9 Nisan 2010 Cuma

Anayasa'nın başlangıç bölümü / Özdemir İNCE

Anayasa'nın başlangıç bölümü


LİBERALLİKLERİNİ, demokratlıklarını dirhem eksik tarttırmayan “sekter” yurttaşlarımız yürürlükte olan Anayasamızın başlangıç bölümünü hiç mi hiç beğenmezler.


Ben o bölüm olmasa da olur, diyorum. Ama önemli olan benim değil “en bilgiç” yurttaşların ne düşündüğü. Aklımda kaldığı kadarıyla karşı çıkılan sözcük, kavram ve deyimleri göstereceğim:

- Yüce Türk Devleti?// - Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O'nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda?// - Türkiye Cumhuriyeti'nin ebedî varlığı?// - Türk milli menfaatlerinin?// - Türk varlığının?// - Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin?// -Atatürk milliyetçiliği?// - Türk vatandaşlarının?// - Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur?

İSLAMCI, KÜRTÇÜ, DEMOKRATÇI!

Bereket versin Başlangıç'taki “- lâiklik ilkesinin gereği olarak din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı-” cümlesine açıkça karşı çıkan yok gibi. Gibi ama, iktidardan başlayarak mebzul miktarda tebdil-i kıyafet etmiş var.

Genel Esaslar'da geçen “Türkiye Devleti”, “Türkiye Cumhuriyeti”, “Atatürk Milliyetçiliği” geçen tanımlara da karşı çıkıldığını biliyoruz.

Kim bunlar? İslamcı, Kürtçü, “Hakiki Koç Otobüsleri”nin “hakiki”si ile hakiki demokratçı kardeşlerimiz.

Bütün bunların demokrasinin eşitlik ilkesine, insan haklarına, çoğulculuğa, postmoderniteye aykırı olduğunu düşünüyorlar. Düşüncelerini özgürce ifade ediyorlar.
Ben kendi adıma, “Başlangıç Bölümü”nün Anayasa'dan çıkartılmasını kabul edebilirim. Ancak, ilk dört maddeye dokunacak olanın eline (eski bir öğretmen olarak) cetvelle vururum.

LAİKÇİLİK YERİNE İSLAMCILIK

Demokrasi denen şey, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik değil mi? Bir 1923 Cumhuriyetçisi, demokrat, laik ve sosyal bir hukuk devleti savunucusu kardeşimiz de “Laik bir cumhuriyette, ‘Nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bu ülkede' türünden cümleler duymak istemiyorum. Özellikle de Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, bakanların, milletvekillerinin ağzından. Çünkü demokrasilerde 99 sayısı, 1'den daha çok ve daha büyük değildir!” dese, demokratçı-istemezükçüler'in yanıtı ne olacak? Demokrasi pazarlık ve uzlaşma düzeni değil mi?

Sonra, okullarda İslam dininin Sünni mezhebinin zorla öğretilmesine razı olmadığını; ramazan ayında sokakta özgürce sigara içmek, lokantalarda yemek yemek ve içki içmek istediğini söylese ne olacak? Söylemeye cesaret eden kişiyi linç olmaktan kim kurtaracak ve saldırganları kim cezalandıracak? Alevi kardeşlerimiz kutsal günlerinin ve bayramlarının “Resmi Bayram” sayılmasını isterlerse? Demokrasi güzeldir! Ama özgürlük, eşitlik, laiklik ve kardeşlik kaidesinin üzerine oturursa. “Laiklik”i çıkartıp yerine “İslamcılık”ı mı koyalım?

Erdoğan İncirlik’teki atom bombalarını ne yapacak? Sedat ERGİN

Erdoğan İncirlik’teki atom bombalarını ne yapacak?


İRAN günün birinde atom bombasına sahip olursa, Türkiye bu potansiyel tehdide karşı ne yapmalıdır? Kendi milli atom bombasını mı yapmalıdır, yoksa İncirlik Üssü’ndeki Amerikan nükleer başlıklarının sağladığı caydırıcılıkla yetinmeli midir? Bu başlıklar Türkiye’nin savunması için gerçek bir güvence midir?


Bir soru daha: Türkiye NATO üyesi olduğuna ve NATO’nun savunma stratejisi içinde nükleer seçenek de bulunduğuna göre, bu ittifakın “Bir müttefike yapılan saldırı bütün müttefikleri yapılmış sayılır” şeklindeki 5’inci maddesinin taşıdığı güvence, İran karşısında da yeterli olmaz mı?

İNCİRLİK’TEKİ 90 NÜKLEER BAŞLIK

En iyisi sonuncu sorudan başlamak. Evet, kâğıt üstünde Türkiye’nin nükleer bir tehdit karşısında dayanabileceği böyle bir güvence var. Ancak bu yönde bir NATO kararı bütün müttefiklerin oybirliği ile alınması gerektiğinden, İran’la potansiyel bir nükleer krizde 28 ülkenin ortak bir kararda buluşabileceğini düşünmek çok da gerçekçi gözükmüyor.
O zaman tek başına Amerikan faktörü devreye giriyor. Türkiye’nin nükleer envanterini 1990’lı yılların başına kadar Çorlu, İzmit ve Erzurum’daki kısa menzilli nükleer yetenekli top bataryaları ile 4 milli askeri havaalanındaki uçaklardan atılabilen ve çifte anahtar sistemiyle işleyen nükleer başlıklar ve İncirlik Üssü’ndeki tek anahtar sistemli nükleer bombalar oluşturuyordu.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte dönemin ABD Başkanı George Bush, 1991 yılında Avrupa’daki bütün kısa menzilli başlıkları sökme kararı alınca, Türkiye’deki top bataryalarıyla atılan nükleer başlıkların hepsi imha edildi. Ardından 1990’lı yılların ortalarında önce Erhaç ve Eskişehir, ardından Balıkesir ve Mürted hava üslerinde Amerikalı askerlerin görev yaptığı nükleer depolar da kapatıldı. Türkiye’de halen yalnızca İncirlik Üssü’nde 90 dolayında nükleer başlık bulunuyor.
Bu başlıkların özelliği tek anahtar sistemine dayalı olması. Nükleer başlıkların depodan alınıp aktive edilmesi sürecinde bütün inisiyatif Amerikalıların elinde. Türk tarafı ise nükleer başlık deposunun fiziki güvenliğinden sorumlu ve bu başlığın yükleneceği uçağa kalkış izni verip vermeme yetkisine sahip. Bir başka anlatımla, başlıkların Türkiye’ye rağmen kullanılabilmesi imkânsız.

KULLANMAK İÇİN ABD BAŞKANI’NIN ONAYI GEREKİYOR

Her halükârda buradaki atom başlıklarının İran’ın nükleer yetenek kazanması halinde, bu güce karşı bir caydırıcılık yaratacağı varsayılabilir. Ancak bu başlıkların kullanılabilmesi iki tarafın da ortak iradesine, yani bir Türk-Amerikan ortak kararına bağlı. Türkiye talepte bulunsa bile, ABD Başkanı başlıkları harekete geçirecek yetki kodlarını İncirlik’e göndermediği sürece bu silahlar kimseye karşı kullanılamaz.
Bu noktada altı çizilmesi gereken teorik mesele şudur: ABD’nin kendi çıkarlarına da uygun olmadığı sürece İncirlik Üssü’ndeki atom silahlarının herhangi bir üçüncü ülkeye karşı kullanılmasına onay vermesi düşünülemez.
Tam bu noktada gerek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bölgede nükleer silah istemediklerine ilişkin açıklamaları ile İncirlik’teki nükleer depoların varlığı arasındaki çelişkiye dikkate çekmek gerekiyor.
Gül ile Erdoğan İran’ın nükleer niyetlerinin okunmasında farklı düşüyorlar. Erdoğan İran’ın böyle bir niyetinin olmadığını düşünüyor; Gül ise aksi kanaatte. Ancak her ikisi de bölgenin nükleer silahlardan tümüyle arınması hedefinde aynı dalga boyunda buluşuyor.
Örneğin Başbakan Erdoğan, geçenlerde Der Spiegel Dergisi’ne verdiği mülakatta “Açıkça söylüyoruz. Biz bölgemizde hiçbir nükleer silah istemiyoruz” diyerek bu görüşünü bir kez daha kayda geçirmişti.

TÜRKİYE’NİN NÜKLEER ÇELİŞKİSİ

O zaman Erdoğan açısından şu soruya yanıt verilmesi gerekiyor. Madem Türkiye bölgede nükleer silahların bulunmasına karşı, o takdirde kendisinin bu silahlara ev sahipliği yapması açıkladığı siyasetle çok büyük bir çelişki oluşturmuyor mu?
Bu soruyu yöneltmemizin önemli bir nedeni, Radikal Gazetesi’nde dün yayımlanan Deniz Zeyrek’in bir haberi. Bilindiği gibi ABD Başkanı Barack Obama, hafta içinde ABD’nin yeni nükleer stratejisini açıklarken İran ve Kuzey Kore kaynaklı tehditler nedeniyle nükleer caydırıcılık politikasının devamına karar vermişti. Bu durumda ABD, Avrupa’da uçaklardan atılabilen nükleer başlıkların bir bölümünü muhafaza etmeye devam edecek.
Zeyrek, bu çok önemli haberinde ABD’nin nükleer stratejisini gözden geçirirken, Türkiye’nin de bugüne kadar izlediği politikasını sürdürerek İncirlik’teki başlıkların çekilmesi için Washington’dan özel bir talepte bulunmamak eğiliminde olduğunu yazdı.
Bu durumda Başbakan Erdoğan’ın İncirlik Üssü’ndeki nükleer güvenceyi her şeye rağmen korumak istediği sonucuna varabiliriz.

Savcıların Önü neden kesildi? Mehmet ALTAN

Savcıların önü neden kesildi?

RSS

Uyandığımda "cevapsız aramalar"da Sami Selçuk'un adını gördüm. Benim dünkü yazımın başlığı "Kaşarlanmış Ergenekoncular" iken, Sami Bey'in yazısının başlığı "Görüşler kararlar eleştirilebilir ama kınanamaz" idi.

Kendisini aradım. Zarafeti ve nezaketi içinde, “hukukun ilkelerinden” yana bir bilge hukukçu olarak, doğrudan adres vermese de hepimizi kapsadığını düşündüğü “özensizliklerden” yakınıyordu.

***

Sami Bey, tüm hukukçuların “hukuktan yana” ve “hukukun temel ilkelerine” bağlı olduğunu varsayıyordu...

Ve eleştirilerini, “hukuksal özensizlik” konusundaki yakınmalarını da doğal olarak bu “varsayım” üzerine kuruyordu...

Ama acaba “hukukçuların” hepsinin hukuktan yana ve hukukun temel ilkelerine her şeyden daha fazla bağlı olduğu söylenebilir mi?

Hukukçu kimliği altında, başka “merkezlere” bağlı “görevli” hiç mi yok?

***

Vaktiyle...

İstanbul 5. Asliye Hukuk Hâkimi Nesrin Merih Güner’in, “vatan haini” suçlamasını “hakaret” olarak değerlendirmediği...

Gene o zamanlarda...

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin de üçe karşı iki oy ile “vatan hainliği” suçlamasını hakaret saymadığı...

Başkan Bilal Kartal ve üye Salim Öztuna, karara muhalif kalarak muhalefet şerhi yazarken...

Diğer üyeler Ülkü Aydın, Şerife Öztürk, Mehmet Uyumaz’ın ise “vatan haini” suçlamasını sıradan bir eleştiri ifadesi olarak kabul ettiği bir “hukuk sisteminden” ben de Sami Bey’e yakındım.

Acaba herhangi birisi Genelkurmay Başkanı’na “vatan haini” dese, adı geçen “hukukçular” aynı kanaate varırlar mıydı?

Şayet varmayacaklar ise bu “çifte standart” ne ile izah edilecekti?

***

Eser Karakaş geçenlerde Türk hukuk sisteminin kara kalem müthiş bir portresini çizdi.

Türkiye’nin de dâhil olduğu Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurularını ve sonuçlarını karşılaştırarak yayınladı. Türkiye’nin bireysel başvuru hakkını kabul ettiği 1987 senesinden günümüze tam 1939 dava sonuçlanmış ve bu 1939 davadan 1676’sında Türkiye’nin Sözleşme’nin en azından bir maddesini ihlal ettiği yönünde karar çıkmış.

Hâlbuki...

Franco rejiminden kurtulduktan sonra Avrupa Konseyi üyesi olan ve bireysel başvuru hakkını kabul eden İspanya hakkında ise toplam 61 dava karara bağlanmış ve bu davalardan 39’unda İspanya mahkûm olmuş.

“Faşist Franko Yönetimi” ile “Demokratik Türkiye”...

***

Türkiye’nin mahkûm olduğu davalardan 66’sında devlet yaşam hakkını ihlal etmiş.

Doğrudan ve Türkçe söyler isek devlet cinayete karışmış.

Şimdi sıkı durun...

Diğer 46 ülke için verilen toplam “yaşam hakkı” ihlal kararı 80.

Bunun 59’u Rusya’ya ait.

Rusya’yı bir yana koyarsanız, “devlet cinayetleri” skorunda Türkiye 66, diğer 45 üye devlet ise 21.

***

Yaşam hakkı konusunda devletin yeterince önlem almamış olmasından dolayı Türkiye 120 kez mahkûm edilmiş, diğer 46 ülke hakkında aynı konudan verilen mahkûmiyet karar sayısı ise 103... Bunun da 64’ü Rusya’ya ait.

İşkence ve insanlık dışı muameleye gelince...

İşkence konusunda Türkiye 22 defa mahkûm olmuş. Diğer 46 üye ülkenin aleyhinde ise işkence konusunda verilen karar toplamı 26. Bu kararların da 15’i Rusya’yla ilgili...

İnsanlık dışı muamele söz konusu olduğunda da Türkiye aleyhine verilen 147 karar var; diğer 46 ülke aleyhine ise 109’u Rusya’ya ait olmak üzere toplam 277 karar var.

***

“Demokrasinin” olmazsa olmaz ilkesi olan “ifade özgürlüğü” konusunda da Türkiye hukuk sistemi nal toplamakta.

İfade özgürlüğünü ihlal ettiği için Türkiye 170 defa mahkûm olmuş, diğer 46 üye ülke için ise toplam verilen ihlal kararı 180.

Rusya’nın bile “ifade özgürlüğü” konusundaki mahkûmiyeti 11.

Sayageldiğim dört başlıkla ilgili, örneğin İspanya aleyhinde hiç karar çıkmamış; ifade özgürlüğünü ihlal ettiği için ise İspanya hakkında sadece iki karar var. Uzatmaya gerek yok, rakamlar bizdeki “hukuk” yorumunun ne kadar “hukuka” bağlı olduğunu göstermekte...

***

Şimdi bu ürkütücü resmin ardından gelelim yeniden iki savcının neden Balyoz soruşturmasından alındığına...

Biliyorsunuz iş “görevdeki askerlere” dayanınca, arıza çıktı. Etrafta dolaşan fısıltılara bakılırsa aynı 3. Ordu Komutanlığında olduğu gibi bu soruşturma da başka bir Ordu Komutanı’na doğru yürümekteydi...

O nedenle savcıların önü kesildi.

***

Bunca darbeden geçip, hiç bir darbeciyi yargılamayan...

27 Nisan e-muhtırasını “ben yazdım” diyen kişi hakkında soruşturma açmayan...

28 Şubat’ta Genelkurmay’da brifing dinleyen...

Dünyada eşi menendi olmayan bir şekilde Yargıtay’dan Danıştay’a paralel askeri emir-komuta zinciri kuran...

Ve AİHM’de açık ara mahkûm olan bir hukuksal görüntüde...

Balyoz’a müdahaleyi “hukuksal” olarak mı yorumlarsınız, “ordu komutanını” kurtarmaya yönelik bir müdahale söylentisine daha çok mu inanırsınız?

Sami Bey’in bir kuyumcu titizliğiyle çok haklı olarak yakınmasına rağmen hukuk olmayınca, gelişmeler de “hukuksal özene” göre okunamıyor...


Generale dokunma, savcıya dokun ... Mehmet ALTAN

Generale dokunma, savcıya dokun ... Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com RSS

Aslında ... Aklımda konular uçuşup duruyordu. Neredeyse Dünya gündeminin tek maddesi haline dönüşen ABD Başkanı Obama'nın Nükleer silahları sınırlayan Yeni Savunma Stratejisi ...

Hayat Hikayesi Oscar ödüllü "Shine" filmi ile beyazperdeye aktarılan şizofreni hastası, dahi piyanist David Helfgott'un olmamı İstanbul'da Lütfi Kırdar'da vereceği konser ...

Fransız Devrimi'nin önderlerinden Genç Saint Just'ın, "devrim, silahların sadece yeni yasaların patlamasıdır" deyişini akla getirerek ayaklanan Halkin Bişkek'in tefessüh etmiş isyan etmesi rejimine ...

gösteren Balyoz soruşturmasındaki gelişmeler DÜNYANIN Güneş enerjisiyle çalışan tip uçağı "Solar Impulse" IN başarıyla tamamladığı Iki saatlik uçuşu. Ama Türkiye'deki "Hukuk rejiminin" ibretlik halini, bunları yazmaya Topçu Alay Komutanı vermiyor.

***

"Savcıların Önü neden kesildi" bölümündeki Soru şöyleydi dünkü yazımın oğlu başlıklı:

"Balyoz'a müdahaleyi 'hukuksal' olarak mi yorumlarsınız, 'ordu komutanını' kurtarmaya yönelik BİR müdahale söylentisine daha cok mu inanırsınız?"

Cevap anında Başsavcı'dan geldi.

Muvazzaf subayların gözaltına alınmak istenmesi nedeniyle operasyona müdahale edildiği iddiasını hatırlatan Şamil Tayyar'a Başsavcı şunları söylüyor:

"Gözaltına alınması istenen subayların 78'i muvazzaf ...

Bunların 25'i Amiral ve genel rütbesinde ...

Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'nda var, Güney Deniz Saha Komutanlığı'nda var, 6. Kolordu'da var, Hakkâri'de terörle mücadele eden Askeri birliğin Basında olan var ...

15-20 kişi de emekliye ayrılmış Subay, toplam 95 kişi ... Boyle BİR yakalama ve gözaltı kararının Yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi gerekir. "

***

Sonuçları "neye" ve "Kime" edat değerlendireceğiz? Eger olması gereken tek "Hukuk" İMKB savcılar Balyoz Darbe Planı'nın bes bin Sayfayı bulan belgelerini Teker Teker inceleyip, mahkemeye başvurmuşlar ... ölçü Üstelik mahkeme, savcıların daha önceki "yakalama ve gözaltı" taleplerini yerinde bulmuş ...

Ayrıca ...

Yirmi bes General ve Amiral, Savcı sorgusundan Gale da ya Serbest ya da yeniden mahkemeye sevk edilecek bırakılacak ... Kısacası nihayetinde gen mahkeme karar verecek ...

Ama SÖZ ve isim "Generaller" olunca, Başsavcının da itiraf ettiği hazırsındır Işın rengi değişiyor ... Eger çift sayfalar tutukluları önceden öngörüldüğü üzere topyekûn bırakan BİR "nöbetçi Hakim" SÖZ ve isim değilse, Başsavcıdan Savcı ve mahkemelere Güven fade ...

***

Tabii met skandalla ilgili Hala yanıtlanmamış Baska sorular da var ...

İlki, Başsavcı operasyonun başladığı Sabah saatlerinde Aliyormusun de neden Akşam saatlerinde görevden Aldi savcıları?

İkincisi ...

Balyoz soruşturmasını derinleştiren savcılar Bilal Bayraktar ve Mehmet Berk tarafından çıkarılan yakalama kararı Sabah saatlerinde merkez komutanlıklarına bildirildi.

bulunduğu 75 muvazzaf subayla ilgili nasil BİR postmortem yapacaklarını Genelkurmay Başkanlığı'na sordular de Merkez komutanlıkları da aralarında 25 generalin. Ancak Genelkurmay Saat 16,00 'ya kadar merkez komutanlıklarına herhangi BİR talimat vermedi. Karargâh'tan talimat gelmediği for 75 Subay hakkında yakalama işlemi yapılmadı.

Neden?

Ve Birinci ve ikinci sorular arasında BİR irtibat var mi, var imkb ne?

***

GERÇEK BİR Hukuk devleti arzusuyla hareket eden herkesi cok mutsuz eden met gelişmelerin tek iyi yanı var: 2010 yılında Hukuk sistemimizin "kaşarlanmış Ergenekoncular" dışında vicdanı olan beğenilen olmayı denedim tarafından çıplak BİR biçimde görülüp, iyice anlaşılması ...

Türkiye'de rejim "vatandaşı" ikiye ayırıyor:

Askerler ve siviller ...

Askerleri de ikiye ayırıyor:

Generaller, Amiraller ve diğerleri.

302 General ve Amiral SÖZ ve isim imkb savcılar görevden gidiyor, zanlı konumdaki Generallerle Amiraller kalıyor.

Başsavcı "hukukun" gereğinden ziyade ...

"Boyle BİR yakalama ve gözaltı kararının Yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi" gereği üzerinde duruyor. Siz olsanız Boyle BİR ülkeyi ve görüntüyü AB'ye alır mısınız?

***

Fransız Devrimi'nin önderlerinden azgın Saint Just'ün "devrim, silahların sadece yeni yasaların patlamasıdır" deyişi Bişkek'de olup bitenlerle ilgili aklıma gelmişti. Ama Bizim ülkeye galiba daha iyi oturmakta ...

Çünkü ...

Bizde sadece yasalar Aliyormusun, toplumu "General, Amiral ve diğerleri" diye ayıran Hukuk Sistemi, toplumun ayaklarının altına yerleştirilmiş BİR mayın hazırsındır topyekûn infilak ediyor.

Allahtan biz çareyi sokaklarda Aliyormusun, referandum sandıklarında arıyoruz.

Prag'ı anlamayan Ergenekoncu Mehmet ALTAN

Prag’ı anlamayan Ergenekoncu

RSS

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi”ni görüşmek üzere toplanan Anayasa Komisyonu...

Çukurca 20. Jandarma Sınır Tugay Komutanlığı’na bağlı askeri birliğin, 27 Mayıs 2009 tarihinde, Çukurca Hantepe üst bölgesinin doğusunda intikal halindeyken yitip giden yedi askerimizin, daha önceden araziye “ordu birlikleri” tarafından güvenlik amaçlı döşenen mayınların kurbanı olduğunun anlaşılması...

Dün sabah saatlerinde yaklaşık 150 sivil araçtan oluşan ve içinde mühimmat ve lojistik malzeme bulunduğu belirtilen Van’ın Erciş İlçesi istikametinden gelip Hakkâri yönüne giden konvoylar...

Amerika’da 12 Nisan’da yapılacak Nükleer Güvenlik Zirvesi öncesi, Ermenistan’la protokolleri imzalama atağı...

Şubat ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 18.1, bir önceki aya göre yüzde 0.5 artan Sanayi Üretim Endeksi...

Kırgızistan’da muhalefet önderliğindeki halk ayaklanmasının, yönetimin devrilmesiyle sonuçlanması... Muhalefetin kontrolü ele geçirdiğini açıklayarak geçici hükümeti kurması... Devlet Başkanlığı Sarayı’nın yağmalanması...

Ve her şeyi unutturarak Messi kasırgası altında oynanmaya devam eden Şampiyonlar Ligi yarı final maçları...

Bunlar dünkü notlarımdaki günlük gelişmeler.

***

Ama hepsinin fevkindeki haber...

Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’dan geliyor...

Çünkü...

ABD ve Rusya’nın geçtiğimiz günlerde uzlaşıya vardıkları Nükleer Silahların Azaltılması Anlaşması’nı Prag’da Amerikan Başkanı Barack Obama ve Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev imzaladı.

Anlaşmayla iki ülke, stratejik nükleer silah başlıklarını üçte bir, nükleer başlık taşıyan füze, denizaltı ve bombardıman uçaklarının sayısını ise yüzde elliden fazla azaltmayı kabul etti.

START I Anlaşması’nın yerine yapılan anlaşma, her iki ülkenin yedi yıl içinde kıtalararası denizaltı ve ağır bombardıman uçaklarında kullanılan balistik füzelerini 700’e, savaş başlıklarını 1550’ye, konuşlandırılan ve konuşlandırılmayan kıtalararası balistik füze rampalarını 800’e düşürülmesini öngörüyor. Anlaşma, onaylanmasından sonra 10 yıl geçerli olacak.

İlk START anlaşması 1991’de imzalanmış ve süresi 2009 sonunda dolmuştu.

Çek Devlet Başkanlığı Sarayı’nda düzenlenen törenle iki devlet başkanı tarafından imzalanan anlaşmanın yürürlüğe girmesi için, Rusya Parlamentosu ve ABD Senatosu tarafından onaylanması gerekiyor.

***

Bunu nasıl okumalı?

Bill Clinton’ın demokrat Amerika’sı bilgisayar teknolojilerinin egemen olduğu bir Amerika’ydı.

Sorunları demokratik kanallarda, insan haklarına saygı göstererek çözmeye çalışıyor; devletçi soygun sistemlerini piyasa ekonomilerine dönüştürerek yeryüzünü değiştirmeye uğraşıyordu.

Küreselleşmeyi, gelişmeyi ve yenileşmeyi hedefliyordu. Bill Clinton’ın döneminde bilgisayar teknolojileri tartışmasız üstünlüğünü ilan etmiş, bir önceki dönemin teknolojisi olan savunma teknolojisini yaya bırakmıştı.

Bush’un Amerika’sı ise silahçı ve petrolcülere yaslanmış Cumhuriyetçi bir Amerika’ydı.

Kendinden önceki on yılda tepetaklak giden silah harcamaları, trendi kendi lehine döndürmekle kalmadı, 11 Eylül sonrasında Nirvana’ya ulaştı.

Bu tarihe kadar, Lockheed Martin şirketi, sadece yirmi milyar dolar ile savunma sektörünün dünya birincisiydi.

Pentagon, 11 Eylül’ün hemen ertesinde, bu şirkete, çok işlevli savaş uçağı olan Joint Strike Fighter’ları üretmesi için iki yüz yirmi beş milyar dolarlık bir sipariş verdi.

Üstelik buna müttefik ülkelerden alınacak siparişler dâhil değildi. Böylece Amerika’daki dramın kazançlı çıkan ilk tarafı silah sektörü oldu.

Silahçıların hâkimiyetindeki bir dünya, kurşun atıldıkça para kazanır...

Bilgisayarcıların hâkimiyetindeki bir dünya, insanlar beyinsel olarak geliştikçe...

Dünkü imza dünyada yeniden “bilgisayarcıların” hâkimiyetini ilan eden tarihsel bir dönemecin havaii fişekleriydi...

***

Çeyrek asırdır sistemin nihai amacının “asker değil, tüccar devletler” olduğunu anlatmaya çalışıp duruyordum...

Bunu anlamayanların, başta gizli ve açık Ergenekoncular olmak üzere, hali ortada.

Şimdi Ergenekon’u, Balyoz’u, Kafes’i filan engellemeye çalışan, zoraki arızalar ile süreci nafile bir şekilde dinamitlemeye çalışanlar var ya...

Onlara yeniden bir kez daha dünkü Prag’daki gelişmeyi “derinden” kavramayı öneriyorum...

Çünkü... Dünyayı iyi okuyamayanın hali her yerde harap...


Çukurca'da 7 Askeri Şehit eden mayının TSK'ya ait oldugu belirlendi.

Açılıma mayını Balyoz’cular döşemiş

9 Nisan 2010 Cuma, 00:30 POLİTİKA

Açılıma mayını Balyoz’cular döşemiş

Çukurca’da 7 askeri şehit eden mayının TSK’ya ait olduğu belirlendi. Açılıma darbe vuran olayı PKK’ya yıkan ekipte Balyoz tutuklusu Korgeneral Olcan da var

• Hakkari Çukurca’da 27 Mayıs 2009’da 7 askerin şehit olduğu mayın patlamasının ardından şehit askerlerden Deniz Demirci’nin annesi Raziye Demirci’nin suç duyurusu ile başlayan yasal süreçte Van Cumhuriyet Başsavcılığı, mayınların TSK’ya ait olduğu kanaatine vardı. Savcılık, bazı asker şüphelilerin eylemlerinin ‘bilinçli taksirle birden çok kişinin ölümüne sebep olmak’ suçu kapsamında mütaala edilebileceğini belirtti ve dosyayı Genelkurmay’a gönderdi.

ŞEHİT DENİZ’İN ANNESİNİN ZAFERİ

Çukurca’da şehit olan oğlu Deniz Demirci’yi toprağa verirken PKK’ya lanet okuyan anne Raziye Demirci, bir süre sonra internete düşen iki komutanın ses kaydında “Mayını biz koyduk” ifadesi üzerine suç duyurusunda bulunmuştu. Demirci ile birlikte yasal süreç için mücadele veren şehit Kemal Özevin, Adil Yıldız ve Cafer Yıldız’ın babaları Halil Özevin, İsmail Yıldız ve Nail Çelik acılarının katlandığını söyledi. Halil Özevin, “Bize PKK demişlerdi. İnternete düşen ses kayıtlarında söylenenlerin gerçek çıkmaması için dua ettim” dedi. Olay, demokratik açılım sürecini de olumsuz etkilemişti. DTP’li Ahmet Türk’le konuşması beklenen Başbakan Erdoğan, görüşmeyi iptal etmişti. • ANKARA star

Kayıttaki ‘XXX’ Balyoz’dan tutuklu Olcan

Mayınlarla ilgili bilginin üstünü kapatarak olayı PKK’ya mal eden muvazzaf ekipten Balyoz’cular çıktı. GES Komutanlığı’na ait resmi ses kaydında kimliği XXX olarak verilen kişinin halen GATA’da tedavi gören Van Jandarma Kolordu Asayiş Komutanı Yurdaer Olcan olduğu, soruşturma sonucunda ortaya çıktı. Olcan, halen cami bombalatma başta olmak üzere ürkütücü eylemlerin planlandığı Balyoz Harekat Planı soruşturmasının tutuklu sanıkları arasında yer alıyor.

Komutan: Yukarıya PKK yaptı dedik

İşte İNTERNETTEKİ O ses kaydı

Çukurca’da 7 askeri şehit eden mayın patlamasının ardından Tuğgeneral Zeki Es, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Yarbay Taner ile XXX komutanın kendi aralarındaki konuşma ‘dost mayın’ skandalını ortaya çıkarmıştı. İşte internete düşen o diyaloglardan bazıları: 

‘BİZZAT BEN YERLEŞTİRDİM’

ZEKİ ES: (İlk görüşme) Komutanım uzaktan komutalı değil. Malesef.. Biliyorsunuz bunları korumak için bizzat kendim yerleştirdim. Komutanım sizi böyle sıkıntıya soktuğum için kahroluyorum.

GÜRBÜZ KAYA: Hiçbir sıkıntı yok bak hiçbir sıkıntı yok. Biz aynen planladığımızı uygularız. Hiç önemli değil. Kahrolacak bir şey yok.

YARBAY TANER: (İkinci görüşmede Es’e) Yukarıya mayını terör örgütü döşedi şeklinde bildirdik. (Rapora tümen komutanının birkaç kez baktığını ve o şekilde yazdıklarını da ekliyor konuşmasında.)

XXX KOMUTAN: (3. telefon görüşmesinde Es’e) Zeki bu konuşmaların hepsi kayıt ediliyormuş, fazla konuşma. Sabah GES Komutanı beni aradı söyledi.

Okuyun, kararı Siz verin Şamil TAYYAR

Okuyun, kararı siz verin

RSS

İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi, Sabah Yazarı Nazlı Ilıcak’ı Sincan Hakimi Osman Kaçmaz’a “işgüzar” dediği için kamu görevlisine hakaret ettiği gerekçesiyle 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırdı.

Yargıtay Genel Kurulu ise Tercüman Yazarı Servet Kabaklı’nın Prof. Dr. Baskın Oran’a yönelik “çanağına yol konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kaniş”, “uyanık geçinen şapşal”, “salak”, “tescilli hain” ve“zavallı” ifadelerini hakaret kabul etmemiş, tazminat kararını kaldırmıştı.

Şimdi, “işgüzar” lafı yüzünden bir yazara bırakın tazminatı, hürriyeti bağlayıcı hapis cezası verilebiliyor.

Yine hatırlayacaksınız, Yeni Asır Gazetesi Yazarı Hüseyin Kocabıyık, Yargıtay’ın“hakaret” kabul etmediği yukarıdaki bu ifadeleri, kendi ismini HSYK şeklinde kısaltarak, ironik şekilde eleştirmişti.

Yedekler dahil 8 HSYK üyesi, Kocabıyık hakkında dava açtı. Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi, tek celsede, ek delil için süre bile tanımadan Kocabıyık’ı tazminata mahkum etti. Her üye için takdir edilen tazminat tutarı ise 35 bin lira. Çarp 8’le, etti 280 bin lira.

Eski parayla, 280 milyar lira. Bir anda, Baskın Oran için hakaret kabul edilmeyen sözcükler, HSYK üyeleri için tazminata dönüştü.

Bu arada HSYK Yedek Üyesi Fevzi Altınok, Kocabıyık aleyhine ayrıca 80 bin liralık tazminat davası açtı ve suç duyurusunda bulundu. Ankara 22. Asliye Hukuk Mahkemesi, 40 bin liralık tazminata hükmetti.

Tazminat tutarı çıktı, 320 milyara...

Prof. Dr. Baskın Oran’a “reva” görülen sözcüklerin, konu HSYK üyeleri olunca tazminat cezasına bağlanmasını, yorumlarınıza bırakıyorum.

Burada ibretlik başka bir hadise var, onu açıklayacağım size.

HSYK üyeleri, kendileri hakkında tek celsede toplam 280 bin lira tazminat cezasına hükmeden Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi Hürriyet Yıldırım’ı Yargıtay üyeliği için öneriyor.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Müsteşar Ahmet Kahraman karşı çıkıyor da üyelik teklifi askıda kalıyor.

Bunu da yorumlarınıza bırakıyorum.

Islak imza var mı?

AK Partili milletvekillerin imzasıyla meclis başkanlığına sunulan anayasa değişiklik paketiyle ilgili yeni bir tartışma başladı. CHP, imzalar arasında TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in imzasının da olduğunu söyledi. AK Parti ise “korsan” diyerek bu metne karşı çıktı. Başkan Şahin de “yalan” dedi.

Tartışma sürüyor. Kısa sürede bitecek gibi de gözükmüyor. CHP, yarın bu durumu, pakete ilişkin itiraz ederken Anayasa Mahkemesi’ne bile taşıyabilir. Usul açısından açılması planlanan davaya “iptal” gerekçesi gibi gösterilebilir.

Her şey mümkündür.

İrticayla Mücadele Eylem Planı’ndaki imzayı inceleyen Adli Tıp, Adli Tıp Genel Kurulu, Emniyet ve Jandarma Kriminal’in “el ürünüdür” diyerek işaret ettiği Albay Dursun Çiçek’le görüşüp ona sahip çıkan CHP’nin, TBMM Başkanlığı’na sunulmayan ve muhataplarının “korsan” dediği bir fotokopi üzerinden kıyameti koparmasını, nasıl izah etmek gerekir?

Sahi o belgede ıslak imza var mı? Albaya destek verirken “Bu kriminal incelemeler yetmez, parmak izine de bakmak gerekir” diyen Deniz Baykal’a uyup sorarsak, o belgede parmak izine baktınız mı?

Latife bir tarafa, bu anayasa değişikliğini sabote etmek için her yola başvuranlar, şunu bilsinler, rüzgara karşı işiyorlar.

Ne yaparsanız yapın, artık, hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Taraf’a yakışmıyorsun be ablam

Aslında ciddiye alıp cevap yazmayacaktım ama internet siteleri Ergenekonculara malzeme yapınca, birkaç kelam farz oldu.

Taraf Gazetesi, AK Parti’de anayasa değişikliği paketine karşı çıkan 20 milletvekilinin bildiri yayınlayacağı iddiasını geçtiğimiz cumartesi günü manşetine taşıdı. Pazar günü katıldığım Kanal 7’deki bir programda, soru üzerine, bunun doğru olmadığını söyledim.

Şu ana kadar bildiri yayınlandı mı? Hayır...

Haklı olduğum halde haberi yazan arkadaşımız Fikret Karagöz aradığında,“Yorumlarımda maksadı aşmışsam özür dilerim, hadi gel kahve içelim, barışalım” dedim.

Fikret kardeşimi kahveye beklerken Taraf’ın Ankara Temsilcisi Lale Kemal, önceki günkü köşesinde bodoslama daldı, yalan haberi neden yayınladıklarını izah etmesi gerekirken, şahsımı “uydurma kulis” yazmakla suçladı.

Hem suçlu, hem güçlü...

2004 yılında trafik kazasında hayatını kaybeden Prof. Dr. Ali İhsan Bağış’ın ölümündeki şüpheye dikkat çeken yazılarıma gönderme yaparak, “Ortadoğu suyu konusuyla ilgilendiğinden İsrailliler tarafından öldürülmüş olabilir” dediğimi, bunun da uydurma kulis olduğunu yazdı.

Bu konuda Yeni Şafak’ta yayınlanan iki yazım var. Bu yazılarımın genişletilmiş hali ise son kitabım Pusu’da yer alıyor. Arzu eden bu ölümle ilgili iddialarıma buralardan bakabilir.

Lale Hanım’dan da ricam şu: Şahsıma atfettiğin “Ortadoğu suyu konusuyla ilgilendiğinden İsrailliler tarafından öldürülmüş olabilir” lafını, nerede söylediğimi veya yazdığımı ispat etmekle yükümlüsün.

Aksi halde, sana “müfteri” derim. Sakın ha, “ima ettin” türünden minderi dolanmaya kalkma, tırnak içinde verdiğin bu cümleyi bul getir.

Daha ağır laflar ederdim de Ahmet Altan’a, Yasemin Çongar’a, Mustafa Cesur’a, Mehmet Baransu’ya, diğer dostlara şükret.

Analizlerimi eleştirebilirsin, yerden yere vurabilirsin, ama iftira atmana, haberciliğime dil uzatmana asla müsaade etmem, haddini bil.

Ayrıca, sen İsrail’in avukatı mısın?

Tuncay Özkan'ın cevabı Şamil TAYYAR

Tuncay Özkan’ın cevabı

RSS

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Engin Cengiz ile Ergenekon sanığı Tuncay Özkan arasındaki telefon görüşmesi kayıtları kamuoyuna yeni mal oldu. Bu kayıt, 2 yıldır Ergenekon dosyasındaydı.

Bu dosyaya göre; Ergenekon sanığı Adnan Bulut’un 23 Eylül 2008 günü Büyükçekmece Beylikdüzü’ndeki evinde yapılan aramada 2 dakika 31 saniye süren bu görüşme kaydı da ortaya çıktı.

Görüşmeyi yapan Tuncay Özkan, ses kaydını muhafaza eden Kanaltürk’ün Haber Müdürü ve Tuncay’ın yakın arkadaşı Adnan Bulut...

Başsavcı, böyle bir konuşmanın varlığını kabul etti, görüşmenin

11 yıl önce gerçekleştiğini söyledi. Yani, 1999...

Ya Tuncay?

Savcılıktaki sorgusunda Tuncay’a bu ses kaydı da soruldu, “Böyle ses kaydından ve görüşmeden haberim yoktur. Hayatımda hiç kimsenin sesini gizli ve açık kaydetmedim” dedi.

Savcılar, görüşmedeki ifadelerini tek tek sıralayıp Aykut Engin Cengiz’le ilişkisini sorunca Tuncay’ın cevabı, “Bahsedildiği kaydı ben yapmadım. Bu görüşmeyi hatırlamıyorum. Kimse bana bu şekilde bir şey söylemedi. Konu hakkında bilgim yoktur” oldu.

Sonraki soru şu: “Siz bu soruşturmayı gazeteci kimliğinizle mi yoksa başka bir sıfatla mı müdahil olmaktasınız?”

Cevap: “Benim bu görüşmeyle alakam yoktur. Bunun nasıl kaydedildiği konusunda hiçbir fikrim yoktur. O kişinin ben olma ihtimalimde yoktur.”

Son soru: “Bu çelişkiyi açıklar mısınız? Bugün yargının bağımsızlığını isterken neden daha önceki yıllarda yargıya ve yürütülen soruşturmaya müdahale ettiniz? Neden yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını zedelediniz? Açıklayınız.”

Cevap: “Benim bu görüşmeyle alakam yoktur. Ben böyle bir kayıt tutmadım, böyle bir olayın içinde olmadım. Bunlar beni karalamak amaçlı dezenformasyon ürünleridir. Yaşamım boyunca hiç kimsenin ses kaydını izinli izinsiz tutmadım. Benimle içerik açısından hiçbir ilgisi olmayan bir konuşmadır.”

Aradan 2 yıl geçti, kayıtlar kamuoyuna mal oldu, Başsavcı çıktı, “Evet o görüşmeyi ben yaptım” dedi. Mertçe, kıvırmadan...

Kanaltürk ile CHP arasındaki prodüksiyon anlaşmasını yayınladığımda da Tuncay,“yalan” diye bağırıp dava açacağını söyledi. CHP, sözleşmeyi doğrulayınca, “Ya nasıl olur, bu sözleşme bir bende, bir CHP’de bir Anayasa Mahkemesi’nde vardı, bu adama kim verdi o belgeyi” demeye başladı.

Bizim Tuncay işte...

Olay başsavcı konuştu Şamil

Olay başsavcı konuştu

RSS

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, Balyoz soruşturması kapsamında 78’i muvazzaf toplam 95 asker hakkında gözaltı emri veren iki savcıyı görevden aldığı için tartışmaların odağına yerleşti.

Savcılık görevinin son 20 yılını İstanbul’da geçiren, Susurluk, Nesim Malki ve Türkbank gibi kritik soruşturma dosyalarında görev alan Engin, başsavcılık dönemine denk gelen Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında yine kritik bir isim...

Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi. Ergenekon soruşturması kapsamında 3 ay süreyle telefonları dinlendi. Ergenekon sanıklarına verdikleri destekle dikkatleri çeken kimi HSYK üyelerinin talebi üzerine görev yeri değiştirilmek istendi.

Ergenekon sanığı Tuncay Özkan’la yaptığı 11 yıl önceki telefon görüşmesindeki bazı ifadeleri ise bu tartışmalara farklı bir boyut kazandırdı. Kimi zaman benim de eleştirilerimden nasibini aldı.

78 muvazzaf sıkıntısı

O olay başsavcıyla dün telefonda uzun bir görüşmemiz oldu. Söze önce operasyonu durduran kararla başladık. Şöyle dedi: “Yanlış yorumlar yapılıyor. Bu iki savcı arkadaşımızın (Bilal Bayraktar, Mehmet Berk) özel yetkileri alınmadı, zaten öyle bir yetkim yoktur. Soruşturmayı yürüten ekibin başındaki Turan Çolakkadı, çalışma ekibini değiştirme ihtiyacı hissetti, bana talebini gerekçeleriyle birlikte iletti, ben de gerekçelerini makul bulup onayladım. Yapılan işlem, sadece görev değişikliğidir.”

Nedir bu gerekçeler?

Engin, “Bu gerekçeleri kamuoyuna açıklamam yasalara aykırıdır” dedi. Muvazzaf subayların gözaltına alınmak istenmesi nedeniyle operasyona müdahale edildiği iddiasını hatırlattığımda Başsavcı, şunları söyledi: “Gözaltına alınması istenen subayların 78’i muvazzaf... Bunların 25’i amiral ve general rütbesinde... Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’nda var, Güney Deniz Saha Komutanlığı’nda var, 6. Kolordu’da var, Hakkari’de terörle mücadele eden askeri birliğin başında olan var... 15-20 kişi de emekliye ayrılmış subay, toplam 95 kişi... Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi gerekir.”

Şimdi ne olacak?

Başsavcı, bu soruya şu cevabı verdi: “İki savcı arkadaşımızın yerine (Murat Yöner ve Mehmet Ergül) başka görevlendirmeler yapıldı. Onlar dosyayı inceleyecekler, ona göre yeni bir karar verecekler.” Engin, “Bu kadar kabarık bir dosyayı iki savcı nasıl inceleyip karar verecek?” diye sorduğumda, “Soruşturmayı yürüten savcılardan Süleyman Pehlivan da 15 gün önce atanmıştı, kısa sürede konuya vakıf oldu, yeni gelen arkadaşlarımız da işin ehli isimler, bir sorun olmaz” diye konuştu.

Kritik soru

Sıra geldi en kritik soruya... Adalet Bakanlığı’ndan veya hükümetten operasyonun durdurulması yönünde herhangi bir talep geldi mi? Cevap: “Öyle şey olur mu? Herhangi bir talep gelmedi. Ama önemli gelişmeler yaşandığında, usul ve şekil bakımından bilgi sorulduğunda, Adalet Bakanlığı’na bilgi verilir.”

HSYK üyelerince görev yerinin değiştirilmesi girişimini ve Ergenekon soruşturması kapsamında telefonlarının dinlenmesini hatırlatarak, “Sürecin her iki tarafında da istenmeyen isim oldunuz, bunu neye bağlıyorsunuz?” diye sorduğumda, Başsavcı,“Her iki tarafın da tepki göstermesi, aslında işimi iyi yaptığımı gösteriyor. 20 yıldır İstanbul’dayım, çok kritik davalara baktım, her zaman hukuktan yana oldum, hiç kimsenin tesiri altında kalmadım, tarafsız kalmaya özen gösterdim, vicdanen müsterihim” dedi.

‘Kimse talimat veremez’

Tuncay Özkan meselesine gelince...

Engin, “Evet o konuşma bana ait” deyip ekledi: “Hangi sebeple konuştuğumuzu hatırlamıyorum. İçeriğine baktığımızda 1999 veya önceki bir tarihte konuşmuş olmamız lazım. Anlaşılan o şahıs (Tuncay Özkan) banda almış, muhafaza etmiş, niye almış niye muhafaza etmiş bilmiyorum.”

Dedim ki: “Bir savcının bir gazeteciye ‘talimatınızla’ demesi doğru mu?” Başsavcı, şu cevabı verdi: “Yürüttüğümüz soruşturmalarla ilgili yazı yazmış gazetecilerden hep bilgi aldık, elinde ilave bilgi var mı diye sorduk. O şahıs (Tuncay Özkan) da o dönemde araştırmacı gazeteciydi, Radikal’de yazıyormuş. ‘Talimatınızla’ ifadesi bir dil sürçmesidir, bir savcının gazeteciden talimat alması düşünülebilir mi? Zaten konuşmanın tümüne baktığınızda bizim talimatımızla yürütülen bir soruşturmadan bahsedildiği anlaşılıyor. 38 yıllık hukukçuyum, hiçbir kişi ve kurum bana talimat veremez.”

Bu telefon kaydının Ergenekon iddianamesi eklerinde bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başsavcı: “O tapeyi (konuşma tutanağı) savcılar bana daha önce bildirdi. ‘Çok önemli değil, istersen adli emanete koyalım’ dediler. Karşı çıktım, ‘katiyen olmaz, yanlış anlamalar olabilir’ dedim, dosyaya eklenmesini bizzat ben istedim. Saklayacak neyim var ki. Ama 11-12 sene sonra bu konuşmanın ortaya konması manidar.”

Başsavcının telefonda söyledikleri özetle böyle. Yerimiz kalmadı, yorumlarımızı daha sonra paylaşırız. Sadece bir cümleyle bu faslı kapatmak istiyorum. Perde gerisinde mangalda kül bırakmayanların iş zora girince hastane koridorlarında kaçacak delik aradıklarına tanık oldukça, başsavcının, 11 yıl önceki telefon konuşması için “Evet bana aittir” deme cesaretini göstermesi önemlidir.

Darısı Tuncay’ın başına...