatmaya başlayınca ona “alçak” diyor. Bu konuşmada, Türkiye’nin, özellikle Güneydoğu’nun neler yaşadığını, devletin ne hale geldiğini, güç hesaplarını ve hesaplaşmalarını, kaç insanın JİTEM hücrelerinde boğdurulduğunu, yollarda kurşuna dizildiğini, tarlalarda yakıldığını, okuyacaksınız.
* * *
1. BÖLÜM Kaç yıl PKK’da kaldınız? 1975 yılından 1985’e kadar on yıl kaldım. PKK’yla ilişkim Adana Meslek Lisesi’nde öğrenciyken başladı ve 1977’de okulu bıraktıktan sonra da devam etti. Dağa mı gittiniz? Ben Türkiye’de dağa gitmedim. Kuzey Irak denilen Güney Kürdistan’da üç yıl bütün PKK kamplarında kaldım. Kuryelik ve kılavuzluk yapıyordum. PKK’nın liderlerinden Duran Kalkan’la kampların sorumluları arasındaki önemli yazışmaları, pusulaları getirip götürüyordum. Köylerden kamplara erzak taşıyordum. Bir grubu bir kamptan diğerine götürüyordum. 1984’teki Şemdinli Eruh baskınında Mahzun Korkmaz kampındaki grubu ben Türkiye sınırına götürdüm. İçeri girdiler ve baskını yaptılar. PKK’nın ilk baskını bu. Peki, sonra JİTEM’e (Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele) nasıl katıldınız? 1985’te PKK’dan ayrıldım. Örgüt içi infazlardan bunalmıştım. Bardağı son taşıran damla da bir mezraya yapılması planlanan baskın oldu. Mezrada canlı hiç kimse bırakılmayacaktı. Ben baskınının keşfini yapıyordum. Baskından bir gün önce PKK’dan firar ettim ve o mezraya baskını haber verdim. Köylüler beni gerilla kıyafetiyle silahlı görünce karakola haber vermişler. Köye askerî helikopter geldi ve beni teslim aldı. PKK’dan neden ayrıldığınızı daha sonra soracağım. Örgüt içi infazlarından bunaldığınızı söylediğiniz PKK daha sonra sizi gelip bulmadı mı, sizi cezalandırmaya çalışmadı mı? PKK’yı ihbar etmişsiniz. Ben PKK’yı deşifre ettim. Siirt’te sorguda 50 gün kaldım ve 17 sayfalık ifade yazdım. Ankara’da yukarıdakiler, “bu adam örgütte bu kadar kalmış. Bu kadar uzun mazisi var. On yedi sayfalık ifade olmaz” demişler. Sorgu amiri “ifadeni geniş yaz” dedi. 130 sayfaya yakın ifade yazdım. Ben 1977’de Nizip’te PKK’nın askerî kanat sorumlusuydum... O dönemde altı ülkücü genci öldürmüşsünüz. O cinayetleri yazdınız mı? Hayır, Nizip’te faşist dediğimiz kesime karşı işlediğim cinayetlerimi yazmadım. Yurtdışında kaldığım PKK kamplarını, tanıdığım PKK militanlarını yazdım. Bize ekmek veren köylüleri de yazmadım. Benden önce yakalanan üst düzey yöneticilerden Sabri Ok’un ifadesini bana gösterdiler sorguda. O her şeyi açıklamış zaten. Sabri Ok daha sonra PKK’nın cezaevi sorumlusu oldu. Onlara göre sonradan özeleştiri yaptı. Oysa anlattıkları bir itirafçının anlattıklarından farklı değildi. Benden farkı, o dilekçe verip itirafçılık için başvurmadı. Ben başvurdum, Pişmanlık Yasası’ndan yararlandım. Diyarbakır Cezaevi’ne konuldum. Diyarbakır Cezaevi’nde kendinizi PKK’lılardan nasıl korudunuz peki? İtirafçılar koğuşuna gittim. Kendiliğinden teslim olan ve itiraf edenleri cezaevinde ayrı bir koğuşta tutuyorlar. PKK’lıların içine bırakmıyorlar. Bu yüzden içerisi tehlikeli değil. Dışarısı tehlikeli. Sonra JİTEM’e nasıl katıldınız? Pişmanlık Yasası’ndan yararlandım ve on beş yıllık cezanın üçte birini yattım. 1990’da tahliye oldum. Tahliye olur olmaz beni askere aldılar. Çünkü Kıbrıs’ta askerlik yaparken Güney Kıbrıs Rum kesimine firar etmiştim ben. Askerliğimi tamamlamam için beni Kars’taki tankçı birliğine gönderdiler. Bir gün taburdaki bir asker bana, “Seni Albay Arif Doğan telefonla aradı. Tekrar arayacak” dedi. Arif Doğan dediğiniz komutan, evinde ve ofisinde bomba ve silahlar ele geçirilen, Ergenekon davasının tutuklu olarak yargılanan en önde gelen isimlerinden değil mi? Evet. Ben o güne dek Arif Doğan’ı tanımıyordum. Halen de hiç yüz yüze gelmedim. Sadece telefonda konuştum. Diyarbakır’da JİTEM’in grup komutanıydı. Kendisi sonra beni tekrar aradı. Cem Ersever’in de yanında olduğunu ve beni kendisine onun tavsiye ettiğini söyledi. Binbaşı Cem Ersever’le daha önce Siirt Alayı’nda sorgudayken karşılaşmıştım. Onunla sohbet etmiştik. PKK konusunda kendisini yetiştirmiş biriydi. Kaç yıl çalıştınız JİTEM’de? Dokuz yıl çalıştım. 1990 yılıydı... Sanki benim iyiliğimi düşünüyormuş gibi, bana, “evladım seni Kars’a vermişler. Senin ailen Osmaniye’de. İstiyorsan seni Diyarbakır’a yanımıza aldırabiliriz. Burası ailene daha yakın. Jandarma’da askerliğini yaparsın” dedi. Ben de “olur” dedim. O zaman JİTEM’in adı henüz ortada yok. “Yol masrafını karşılayacağız. Ankara’dan da emir çıkartacağız. Gerekli işlemleri yapıp seni Diyarbakır’a aldıracağız” dedi. Bir komutanın size bu özel ilgisini nasıl yorumladınız? Cem Ersever beni yanına aldırmak istiyor, benim tecrübelerimden faydalanmak istiyor, diye düşündüm. Beni önce Kars’tan Silvan’daki er eğitim alayına sevk ettiler. Oraya başka itirafçılar da getirildi. Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Adil Timurtaş, Hayrettin Toka... Sonra da bizi Diyarbakır JİTEM’e gönderdiler. Biz oranın JİTEM olduğunu bilmiyorduk. Biz, Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı’nın emrinde askerlik yapacağız diye biliyorduk. Beş, altı kişiydik... Özel konumumuzdan, örgüt tecrübemizden ötürü bizi sivil olarak giydireceklerini tahmin ediyorduk ama... O sırada Diyarbakır’da JİTEM komutanı kimdi? Arif Doğan mı? Hayır, Arif Doğan gitmişti, yerine Cem Ersever JİTEM Grup Komutanı olmuştu. Yardımcısı da Aytekin Özen’di. Gittiğimiz yerin JİTEM olduğunu bize Cem Ersever açıkladı. “Burası JİTEM. Burada benim emrimde olacaksınız. Sivil giyineceksiniz ve istihbarat toplarken, operasyona giderken kendinizi korumanız için üzerinizde tabanca olacak” dedi. Düşünün, diğer askerlerde G3 tüfek var, bizde üzerimize zimmetli tabanca. Kaç yıl çalıştınız JİTEM’de? Askerken 1990’da başladım. Askerlik bittikten sonra JİTEM’in sivil memuru oldum. JİTEM’de 1999’a kadar çalıştım. Bizi ilk başta terör danışmanı, uzmanı sıfatıyla almayı düşünüyorlardı. Sonra uzman çavuş yapalım dediler. Sonra işi sivil memurluğa çevirdiler. Anlamadım... Bizi 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na soktular. Bizi resmen devlet memuru yaptılar. Kadromuz istihbarat elemanı olarak gözüküyordu. Yani postanede çalışan memur hangi kanuna tâbiyse biz de ona tâbiydik ve askeriyede çalışan sivil memurlardık artık biz. Bordromuz, keseneklerimiz, tazminatlarımız, emeklilik hakkımız vardı. Bir astsubay, bir JİTEM komutanı nasıl maaş alıyorsa biz de öyle alıyorduk. Mesela internetten Emekli Sandığı’nda Aziz Turan ismine baktım ben... On beş yıl daha çalışırsam emekli olabiliyorum ben. Sizin adınız Aziz Turan olarak değiştirilmiş ve Abdülkadir Aygan kayıtlarda şehit olarak gösterilmiş, öyle mi? Evet. Geçmişteki bütün sabıkalarımız da silindi. JİTEM’de çalıştığınız dokuz yılda kaç eyleme katıldınız? Onlara eylem değil, ‘operasyon’ diyorlar. Mesela suçlu birini tespit ettiniz. Güvenlik kuvvetleri aslında ne yapar? Bu kişiyi savcının emriyle yakalar ve savcı onu suç deliliyle birlikte mahkemeye çıkarır. Kişi suçuna göre cezaevine girer ya da girmez. Ama JİTEM’in operasyonları öyle değildi. Yerel ajanları ve halktan muhbirleri vardı. PKK’ya erzak verenler ya da onunla ilişkide olanlar, yardım edenler JİTEM’e bildiriliyordu. JİTEM de işi yapıyordu. JİTEM dilinde ‘iş yaptık’ demek ne demek? Öldürmek mi demek? İşi yapmak demek, ‘yasadışı yollardan bir insanı alıp, JİTEM’e götürüp sorgulayıp sonra da infaz etmek, ölüsünü sağa sola atmak, yakmak ya da gömmek’ demek. Olayın büyüklüğüne, öldürülen kişinin isminin önemine göre, JİTEM komutanı bu bilgiyi Jandarma Asayiş Komutanlığı’na, Komutanlık da Olağanüstü Hal Valiliği’ne bildiriyor ya da bildirmiyordu. Siz JİTEM’de çalıştığınız sürede kaç kişiyi alıp öldürdünüz? Yani faili meçhul cinayet işlediniz? Kaç tane böyle olaya tanık oldunuz diye sorarsanız bana... 30 civarında olaya tanık oldum. Her JİTEM grup komutanı aynı değildi. Bazısı böyle işler yaptırıyor bazısı yaptırmıyordu. Sadece istihbarat toplama, rapor yazdırma, muhbir ve ajan ağını örgütleme işlerini yaptırıyordu. Ayrıca benim JİTEM’de bir sürü işim vardı. Ne gibi? Bizim komutanların Barzani ve Talabani’yle yaptıkları toplantılarda tercümanlık yaptım. Bir dönem PKK’yla çatışırken yaralanan peşmergeleri GATA’da tedavi olmaları için sınırdan alıp havaalanına götürdüm. Yakalanan evrakları Türkçeye çevirdim. Şifreleri çözdüm. Bu yüzden ben yapılan her JİTEM operasyonunda yer almadım. Ama bildiklerimle ve duyduklarımla şunu iddia ediyorum. Bölgedeki faili meçhul olayların yüzde 80’ini JİTEM yaptı. Bölgede 18-20 bin faili meçhul cinayetten söz ediliyor. Bence o abartılı bir sayı. Sizce JİTEM tarafından kaç kişi öldürüldü? Ben Diyarbakır bölgesini tahmin edebilirim. Elazığ, Van, Mardin, Batman... Oralarda da JİTEM var. Diyarbakır’da benim görev yaptığım on yıl içinde gerçekleşen infazların sayısı 600-700 olabilir... Bu rakam tahmin ama... JİTEM elemanı olarak adam öldürdünüz mü? Ben bu soruya cevap vermek istemiyorum. Sizin JİTEM’de çalıştığınız dönem en fazla faili meçhul cinayetin yaşandığı dönem. Kaç cinayete tanık oldunuz? Evet, o dönem en çok cinayetin olduğu dönem... Faili meçhuller 1993’te başladı ve 1997’deki Susurluk olayına kadar devam etti. Özellikle o dört yılda cinayetler çok yoğundu. O sırada Diyarbakır JİTEM Komutanı kimdi? JİTEM Grup Komutanı Abdülkerim Kırca’ydı. Diyarbakır JİTEM timinin başında da Zahit Engin vardı. Ben o dönemde 30 kadar eyleme bizzat tanık oldum. Ama içinde yer almadığım, bizzat şahit olmadığım, onlarla birlikte katılmadığım yüzlerce eylem ve faili meçhul cinayet var o dönemde. Bizim grubun yaptığı 30-40 kadardı. Bir de Zahit Engin’in emrindeki Diyarbakır timinin yaptıkları var. JİTEM eylemlerinin hepsi ölümle mi sonuçlandı? Hepsi ölümle sonuçlandı. Hatta size ilginç bir olay anlatayım. PKK’lı olduğu söylenen İhsan Haran isimli bir genç vardı. Ailesi boşaltılan Lice köylerinden Diyarbakır’a göçmüştü. Şehitlik semtinde oturuyordu. O genç JİTEM’e alınıp sorgulandı. Sonra da Silvan tarafına götürüldü, bir arazide kafasına kurşun sıkılıp bırakıldı. Fakat sonra komutan Abdülkerim Kırca’dan duydum. Meğer o genç kafasına sıkılan kurşunla ölmemiş. Sadece şok geçirmiş. Batman’a kadar yürüyüp hastaneye gitmiş. Yaşadığı olayı anlatmış. İşte bu olay Batman timine haber veriliyor, o da Diyarbakır JİTEM’e bildiriyor. Evet... Kırca’yı telefonla arıyorlar ve “komutanım böyle bir durum var” diyorlar. O da “Tamam onu hemen sizin time alın, bekletin. Biz geliyoruz” diyor. Bana bunu Kırca kendisi anlattı. Niye bir komutan size bunu anlatıyor? İlk infazı yapanları beceriksizlikle suçladı. “Bizim beceriksizler öldürememişler. Adam kalkmış şehre, hastaneye gitmiş. Tekrar gittik, aldık ve işini tamamladık” dedi. Abdülkerim Kırca yanına personelini alarak hemen Batman’a gidiyor ve o genç tekrar araziye götürülüp infaz ediliyor. JİTEM’in eline düşen sağ bırakılmıyor. Bu gencin öldürülmesine siz tanık oldunuz mu? İlk infaza tanık oldum. Kemal Ümlük, uzman çavuş Yüksel Uğur vardı. Bir toprak yığınının arkasına götürüp vurdular. Geceydi. Hangisinin vurduğunu görmedim. Gencin sorgusu JİTEM’de yapıldı sonra arabaya konulup araziye götürüldü O genç niye öldürüldü? PKK’lı diye... Bu Diyarbakır bölgesinde PKK’yla ilgili bilgileri genellikle itirafçı Serpil Toprak veriyordu. O da JİTEM’de sivil memur olarak çalışıyordu. Mesela Mehmet Salim Dönen isimli Silvanlı genci ve amcasını JİTEM’e aldıran da o kızdı. Onları askerî hastanede görüyor. Çocuk askere gitmek için askerlik muayenesini yaptırıyor. Amcasıyla birlikte gelmiş. Serpil bunu gelip bana söyledi. “Komutanı arayıp haber verelim” dedi. Kırca o sırada Dicle Üniversitesi’nde dişini yaptırıyordu. Aradık. “Gereğini yapın, alın. Ben geliyorum” dedi. Toros arabayla askerî hastaneye gittik ve gençle amcasını aldık, JİTEM’e getirdik. Komutan Kırca dişçiden geldi ve işin sorgulama safhası başladı. Nasıl öldürüldüler? Amcasının hiç alakası yoktu ama yarın bir gün ifade verir diye onu da aldık, getirdik. Amca, yeğen JİTEM’de boğularak öldürüldüler. Silvan yoluna atıldılar. Onları komutan Abdülkerim Kırca mı boğdu? Hayır, o talimat verdi. Boğdurdu. Zaten komutan işkenceli sorgu yapıldıktan sonra bazen işkence odasında kalıyordu. Bazen de kendi odasına gidip içkisini içiyordu. Bu cinayetler hep gece mesaisinde işleniyordu. İşkenceler mesai saatinden sonra akşamları yapılıyordu. Sıradan askerler koğuşlarına gittikten sonra... Çünkü JİTEM’de gündüzleri çaycılık, postacılık yapan askerler vardı. Kırca emir erini bile gönderiyordu. Ayrıca çevrede askerî birlik ve diğer kurumlar vardı. İşkence seslerinin duyulması istenmiyordu. İşkence akşam diğer personel gidince, mesaiden sonra başlıyordu. İşkence ve infazlar için JİTEM’de kaç kişi gece mesaiye kalıyordu? İşin durumuna göre dört, beş kişi kalıyordu. Kaç kişi tarafından, neyle boğuluyordu bu insanlar? Boğma teliyle... Elektrik kablosuyla... Bazen sağlam bir televizyon kablosuyla. Duruma göre iki, üç kişi boğuyordu. İşkence bir, iki gece sürüyordu. Hemen öldürülmüyordu. Hatta ifadesi alınmadan ölmesin diye sadece bir dilim ekmek veriliyordu. Peki, amcasıyla öldürülen, askere gitmeye hazırlanan genç PKK’dan ayrılmamış mı? Askere gideceğine göre ayrılmış. Çünkü bir PKK’lı askere gitmez. Hele grup sorumluluğu yapmış birisiyse... Ama PKK’dan ayrılsa da JİTEM tarafından öldürülüyor. Mesela o Servet Aslan diye bir üniversiteli genç vardı. Fatma isimli bir de Mersinli kız arkadaşı vardı. Kızın hakkında hiçbir suçlama yoktu. Hiç ilgisi yoktu. Bizim gibi sivil memur olan itirafçı Serpil’in ifadesi üzerine bu iki üniversiteli genç Diyarbakır’ın merkezinde el ele gezerken alındılar. Üstelik çocuk dağa falan gitmemiş. Kaldı ki yanında kız arkadaşı da var. Bu ne anlama geliyor? Birbirlerine âşık olmuşlar. Normal bir hayat yaşıyorlar. PKK’lı militan Diyarbakır’ın merkezinde kız arkadaşıyla el ele gezemez. Çocuk PKK’lı olmadığını ağlaya ağlaya söylediyse de... Onlar da mı öldürüldü? Evet, onlar da öldürüldü... Mehmet Çapur isimli bir başçavuş vardı. Kırca emir verdi. Gençleri Sivas yönüne götürüp, orada öldürüp yol kenarına atmışlar. Bu iki genç iki gün sorgulandılar, işkence gördüler. Abdülkerim Kırca o kıza kendisi işkence yaptı. İtirafçı Serpil Toprak nerede şimdi? Erzurum’a tayin edilmişti. Orada hem memuriyet yapmış hem de yarıda bıraktığı yüksek hemşirelik okuluna devam etmiş. JİTEM onun tekrar okula kaydını yaptırmış. Orada bir öğretim görevlisiyle evlendiğini duyduk. Bu insanları şehir dışına öldürmeye götürürken arabanın bagajına mı koyuyorsunuz? Bazılarını arkada oturan iki personel arasına alıyor ve normal bir yolcuymuş gibi götürüyorlardı. Bazılarının üstüne ise hastaymış gibi bir mont örtülüyordu. Kaç kilometre uzağa götürülüp öldürülüyorlardı? Mesela İdris Yıldırım Silopi’den alındı 150 kilometre uzaktaki Elazığ’a götürüldü. Çünkü onu yakalayan JİTEM elemanı Silopi’de oturuyordu. Kendisinden şüphelenileceğini düşünüyordu. JİTEM muhbirini korumak için onu uzak bir bölgede öldürdü. Kimliği tanınmasın diye cesedi de yaktı. Siz JİTEM’de kimlerle çalıştınız? 1990’da iki yıl kadar Cem Ersever ve yardımcısı Aytekin Özen’le çalıştım. Bunlar gitti yerlerine Cahit Aydın ve yardımcısı Nurettin Ata geldi. Daha sonra da Abdülkerim Kırca geldi. En uzun onunla çalıştım. Normalde her komutan iki yıllığına gelir ama o üç, dört yıl kaldı. Bir ara Ali Yıldız, Cemal Temizöz’le de çalıştım. Siz sadece Abdülkerim Kırca’nın yaptıklarına mı tanık oldunuz? Diğerleri neler yaptılar? En çok cinayet komutan Kırca döneminde oldu. Cem Ersever zamanında da oldu ama o kadar değil. Mesela onlardan sonraki komutan Ali Yıldız politik davranıyordu. İtirafçıların yanında “şu kişiyi alın” demiyordu. Normal istihbarat faaliyeti yapıyormuş gibi davranıyordu. Ama kendi emrindeki Zahit Engin’in başında olduğu Diyarbakır JİTEM timi durmadan JİTEM’e adam alıp, sorgulayıp öldürüyordu. Biz bunlara gözümüzle kulağımızla da şahit oluyorduk. Adamlar hücrelerde haykırıyordu. O insanlar da sonradan yok oluyordu. Binanın arkasında bir çöp bidonu vardı. Şehmuz Çavuş’u ya da timden başka birini orada insanların özel eşyalarını, elbise, ayakkabılarını yakarken görüyorduk.

YARIN: JİTEM’in PKK mücadele derken ne işler yaptı?
İşyerlerine niye JİTEM bombaları atıldı?
JİTEM-Emniyet-MİT çekişmesi nasıl yaşandı?
JİTEM’deki iç hesaplaşmalar...
Generallerin ölümleri...
Kürt aydınlarının infazlarının emirleri...

Abdülkadir Aygan: “Cem Ersever Ankara’ya bir bavul C4 götürdü”

“O patlayıcıları, OHAL Valiliği’nde gördüğümüz Vietnam gazisi bir Amerikalı verdi bize. Hatırlayın... Uğur Mumcu’nun arabası C4’le patlatıldı.” “Boşaltılan köylerde ve yol kenarında terk edilen tesislerde su kuyuları var. Cesetleri o kör kuyulara atmışlar. Cizre’de jandarma timi bir seferinde yedi ceset atmış. Atan biri söyledi.” “Üç sendikacıyı DGM beraat ettirdi. Sevine sevine yürüyorlardı ki, mahkeme önünden onları JİTEM’e aldık. Albay Kırca gençlere diz çöktürdü enselerinden birer el ateş etti.”
* * *
2. BÖLÜM Albay Abdülkerim Kırca’nın intiharıyla tartışmaların merkezine oturan ve JİTEM’de çalıştığı dokuz yılı ayrıntılarıyla açıklayan itirafçı Abdülkadir Aygan’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşiye bugün kaldığımız yerden devam ediyoruz.
* * *
JİTEM elemanları öldürdükleri insanların cesetlerini niye araziye atıyordu? Ceset bulunsun ve bu ölüm halkta korku yaratsın, ‘PKK’ya gidersem benim de sonum böyle olur psikolojisine girsin’ diye cesetler böyle yol kenarlarına atılıyordu. Ama bazı cesetler de gömülüyor ya da yakılıyordu. Mesela Abdülkerim Kırca Diyarbakır’da Pavyonlar Caddesi’nde milletin gözü önünde Murat Aslan’ı arabaya zorla bindirdi. Bu genç JİTEM’de sorgulandı ve cesedi yakıldı. Niye yakıldı? Çünkü cesedin kimliği hemen teşhis edilmesin ve cinayet biraz eskisin istendi. Yani görgü tanıkları, Abdülkerim Kırca’nın simasını unutsun istendi. Toplu cinayet olaylarına karıştınız mı? Bir kez üç kişinin birden öldürüldüğünü gördüm. Diğer cinayetler hep tek tek ya da iki ikiydi. Mesela birini yakalayıp JİTEM’e getirmişler, sorgusu yapılıyor. Ertesi gün başka birini daha alınıp getiriyorlar. Bu durumda ikisi aynı anda öldürülebiliyor. Zaten üçten fazla infaza imkânlar da müsait değildi. Anlamadım, ne müsait değildi? Araç olarak elde bir Toros araba vardı. Arabaya, bagaja kaç kişiyi sığdıracaksın? Çünkü personel de binecek arabaya. Ama ben gene de bir tane toplu cinayete tanık oldum. Abdülkerim Kırca 1993’ten sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı oldu. Bazı cinayetleri bizzat gözümüzün önünde kendisi işledi. Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi’nin üç üyesi Necati Aydın, Mehmet Ay ve Ramazan Keskin JİTEM’de sorgulandıktan sonra Silvan yolunda bir araziye götürüldüler. Aman Tanrım! Gençler yan yana dizildiler. Elleri ve gözleri arkadan bağlandı. Sonra komutan Kırca gençlere diz çöktürttü ve tam enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti, alınlarının ortasından oluk oluk kan fışkırdı. Sonra da bize “gömün bunları” dedi. İki arabayla oraya gitmiştik. Yedi, sekiz kişi bu olaya tanık olduk. Sizden başka kim açıkladı bu toplu cinayeti? Benden başka kimse açıklamıyor. Çünkü hâlâ aynı sistemin içinde çalışıyorlar. Size şunu anlatayım... 1990’ların sonuydu. Ankara’dan Kara Kuvvetleri’nden resmî elbiseli bir albayın komutasında bir denetleme grubu Diyarbakır JİTEM’e geldi. Bu albay itirafçıların odasına da girdi, hâl hatır sorduktan sonra bizi tehdit etti. “Bu yola birlikte girdik, bu işe birlikte başladık ve ölünceye kadar da bu işi birlikte sürdüreceğiz. Kimse ben ayrılırım, yurtdışına giderim, oralarda bana kimse bir şey yapamaz demesin. Bizim kolumuz uzundur. Uzağa da gitse biz cezalandırırız” dedi. Peki, o üç sendikacı genç niye cezalandırıldı? İktidarda Çiller hükümeti vardı. Daha sonra DYP’den milletvekili adayı olan Hasan Kondakçı da Jandarma Asayiş Komutanı’ydı. Kondakçı, Çiller’in bu maddi manevi her türlü desteği vermeye söz verdiğini söylüyordu. O dönemde sanki devletin tepelerinde bir karar alınmış, bir konsept uygulamaya konmuştu. İnfazlara HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın cinayetiyle başlandı. Musa Anter’in öldürülmesiyle devam edildi. Peki, o üç sendikacı... Üç sendikacı gencin bilgisi Emniyet’ten geldi. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ifadeye çıkacakları bize bildirildi. Komutan Kırca da mahkeme serbest bırakırsa bu gençleri alıp JİTEM’e getirmemizi emretti. Nuri Ateş adında astsubayla birlikte dört kişi beyaz Renault’yla mahkemenin önüne gittik ve bekledik. Gençler mahkeme tarafından serbest bırakıldılar. Biz onları almak için yol kenarında beklerken, onlar karşıdan davaları bitti diye sevine sevine geliyorlardı. Üç genci mahkemenin önünden alıp JİTEM’e getirdik. Sorgulandılar... Sorgu dediğiniz işkence. İnsanlar konuşunca sonuç değişiyor mu JİTEM’de? Konuşması hiç bir şey değiştirmiyor. Konuşsa da konuşmasa da öldürülüyorlar. JİTEM’e giren sağ çıkmıyordu ki... “Halk ihbar ediyordu, istihbarat yapılıyordu ve JİTEM sorguluyordu” dediniz başta bana. Halk arasında çok mu muhbir vardı? Çok mu ihbar gelirdi? Maalesef çok. PKK’dan zarar görenler, PKK karşıtı olanlar vardı. Kıskançlıktan ihbarda bulunanlar, hasmını, iş hayatındaki rakibini tasfiye etmek için ona buna PKK’lı diyenler vardı. Böyle suçlamalarla da ölenler oldu. Mesela... Hakkı Kaya’nın ölümüne Muhsin Gül isimli itirafçı neden oldu. Bunun kızı dağda falan deyip işi şişirdi ve adamı ihbar etti. Böyle olaylar var. İtirafçı Muhsin Gül belki adamdan menfaat temin etmek istemişti. Adam vermeyince, o da JİTEM vasıtasıyla adamı ortadan kaldırmıştı. Mesela Nejat Söyler diye bir işadamı vardı. Kaçakçılıktan soruşturma geçirmiş. Tekirdağ’da nakliye şirketi kurmuş. Cem Ersever’le arası iyiydi. Diyarbakır’dan İbrahim Babat, Fethi Çetin ve beni Tekirdağ’a gönderdi.
Niye? “Sizinle konuşacak,” dedi. Meğer adam kendi rakibini bertaraf etmemiz için bizi çağırmış. Bizim oraya gittiğimizden bazı üst düzey komutanların haberi vardı. Bereket adamın oğlu içtikten sonra gece otel odasında rastgele silahla pencereden dışarı ateş etmeye başladı da iş yarıda kaldı. Polisler geldi ve o gece silahlarımızı emanete aldılar. Diyarbakır Asayiş Komutanlığı Kurmay Başkanı Kurtuluş Öğün telefon edip işi halletti ve biz otobüse binip geri döndük. Yoksa o işadamının ya rakibini ortadan kaldıracaktık ya da işyerine zarar verecektik.
JİTEM elemanı istediğini öldürebiliyor muydu? Emir komuta zinciri olmadan kendi başına kimse birini öldüremez. Bir memur, uzman çavuş, astsubay, üsteğmen kendi başına cinayet işleyemez. JİTEM’de ne tür işkenceler yapılıyor? Kaba dayak, yumruklama, tahta sopalarla dövme. Bazıları ayaklarından tavana asılıyordu. Bazıları çırılçıplak Filistin askısına takılıyordu. Murat Arslan’ı böyle asıp bacaklarına da araba lastiği geçirmişlerdi ki, çırpınamasın. İşkencede ölen olmuyor muydu? Olmuyordu. Bir insan nasıl oluyor da o kadar zulme, acıya dayanabiliyor diye hayret ediyorsunuz. Affederseniz, at benzeri bir hayvan olsa o işkencede o darbelerle ölür yani... JİTEM’in içinde çekişmeler ve anlaşmazlıklar var mıydı? JİTEM’le Emniyet arasında çekişme vardı. JİTEM komutanları kendi başlarına buyruk davranıyorlardı. Polis-Jandarma bölgesi ayırımı yapmıyorlardı. Gidip polis bölgesinden adamı alıyor JİTEM’e getirip sorguluyor ve infaz ediyorlardı. Cesetler iki gün sonra bulunuyordu. Polis ve savcılar zor durumda kalıyorlardı. Niye? Çünkü ölülerin yakınları onlara başvuruyordu. Cinayeti kimin işlendiğini tahmin ettikleri halde bir şey yapamıyorlardı. Ankara, OHAL Valisi ve Asayiş Komutanlığı tarafından frenleniyorlardı. JİTEM yaptığı hiçbir işten MİT’i ve Emniyet’i haberdar etmiyordu. Ama polis ve MİT bu kirli işleri onun yaptığını biliyordu. Ben Hanefi Avcı’yı da tanırım. Meclis Araştırma Komisyonu’na anlattıklarıyla Susurluk olayının ortaya çıkarılmasında önemli rol oynayan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Başkanı Hanefi Avcı’yı Diyarbakır’dan mı tanıyorsunuz? Evet. İstihbarat şube müdürüydü. Bazen Emniyet’e ziyaretine giderdik. Bazen biri hakkında bizden bilgi isterdi. Bize, “Çocuklar pis işlere bulaşmayın. Bu işler iyi değil. Başınız belaya girer” derdi. “Bu işlerin sonu yok” diye Cem Ersever’e de söylemişti. JİTEM’in içinde anlaşmazlıklar, çekişmeler nasıldı peki? Jandarma teşkilatının içinde anlaşmazlık vardı. Arif Doğan’dan sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı olan Cem Ersever’in öldürülmesi Jandarma’nın içindeki çekişmenin bir sonucudur. Sadece Ersever’in değil, Eşref Bitlis’in, Bahtiyar Aydın’ın ölümleri de Jandarmadaki iç hesaplaşmaların sonuçlarıdır. Ersever’le ölümünden önce bir yemek yemiştik. Bana, “beni bir fahişe gibi kullandılar. Şimdi işleri bitince atıyorlar” dedi. Ersever JİTEM’in eylemleriyle, infazlarıyla ilgili basına konuşmaya başlayınca Jandarma’daki komutanlar çok rahatsız oldu. “Hainlik yapıyor. İhanetin bedeli ölümdür. Dili kesilecek” diye konuşmalar başladı. Ersever’in arası Ergenekon davasında tutuklanan emekli General Veli Küçük’le ve emekli Albay Arif Doğan’la da kötüydü. Kim öldürdü Cem Ersever’i? Bu bir iç infazdı. Olayın içinde Yeşil var. Cinayeti işlemeleri için Ankara’ya gönderilen itirafçılar da var. Yeşil, Veli Küçük’le irtibattaydı. Peki, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in ölümü hangi açıdan bir iç hesaplaşmaydı sizce? Bindiği uçak Ankara üzerinde düştüğü için ölmedi mi Bitlis? Eşref Bitlis, Turgut Özal’ın projesinin destekçisiydi. Halkla PKK’yı ayırmak gerektiğini, Kürt meselesini siyasi yoldan çözmek gerektiğini söylüyordu. 1991’de Eşref Bitlis’in uçağının uzaktan kumandalı patlayıcıyla düşürülmesi ihtimali ortaya çıkınca benim aklıma C4 patlayıcılar geldi. Çünkü uçak düştüğünde henüz yeni havalanmıştı. Bu C4 patlayıcılar bir kilometre uzaktan patlatılabiliyordu. Ankara’ya tayini çıktığında Cem Ersever yanında bir bavul dolusu C4 patlayıcı götürdü. O patlayıcıları bize OHAL Bölge Valiliği’nde gördüğümüz Vietnam gazisi bir Amerikalı verdi. Amerikalı Vietnam gazisi, OHAL valisi ve JİTEM’ciler... Kafam karıştı. Amerikalı getirmeden önce JİTEM’in elinde C4 patlayıcı yok muydu? Yoktu. Kendisi JİTEM’e geldi ve birlikte Mardin yolunda bir dereye gittik. Patlayıcıların nasıl kullanıldığını, ne kadar mesafeden sinyal alabildiğini ve patlatılabildiğini bir kayanın altında ilk denemeyi yaparak bize gösterdi. Cem Binbaşı’yla İngilizce konuştular. Cem Binbaşı bize “bu eski bir subay. Vietnam’da üç sefer yaralanmış” dedi. C4 patlayıcılarını kime kullandınız? İlk Diyarbakır Baro Başkanı Mustafa Özer’e kullandık. Gece arabası patlatıldı. Kızıltepe’de de bir vatandaşın arabasının altında da patlatıldı. Korkutmak, zarar vermek için... Ben Uğur Mumcu’nun arabasının havaya uçurulmasında da bu C4’lerin kullanıldığını tahmin ediyorum. Cem Ersever ve yardımcısı Ankara’ya tayinleri çıktığında Amerikalının verdiği bir valiz dolusu C4’ü yanlarında götürdüler. Cem Ersever odasında eşyalarını toplarken bu valizi gördüm. General Bahtiyar Aydın’ın ölümüyle ilgili bilginiz var mı? Somut bilgim yok... Ama koruması Ispartalı Ayhan astsubay lojmanda komşumuzdu. Olaydan sonra hüngür hüngür ağlıyordu. Hayret ediyordu. Sanki bir çatışma olmadı da birisi onu vurdu gibi. Bir şey anlatmıyordu ama... Zaten o olaydan sonra biraz dağıttı. Ben Özden’in de, Bahtiyar Aydın’ın da PKK tarafından vurulduklarına inanmıyorum. Bilgileri yan yana koyunca bu insanların iç çekişmede tasfiye edildikleri meydana çıkıyor. Askerî güçlerin içindeki bir oluşumun sakıncalı gördükleri kişileri tasfiye etme planının suikastlarıdır bunlar. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın ve Özden, bu mücadele tarzının halkı PKK’ya doğru kaydırdığını söyleyen komutanlardı. Bütün bunları neye dayanarak söylüyorsunuz? Ben bölgede uzun yıllar kaldım. Üst düzeydeki bir komutanın veya yardımcısının PKK’yla çatışma çıktığında olay yerine gittiğine hiç tanık olmadım. Nasıl oluyor da Lice’deki çatışmaya hemen Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın gidiyor. Kendisi bölgede Jandarma’nın en yüksek rütbelisi. Niye çatışma yerine gitsin? Emrinde albaylar, yarbaylar binbaşılar, yüzbaşılar, operasyon birlikleri, timleri var. Çatışma alanına onlar gitsin. Gerçi albay bile zor gider ya... Ama bakıyorsun general rütbesindeki adam gidiyor ve orada vuruluyor. ‘Teröristlerle çatışmada şehit oldu’ deniyor. Demek ki bir tezgâh kuruldu ve Bahtiyar Aydın oraya çekildi. Mesela Kırca olayında da... Ona da mı sizce tuzak kuruldu? Abdülkerim Kırca Diyarbakır’dan tayin edildi. Kısa süre sonra Antalya Serik’ten bir çatışma haberi aldık. Kırca sırtından vurulmuş. Kırca dağdaki operasyona gönderiliyor. Hem de ne sıfatla gidiyor biliyor musunuz? Antalya Alay Komutan Yardımcılığı Vekâleti sıfatıyla gidiyor. Bir alay komutan yardımcısının dağdaki bir çatışmaya gitmesi çok istisnadır. Kırca’nın teröristlerin açtığı ateşle sakat kaldığına inanmıyorum. Jandarma’nın tepesindeki bazıları tarafından Kırca da tasfiye edilmek istendi. Faili meçhullerde kurban gidenlerin gizli mezarlarını biliyor musunuz? Bildiklerimi söyledim. Bazıları bulundu. Ama ben asit kuyusu diye bir şey görmedim ve duymadım. Ama cesetleri kör kuyulara atmışlar. Boşaltılan köylerde su kuyuları var. Yol kenarına yapılan tesislerde kendilerine zamanında artezyen kuyuları açmışlar. Onlar şimdi harabe halinde. Cesetlerin o kuyulara atıldığını duydum. Mesela Cizre Jandarma Komutanı’nın emrinde çalışan bir timin yedi cesedi böyle bir kuyuya attığını duydum. Atanlardan biriyle konuştum ama ayrıntısını vermedi. Bir de Diyarbakır’da JİTEM binasının arkasındaki tepede bir höyük var. Biz orada çok sayıda kemik gördük. Kafatasları höyüğün içine doğru gidiyordu... Ayrıca höyüğün tepesine de kurutulmak üzere esrar serilmişti. Bunlar tarihî kalıntılar olabilir tabii. Bölgede JİTEM dışında faili meçhul cinayetleri kimler işledi? Korucular, Özel Harekâtçılar, Yeşil gibi gezici timler, kendilerine Hizbullahçı diyenler... Onlar da faili meçhul cinayetler işlediler. Ama yüzde 80’ini JİTEM işledi. Yeşil sadece Jandarmayla değil hem MİT’le hem de Emniyet’le çalıştı. Mesela kullandığı Land Rover aracını MİT Bölge Valiliği’ne vermişti. O da JİTEM vasıtasıyla Yeşil’e vermişti. Vatandaş infazların yapıldığı dönemde kayıplarını bulabilmek için elinde dilekçelerle savcı, Bölge Valiliği, Emniyet, MİT arasında dolaşıp duruyordu. Onlar da vatandaşı JİTEM’e gönderiyorlardı. Savcı, Emniyet araştırırız diyordu ama aradan yıllar geçiyordu kayıpların akıbetiyle ilgili hiçbir haber alınamıyordu. Yakınını arayan vatandaşa JİTEM ne diyordu? Vatandaş JİTEM’den kovuluyordu. Size bir olay anlatayım: Muhsin Gül isimli eski bir itirafçı vardı. Onu istihbarat toplamak için kullandılar. Gaffar Okkan’ın döneminde Diyarbakır Emniyeti bunu sorgulamış. JİTEM’le beraber yaptığı faili meçhulleri anlatmış. Bana, “işkenceye dayanamadım. Hepsini söyledim” dedi. Tabii bunun öttüğünü JİTEM öğrenmiş. Emniyet o anda JİTEM’in üstüne gidemiyor ama gün gelir bütün bu anlatılanlar ortaya çıkabilir. Ben bir gün Muhsin Gül’ü timin odasına girerken koridorda gördüm. O son görüşümdü. Onu da JİTEM’de kaybettiler. Muhsin Gül’ün o zaman Emniyet’e anlattıkları Susurluk Raporu’nda geçiyordu. Diyarbakır Emniyet Müdürü Okkan’ın suikastına dair bir şey biliyor musunuz? JİTEM, Gaffar Okkan’dan rahatsızdı. Eskisi gibi terör estiremiyordu. Onun döneminde bu işleri yapamaz olmuştu. Diyarbakır gibi her tarafta polisin, özel harekâtçının, askerî birliklerin ve sivil polislerin kaynadığı bir yerde, Bölge Valiliği’ne yakın bir mesafede, hiç kimse Gaffar Okan suikastı gibi bir eylemi yapıp hiçbir iz bırakmadan kaçamaz. Derin devletten bağımsız bir gücün o suikastı gerçekleştirmesine imkân yok. Sizin de söylediğiniz gibi bölgede bir de Hizbullahçılar faili meçhul cinayetler işliyordu. JİTEM Hizbullahçılarla mücadele etti mi? JİTEM olarak biz hiç Hizbullah’a karşı bir operasyon yapmadık. JİTEM’de kaç itirafçı görev yaptı? Devlet memuru yapılanların sayısı on beş kadardır. Resmî kadroda olmayanları ise bilemezsiniz. Seyyar gezenler, gizli olanlar var. Onlar bugün hâlâ görevlerine devam ediyorlar mı? Bunları, devletin çeşitli yerlerine dağıttıklarını öğrendim. Mesela, askerlik şubesine memur ya da Donanma Komutanlığı’na işçi olarak vermişler. Zaten devletten istifa edeni yaşatmazlar. Eski itirafçı Mustafa Deniz, Cem Ersever’le birlikte JİTEM’den istifa etmişti. Onu da Ersever’le birlikte infaz ettiler. Son dönemde de Abdülkerim Kırca olayını da benim üzerime yıkmaya çalışıyorlar... Sizin yalan söylediğinizi söylüyorlar. “Bu adam ‘itiraflarda bulunuyorum’ diyerek bir yerlerin adamı olarak zaten hep birilerine iftira eder. PKK’dan ayrıldı itiraflarda bulundu. JİTEM’den ayrıldı JİTEM hakkında itiraflarda bulundu. Burdur Jandarma’da çalıştı gene itirafta bulundu” diyorlar. Size güvenilmemesini normal karşılamıyor musunuz? Sıradan bir insanın bana güvenmemesi normaldir. Ama ben bana ihanet edenlere ihanet ediyorum. İnsan neden konuşur? Vicdan azabı çeker ve konuşur. Bir de ihanete uğrayınca konuşur. Kandırıldığını, kullanıldığını, aldatıldığını anladığında, kendisiyle işleri bittiğinde bir kenara peçete gibi atıldığını gördüğünde konuşur. Bu, insanda intikam duygusu yaratır. Sağlıklı insanlar bunun intikamını almak isterler. Örgüt de, Jandarma teşkilatı da bana ihanet etti. Siz intikam için mi konuşuyorsunuz? Vicdani bir borç olarak da konuşuyorum. ‘Şimdi mi başladı bu vicdan işi’ diyeceksiniz ama... Yaparken vicdanınız rahatsız olmuyor muydu? Oluyordu. Eve geliyorsun, çocuğunu görüyorsun. Senin çocuğun sana ciğer, başkasının çocuğu ona ciğer değil mi? PKK size nasıl ihanet etti? Örgütün söyledikleriyle yaptıklarının çeliştiğini gördüm. Birçok iç infaz gördüm. Bana yaptırmadılar ama karşımda yaptılar. İnfaz edilen arkadaşımdı. Ama bana emir verselerdi, ben yapacaktım. Dediklerini yapmasam beni öldürürlerdi. Öldürmek zorundaydım onu. Bunu bir sürü insan anlamıyor. Öldürülen Musa Anter’in kızı da sordu bana bunu. “Size babamı öldürmenizi söyleselerdi, öldürür müydünüz” diye sordu. Ne dediniz? Yalan mı söyleyeyim. ‘Yok, ben babanı öldürmezdim’ mi diyeyim. Musa Anter saygı duyduğum biri. Ben onun Kımıl kitabını ortaokuldayken almış okumuş biriyim. Ama bir iş tezgâhlanıyor ve ben onu öldürecek insanın koruması olarak yanına seçiliyorum gönderiliyorum. Orada bana Musa Anter’i öldürme görevi verilse bu görevi yerine getirmemem için ya intihar etmem lazım ya da onların beni öldürmesini beklemem lazım. Yaşamak için bu kadar çok insanı öldüreceğime, kendimi öldüreyim diye düşünmediniz mi siz hiç? Ben Kuzey Irak’tayken kendimi kayadan atmayı çok düşündüm... İnsanın aklına gelir bu ama...YARIN: Aygan’ın da yargılandığı JİTEM davası on yıldır nasıl hasıraltı edildi? JİTEM’den niye ayrıldı? Aygan’ı yurtdışına kimler kaçırdı? Şam’a, Abdullah Öcalan’ı infaz etmeye gitti mi? Öcalan’la Şam’da ne yaptı? PKK’dan niye ayrıldı?

Abdülkadir Aygan: “Beni 45 bin dolara kaçırdılar”

“Bu para, vize işlerini bazı resmî görevlilerle yapan bir şebekeye verildi. Parayı, Özgür Gündem ödedi. JİTEM'i yurtdışında anlattım. Ben enayi miyim içeride açıklayayım? Cem Ersever anlatmaya kalktı kafasına kurşunu sıktılar.” “Şemdinli olayının sanığı ‘iyi çocuk’ astsubay Ali Kaya bana ‘hakkında askeri tesislere sokulmayacak, kimse onunla konuşmayacak diye yukarıdan emir gelmiş’ dedi. Durumu anladım. Ben de faili meçhul yapılacağım, öldürüleceğim.” * * *
3. BÖLÜM PKK ve JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan’la yaptığımız ve iki gündür yayınladığımız konuşmanın bugün son bölümünü yayınlıyoruz.
* * *
JİTEM devam ediyor mu? JİTEM yok diyenler var. Bunu hâlâ söyleyebiliyorlar. Bir kere Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1994 yılı telefon rehberinde JİTEM yazılı ve karşısında telefon numaraları var. JİTEM nasıl yokmuş? JİTEM’in maaş bordroları var. Benim elimde 1992, 1993, 1994’ten bordrolar var.  JİTEM hâlâ devam ediyor mu diye sormuştum. İsim değiştirebiliyorlar. Mesela bir ara isim değiştirdiler, Psikolojik Harekât adı altında bir birim kurdular. JİTEM doğrudan Ankara’ya bağlı bir birim. Jandarma istihbarat şubeleri gibi değil. Onlar, İstihbarat Gruplar Komutanlığı’na ve oradan da Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na ve oradan da Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlılar. Bu çok şey fark ettiriyor. Ne fark ediyor? Bir alayın istihbarat şubesi Jandarma Alay Komutanı’na bağlıdır. Alay Komutanı da Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıdır. Ama JİTEM öyle değil. Onun özerk bir yapısı var. Diyarbakır’daki JİTEM komutanı Ankara’daki Gruplar Komutanlığı diye bir birime karşı sorumluydu. Bu yapılanma tarzı, sanki bazı riskleri ortadan kaldırmak içindi. Ne gibi riskler bunlar? JİTEM, Jandarma bünyesinde adeta bir paravan şirket gibi kurulmuş. Bu işleri yapsın diye kurulmuş. Çünkü Jandarma Komutanlığı yaparsa gelecek tepki farklıdır. JİTEM yaptı mı farklıdır. “Bunlar kanun dışına çıkmışlar” deyip JİTEM’i feshedebilir ama Jandarma’yı feshedemez değil mi? JİTEM’i ise fesheder, onun personelini dağıtır sonra başka elemanlarla farklı bir isimle tekrar aynı yapıyı kurar. Öyle mi oldu? Evet. Peki, Türkiye çapında kaç JİTEM personeli var? Benim dönemimde üç yüz kadardı. İtirafçılar için de 27 kişilik kadro ayrılmıştı. Ama bildiğim kadarıyla sekiz tanesi devlet memuru oldu. Kimini temizlikçi, kimini işçi, kimini sivil memur olarak devlete aldılar. Ama bir de gizli, seyyar çalıştırılanlar var tabii, onların sayısını bilmiyorum. JİTEM infazlar yaptı... Öldürmekten hoşlanan insanlar mı bunlar? Zevk alan kişilerdi ve halen görevdeler. Bir komutan olarak üç genci diz çöktürüp, kafalarına arkadan kurşun sıkıp öldürmek başka nasıl açıklanabilir? Eğer zevk alınmıyorsa yapılmaz bu iş. Emrinde bir sürü astsubay, uzman çavuş, memur var. Öldürmekten hoşlanmasa onlara yaptırır. İnfazı kendisi yapmak zorunda değil ki. JİTEM elemanıyken kendinizi dokunulmaz hissediyor muydunuz? Tabii hissediyorduk. JİTEM bünyesindekiler kendini beğenmiş bir havadaydı. “Ben istediğimi alırım, sorgularım, öldürürüm kimse bana karışamaz” diyorlardı. Eeeee... Bunu yaparken hem kendi kurumunun amirlerinden hem de dönemin hükümetinden, siyasetçilerinden sırt alıyorlardı. Nasıl yani? Tansu Çiller, “bildiğiniz yolda devam edin, maddi manevi, hukuki ne gerekiyorsa ben sizi destekleyeceğim, sizin arkanızdayım” diye söz vermiş. Hasan Kondakçı Paşa anlatmış bunu. Bunu bir ülkenin başbakanı söylerse JİTEM komutanı da tabii ki pervasızlaşır. Gider gençleri alır, sorgular kafalarına kurşun sıkar... JİTEM kendini böyle bir yere koymuştu ve böyle bir psikolojiye bürünmüştü. Psikolojileri neydi? “Ben en iyisini yapıyorum. Diğerleri yanlış yapıyor. Onların içinde hainler var. Türkiye ancak benim girdiğim yoldan terör belasından kurtulur. En iyisini asker ve askerin JİTEM bölümü yapar” diye düşünüyorlardı. Onun için de MİT’e, Emniyet’e tepeden bakıyorlardı. Yaptıkları hiçbir işten onları haberdar etmiyorlardı. Yoksa MİT ve polisin dinleme ağı çok daha gelişmişti ve JİTEM’in yaptığı kirli işleri biliyorlardı. Ama bir şey yapamıyorlardı. Pis işler arasında uyuşturucu, silah var mıydı? Vardı ama ben çok şükür o işlere bulaşmadım. Bu sistemde bazıları para kazanmadı. Onlar mevki ve şöhretten zevk alıyorlardı. Çünkü büyük bir güçtü bu. Yıllarca Güneydoğu’da çalışan Cem Ersever parasız pulsuz öldü. Bizzat görmedim ama benim tahminim Yeşil’i ve itirafçıları bu işle görevlendiren Veli Küçük’tü. Yeşil de, Veli Küçük de Cem Ersever’e cephe almışlardı. Paylaşamadıkları neydi? Cem Ersever ölünce, Veli Küçük güç sahibi oldu. Normal bir Jandarma birliğinin komutanı olsa da, Veli Küçük de aynı JİTEMvari yöntemleri kullanıyordu, JİTEM sistemini komutan olarak bulunduğu yerlerde devam ettiriyordu. Sapanca şeytan üçgenindeki infazlar hep JİTEM sisteminin devamıydı. Veli Küçük JİTEM komutanı olmasa da, onun bulunduğu yerin JİTEM timi bir şey yaparken ona danışmak, bildirmek, onayını almak zorundaydı. Veya bazı operasyonları kendisi de emretmiş olabilir. Deminki lafıma devam edeyim. Evet... JİTEM kendini kurumlarüstü ve dokunulmaz görüyordu. Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı Abdülkerim Kırca Diyarbakır’daki infazlarla ilgili olarak 16 yıl ifadeye çağrılamadı. On bir sanıklı JİTEM davasında siz de yargılanıyorsunuz değil mi? Evet... Davayı bir oraya, bir buraya atıyorlar. Zaman aşımına uğratacaklar. Böylece infazlar da hasıraltı olup gidecek. Sadece birkaç sivil memurla, yani itirafçıyla ve bir iki uzman çavuşla davayı kapatacaklarını sanıyorlar. Bu insanlar o işleri kendi başlarına yapmadılar ki. Amirlerin emri olmadan hiçbir memur ve ast böyle bir şey yapamaz. JİTEM’i kim kurdu? Benim öğrendiğime göre 1986’da Hulusi Sayın, Hüseyin Kara, Arif Doğan, Cem Ersever ve Aytekin Özen gibi komutanlar tarafından kuruldu. Ben 1990’da JİTEM’e girdim. Veli Küçük yok mu o sırada? Yok... Veli Küçük’ü ben Diyarbakır JİTEM’de gördüm. Sivil elbiselerle dolaşıyordu. JİTEM’e neden katıldınız siz? Ben PKK’dan firar ettim. PKK beni yaşatmayacak endişesiyle yaşayamazdım. JİTEM’e bir bakıma sığındım. Ama JİTEM’e sığındık diye, bizim örgütle aramızdaki çelişkiyi kullanıp bizi tekrar tetikçi yapmanın vicdanla, namusla, şerefle bir alakası var mı? Ben Kars’ta piyade olarak askerliğimi yapıyordum. Beni Diyarbakır’da Jandarma’ya aldılar. JİTEM’in varlığını orada öğrendim. Tamam... Askerliği bitirinceye kadar verilen görevi yaparsın ama askerlik bittikten sonra... Jandarma’da askerlik bittikten sonra ne oldu? Bizi JİTEM’e sivil memur olarak aldılar. Ben Diyarbakır JİTEM’de her türlü pis iş, iyi iş olmak üzere dokuz yıl görev yaptım. Terörist gibi giydirilip dağlara da gönderildim. Necati Özgen Paşa’yla Barzani’nin arasında masaya oturup onlara tercümanlık da yaptım. Zaho’daki operasyonda kırk gün PKK’lıların telsiz konuşmalarını tercüme ettim. Bunun için Bölge Komutanı Mehmet Çavdaroğlu’ndan takdir ve para ödülü aldım. Bütün bunlarla neyi anlatmak istiyorsunuz? Ben Diyarbakır’da huzursuz oldum. Gördüklerimden ötürü psikolojim bozuldu. Geçmişi sporcu olan bir insanım, madalyalı atletim. Hayatımda içki içmezken içmeye başladım. Geceleri eve gelmemeye başladım. Aile düzenim bozuldu. Defalarca başka yere tayinimi istedim. Dilekçeler verdim. Hiçbiri kabul edilmedi. Tayinini istemek normal bir memurun hakkıdır. Memuriyetimin sonuna kadar Diyarbakır’da kalmak zorunda mıyım? Siz JİTEM’deki işinize memuriyet mi diyorsunuz? Bu bir kamuflaj değil mi size göre? Cinayet işlemek ya da cinayetin işlenmesine katılmak, ortamı sağlamak, işkence yapmak ya da işkence odalarında bulunmak memuriyet mi sizce? Değil. Bunun memuriyetle hiçbir alakası yok. Peki, o zaman dilekçe verip tayin istemek, beni artık cinayet işlemeyeceğim ya da cinayet işlenmesine gözcülük etmeyeceğim bir yere tayin edin demek biraz saflık olmuyor mu? İnsanın bir tahammül gücü var. Tahammül gücün bitiyor ve normal ve yasal yola başvuruyorsun. ‘Eğer benim statüm memuriyetse yeter artık, ben bu ortamda kalmak istemiyorum’ diyorsun. Ama tayinimi vermediler. Bir türlü JİTEM’den ayrılamadım. Çok şey biliyor, ayrılırsa kontrol dışına çıkar, başımıza bela açabilir diye düşündüler. Ama sonunda ayrıldınız ve korktuğunuz başınıza gelmedi. Tasfiye edilmediniz. Nasıl hayatta kaldınız? Sizi kim korudu? Beni Burdur Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne sivil memur olarak tayin ettiler. Giderken JİTEM Komutanı Cemal Temizöz beni makamına çağırdı, “Burada gördüğün, duyduğun burada kalacak. Kod adın da burada kalacak. Geçmişle ilgili hiç kimseyle konuşmayacaksın” dedi. Ben de söz verdim. Size niye güvendiler? Çünkü gene bir askerî birliğin içine gidiyorum. Gene aynı teşkilatın içindeyim. İstedikleri an gene beni içeri alabilirler. Orada da İstihbarat Şube’nin emrine verdiler zaten. Beni kontrol ediyorlardı hep. Aslında benimle işleri bitti ve beni Burdur’a normal memur olarak onun için gönderdiler. Mesela şimdi bana sözde itirafçı diyorlar. Peki, ben PKK’dan ayrılıp geldiğimde bana itibar ediyordun. Ben o zaman sözde değildim. Özdeydim. Benim ifadelerimi doğru kabul ettin ki, birçok operasyon yaptın. Beni 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tâbi tuttun, bölge komutanının kaldığı lojmanın bitişiğinde lojmanda oturttun. Bölge vali yardımcısının komşusu yaptın. Elime her türlü silahı verdin. Bana evimde silah, bomba bulundurma dahil her türlü sınırsız imkânı sağladın bana. Bana bu işleri yaptırdın. Şimdi işin bitti beni Burdur’a normal memur olarak gönderdin. Bunun nesi kötü? Ben 1990’dan 1999’a kadar dokuz yıl Diyarbakır’da JİTEM’de kalmışım. Deşifre olmuşum, hedef olmuşum. Can güvenliğim yok. Diyarbakır’da istediğim silahı taşımışım. İster ruhsatlı, ister ruhsatsız çifte silahla dolaşmışım, evimde silah, bomba, kalaşnikof her türlü silahı bulundurma imkânım var. Benimle işleri bitti Burdur’a Jandarma İstihbarat’a gönderildim, çırılçıplak kaldım. Bıçak taşıma yetkim bile yok. Gittim kendime Çekoslovak marka bir silah satın aldım. Taşıyamazsın dediler, ucuza birine sattım. Bize ihtiyaçları kalmadı, biz deşifre olduk, bazı şeyleri mırıldanmaya başladık, bu işlerine gelmez, bizi kızağa aldılar. Albay Ali Yıldız beni denetleme niyetiyle iki kere Burdur’a geldi. Sizin döneminizde Burdur Jandarma Komutanlığı’nda hayvan hırsızlığı suçlamasıyla sorgulanan köylülere işkence yapıldı. Köylüler siz de dahil görevliler hakkında dava açtılar. Siz sonradan bir dilekçe vererek köylülere işkence yapıldığını itiraf ettiniz. Köylülere niye işkence yaptınız? Emredildi ve yapıldı işkence. Hatta sorgu bitip de iş mahkemeye gittikten sonra Alay Komutanı bize takdirname verdi. Çünkü hayvanlarının çalındığını iddia eden MHP’li zengin bir aileydi. On beş köylüye işkence, Alay Komutanı’nın bilgisi dahilinde, İstihbarat Şube Müdürü yüzbaşının da emriyle yapıldı. Emirle olunca işkence yapmamış mı oluyorsunuz? Yapmazsanız dışlanırsınız. Kuruma ters düşmüş olursunuz. Bir kulp takarlar ve başınıza bela getirirler. Savcı bana “Eğer sen şimdiden basit hayvan hırsızlığında ifşaatlarda bulunuyorsan ve Jandarmayı suçluyorsan, yarın bir gün daha büyük ifşaatlarda bulunabilirsin” dedi. Zaten o zaman benim aklım başıma geldi. Ne düşündünüz? Anladım ki bu savcı da aynı şebekenin içinde. Nitekim bu olayda biz alttakiler yargılandık, yüzbaşı ve komutan yargılanmadılar. Devletten istifa ettim. Hâlâ lojmanda oturuyordum ve kontrolleri altındaydım. Ailemin ısrarı üzerine memuriyete geri dönmek istedim. İki dilekçem de kabul edilmedi. O zaman tam anladım ki kullanıldım ve benimle artık işleri bitti ve çember daralıyor. Hatta Şemdinli olayının sanığı Ali Kaya’yla... Bu, dönemin genelkurmay başkanının “iyi çocuk” dediği astsubay değil mi? Evet o. Mutkili Ali. Diyarbakır’dan tanışıyoruz. O Jandarma’da sorgulama amirliğindeydi. Bana, “senin hakkında o kişi askerî tesislere sokulmayacak. Hiçbir askerî personel onunla konuşmayacak diye yukarıdan emir gelmiş” dedi, Ben durumu anladım. Ben de faili meçhul yapılacağım, öldürüleceğim. Yurtdışına çıkma arayışına girdim Yurtdışına nasıl kaçtınız? Kaçmadım. 2003’te Aziz Turan kimliğimle pasaport aldım, çıktım. Rusya’ya vize almak kolaydı Rusya’ya uçtum. Oradan İsveç’e geldim. Yurtdışına çıkışta size PKK yardım etti mi? Ben PKK demeyeyim. Resmen PKK derseniz olmaz. Özgür Gündem gazetesi yardım etti bana. Yedi kişilik ailemin yurtdışına çıkması için 45 bin dolar harcadı. Bu para, vize işlerini bazı devlet görevlileriyle birlikte yapan bir şebekeye verildi. Bu parayı Özgür Gündem ödedi. Niye ödedi? Demek ki o esnada yurtdışına çıkmam onların da işine geliyordu. Niye? Dokuz yıl JİTEM’de çalıştığımı ve birçok şeye şahit olduğumu biliyorlar. Bunları anlatmamı istediler. Ben enayi miyim içeride açıklayayım. Cem Ersever açıklamaya kalktı ensesine sıkıldı. Dışarıda açıkladım, kitap olarak yayınladılar. Bütün faili meçhullerin suçlusu benmişim gibi gösterdiler. PKK’nın da benimle işi bitti. Sizi burada kim koruyor şimdi? Allah ve İsveç devletinin kanunları koruyor. PKK’nın buradaki taraftarlarına o hainle hiç bir ilişki kurmayın diye emir vermişler. Kürdüm diyenler bana selam vermiyor. PKK’dan neden ayrıldınız? Artık dayanamayacak bir noktaya gelmiştim. Mezra baskını yapılacak ve o mezrada hiç kimse canlı bırakılmayacaktı. PKK’dan firar edip köylüye haber verdim. Ayrıca çok arkadaşım infaz edildi benim. Kimse “benim infazlardan haberim yok, görmedim” demesin. PKK’da uzun yıllar yer almış herkes iç infazları bilir. İç infaz nasıl yapılır? Mesela Silvanlı Ramazan diye bir çocuk ajanlıkla suçlandı. Haftanin kampında cezalandırıldı. Duran Kalkan hepimizi bir alana topladı ve elleri arkadan zincirle bağlı arkadaşımızı karşımıza dikti. Bize bastonuyla nutuk çekmeye başladı. Hepimizi ajite etti. Ben dahil herkes o çocuğun ajan olduğuna inandık. Bize “Ajanların cezası nedir” diye sordu. Hepimiz bağırdık “ölümdür”. “Cezasını kim verecek?” Hepimiz el kaldırdık. Bana dese ‘gel sen infaz et’, ben gidip infaz edecektim. Zaten Duran Kalkan soracak da biri el kaldırmayacak. Kaldırmazsa ne olur? Onlara göre o zaman o da ajandır. Apo’nun kendi ağzından açıklaması var. “PKK’nın başlangıcından bu yana on dört bin iç infaz var” dedi. Örgütün icraatını, gidişatını, ideolojisini eleştirenler ajan ilan edilerek infaz edildiler. İnfazları yapanlar, dört beş bin kişinin benim gibi PKK’dan ayrılmasına, gidip devletin derinliklerinde kanundışı işlerde ajan gibi çalıştırılmasına neden oldular. O dört, beş bin kişinin bir kısmı tekrar PKK’ya döndü. Bir kısmı ise tarafsız kalmaya, normal bir vatandaş gibi hayatını sürdürmeye çalıştı ama mümkün değil. PKK çoğunu vurdu. Bunlar da iç infaz işte. Abdullah Öcalan son avukat görüşmesinde sizin için “onun JİTEM’de çalıştığını bana söylemişlerdi. Beni infaz etmesi için onu Şam’a gönderdiler” demiş. Öcalan’ı öldürmeye Şam’a gittiniz mi? 1983’te askerden firar ettiğim dönemi kastediyor. Ben 1980 öncesinde PKK’nın Nizip askerî alan sorumlusuydum. O sırada faşist dediğimiz altı ülkücü genci öldürdüm, bombalar attım. Bu yüzden de askerden firar ettim. Çünkü çember daralmaya başlamıştı. Kardeşim yakalandı ben de yakalanabilirdim ve bu cinayetlerden hapis yatabilirdim. Bu yüzden Kıbrıs’ta askerlik yaparken önce Rum kesimine gittim. Ben Almanya’ya gitmek istiyordum. Ama beni Yunanistan’a gönderdiler. Niye? 1980 darbesinden kaçan herkes oradaydı. Yunan İstihbaratı bana PKK, Kürdistan hakkında sorular sordu ve beni Lavrion kampına gönderdiler. Lavrion kampındayken Öcalan bana telefon edip beni Şam’a çağırdı. Yoksa benim niyetim tekrar onun emrine girmek değildi. “Buraya gel” dedi. Şam’a gittiniz mi? Kendisi beni Şam’a çağırdı, gittim. Beni APO’ya 200 metre uzaklıktaki bir eve yerleştirdiler. Beni ve arkadaşı yanına koruma alarak mahallede gezintiye çıkardı. Bizim ikimizde tabanca vardı. İki buçuk ay orada kaldım. Futbol oynamaya giderdik. Geceleri sohbet için beni çağırıyordu. Baş başa oturup konuşuyorduk. Ajan olan birine nasıl güveniyorsun? O anda seni imha edebilirim... Beni Şam’a kendisi çağırıyor, sonra da ajanmış beni infaz etmek için gönderildi diyor. Sen beni yanına seni infaz edeyim diye mi çağırıyorsun? Benim hakkımda bir kampanya başlatıldı. Niye? Albay intihar ediyor suçlusu ben gösteriliyorum. Apo, benim yaptığım açıklamaların gerçek olmadığı şüphesini insanlarda yaratmak için bu beyanatlarda bulunuyor. Halbuki benim JİTEM’de kalmamı isteyen kendisidir. Havva ablasıyla bana haber gönderen, “orada kalsın, çalışsın, istifa etmesin” diyen kendisidir. Öcalan’ın ablası bu mesajı ne zaman getirdi? Adana’nın Yakapınar köyünde benim ablam, amcam, teyzem oturuyor. Onun Havva ablasıyla komşu. Ben Diyarbakır’dayken bayramda akraba ziyaretine giderdim. Havva ablasıyla mecburen karşılaşıyoruz bayramlaşıyoruz. Bir gün gene hal hatır sorarken JİTEM’den ayrılmak istediğimi söyledim. “Böyle böyle şeyler oluyor, ben dayanamıyorum” falan dedim. “Ben bildiririm ona” dedi. Ablası onunla görüşüyordu. Hatta anlattığına göre beni Öcalan kendisi sormuş. O da “filan yerde çalışıyor fakat ayrılmak istiyor” demiş. Öcalan da ona, “şimdilik orada kalsın, ayrılmasın” demiş. Öcalan Şam’da sizden ne istedi? Beni önce Lübnan’daki eğitim kamplarına gönderdi. Sonra da Kuzey Irak’taki kamplara gittim. Böylece tekrar PKK militanı oldum. Apo benden büyük devrimcilik beklediğini söylüyordu. Cemil Bayık’a gönderdiği mektupta yazdı bunu. Sonra Öcalan’ı bir daha hiç görmedim. O zamanki karısı Kesire Öcalan bizi havaalanına kadar götürdü. Kuzey Irak kamplarında bulunan Duran Kalkan’a vermemiz için bize yüklü miktarda döviz verdi. Siz İsveç’e kaçtınız. Diğer itirafçılara ne oldu? Onlar ne yapıyorlar? Devlette memurlukları devam ediyor. Diyarbakır’da her zaman uğradıkları esnaflar vardı. Onlarla yaptığım telefon görüşmelerinde hiç birinin Diyarbakır’da görülmediğini söylüyorlardı. Duyduğuma göre hepsinin yerlerini değiştirmişler. Dağıtmışlar onları. Bazılarını askerlik şubelerine vermişler. Zaten bunları ya atacaklar, ya öldürecekler, ya da içlerinde tutup kontrol edecekler. Ben onların akıbetlerini iyi görmüyorum. Neden? Ergenekon davasında yaşananlardan ve benim bu açıklamalarımdan sonra korkuya kapıldılar. Albay intihar etti. Diğerlerini de yaşatmazlar bence. Benim gibi devlette memurluk yapmış olan itirafçıları yaşatmazlar. Kullandılar ve işleri bitti onlarla. Şimdi harcayacaklar onları. Çünkü çok şey biliyorlar ve bu işlerine gelmez. Bir cinayeti de bilse, bir cinayet bir cinayettir ve insanı ipe götürür. Bunlar korkuya, paniğe kapılmışlardır. Bana bu kadar saldırdıklarına göre o itirafçıları da yaşatmayacaklardır. Bir gün ülkenize dönebilecek misiniz? Neyin ne olacağı belli değil. Fakat ben dönmek istemiyorum. Ben her şeye herkese küstüm. Ülkeme de küstüm, kardeşlerime de, aileme de, herkese küstüm. Ülkemi çok seviyorum ama bu pislikler temizlenmediği ve bu olaylar sürdüğü sürece gitmek istemiyorum. Ben şimdi vicdani ve insani görevimi yapıyorum. Ben bütün bunları anlatmayabilirdim. Bazıları gibi kendimi gömebilirdim. Hayatım başka türlü olurdu. Ben bunları teptim, her türlü tehlikeyi göze aldım. Kendi insanlarınızı öldürdüğünüz için şimdi ne hissediyorsunuz? Dünyada en kötü ruh hali hangisiyse ve dünyanın en ağır pişmanlığı neyse onu hissediyorum. Kullanıldığımı hissediyorum. Ergenekon davası için sizden bilgi istendi mi? Hayır. Tanıklık yapar mısınız bu davada? Bir şartla yaparım. Tanıklığı, bulunduğum ülke İsveç’te yaparım. Dünyanın garantisini verseler Türkiye’ye gitmem. Can güvenliğimi sağlayamazlar. Çünkü bunlar ahtapotun kolları gibi her yere girmişler. Ergenekon örgütü, yakalananlarla sınırlı bir şey değil. Bunların altları var, üstleri var. Astın da astı, üstün de üstü var. Daha çok çıkacak bu astlardan, bu üstlerden. Biz JİTEM’de gördük bu sistemi. Zaten JİTEM Ergenekon’un bir parçasıdır.BİTTİ

Sezgin Tanrıkulu: “Ceset bulunmazsa yas bitmez”

“JİTEM’in işlediği faili meçhul cinayetlerin soruşturulmasını ve dava açılmasını Genelkurmay engelliyor. JİTEM’le ilgili temel mesele Genelkurmay’ın JİTEM’in açığa çıkmasını önlemesidir.” “Cumhurbaşkanı bile JİTEM’in infazını durduramadı. Bölge Valisi’ne ve savcıya, “bu adamı bulun” diye emretmesine rağmen Gültekin Sütçü’nün de kafasına kurşun sıkıldı.” “JİTEM 73 yaşındaki Fikri Amca’yı infaz etti. 80 yaşındaki Dilşah Teyze’nin on yıldır tek isteği var benden. “Bana Fikri’nin kemiklerini bul, ölmeden ona bir dua okuyayım” diyor.”
* * *
NEDEN? SEZGİN TANRIKULU Başbakan Erdoğan, Davos’taki panelde İsrail’in Gazze’de yaptığı katliama sert bir şekilde karşı çıktı. İsrail’in Gazze’de çocuk, kadın, sivil ayırımı yapmadan insanları öldürmesi bütün dünyada tepki toplamıştı. Erdoğan’ın çıkışı bu nedenle büyük bir kitle tarafından alkışlanıp desteklendi. Ancak, Filistinli çocuklara sahip çıkan Erdoğan’ın başbakanlık yaptığı ülkemizde de insanlar öldürüldü. Özellikle Güneydoğu’da her geçen gün somut hikâyelerle daha net ortaya çıkıyor ki, JİTEM bir ölüm makinesi gibi çalıştı. Filistinli çocuklara haklı olarak sahip çıkan Başbakan Erdoğan’la, onu alkışlayanların bu ülkede öldürülen insanlara da sahip çıkacağını umarak bölgenin en sevilen ve güvenilen hukukçularından Sezgin Tanrıkulu’yla Güneydoğu’da yaşanan korkunç dehşeti konuştuk. İnsan Hakları Vakfı Temsilcisi Sezgin Tanrıkulu JİTEM’in faili meçhul cinayetlerinin açığa çıkmasının nasıl engellendiğini ve sorumluların hesap vermekten nasıl kaçırıldıklarını anlattı. Avukat Sezgin Tanrıkulu 2002-2008 yılları arasında Diyarbakır Barosu’nun başkanıydı.
* * *
NEŞE DÜZEL: PKK ve JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın itiraflarını okudunuz mu? SEZGİN TANRIKULU: Evet okudum. Onun itirafları arasında bilmediğiniz herhangi bir şey var mıydı? JİTEM’in işlediği bu cinayetler biliniyordu. Çünkü eski bir PKK itirafçısı olan Abdülkerim Aygan 2004 martında Özgür Gündem gazetesine JİTEM’de çalışırken bizzat tanık olduğu 28 infaz olayını açıkladı. Sorumlular olarak da Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nden Jandarma Kolordu Komutanı’na, yüzbaşılardan itirafçılara kadar birçok isim verdi. Diyarbakır Barosu olarak önce biz bu itiraflara şüpheyle yaklaştık. Ama Murat Aslan olayıyla şüphe bitti. Niye şüphelenmekten vazgeçtiniz? Çünkü İtirafçı Aygan, 1994’te JİTEM tarafından infaz edildikten sonra yakılıp gömülen Murat Aslan’ın mezarının yerini çok açık tarif etmişti. Gerçekten de orası kazılınca kemikler ortaya çıktı. Yapılan DNA testi de kemiklerin Murat Aslan’a ait olduğunu doğruladı. Babası bu genci on yıldır arıyordu. Kayıptı. O dönemde böyle binlerce olay oldu. O zamanlar işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili yürütülen hukuki soruşturmalar var mı şimdi? PKK’dan firar ettikten sonra on yıl JİTEM’de memurluk yapan Aygan’ın, Murat Aslan’ın infazıyla ilgili itirafları doğru çıkınca, biz, diğer 27 olayla ilgili itirafların da doğru olabileceğini düşündük ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurduk. Aygan’ın itiraflarındaki 28 maktulün adını saydık ve bu cinayetlerin soruşturulmasını istedik. Sanık olarak da o dönemde görevde olan sorumluları sıraladık. Şubat 2005’te 31 kişi hakkında suç duyurusunda bulunduk. Sanık listenizde kimler vardı? Bunların arasında itirafçıların, ve Jandarma subaylarının ve Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın yanı sıra, OHAL Bölge valiliği yapan Hayri Kozakçıoğlu ve Ünal Erkan, Jandarma Asayiş Komutanı Hikmet Köksal, Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı İsmet Yediyıldız, Diyarbakır JİTEM Grup Komutanları Cem Ersever ve Abdülkerim Kırca da vardı. Bugüne kadar savcılık itiraf edilen bu cinayetler hakkında hiçbir soruşturma yapmadı. Ta ki 20 Ocak 2009’a kadar... On üç gün önce ne oldu? 2005’te yapılan suç duyurusuna 20 Ocak 2009’da bir cevap geldi. Sivil savcı tarafından askerî savcıya gönderilen bizim dosya Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiş. 28 cinayetin suç duyurusuyla ilgili hiçbir işlem yapılamıyor. Peki, JİTEM hakkında açılmış hiçbir dava yok mu? Açılmış iki dava var. İtirafçı Aygan’a göre, 28 cinayetten sekizi Diyarbakır merkezde işleniyor. Savcı Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde bu sekiz cinayetle ilgili olarak sekiz kişi hakkında dava açtı. Sanıklar arasında JİTEM Komutanı Abdülkerim Kırca, bir Jandarma subayı, Yeşil ve beş itirafçı var. Aygan’ın kendisi de yargılanacaklar arasında. Dava açılalı dört yıl oldu, bu davaya hangi mahkemenin bakacağı hâlâ belli olamadı. Dava dosyası 2005’ten beri her yeri dolaştı. Nerelerde dolaştı? Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi görevsizlik kararı verdi ve dosyayı Askerî Mahkeme’ye gönderdi. Askerî Mahkeme görevsizlik kararı verdi, dosyayı Uyuşmazlık Mahkemesi’ne gönderdi. Uyuşmazlık Mahkemesi tekrar Diyarbakır İkinci Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. O da, “bu dosyaya ben değil özel yetkili ağır ceza mahkemesi bakar” dedi. Biliyorsunuz, eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yerini şimdi bu özel mahkemeler aldı. Bu mahkeme de “ben bakmıyorum” dedi. Dava dosyası şimdi Yargıtay’a gidecek ve kimin bakacağına Yargıtay karar verecek. Anlayacağınız JİTEM’in işlediği binlerce faili meçhul cinayetten sadece sekiz tanesine bile dört yıldır bakacak bir mahkeme bulunamıyor. Siz kaç faili meçhul cinayet işlendiğini düşünüyorsunuz? Siyasal amaçlı faili meçhul cinayet sayısı beş bine yakındır. En çok faili meçhul cinayet de 1992, 1993 ve 1994 yıllarında Tansu Çiller başbakanken işlendi. Bu dört-beş bin cinayetten sonra sadece iki dava mı açıldı? Birini anlattınız. Diğer dava ne durumda? Şırnak’ın İdil ilçesinde bir savcı, Kutlu Savaş’ın 1997 yılında yazdığı Susurluk raporunu gazetelerden parça parça okuyor ve itirafçı İbrahim Babat’ın ifadelerine rastlıyor. Bu ifadelerle kendi bölgesinde işlenen cinayetler arasında bağ kuruyor ve araştırmaya başlıyor. Savcı çok çarpıcı bilgilere ulaşıyor. Üç cinayetle ilgili itirafçı İbrahim Babat’ın yanı sıra beşi jandarma toplam yedi sanık belirliyor. Bu sanıklar arasında bugün Ergenekon’dan tutuklu olan emekli Albay Arif Doğan ve Cem Ersever de bulunuyor. Peki, yedinci sanık kim dersiniz? Kim? Savcı yedinci sanığın ismini vermiyor, sadece tarif ediyor. Yedinci sanık, “Açık kimlik ve sayıları tespit edilemeyen itirafçı, korucu ve kamu görevlileri” diyor. Yani İdil Savcısı daha 1999’da JİTEM’i buluyor. Ve dosyasını Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı’na gönderiyor. “Ben üç cinayetle ilgili bu isimleri saptadım, sen soruşturmasını yap” diyor. Üstelik bu kurbanların isimleri, itirafçı Aygan’ın İdil Savcısı’ndan ancak beş yıl sonra açıkladığı 28 JİTEM cinayeti arasında da yer alıyor. Peki, İdil Savcısı’nın başlattığı davanın akıbeti ne oluyor? Savcılık, Ağır Ceza’da sadece itirafçılar hakkında dava açtı. Jandarma mensuplarını Askerî Savcılığa gönderdi. Askerî Savcılık’tan on yıldır ses çıkmıyor. Çünkü Askerî Savcılık Ergenekon tutuklusu emekli Albay Arif Doğan’ın da yer aldığı bu dosyayı Genelkurmay Başkanlığı’na gönderiyor. Genelkurmay davanın açılması için izin vermiyor. İtirafçıların sivil mahkemedeki davasına gelince... O davanın dosyası da on yıldır mahkeme mahkeme dolaştı ve bu davaya hangi mahkemenin bakacağı daha birkaç ay önce belli oldu. Onun da bakacağı kesin değil tabii. Bakmam derse, dosya gene uzun uzun elden ele dolaşabilir. Bu davalar zaman aşımına uğrayabilir mi? Açılmış davaların 30 yıl süresi var. Zaman aşımı sorunu henüz davası açılmamış olan dosyalarla ilgili. Onlarda süre 20 yıl. Mesela 1988’de işlenmiş olan faili meçhul cinayetler bu yıl zaman aşımına uğrayacak. JİTEM tarafından işlenen faili meçhul cinayetlerin soruşturulmasını ve dava açılmasını kim engelliyor? Somut bilgiler verdim size. Genelkurmay Başkanlığı engelliyor. Yıllar içinde tek tük savcılar çıkmış faili meçhulleri araştırmaya çalışmış ama soruşturma dosyaları Genelkurmay’da birikmiş. Şu anda JİTEM’le ilgili temel mesele Genelkurmay’ın JİTEM’in açığa çıkmasını önlemesidir. Bugün Ergenekon davasında tutuklanan eski JİTEM subayları var mı? Evet var. Bölge halkının isimlerini çok iyi bildiği generaller, albaylar var. Veli Küçük, Levent Ersöz, Arif Doğan gibi... Ergenekon davası henüz bu kişilerle bölgedeki faili meçhul cinayetler arasındaki bağları kurmadı. Abdülkerim Kırca bir bağ olabilirdi ama intihar etti. Kırca’nın ölümü Ergenekon davası için büyük kayıp. Aygan’ın anlattığı dönemleri ve işlenen cinayetleri bütün bölge halkı biliyor mu? Herkes her şeyi biliyordu. İnfazları JİTEM’in yaptığını herkes biliyordu ama cinayetlerin sorumluları yargı önüne çıkarılamıyordu. Çıkarılanları da yargı koruyordu. Savcılar dava açmıyorlardı. Açtıklarında da birbirlerinin üstüne atıyorlardı. On yıl bir davaya hangi mahkemenin bakacağı belli olmaz mı? Böyle bir yargı sistemi olur mu? İtirafçı Aygan sadece Diyarbakır için faili meçhul cinayet sayısını 600-700 olarak verdi. Siz Baro olarak dönemin başbakanlarıyla, adalet bakanlarıyla yüz yüze görüşmediniz mi? Siyasiler JİTEM’e bir şey soramazlardı ki... OHAL başka bir yönetimdi. Hükümetin, bakanların etkileyemediği güçler var. Ekim 1994’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den Diyarbakır Barosu olarak randevu aldık. Kalktık makamına gittik ve cinayetleri bir saat boyunca anlattık. “Cumhurbaşkanlığı yetkinizi kullanın ve bu faili meçhulleri durdurun” dedik. Bize “Dicle’nin kıyısında kaybolan kuzu benden sorulur” gibisinden şeyler söyledi. Peki, Demirel cumhurbaşkanı olarak bu faili meçhul cinayetleri başta Jandarma olmak üzere güvenlik güçlerinin işlediğini kabul etti mi? Demirel’in bizzat devreye girdiği bir olay var. Şerif Afşar Diyarbakır’ın en merkezî yerinde gübre bayiiydi. Bir gün JİTEM mensupları ve korucular tarafından zorla işyerinden alınıyor ve arabayla iki kilometre ötedeki JİTEM binasına götürülüyor. Olaya tanık olan kardeşi de onları taksiyle takip ediyor. JİTEM’e girdiklerini görüyor. Aile bir biçimde hemen Cumhurbaşkanı Demirel’e ulaşıyor. Demirel ne yapıyor? Demirel adamın JİTEM’in elinden sağ kurtulması için OHAL Bölge Valisi Ünal Erkan’a ve Savcılığa, “bu adamı bulun” diye telefon ediyor. Fakat JİTEM adamın kendisinde olduğunu inkâr ediyor. Şerif Afşar’ın cesedi Diyarbakır’dan on beş kilometre ötede kafasına sıkılmış olarak bulundu. Cumhurbaşkanı’nın devreye girmesinin tek farkı şu oldu. Adamı işyerinden alanların bir itirafçı, dört korucu ve bir astsubay olduğu anlaşıldı. İtirafçı ve korucular kimlikleri belirlendi ve tutuklandılar. Ama astsubayın kimliği belirlenemedi. Niye? Çünkü ortadan kayboldu. İsminin Gültekin Sütçü olduğu çok sonra belirlendi ve hakkında ancak o zaman gıyabi tutuklama kararı alınabildi. Zaten bu davada astsubaydan öteye de gidilemedi. Bu astsubay tam 12 yıl kaçtı. 2006’da Bulgaristan’dan Türkiye’ye girerken yakalandı. Dosya Askeri Mahkeme’ye gönderildi ve ilk duruşmada, 12 yıl firar etmiş ve cinayetten yargılanmış bir adam serbest bırakıldı. Şemdinli davası sanıkları da aynen böyle serbest bırakılmışlardı. Anlayacağınız Cumhurbaşkanı bile JİTEM’in cinayetini önleyemedi. O da JİTEM’in elinden birini sağ olarak alamadı. Yeni davalar açılmıyor mu? Açılmıyor. Biz dilekçe veriyoruz ama savcılık işlem yapmıyor. Hükümet zaman aşımı sürelerini kaldırmak zorunda. Çünkü bu adamlar korunuyorlar. Bir yerlerde saklanıp, sürenin dolmasını bekliyorlar. Eğer zaman aşımı kalkarsa kurtulamayacaklarını anlarlar. O zaman ortaya itiraf edenler de çıkabilir. Kim koruyor faili meçhul cinayet işleyenleri? Jandarma ve JİTEM mensuplarının soruşturulması iznini vermeyerek Genelkurmay koruyor. Yapabilecekleri soruşturmayı bile yapmaktan kaçınan yargı makamları koruyor. Zaman aşımı sürelerini değiştirmeyerek siyasetçiler koruyor. Bu infazlar nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiliyor ve Türkiye devleti yaşam hakkını korumadı diye çok ağır para cezaları ödemek zorunda kalıyor ama adalet sağlanamıyor. Çünkü adalet bir olayın sorumlularının bulunup yargılanmasıdır. AİHM, katillerin kimler olduğunu göstermiyor. Katilleri bulmak Türk yargısının işi. Fikri Özgen 73 yaşında kaçırıldı ve on yıldır hâlâ bulunamadı. 73 yaşında birini de mi infaz etti JİTEM? Evet. Oğlu PKK’de diye infaz edildi. İtirafçı Aygan’ın açıkladığı 28 infazdan biri de bu zaten. Eşi Dilşah Teyze, Fikri Amca kaçırıldığında hemen büroma geldi. Birçok tanık var. Beyaz Toros’a bindirip götürmüşler. Hemen savcılığa gittim. Savcılıkla JİTEM’in arası 50 metre... Gözaltından çıkanlar “yaşlı bir adam var, nefes alıp vermekte zorlanıyor. Astım ilacı kullanıyor” diyorlardı. Yani Fikri Amca’nın gözaltında olduğunu biliyoruz ama savcıyı 50 metre ötedeki binaya götüremiyoruz. “Lütfen gözaltı mekânlarına gidip bakın, bu yaşlı adamı bulun. Daha öldürülmemiş ama mutlaka öldürülecek” diye yalvardım. Niye mutlaka öldürülecek? Çünkü JİTEM onun gözaltında olduğunu inkâr ediyordu. Gözaltına alındığına dair bir kayıt tutulmamıştı. Kayıt tutulmayanların hiç biri JİTEM’den sağ çıkmadı bugüne kadar. Hepsi kayboldular. Savcı, teoride Jandarma’nın amiri ama pratikte değil. Pratikte savcı, Jandarma’nın emrinde. Fikri Amca’dan o günden beri haber yok. Bu olay 1997’de oldu. Eğer savcı JİTEM’in gözaltı mekânlarına gidebilseydi, JİTEM bu kadar pervasız davranamaz ve bu kadar çok cinayet işleyemezdi. 2001’de de iki HADEP’li yöneticiyi JİTEM’in infazından kurtarmaları için Silopi’deki ve Şırnak’taki savcılara yalvardım ben. Onlar ne yaptı? Onlar da diplerindeki yere gidip bakmadılar. Silopi Savcısı bize “siz, Şırnak Alay Komutanlığı’na bakın” dedi. Alay Komutanı, bugün Ergenekon’dan tutuklu olan emekli General Levent Ersöz’dü. Şırnak Başsavcısı “ben sadece faks çekerim” dedi. JİTEM’in faksa cevabı “burada yoklar” oldu. İki HADEP’li o günden beri kayıplar. Üstelik dava da açılmadı. AİHM’in üç hâkimi Türkiye’ye geldi ve bir mahkeme kurdu. JİTEM Başkanı olan Levent Ersöz’ü de sorgulamak istedi ama hükümet Ersöz’ü mahkemeye çıkaramadı. Ayrıca hükümet mahkemeye gönderdiği tutanaklardaki isimleri de sildi. Mesela iki HADEP’liyi Jandarma’ya çağıran görevlinin adı silinmişti. Bu davalarda sadece cinayeti işleyenler mi yargılanıyor? Emirleri verenler ya da cinayetleri işleyenlerin üstleri davaya dahil edilmiyor mu? Edilmesi lazım. Biz dilekçemize, bu olayların Bölge valilerinin ve Jandarma komutanlarının bilgisi dahilinde gerçekleştiğini yazdık. Kendi bölgesinde yüzlerce faili meçhul cinayet ve kayıp olacak ama valinin bu konuda bilgisi ve sorumluluğu olmayacak. Bölge valisi hem askerin hem de sivilin amiri... Ama o da aynı konsept içinde. Bir toplantıda Bölge Valisi Ünal Erkan’ın, yargı mensuplarına terörle mücadeledeki hizmetlerinden dolayı teşekkür ettiğini biliyorum. Neyin teşekkürü bu? Cinayetlere göz yummanın, infazları soruşturmamanın ve cezalandırmanın teşekkürü bu. Göz yumma sürüyor mu? Sürüyor. Biz hâlâ Türkiye’nin bütün geçmişini İstanbul’daki beş Ergenekon savcısının temizlemesini istiyoruz. Türkiye’de başka savcı yok mu? Binlerce savcı var. Niye bu savcılar kendi şehirlerinde Ergenekon soruşturmasına dahil olmuyorlar? Aralarından bir İdil Savcısı çıkmıyor. Savcı’nın adı ne? Ona ne oldu, şimdi nerede? Savcı İlhan Cihaner’in nerede olduğunu bilmiyoruz. Onun JİTEM’i soruşturmasını Adalet Bakanlığı da engelledi. Kırklareli Cezaevi’nde kalan itirafçı İbrahim Babat’ı sorgulamasına izin vermedi. Abdülkerim Aygan’ın itiraflarının yayınlanması bölge halkında nasıl bir etki yarattı? Bölgede herkesin tanığı ya da mağduru olduğu bir kayıp, işkence ya da faili meçhul hikâyesi vardır. Aygan’ın itirafları Ergenekon davasıyla çok örtüştü. Ergenekon’da adı geçen ya da tutuklanan Jandarma komutanlarının adları Aygan’ın itiraflarında da var. JİTEM, Ergenekon denilen büyük yapının bir parçası zaten. Başka itirafçıların da konuşması için Aygan gibi itirafçıların çok korunaklı olması lazım. Tam böyle bir ortamda, Aygan’a ‘sözde itirafçı’ denmesi, faili meçhul cinayetlerin faillerinin saklanmasına hizmet eden bir söylem oluyor. Aygan’ın PKK itirafçısı olarak söyledikleri değerliydi de, niye JİTEM itirafçısı olarak söyledikleri değerli değil? Bugüne kadar ‘kayıplarını’ aramak için kaç kişi resmen müracaat etti? Bu konuda bilginiz var mı? Sadece bana 29 kişi başvurdu. 600 avukatlı Diyarbakır’da binden fazla faili meçhul ve kayıp dosyası vardır. İnsanlar bizim bölgede eşlerinin, babalarının, çocuklarının katillerinden önce kemiklerini arıyorlar. Ceset olmayınca yas bitmez. On yıl önce kocasını kaybeden 80 yaşındaki Dilşah Teyze’nin tek isteği var benden. “Bana Fikri’nin kemiklerini bul, ölmeden ona bir dua okuyayım” diyor. Siz faili meçhul cinayetlerin artık pek de ‘meçhul’ olamayan bütün faillerinin yargılanabileceğine inanıyor musunuz? Bunlar faili belli cinayetler aslında. Mesela üç sendikacı JİTEM tarafından mahkemeden kaçırıldı. Bunlar herhangi bir yerde gözaltına alınmadılar. Üç sendikacının soruşturmasını yapan, bir ara Ergenekon’dan gözaltına alınıp bırakılan ve şu anda emekli olan Askerî Savcı Tanju Güvendiler’di. “Bilmiyorum, hâkim serbest bırakmış” dedi. Başsavcıya gittim, “bence DGM’den çıktıktan sonra örgüte katıldılar” dedi. Bir hafta sonra cesetleri Silvan yolu üzerinde gözleri ve elleri arkadan telle bağlanmış, enselerinden birer kurşun sıkılmış olarak bulundu. On yıl sonra 2004’te Aygan açıkladı. “Üç sendikacıyı Diyarbakır JİTEM Komutanı Abdülkerim Kırca infaz etti” dedi. Bu dava AİHM’e gitti mi? Gitti. 1999’da Avrupa’dan üç hâkim geldi ve Ankara Adliyesi’nin kütüphanesinde bir mahkeme kurdu. Bizim yargının soruşturmadığı faili meçhulleri onlar soruşturdu. Ben davada tanıklık yaptım. Çiller Hükümeti sendikacıları JİTEM’e teslim eden iki polisin kimliğini bile gizledi. 1990-94 arasında Diyarbakır’da yaşanan yüzlerce faili meçhul olay zaten yargının özellikle de savcıların göz yummasıyla ve korumasıyla oldu. Peki, Ergenekon soruşturması Güneydoğu’da yaşayan insanlarda bir ümit uyandırdı mı? Özellikle Ergenekon davasında eski JİTEM mensuplarının tutuklanmış olması büyük heyecan yarattı. Bugüne kadar olayları soruşturmayan savcıların artık harekete geçmek zorunda kalacakları beklentisi doğdu. Zaten bu cinayetler, kayıplar yargı önüne çıkmadan toplumsal barış sağlanamaz. Ergenekon’un Güneydoğu’daki faaliyetleri yeterince soruşturuluyor mu sizce? Bir bağ kurulmaya başlandı. Ergenekon Savcısı mesela Diyarbakır’dan 12 Eylül 2006’da okul otobüsünün önünde patlayan bombanın dosyasını istedi. Bu, JİTEM’in işiydi. Bir yeni gelişme de şu. İdil Savcısı’nın başlattığı dosyaya bakan Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi de İstanbul’dan Ergenekon dosyasının örneğini istedi. Belki iki davayı birleştirecek. Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta Filistinlileri savunan çıkışı, Kürtlerde “bizi de savunsana” duygusu yarattı mı? Başbakan’ın İsrail Cumhurbaşkanı’na karşı tutumu çok önemli ama... Her Kürtün aklına da “Sayın Başbakan bu devletin yaptıklarına ne diyorsun? Sen kendi yurttaşların için ne yaptın? Niye daha kararlı bir şeyler yapmıyorsun? Onlara gösterdiğin sempatinin, onlar için yaptığın çalışmanın onda birini bizim için yap” demek geliyor. Erdoğan, bugüne dek faili meçhullerle ilgili tek bir laf etmedi. 28 Mart 2006’da Diyarbakır’da dört gün süren olaylar yaşandı. O olaylarda polisin açtığı ateşle yarısı çocuk toplam on kişi öldü. Üç yıl geçti dava açılmadı. Erdoğan, terörü kastederek, “Bu bir mücadeledir. Çocuklar da ölür, kadınlar da” dedi. Kendi vatandaşlarının hesabını sormayan Başbakan Filistinlilerin hesabını soruyor.