27 Aralık 2008 Cumartesi

Doksan bin Türk’ten özre de karşı mısınız? Mehmet ALTAN

‘90. yılda 90 bin şehit anılıyor’ girişiminin temsilcisi Prof. Bingür Sönmez’in ‘zaman geçirilirse Sarıkamış’ta yitirdiklerimizin şehitliklerinin de tamamıyla kaybolacağını’ hatırlatan 2004 tarihindeki mektubunda ne deniyordu: Bildiğiniz gibi 1914’te yaşanan bu dram 22 Aralık 1914’te başlayıp 5 Ocak 1915’te bitmiş ve tarihte örneği olmayan bir mağlubiyet yaşanmış ve 150 bin mevcutlu 3. Ordu’nun yüzde 95’i, yüksekliği 3150 metreye varan Allahuekber ve Soğanlı Dağları’nda karlar altında kalmıştır. Eklediğim CD’de göreceğiniz gibi Mart ayı geldiğinde toplanan şehitler ya toplu mezarlara defnedilmiş ya da kurda-kuşa yem olmaması için bir araya toplanıp üzerlerine taş yığılmıştır. Bu CD’de bulunan 1914’te Ruslar tarafından çekilmiş filmdeki görüntüler çok hazindir. ...Sarıkamış Dayanışma Grubu olarak tek arzumuz Enver Paşa’ya hesap sormamak için üzeri karlarla örtülen 90 bin şehidi Çanakkale Şehitleri düzeyinde anmak, Sarıkamış’a bir 1914 Sarıkamış Harekat Müzesi kurmak ve ilginin devamını sağlamak için her yıl 22 Aralık-5 Ocak arasında Allahuekber ve Soğanlı yürüyüşleri yapmak.’
* * *
‘Enver Paşa’ya hesap sormamak için üzeri karlarla örtülen doksan bin şehit...’ Tek bir kurşun atmadan doksan bin askerimizi dondurarak öldüren anlayış neden doksan yıldır sorgulanmadı? Bu topraklarda ‘Kürtlerin’ ya da ‘Ermenilerin’ öldürüldüğünün söylendiğini duyunca ayağa kalkmak ile ‘doksan bin Türk’ün öldürülmesi’ konusunu bu kadar sessiz geçiştirmek arasında utanç verici bir çelişki yok mu? Neden Sarıkamış faciası doksan yıl boyunca sessizce geçiştirildi? Enver Paşa ve takipçilerinin gerçeği hayásızca saptırıp, inanılmaz ölçülerde baskı yapmalarından tabii... Düşünün ki, Türkiye’nin elinde bu dönemden kalma bir tek resim var... Diğerlerinin hepsi Rus arşivinde... Tek bir satır yazılmaması için öyle bir baskı yapılmış ki... Konuyla ilgili hiçbir şey yazılmasın diye topyekûn bir basın yasağı konmuş... Enver Paşa bu hezimeti Saray’a bir zafer olarak bildiren telgrafları bu baskıya ve yasağa güvenerek çekebilmiş... Doksan bin Türk’ü Allahuekber Dağları’nda kırdırdıktan sonra geldiği Erzurum’dan karısı Naciye Sultan’a çektiği telgrafta köpeğinin durumunu sormayı da ihmal etmemiş...
* * *
Tabii gencecik insanları orada dondurarak öldürüp, bu dehşeti de unutturmanın ardında, geçen yıl Bingür Sönmez’in gönderdiği Alptekin Müderrisoğlu’nun ‘Sarıkamış Dramı’ adlı kitabından öğrendiğimiz bir ‘dış boyut’ var... Sarıkamış’ta ölüme teslim edilen binlerce çocuğun dramının bir adım öncesinde Osmanlı Genelkurmayı’nın Almanlara teslimi yer alıyor. 1913’te General Liman Von Sanders başkanlığında 42 subaydan oluşan Alman Heyeti’ne birer üst rütbe verilmekle kalınmamış, Türk üniformaları da giydirilmiş. Böylece Almanya’da tümgeneral olan Liman Von Sanders mareşalliğe yükselmiş ve ordunun komutasını ele almış. Nitekim Çanakkale Savaşları’nı da o yönetmiş. Osmanlı Genelkurmayı’nı yabancı ordu komutanlarına teslim etmekle kalmayan Enver Paşa, gene Almanların kışkırttığı Pantürkist akımın hevesiyle çocuklarımızı Sarıkamış’ta dondurarak öldürmüş... Bu, Almanların çok işine gelmiş... Çünkü Rusya’nın üzerine gönderilen Osmanlı Ordusu, Doğu Avrupa’da Almanlara karşı savaşan Rusların oradan kuvvet çekmesine sebep olmuş.
* * *
Sarıkamış Dramı bu yıl da anılıyor... Bugün ve yarın Kars’ta çeşitli anma faaliyetleri var... İlkel ve hamasi bir milliyetçiliği belki de en çok utandırması gereken konu Sarıkamış... Kürtleri öldürmedik... Ermenileri de kesmedik... Peki, Sarıkamış’taki doksan bin Türk’ü ne yaptık? Ve neden bu trajediyi tam doksan yıl boyunca görmezden geldik? Bunun bir cevaba ihtiyacı yok mu?’
* * *
Dün Sarıkamış Faciası’nın yıl dönümüydü... Yukarıdaki yazıyı o nedenle tam üç yıl önce yazmıştım... Sorum bugün de geçerli: ‘Sarıkamış’taki doksan bin Türk’ü ne yaptık?’
Tarih: 23 Aralık 2008 Salı, 00:1

Kahraman Maraş Katlimamının Üzerinden 30 Yıl geçti

Kahramanmaraş Katliamı'nın üzerinden 30 yıl geçti 27-12-08
TARAFINDAN: CUMHURIYET GAZETESI

19-26 Aralık tarihleri arasında yaşanan katliamın hedefi Alevilerdi. İlk ve son da değildi, öncesinde 18 Nisan 1978'de Malatya'da, 1980'de de Çorum'da Aleviler katledildi, onlarca kişi öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Olaylar unutulmadı, unutulmayacak da. Alevilerin kaygıları da hala devem ediyor, çünkü iktidarlar bu katliamlarla yüzleşmedi. Sözü fazla uzatmaya gerek yok, Alevi Bektaşi Federasyonu eski başkanı Turan Eser, Pir Sultan Abdal Derneği Eğitim ve Örgütlenme sekreteri Kelime Atay, CHP Genel Sekreter Yardımcısı, İstanbul milletvekili, Kahramanmaraş davasının avukatlarından Mehmet Ali Özpolat anlatıyor...


Söz önce Turan Eser'de...



-Kahramanmaraş, Çorum, Malatya... Ailevilere yönelik bu katliamlarla sizce yüzleşildi mi?

Üzülerek belirtmeliyim ki, Türkiye'de tarihin karanlık, soğuk ve imhacı kesitleriyle hesaplaşma cesaretini gösterecek siyasi bir irade yok. Yüzleşmekten korkuluyor, çünkü yüzleşmek aynı zamanda hesap vermektir. Katliamların failleri, devlet tarafından ödüllendirildiler, itibar gördüler, "devlet adamı" sayıldılar; çeteleştiler, cinayet işlemeye devam ettiler ve ediyorlar. Alevilere "kaşımayın, unutun" deniyor. Oysa tarihimiz bize unutmanın bir ihanet olduğunu öğretti. Acıların tekrar yaşanmamasının ve demokratikleşmenin tek bir yolu var: Tarihsel yüzleşme ve hesaplaşmanın derhal gündeme alınması. Çorum, Maraş, Sivas, İstanbul-Gazi/Ümraniye katliamlarıyla yüzleşmeden ve hesaplaşmadan unutmak, "yeniden yaşamakla" eşdeğerdir.

-Yeniden yaşamak, yeni korkuların yaratıcısı olarak görülebilir mi?

Turan Eser: Türkiye'de toplumsal barış için insan haklarını önceleyen bir siyaset kültürü yaratılmadığı için Alevilerin tedirginliği halen devam ediyor. Resmi siyaset, tarih, hukuk, kültür ve eğitim anlayışının yarattığı dil, tekçi, ötekileştiren, ayrımcı, aşağılayan ve farklılıkların bir arada yaşama istencine fırsat vermeyen bir "dil". Bu dil ve asimilasyon politikalarının sonucu olarak, Alevilerin, Kürtlerin, gayrimüslimlerin, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, ateistlerin ve bir çok farklı inanç ve dillerin varlığına ideolojik olarak tahammül göstermeyen, bu makro politik söylemleri ve anlayışı mikro alanda uygulayan sosyal baskı mekanizmaları üretiliyor ve bu kimliklere yönelik şiddet ve yok etme girişimleri dönem dönem kendini açık ve örtülü bir şekilde gösteriyor...

-Bugün nasıl bir tehlike var?

Turan Eser: Türk siyasetinin ve AKP hükümetinin dili etnik ve inançsal olarak tekçi. AKP politikaları, Alevilerin kaygılarını artırıyor. AKP döneminde Alevi inkarı ve baskıları giderek arttı. Amasya, Erzincan, İstanbul ve Adana'da Alevi öğrencilere yapılan baskılar, geçen günlerde Ankara'nın bir ilköğretim okulunda Alevi çocuklarına başörtüsü giydirerek namaz kıldırılması gibi olaylarla devam ediyor. Alevilerin kamu işyerlerinde yaşadıkları sosyal baskıların, yasalar karşısında ayrımcı uygulamaya daha fazla maruz kaldığına tanık oluyoruz.

-Peki, kendinizi ne zaman eşit hissedeceksiniz?

Turan Eser: Alevilerin bireysel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine tanık olmadığımız, zorunlu din dersleri kaldırıldığı, Alevi köylerine zorla cami yapılmasına son verildiği, resmi din dayatması yerine, farklı inançsal kimliklere yönelik eşit ve barış içinde yaşama atmosferi sağlandığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığına son verildiği zaman… Cemevlerinin ve Alevilerin varlığı resmen kabul edildiğinde, eşitliğe doğru adım atacağız.

-Aleviler arasındaki bölünme, eşitliğe giden yolda işinizi zorlaştırmıyor mu?

Turan Eser: Farklı örgütlenmeler var, ama bölünme yok. Bu doğu değil. Her toplumsal örgütlenmede olduğu gibi, Alevilerin sorunlarını çözme konusunda farklı yaklaşımları var. Örneğin, Cem Vakfı Türk İslam Sentezi doğrultusunda, Ehlibeyt Vakfı, Arap İslamı ve İran Şiiliği doğrultusunda Alevi inancını ve öğretisini devletin resmi inancı haline getirmek istiyor. Yani AKP hükümetinin Alevi kimliğine resmi bir üniforma giydirme çalışmasına destek sunuyor. Bu nedenle de "dedeler devlet memuru olsun" ve "Aleviler diyanette, zorunlu din derslerinde temsil edilsin" gibi anti laik taleplere sığınıyor. Üçüncü eğilimi temsil eden Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) gibi sayıca diğer kurumlardan daha kitlesel olan örgütlenmeler ise, Alevilerin vicdanında kalmasını, laikliğin evrensel ilkesine sadık kalmayı savunuyor.

ŞİMDİ ARTIK HER YER KERBELA HER YER MARAŞ

ŞİMDİ ARTIK HER YER KERBELA HER YER MARAŞ 26-12-08
TARAFINDAN: HÜSEYIN DEMİRTAŞ

Tarih kendisine bakmasını bilenlere çok iyi dersler verir. Türkiye tarihinde istenmeyen halk grupları, yaşadıkları yerlerden atılmak istendiğinde önce huzursuz edilirler. Bu tacizler, baskılar ve baskınlar zamanla dayanılmaz bir hal alır. Sonrasındaysa önce ülke içindeki büyük kentlere doğru bir göç başlar. Oralarda da barındırılmazlarsa, ver elini Avrupa ülkeleri ve Amerika… Bu türden acı göç hikâyelerini herkesin bildiği gibi yakın tarihimizde Anadolu Rumları, Ermeniler ve Süryaniler yaşamıştır.

Ne hazin Maraş Katliamı’nın 30. yılını olayların meydana geldiği Kahramanmaraş il merkezinde anamamak…

Yazıklar olsun, kurbanlarını bile katledildikleri yerde anamayacak kadar çok zor durumlarda bırakılan halkımın yöneticilerine… Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi kaybolan iğnemizi bile samanlıkta değil orası karanlık olduğu için dışarıda aratıyorlar…

Türkiye ağır ağır “her yer Kerbela her yer Maraş” iklimine sokuluyor. Geçenlerde Açık Toplum Enstitüsü’nün desteğiyle Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın koordinatörlüğünde 12 Anadolu kentinde gerçekleştirilen “Türkiye’de Farklı Olmak Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı geniş çaplı kamuoyu araştırmasının sonuçları açıklandı. Araştırmanın sonuçları dehşet verici nitelikte. Anadolu kent ve kasabaları gittikçe muhafazakârlaşıyor. Hatta muhafazakârlaşma sözcüğü hafif kalır; adeta İslamcılaştırılıyor ve toplumsal yapı gittikçe farklı olana tahammülsüz bir şekle bürünüyor. Cümleden de anlaşılacağı gibi toplum pasif, yani kendiliğinden İslamcılaşmıyor. Söz konusu değişim iktidarda bulunan AKP eliyle tetikleniyor. Araştırmanın en ilginç sonucuysa, AKP’liler büyük kentlerde liberal ve başkasına karşı hoşgörülü bir tutum sergilerken, Anadolu’da bu tavrın yerinde yeller esiyor. İktidar partisi Fethullah Gülen cemaatiyle işbirliği yaparak kent ve kasabaları bazı toplumsal kesimler için yaşanılmaz hale getiriyor adeta. Bu baskıdan en çok nasibini alanlar; araştırmada kullanılan kavramla söylersek “ötekileştirilenler” ise başta Aleviler olmak üzere, Kürtler, kadınlar, gençler (özellikle de üniversite öğrencileri), Romanlar, gayrimüslimler, kendisini “laik” olarak tanımlayanlar ve alkollü içki kullananlar...

Araştırmanın ortaya çıkardığı bulgular, AKP iktidarı eliyle uygulanan İslamileştirmeyi tüm boyutlarıyla gözler önüne seriyor. Buna göre, AKP İslamileştirme işini yoğun kadrolaşma yoluyla yaptığından, artık Anadolu kentlerindeki bu dönüşümü “mahalle baskısı” ile açıklamak imkânsız hale geliyor. AKP kadroları tarafından devlet gücü kullanılarak uygulanan İslamileştirme içki yasakları, devlet dairelerindeki cuma namazı baskısı, Ramazanda oruç baskısı, eğitim kurumlarındaki dinci telkin ve propagandalar, yeni icat edilen Kutlu Doğum Haftası gibi ana başlıklarda vücut buluyor.

FARKLI OLANA HOŞGÖRÜ AZALIYOR

Çalışmanın giriş bölümünde yer alan, “Araştırma sonucunda edindiğimiz izlenim, toplumda mevcut olan, farklı kimlikte olanlara karşı uygulanan baskı ve ayrımcılığın, Anadolu kentlerinde AKP tarafından atanmış kadroların icraatları ve cemaatlerin faaliyetleriyle birleşip Türkiye’nin geleceği hakkında kaygı veren bir ortam yarattığıdır” cümlesi ise tüyler ürpertiyor.

Tabii ki, böyle araştırmalar bize daha somut veriler sunuyor ama Türkiye toplumunun son yıllarda hızla tutuculaştığını, softalaştığını ve kendisi gibi inanıp yaşamayanlara karşı tahammülü geri plana ittiğini görmek için illa bilim adamı olmak gerekmiyor. Araştırma aslında bilinen ancak pek dillendirilmeyen bir gerçeği daha ortaya çıkardı: İslamcılaşan ve ardına iktidar desteğini de alan toplum kesimlerinin öteki diye baktıkları diğer gruplar üzerindeki baskılarını şiddet boyutuna da taşımış olmalarıdır. Ramazanda oruç tutmayan, Cuma namazına gitmeyen, küpe takan, uzun saç bırakan, balkonunda şortla oturan ve alkollü içki kullananlar artık birçok Anadolu kentinde dövülüyor ve çeşitli hakaretlere maruz kalıyor. Aleviler, Alevi olduklarını gizlemek zorunda kalıyor. Üniversiteli genç kızlar artan baskılar üzerine etek boylarını uzatmaya, askılı elbise giymemeye zorlanırken, bir bölümü de zamanla türban takar hale geliyor. Yine her fırsatta Alevilere ısrarla, „Mum söndü yapar mısınız?“, „Yabancıya ikram ettiğiniz yemeklerin üstüne tükürür müsünüz?“ benzeri sorular yöneltilmeye devam ediyor.

Kısacası Anadolu’da gidişat iyiye değil. Bilimde, teknolojide ve iletişimdeki baş döndürücü gelişmelere rağmen Anadolu gittikçe içine kapanıyor ve yukardan devlet eliyle dayatılan Müslümanlık tarzını benimsemeyen herkes dışlanıyor. Anadolu kentlerinin manzarası sanki gittikçe, 1978 öncesi Maraş’ına benzemeye başlıyor. O tarihte Maraş’ın ötekileri Aleviler ve solculardı. Şimdiyse yelpaze genişledi. Araştırmada da vurgulandığı gibi, başta Aleviler olmak üzere Romanlar, gayrimüslimler yanında hayatına dine göre yön vermeyen Sünni kökenli, laik ve modern bir yaşam tarzına uyan geniş kalabalıklar da ötekilere dâhil edilmiş bulunuyor.

Öyle anlaşılıyor ki, AKP iktidarı devam ettiği ve hatta iktidarı kaybetse bile arkasında bıraktığı kadrolar görev başında kaldığı müddetçe Anadolu ötekileştirilenlerin zindanı olmaktan kurtulamayacak.

Lakin bu kâbustan kurtulmanın çareleri de tükenmiş değil. Görüldüğü gibi, çoğunluk toplum Sünni Müslümanların aşırı dindarlaşması/İslamcılaşması sadece Alevileri derinden yaralamıyor. Aksine iktidarın tanımladığı çerçevede inanmayan ve yaşamayan hemen herkes mevcut yapıdan rahatsız durumdadır. O nedenle bu olumsuz gelişmelerin mağduru olan tüm toplum kesimleri aralarındaki bazı önemsiz ayrılıkları bir kenara bırakarak, acilen güçlerini birleştirmelidir. Yoksa gidişat iyiye değildir. Bu süreç, Kürt sorununun geldiği boyut ve bazı kentlerindeki etnik çatışma ihtimallerini de hesaba kattığımızda orta ve uzun vadede ekonomik krizin de etkisiyle Maraş’takine benzer katliamlara gebedir. Ayrıca Maraş’ta olduğu gibi, iş Anadolu kentlerindeki İslamcı olmayan sermaye çevrelerinin tasfiye hareketine bile dönüşebilir. Bu hususta çok dikkatli olunmalıdır, zira zaten bazı illerde faili bulunamayan cami kundaklamaları hızla artmaktadır.

Araştırmada bu yönde de veriler mevcut; Erzurum’da Haydar isminde bir esnaf adından hareketle Alevi olabileceği düşünüldüğünden halkın kendisinden alış-veriş etmediğinden yakınmış.

YİNE İSLAMCILAŞMANIN EN BÜYÜK MAĞDURU ALEVİLER

Özellikle altını çizelim, Anadolu’daki İslamcılaşmanın en büyük mağduru yine Aleviler olacağa benziyor. Tehlike büyüktür. Nasıl ki, bugün Kahramanmaraş, Hitler döneminde Almanya’nın, „Judenfrei“ politikası ile Yahudilerden arındırılması ve temizlenmesine benzer şekilde Alevisiz bir kent haline getirildiyse, bu gidişle Türkiye’nin büyük kentleri hariç Anadolu’da Aleviler için yaşam zemini ortadan kalkacaktır.

Tarih kendisine bakmasını bilenlere çok iyi dersler verir. Türkiye tarihinde istenmeyen halk grupları, yaşadıkları yerlerden atılmak istendiğinde önce huzursuz edilirler. Bu tacizler, baskılar ve baskınlar zamanla dayanılmaz bir hal alır. Sonrasındaysa önce ülke içindeki büyük kentlere doğru bir göç başlar. Oralarda da barındırılmazlarsa, ver elini Avrupa ülkeleri ve Amerika… Bu türden acı göç hikâyelerini herkesin bildiği gibi yakın tarihimizde Anadolu Rumları, Ermeniler ve Süryaniler yaşamıştır. Sonra sıra Müslüman kabul edilen, ancak etnik ve dinsel bakımdan öteki diye sınıflandırılan Kürtler ve Alevilere gelmiştir. Kürtler bu süreci köylerinin yakılması ve boşaltılmasıyla büyük kentlerin varoşlarına ve Batı Avrupa ülkelerine iltica ederek, Aleviler de Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları sonrasında buraları büyük ölçüde terk etmek suretiyle yaşamışlardır. Kürtlerin hikâyesi biraz farklı olduğu için onu bir kenara koyarsak, Aleviler adına istenen gerçekleşmiştir. Adı geçen kentlerde yaratılan güdümlü provokasyonlar sonucunda, Alevi varlığı silinme noktasına getirilmiştir.

Özellikle Maraş’taki Alevi varlığının silinmesi öyle sıradan bir yok olma değildir. Tek başına bir inancın mensuplarının o kenti terk etmesi hiç değildir. Aslında Maraş örneğinde Alevilerin sadece vücutları değil, gelecekleri ve ekonomik can damarları da kesilmiş ve katledilmiştir.

Bu yönüyle bir milat olması dolayısıyla günümüze de ışık tutan Maraş Katliamı ile Alevi hareketinin gelişimi durdurulmuştur. Maraş ile bu kent merkezli bir filizlenme içinde bulunan Alevi sermayesi tasfiye edilerek, adeta bugünkü Anadolu Kaplanları denilen İslamcı-Yeşil sermayenin temelleri atılmış ve onların olası rakibi durumundaki bir güç olan Aleviler denklem dışına çıkarılmıştır.

İşte bu veriyle hareket ettiğimizde kesinlikle görürüz ki, derin devlet, ABD-CIA denetimindeki faşist ve gerici güçlerin Sünni yerli halka yönelik kışkırtmaları Maraş’ta başarılı olamasaydı, arkasından ne Çorum yaşanırdı ne de 12 Eylül cuntası darbe yapabilirdi. Tüm bunlar olmayınca da, Alevi gençleri Mamak zindanlarında işkencelere ve ölümlere maruz kalmaz; Kenan Evren din derslerini zorunlu yapıp, Alevi köylerine zorla cami inşa ettirerek asimilasyona hız veremezdi. Üstelik Aleviler daha erken ekonomik bir güç haline geleceklerinden ve orta sınıf konumuna yükseleceklerinden kendi örgütlenmelerini ve kurumsallaşmalarını çok önceki bir tarihte tamamlamış olurlardı. Özetle Alevilerin şimdi yaşadığı birçok sorun çoktan geride bırakılmış ve çözülmüştü diyebiliriz. Keza 12 Eylül cuntası Türk-İslam Sentezi’ni devletin resmi ideolojisi haline getiremeyeceği için de Türkiye toplumu yüzde 70 oranında sağcılaşmaz, İslamcılık bu boyutlarda olmaz; sol, sosyalist ve sosyal demokrat partiler iktidar alternatifi bir konuma çoktan erişmiş bir manzara sergilerlerdi. Sonuçta Türkiye ne Turgut Özal’ı, ne Necmettin Erbakan’ı ve ne de Tayyip Erdoğan’ı başbakan olarak kesinlikle tanımamış olurdu. Hatırlatalım, 12 Eylül sonrasında, önceki tüm Cumhuriyet döneminden daha fazla sayıda Alevi asimile edilmiştir.

MARAŞ KATLİAMI OLMASAYDI BUGÜN ÇOK FARKLI YERLERDEYDİK

Buna karşılık hayıflanmanın da fazla bir anlamı yok. Biliyorum bu anlattıklarım birer varsayım; tıpkı „halamın sakalları olsaydı amcam olurdu“ gibisinden… Ancak Maraş’ın şifresini çözebilmek için böyle tersinden soruların da sorulması ve „ya olmasaydı“ dediğimizde tarihin ne şekilde farklı bir seyir izleyebileceğini kestirebilmek bakımından büyük önem taşıyor. Ayrıca böyle bir çaba bugünün politikasını oluşturabilmek, daha gerçekçi hareket edebilmek ve Türkiye’nin mazlumlarının geleceğini daha iyi nasıl inşa edebiliriz sorusunun cevabına da büyük katkı sunuyor.

Maraş’ı değerlendirirken, bu bilinçle hareket edilirse orada katledilenlerin anısını daha güzel yâd etmiş oluruz. Kanları yerde kalmaz. Türkiye ise „Her yer Kerbela her yer Maraş“ kâbusundan kurtulma yönünde dümen kırabilir…

Sadece gözyaşı dökmeyle, feryat figanla yetinirsek, onlar iktidarda ve halk çoğunluğu denetimlerinde olduğundan bu ülkenin değil Maraş’ını, her santimetre karesini ötekileştirdikleri bizlerden kolaylıkla temizlerler. Başkalarına yaptıkları gibi…

Bu makûs talihe direnişin ve onu yenmenin tek yoluysa, Türkiye’nin tüm ezilenlerinin, mazlumlarının ve mağdurlarının zalime karşı güçlerini birleştirmesinden ve örgütlenmesinden geçiyor. Aksi takdirde bu gün Alevi’yi, yarın Kürdü, ertesi gün Romanları ve bunlar bittiğinde de laikleri, ilericileri ve asıl ittifak yapacağı kesimleri unutarak modern bir ülke rüyasına yatanları yok edeceklerdir. Malum inkâr, asimilasyon ve imha değirmenleri tam kapasite çalışıyor. Bunu görünce benim aklıma, “Bu değirmen beni de öğütebilir” diyen herkesi görev ve sorumluluk almaya davet etmekten başka bir şey gelmiyor. Sahi sizin geliyor mu? Gelmiyorsa o zaman ne duruyorsunuz ve öyle dut yemiş bülbül gibi susuyorsunuz? Daha nelerin olması gerekiyor harekete geçmeniz için? Tüm bu yaşanan acılar, katliamlar, asimilasyonla nüfusunuzun hızla azaltılması yetmedi mi? Bıçak kemiğe dayanmadı mı hala?

Çok geç olmadan şu vurdumduymazlığa ve üzerimize ölü toprağı serpilmişliğine bir paydos diyelim artık!