17 Mart 2010 Çarşamba

Ahmet Altan / Yalancılık

KUM SAATİ 17.03.2010
Ahmet Altan
Yalancılık

Son zamanlarda çok tekrarlanan bir laf vardı, “askerî vesayet bitti, hadi şimdi AKP’yi dövelim”.

Bu tür yazılar yazanlar AKP’nin “eleştirilmesi” gereken yerlerde genellikle sustular.

Ermeni tasarısının çeşitli parlamentolarda kabul edilmesinden sonra izlenen “Türkiye’yi yalnızlaştıracak milliyetçi” politika, Kürtlere haklarının verilmesindeki yavaşlık, Alevilerin cemevlerinin “ibadethane” sayılmasındaki isteksizlik, Genelkurmay Başkanlığı’nın hukuk çizgisini geçmesi karşısındaki sessizlik, “AKP’yi dövmek” isteyenlerin “muhalif şehvetlerini” harekete geçirmedi nedense.

Onlar AKP’ye muhalefet etmek istiyorlardı ama bu konularda değil.

AKP’nin doğru adımlarına karşı çıkmak, ilerici hamlelerini durdurmak istiyorlardı.

Askeri hukuk çizgisi içine çekmek, yüksek yargıyı adil bir düzene kavuşturmak, Kürtler için çok başarılı olmasa da bir açılım yapma isteği beslemekti onları asıl kızdıran.

Türkiye’yi “demokratikleştirecek” gelişmelerden rahatsız oldukları için AKP’ye muhaliftiler.

AKP’nin “gerici” her tavrı karşısında ise “sessiz” bir destek veriyorlardı bu partiye.

Eğer dikkatle bakarsanız “AKP’nin yandaşlarının” en fazla bu partinin “muhalifleri” arasından çıktığını görürsünüz.

Onlar AKP’yi sessizce desteklerler, yeter ki AKP “gerici” bir kimliğe bürünsün.

Çünkü onların eleştirdiği aslında AKP değil, bu partiyle bir alıp veremedikleri yok, onlar “demokratikleşmeye” duydukları düşmanlığı “AKP muhalifliğinin” arkasına saklıyorlar.

Neden Kürt meselesinde, Ermeni sorununda doğru dürüst tek satır eleştiri yazmıyorlar?

Çünkü AKP bu noktalarda aniden “tutucu oluveriyor” ve muhaliflerinin desteğini kazanıyor.

AKP, CHP’lileştiğinde, CHP’nin gerici tavrını benimsediğinde “hadi AKP’yi dövelim” diyenlerde de deruni bir sükûnet peyda oluyor.

İç bulandırıcı bir sahtekârlıkları var bu konularda.

“Askerî vesayet bitti” derken de yalan söylüyorlar.

Orgeneral Başbuğ’un şu birkaç gündür yaptığı açıklamalar, o “vesayetin” sürdürülmesi için orduda nasıl kuvvetli bir istek olduğunu ortaya koyuyor.

Genelkurmay Başkanı fütursuzca yargıya müdahale ediyor.

Bir terör davasının “bir numaralı sanığı” olan bir orgenerali, daha mahkeme başlamadan açıkça “suçsuz” ilan ederek yargıyı etkilemeye çabalıyor.

Bu, çok açık bir suç.

Genelkurmay Başkanı suç işliyor.

Medyada buna karşı ses çıkmıyor.

Birkaç dürüst kalemin dışında eleştiren yok.

Hükümet de sanki bunlar başka bir ülkede oluyormuş gibi konuya ilgisiz.

Sanki “kurumlar arası uyum”, hukuk dışına çıkışlara ortaklaşa yeşil ışık yakmakta aranıyor.

AKP muhalifleri bu iktidarsız sessizliği niye eleştirmiyor?

Neden sesleri çıkmıyor?

Başbakan başbakan gibi, hükümet hükümet gibi davranmıyor, çoktan müdahil olmaları, kendi memurlarını “hukuka uy” diye uyarmaları gerekirken sessizlik siperlerinin içinde kayboluyorlar.

Medyayla siyasetin bu ortak sessizliği “askerî vesayetin” varlığını ortaya koyuyor.

Genelkurmay Başkanı’nın kendisini “yargıdan” üstün gördüğü, ceza yasasını hiç çekinmeden çiğnediği, hakkında hiçbir suç duyurusunun yapılmadığı bir ülkede siz adaleti, eşitliği, özgürlüğü nasıl sağlayacaksınız?

Ordu yönetimi “hukuku” ciddiye almadıkça, hukukun disiplini içine girmedikçe, suç işlediği söylenen generalleri kurtarmak için binbir manevra yapmayı sürdürdükçe, Türkiye bir aşiret devleti olmaktan kurtulamaz.

Çok sevdikleri cumhuriyet, bir aşiret cumhuriyeti olur çıkar.

O aşiret cumhuriyetinin “ağalığını” generaller, paryalığını da halk yapar.

“Askerî vesayet bitti, hadi AKP’yi dövelim” diyenlerin istediği de bu zaten, onlar askerî vesayet tüm hızıyla sürerken insanları bunun bittiğine inandırmak, Genelkurmay Başkanı’nı hizaya çekmeye muktedir olmayan bir iktidarın da “sivil vesayet” kuracağına ülkeyi ikna etmek istiyorlar.

Ama ne onlar sandıkları kadar akıllılar, ne de bu halk onların sandığı kadar aptal.

Herkes gerçekleri görüyor.

İktidar partisi “milliyetçi ve tutucu” bir politika izleyerek kendini dünyadan uzaklaştırdığında, “askerî vesayet” de hemen başını kaldırıyor.

Zaten bunun için “AKP muhalifleri” bu partinin “yanlış” politikalarını hiç eleştirmiyorlar.

Bu politikalar ve askerî vesayet sürsün istiyorlar.

Son tanıklıklarla iyice ortaya çıkan medyanın “kirli zenginliği” ancak o vesayet sisteminde mümkün olabiliyor çünkü.
ahmetaltan111@gmail.com

14 Mart 2010 Pazar

Mete Tunçay: ‘Asılacak oğlunu babaya seçtirdiler’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 03.03.2010
Neşe Düzel
Mete Tunçay: ‘Asılacak oğlunu babaya seçtirdiler’

“Takrir-i Sükûn Cumhuriyet’in kimliğini belirledi. Takrir-i Sükûn’dan üç gün önce daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, üç gün sonra sonra ‘diktatöryal cumhuriyet’ oldu.”

“Biri eski bakan, iki İttihatçı on beş yıla mahkûm oldular. Halkın içine mahkûm olarak çıkamayız deyip karara itiraz ettiler. Tekrar yargılandılar ve asıldılar.”

“Atatürk’e soruluyor “Doğu’ya okul mu, yol mu?”, “Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Zaten Kürtler Meclis’e gelmesin diye CHP 20 yıl G. Doğu’da örgütlenmedi.”

* * *

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün ikinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: Takrir-i Sükûn Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

METE TUNÇAY: Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama... Cumhuriyet’in ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükûn’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükûn’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyet’in kimliği belirleniyor. Meclis’tekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükûn öncesinde daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor: “İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. Ne söylerseniz onu yapacağım ben.” Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğla geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyet’in kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i âlem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükûn’dan sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde... İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemelerinde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemelerinde neler yaşanıyor peki?

Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkûm oluyorlar. “Biz memleketin içine sanık ve mahkûm olarak çıkamayız. Mahkûmiyet kararına itiraz edelim” diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkûm edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurtdışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkûm oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra Sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemelerinin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, Frenk Taklitçiliği ve Şapka isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela... Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, “Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç” diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?

Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, “bizim partimiz efkâr ve itikat-ı diniye saygılıdır” diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M. Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk, Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

“Ankara istasyonuna omzunda filintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi” diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayımladığı anılarında, “Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı” diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?

Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, “Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu” diyor.

Bazıları Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, “Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir” diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cuma’ya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün... İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet Paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, “Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset dendiğinde, ‘Allahaısmarladık’ diyeceğiz ya” dedi.

Atatürk, Cumhuriyet’i bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

Aynı şey. Bulgaristan’da, “Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir” diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, “Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz” diye sordum. “Olmaz” dedi. “Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?” dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?

Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, “Atatürk büyüktü sana ne oluyor?” demeye başlıyorlar. “Atatürk büyüktü” demek, “sen büyük değilsin” demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve “tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu” diyorlar. Böylece bir açık arttırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’te demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz?

Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hâlâ savunuyor mu?

Resmen savunmuyor ama... Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hâkimiyetlerini sürdürmek için de, “biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir” diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.

Bugün de milletvekili yok... CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?

Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş Milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, “Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu” diye soruyorlar. “Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce?

1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. “Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum” türünden mektuplar yazıyor.

Yani...

Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hâkim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet Paşa boyun eğdi mi?

Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?

O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki... Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, “Bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun” diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu Cumhuriyet’in koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?

Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerinin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla Cumhuriyet’in kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama... Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi hissetti?

1930’da Fethi Okyar’a “Benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası” dedi.

“Başka türlü olamazdı” deniyor. Olamaz mıydı?

Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?

Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, “Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok... Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek” diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M. Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.

Son soru... Darbecilik neden bizim ordunun yerleşik bir parçası haline geldi?

Sonuç veriyor da ondan. Uzun yıllar Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa’nın Babıâli Baskını’yla 1913 yılında İttihatçılar tarafından sadrazam yapılması çok önemlidir. Babıâli baskını, darbecilerin 1960 darbesinden önceki, ilk elbiseli provasıdır. Sonra 1960 oldu ve arkası geldi. Ama bundan sonra darbelerin yapılamayacağı görülüyor. Çünkü darbelerin eskisi gibi sonuç veremeyeceği anlaşılıyor.

neseduzel@gmail.com

Mete Tunçay: ‘Laiklikte, Sabetaycılık etkili oldu’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 02.03.2010
Neşe Düzel
Mete Tunçay: ‘Laiklikte, Sabetaycılık etkili oldu’


“Ordunun ilericiliği, bahane. Niye daha ileride olsunlar ki toplumdan? Bütün bu laiklik, Atatürk devrimleri sözleri, halka emretmeyi sürdürmenin bahanesidir.”

“Yeraltı muhalefeti, “Abe diye konuşanlar bizi yönetiyor” diye kızıyor. Atatürk de dahil böyle konuşuyor ve Rumeliliğe karşı Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor.”

“Yalçın Küçük, “Sabetaycılık, Selanik’te hâkim oldu. Cumhuriyet’i kuran sivillerin bu Sabetaycı kökeni, laikliği belirledi” deseydi, benimsenirdi.”

* * *

İKİNCİ BÖLÜM

Ünlü siyaset bilim ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü verdiğimiz konuşmayı, kaldığımız yerden yayımlamaya devam ediyoruz.

* * *

‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?

Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.

İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?

Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.

Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?

Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de...

Ordunun asıl istediği nedir?

Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?

Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

Niye?

Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.

Atatürk İstanbul’a niçin küstü?

İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

Affediliyor mu?

Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.

Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?

Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?

Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?

Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

Anlamadım...

Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?

Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya...

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?

Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?

Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?

M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...

Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?

Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?

Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?

Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?

Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?

“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?

Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?

Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?

Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?

Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?

Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?

İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?

Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?

Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?

Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?

Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

YARIN:

Takrir-i Sükûn’la Cumhuriyet’te ne bitti? Ne başladı?

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne dedi?

Atatürk en çok kimden çekindi?

Nutuk’ta yazılanların hepsi doğru mu?

Atatürkçülük niye çıktı?

Atatürk’ün Kürtlere bakışı neydi?

İsmet Paşa gazetecileri neden asmak istedi?

neseduzel@gmail.com