30 Kasım 2010 Salı

Mehmet Barlas - Hayal bile edilemeyenler gerçek olurken...

BAŞYAZI



İletişim teknolojilerinin bizi taşıdığı yeni dünya, geçmişi bugüne söylem ve davranış olarak taşımayı çok zorlaştırıyor.

Düşünün ki bir akıllı cep telefonu ile ulaşamayacağınız bilgi kaynağı yok gibi.

Bir tartışma ortamında karşınızdaki kişi tarihe veya siyasete ya da ekonomiye ilişkin bir iddiayı seslendirdiğinde cep telefonunuzdan internetteki arama motoruna girip, söylenenlerin doğruluğunu hemen kontrol edebiliyorsunuz.

Bir ürünü satın almak istediğinizde, global ölçekteki karşılaştırmalı fiyatlar telefonunuzun ekranına gelebiliyor.

Louvre gibi, MoMa gibi müzeleri oda oda gezebiliyorsunuz cep telefonunuzun ekranında.

Dünyadaki bütün gazetelere, bütün dergilere ulaşmanız saniyelik mesele artık.

O gece başınızı kaldırdığınızda semada gördüğünüz yıldızların isimlerini yahut bulunduğunuz yerin enlemini boylamını da öğrenebilirsiniz cebinizdeki akıllı telefondan.



Yeni bir yaşam

Ya da en son yayınlanan "Best Seller" kitabı indirebilirsiniz.

Yakın tarihe kadar benim için New York'a gitmekteki ana neden hiper-kitabevlerinin rafları arasında dolaşmaktı.

Şimdi "Amazon" istediğim kitabı iki günde elime ulaştırıyor.

Eski evlerdeki üzerlerine dantel örtülen ve küçüklerin dokunması yasak olan radyoları hatırlayın.

Cep telefonunuzdan yahut dizüstü bilgisayarınızdan dünyadaki bütün radyo istasyonlarına ulaşmak işten değil artık... Daha ötesi televizyon kanalları da artık internette...

Olay sadece bilişim dünyasındaki devrimlerden ibaret değil.

Nano-teknoloji de, başta sağlık olmak üzere her alanda çarpıcı yenilikler getiriyor yaşamımıza.

Sıcak havada soğuk tutan soğuk havada sıcak tutan giysiler buna bir örnek.



Her şey farklı artık

Evleri boyarken iklime uyarlı boyalar seçebiliyorsunuz.

Damarların tıkanıklığına karşı takılan stentler, tıkanıklığa sebep olan nedenleri kendi kendilerine temizliyor.

Hiç yeni otomobillerin eskilerinden ne kadar farklı olduklarına dikkat ettiniz mi?

Yeni otomobilin arızasını anlamak için onun beynini bir bilgisayara bağlamak yeterli oluyor. Bu arızaların çoğu bir tuşa basılarak gideriliyor.

Yakın gelecekte bu arızaları kendi kendine giderecek araçlar yapılacak.

Buharlı motorlar, içten patlamalı motorlar, elektrik motorları...

Bunlar insan gücünün kaldıraçlarıydı.

Bilişim teknolojileri ise insan beyninin kaldıraçlarını üretmekte.

Siz hâlâ ninenizin dünyasında takılıp kalmışsanız, belki mutlu olabilirsiniz.

Ama yeni dünya ile yarışmanız asla mümkün değildir.

Bilişim Devrimi ile tarih bile daha güncel ve daha şeffaf artık.

Mehmet Barlas - Erdoğan'ın dış politikasında meğer İslami hassasiyet yokmuş

BAŞYAZI



Siyasetçiler de köşe yazarları da "Ben kimim" sorusuna cevap aramadan karşıtlarının kimliği üzerinde çeşitlemeler yapmayı yeğ tutuyorlar.

Siyasal yaşamımızın mütemmim cüzü haline gelen "Salı Sendromu" nun parti grup toplantılarında konuşan liderler bunu hep yapmıyorlar mı?

Dün CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da, MHP Genel Başkanı Bahçeli de, Erdoğan'ın Müslümanlara karşı ilgisizliğini vurgulayan sözlerle, onun inançlarındaki samimiyetini sorguluyorlardı.

İşte Kılıçdaroğlu'nun sözleri:

"- Sen halka doğruları söylemiyorsun. Bunların söylemleri ve eylemleri birbirine zıttır. Füzeyi kurunca soğuk savaşın cephe ülkesi Türkiye olacak... Irak'ta milyonlarca Müslüman ölürken, kadınlara tecavüz edilirken sen de buradaydın Başbakan... Bu füze kalkanı İran için kuruldu, İsrail'i korumayı amaçlıyor..."



Müslümanlar öldürülürken İşte

Bahçeli'nin sözleri:

"- ...Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı sıfatıyla yakın coğrafyalarımızdaki Müslüman kardeşlerimizin katline göz yumulmuş ve sorumlularıyla demokratik ortaklık bağı oluşturulmuş, başörtüsü sürekli olarak istismar edilmiş ve belirsizliğe mahkûm edilmiş..."

Bu sözleri dinleyen Başbakan Erdoğan'ın içine "Gerçekte ben inançlı bir insan mıyım" içerikli bir kuşku düşmüş müdür acaba?

Bu kuşku daha ileri taşınırsa Erdoğan'ın "Ben İsrail'i korumak için mi, yoksa Türkiye'de Ortodoks Hıristiyanlığı yaymak için mi siyaset yapıyorum" sorusuna da cevap araması gerekebilir.

Çünkü Bahçeli'nin suçlamaları sadece Müslümanların katline Türkiye'nin seyirci kalması iddiası ile bitmiyor.



Kiliseler onarılmış

Bahçeli'nin diğer suçlamaları da şöyle:

-... AKP'yle geçen sekiz talihsiz yılın içerisinde; Ermeni Kiliseleri onarılmış ve maç bahanesiyle tarihi tezlerimiz tartışmaya açılmış, 'İnançlarımıza güveniyoruz' sözleriyle, yıllarca kapalı tutulan Ortodoks Kilisesinin ibadete başlaması sağlanmış, Patrikhane övülmüş, Heybeliada Ruhban okulunun faaliyete geçmesi için çalışmalara başlanmış, Milli davamız Kıbrıs AB, ABD ve Rumların merhametine terk edilmiştir..."

Erdoğan'ı bu örneklerle suçlayan Kılıçdaroğlu ve Bahçeli onun ne olduğunu anlatan konuşmalar yapmadan önce acaba "Biz kimiz" sorusuna cevap aramayı denediler mi?

Ya da "Ben iktidarda olsaydım Irak'ta Müslümanlar ölürken bunu seyretmez, Türkiye olarak duruma müdahale ederdim" içerikli söylemler mırıldanmışlar mıdır kendi kendilerine?



Sen kimsin ki?

Yıllar önce çok yaşlı bir aile büyüğü, belleğini yitirmişti.

Yatağında oturur ve sürekli gülümseyerek etrafa bakardı.

İki yeğeni bir gün onu ziyaret etmişler.

Biri eğilmiş ona,

- Dayı ben kimim, diye sormuş...

Yaşlı adam gülümseyerek cevap vermiş:

- A kızım, sen kim olduğunu bilmiyorsan, ben senin kim olduğunu nasıl bilebilirim ki?

Neticede siyasetçilerin de, gazete köşe yazarlarının da kendileri dışındaki herkesin karakter tahlilini yapmaya kendilerini yetkili gördükleri bu ortamda, salı günleri de böylece geçip gidiyor.

Bu salı da Kılıçdaroğlu ve Bahçeli dış siyasetimizdeki İslami hassasiyetin yokluğundan yola çıkan konuşmalar yapmış oldular.

Bakalım Erdoğan dinsiz dış siyasetin yükünü nasıl taşıyabilecek?

Mehmet Barlas - .Her şeye hayır derseniz değişimi de durdurur musunuz?

BAŞYAZI



Aslında beynimiz köhne bir konağın eski mobilyalarla dolu salonu gibi. Değişimi, yenilikleri ve güncel gerçeği anlayabilmemiz için bu eski mobilyaları (ya da bilgileri) tavan-arasına kaldırmamız ve yeni olanlara yer açmamız gerekiyor.

Yıllar önce okuduğum bir kitapta "Visa" kartının yaratıcısı Dee Hock, yeni dünyaya ve değişime uyum göstermek için "Düzen" ile "Kaos" arasındaki dengeleri kurmanın gerektiğini vurguluyordu.

Dee Hock "Kaos" (chaos) ile "Düzen" (order) kavramlarının alaşımından "Chaordic" diye isimlendirdiği bir örgütlenme biçimini, yönetim modeli olarak sunuyordu.

Bu modelde yöneticilere düşen öncelikli görev değişimi sürekli algılamaya çalışmaktı. Böylece bu süreçte doğacak toplumsal ve bireysel gereksinmeleri karşılamak "Ana hedef" olarak benimseniyordu.

Beynin yeniye açık olabilmesi için eski eşyaların tavan-arasına kaldırılması önerisini de Dee Hock seslendirmişti.



Trafik sendromu

Gerek Kurban Bayramı sırasında gerekse bayram dönüşlerinde bir ulusal ve ruhsal kriz konusu haline dönüşen "Trafik sendromu" dolayısıyla, bu "Chaordic" örgütlenme biçiminin hatırlanması gerektiğini düşündüm.

Beynimizin göreceli yeni eşyalarla dolu babayram, İstanbul gibi büyük kentlerin boşalması, çalışanların bayram tatilini farklı âanlarda dinlenerek ve eğlenerek geçirmeleri şeklindedir.

Oysa bu bayram böyle olmadı.

Çünkü yeni sandığımız bilgiler de (veya beyindeki mobilyalar da) eskimiş durumda.

Otomotiv endüstrimizin kırdığı üretim ve satış rekorları sonunda mevcut şehirlerarası yollar trafiği karşılamaya yetmezken, bayramda da seyranda da şehir içi trafiği bunaltıcı bir olguya dönüşmüştür.



Bunalım kaynağı

Şehir dışına gidenler ne kadar çok sayıda olursa olsun şehir trafiği yine hafiflememektedir.

Bayramın ikinci günü Bağdat Caddesi'nden Etiler'e gelmek iki saat sürüyordu.

Bayram dönüşü İzmit'ten İstanbul'a gelmeyi ise Yavuz Semerci Habertürk'teki yazısında şöyle anlatmıştı: "-İzmit'ten İstanbul yönüne (TEM Otoyolu) bağlanana kadar. Dilovası'na kadar saatte 10 kilometre hızla akan bir trafikte eğlenecek yollar da icat edemiyorsunuz. Çünkü otomobilin içine derin bir sessizlik hâkim oluveriyor. Sinirler gerilmiş, dişler sıkılmış bir vaziyetteyiz. Kime takılsanız, patlayacak bir ruh karşınıza çıkıveriyor. 12 saat oturduğunuz koltuğun, insana batacağını biri söylese inanmazdım. Doğruymuş!"



Değişimi görmemek

Beyninizdeki eski bilgilerle "Üçüncü Köprü'ye hayır" ya da "Yeni otoyollar doğayı bozacak" benzeri sloganları seslendirebilirsiniz. realitesi"ne bakarken de, "Sivil demokrasi" üzerinde tartışırken de, "Yargı bağımsızlığı" ile "Juristokrasi" arasındaki kaotik inter-aktiviteyi yorumlarken de yapabilirsiniz.

Trafik sorununa çözüm olarak "Özel araç kullanımını yasaklamalıyız" bile diyebilirsiniz.

Değişimi algılamadığınız takdirde, toplumun yeni gereksinmelerini de görmezden gelebilirsiniz.

Mehmet Barlas - CHP'nin sivil paşalarının sivil darbe ürküntüsü...

BAŞYAZI



Siyasette, idarede ve toplumsal yaşamın bütün alanlarında her gün sayısız gelişmeye tanık olmaktayız.

Bu olayların içinde bulunmayan ya da taraf olmayan bazılarımız da, her gün bunlara ilişkin tepkilerimizi ve gözlemlerimizi seslendiriyoruz.

Örneğin dün önce İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın Balyoz Davası sanığı ve çok sayıda fişleme dosyasında imzası bulunan Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nu açığa aldığı haberi duyuldu.

Sonra Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun pazartesi günü itibariyle açığa aldığını duyuruldu.

Kamuoyu bu gelişmelerin perde arkasını anlamaya çalışırken CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol TBMM'de yaptığı ivedi basın toplantısında, hükümetin generalleri görevden almasını "Sivil darbe" olarak değerlendirdi.

Bu tür ivedi tepkilerin varlığı tabii ki basın olarak bizim işimize gelir.



Manşet malzemeleri

Çünkü bunlar olayı ısındırır hatta kaynatırlar.

Manşetlere böylece malzeme çıkar.

"CHP'nin sivil paşaları generallere sahip çıktı" benzeri cinaslı başlıklar bile atılabilir.

Ancak kendilerini tepki göstermekle görevli sayan siyasetçilerin, daha önemli gelişmelerde neden suskun kaldıkları da bu arada mutlaka sorgulanmalıdır.



CHP neden suskun?

Örneğin geçtiğimiz günlerde Abdullah Öcalan'ın

"Artık siyasette silahın yeri olmamalıdır" içerikli bir açıklama yapan Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'i uzaktan haşladığı ve hatta "Silahlar olmasaydı Belediye Başkanı mı olurdu" diye sorguladığı haberleri bütün medya organlarında yer aldı.

Öcalan'ın bu açıklamalarının Baydemir'i istifanın eşiğine kadar getirdiği de söylendi.

Acaba neden Kemal Anadol veya CHP'nin sözcüleri bu gelişme karşısında da bir tepki koymadılar?

Onbinlerce cana mal olan bölücü terör kaynaklı kalkışmanın silahlardan arındırılması içerikli bu tartışmalı gelişme, "Diyarbakır'ı Paris yapmak" süreci ile hiç ilişkili değil miydi?

Veya salı günü MHP'nin grup toplantısında Genel Başkan Devlet Bahçeli'nin

"AKP'yle geçen sekiz talihsiz yılın içerisinde; Ermeni Kiliseleri onarılmış ve maç bahanesiyle tarihi tezlerimiz tartışmaya açılmış, 'İnançlarımıza güveniyoruz' sözleriyle, yıllarca kapalı tutulan Ortodoks Kilisesi'nin ibadete başlaması sağlanmış, Patrikhane övülmüş, Heybeliada Ruhban Okulu'nun faaliyete geçmesi için çalışmalara başlanmıştır" içerikli konuşmasına da CHP sözcülerinin tepki göstermeleri gerekmez miydi?



MHP'den farklılar mı?

CHP'nin Heybeliada Ruhban Okulu'na ilişkin görüşleri acaba MHP ile aynı çizgide midir?

Ana muhalefet partisi konumunda siyaset etmek sadece iktidar sözcülerine laf yetiştirmek veya iktidarın her icraatına ve kararına tepki göstermek midir?

Yarım yüzyılda dört askeri darbeye sahne olmuş ve bunlardan birinde CHP'nin de kapatıldığı bir ülkede bir CHP sözcüsü "Sivil darbe var" diyerek kendisini ortaya atabilirken çok önemli diğer gelişmelerde o partinin sözcüleri suskun kalıyorlarsa, bunda bir gariplik yok mudur?

Eğer askeri konulara bu kadar meraklı iseler mesela

"Bedelli askerlik" konusunda ne düşünüyor bu sivil paşalarımız?

Mehmet Barlas - Bazen yasalar bazen de teamüller ağır basar...

BAŞYAZI


Bazen yasalar bazen de teamüller ağır basar...

Sosyo-politik yaşamımız yine "Yasalar" ile "Teamüller" arasındaki çekişmeye sahne olmakta.

Bunun son örneğini haklarında açılmış davalar nedeniyle Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nun açığa alınmaları ertesindeki tartışmalarda gördük.

Dün bir gazetecinin "Üç general görevden neden alındı" sorusuna Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül "Bu, 926 sayılı kanunun 65. maddesinin uygulanmasından ibarettir. Söyleyeceğim başka bir şey yok'' diyerek cevap verdi.

Gerçekten de 926 sayılı TSK Personel Kanunu'nun 65'inci maddesinde şu hüküm var:

"- Haklarında ölüm veya ağır hapis cezasını gerektiren veya yüz kızartıcı bir suçtan ya da taksirli suçlar hariç olmak üzere beş yıl ve daha fazla hapis cezası gerektiren bir cürümden veya emre itaatsizlikte ısrar, üste veya amire fiilen taarruz, üste veya amire hakaret, mukavemet suçlarından dolayı kamu davası açılanlar, mensup oldukları bakanlıklarca açığa çıkarılabilirler."

TSK Personel Kanunu'na yansıyan bu hüküm aslında tüm kamu görevlileri için de geçerli değil mi?



Generaller ve emniyet müdürleri

Nitekim dün İsviçre'ye giderken havaalanında görevden alınan üç generalle ilgili soruları yanıtlayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu durum kapsamındaki polisleri hatırlatarak şöyle dedi:

"- Yasaların sayın bakanlara verdiği yetki, bakanlar değerlendirmişler ve kullanmışlardır. Aslında bu hususu çok fazla abartmaya da gerek yok. Biliyorsunuz bu ülkede emniyet genel müdürleri bile aynı şekilde açığa alınmıştır."

Görüldüğü gibi ilk bakışta generallerle emniyet müdürleri, yasaların önünde aynı konumdalar.

Ama "Teamüller" farklı durumları işaret ediyor.

Tıpkı başı örtülü genç kızların konumlarının yasalar önünde farklı, teamüller önünde farklı olması gibi bir durum bu.



Hangisi daha ağırlıklı?

Bazen teamüller yasaların da, devlet hiyerarşisinin de önünde yer alır.

Örneğin Genelkurmay kadrosunun Çankaya'daki Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu'nu boykot etmeleri, askerlerin teamülden kaynaklanan siyasal davranış biçimini yansıtmıyor mu? Açığa alınan üç generale ilişkin durum da, teamüllerin yasalardan ağır bastığı bir sürecin sonunda gelinen ve yasaların ağır bastığı bir nokta değil midir?

Geçen ağustostaki Yüksek Askeri Şûra'da Hükümet'in müdahalesi ile darbe girişimi dolayısıyla sanık olan üç generalin terfileri durdurulmuştu.

Aslında yasalara göre bu generaller o zaman açığa alınabilirdi.

Bu yapılmadı. Sonrasını Ahmet Altan dünkü Taraf'ta şöyle değerlendirmişti:



Sonunda yasalar ağır bastı "

- Generaller, hükümetin bu çekingenliğini bir 'korku' işareti olarak görüp işi zorladılar. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ne başvurdular. 'Askerî' mahkeme de sanki yasalarda böyle maddeler yokmuş, bu generaller ağır bir suçtan yargılanmıyormuş gibi 'yürütmeyi durdurma' kararı verdi. 'Terfi etmeleri gerektiğini' söylemiş oldu böylece. Ağustosta, Başbakan'ın başkanlık ettiği Yüksek Askerî Şûra'da alınan kararı, askerî mahkeme bu kararıyla 'bypass' etti. Mesaj açıktı. 'Siviller YAŞ'ta bastırıp darbeci generallerin terfilerini durdurabilir ama biz onları terfi ettirmenin bir yolunu buluruz.'

Demek ki ağustostan düne kadar "Teamüller" dünden sonra da "Yasalar" ağır basmış oluyor.

Yasaların ağır basmasını "Sivil darbe" olarak niteleyen CHP'li Anadol da "Askeri Demokrasi"nin teamüllerinin, yasalardan daha ağırlıklı olduğunu seslendirmekten başka bir şey yapmış olmuyor

Murat Belge - Atatürk’ün sesi

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 21.11.2010




“Atatürk’ün sesi” diye bir yeni konumuz oldu. Aslında çok yeni sayılmaz. Epeyden beri, boyu, sesi, kahvesinin şekeri konuşulur. “Ses” konusu gene komik bir biçimde gündeme geldi, şimdi arka plana kaymaya başlar, ama bir süre sonra yeni bir komik biçim alarak önümüze çıkar. Hiçbir şey olmasa gerçek ses kayıtlarıyla radyoda, TV’de onun ağzından konuşan spikerlerin o “heybet” dolu sesleri arasındaki fark insanların dikkatini çekmeye devam eder.

“Ses”e yeniden gelmek üzere konuya biraz daha ciddi yerlerinden bakalım. İki örgüt var Türkiye’de, ikisinin de çok sayıda üyesi olduğunu sanıyorum. Biri ADD, yani “Atatürkçü Düşünce Derneği”, öbürü de ÇYDD, yani “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”. Birinciden, şimdiye kadar, “Atatürkçü Düşünce”nin ne olduğuna dair herhangi bir açıklama görmedim. Görmeme zaten imkân yok, çünkü böyle bir şey yok. Hepimiz düşünüyoruz, düşünmek zorundayız, zeki olanımız, daha zeki olanımız var (tabii tersi de var), bilgili olanımız, az ama, var. Ama şu saydıklarım, herhangi birimizi “Dünya Düşünce Tarihi” içinde bir “yer” sahibi yapmaya yetmiyor. Orada, diyelim Spinoza’nın yeri var, yeri olmasının nedenleri de var; Berkeley, Hume, Kant, Fichte vb. “Atatürkçü Düşünce”nin bir epistemolojisi var mıdır, bir ontolojisi var mıdır, varsa nedir? Beğenirsiniz, doğru bulur ya da bulmazsınız, Marksizm’in epistemolojisi vardır, toplum ve tarih tanımı vardır, bir ahlâk felsefesi vardır, bir hedefi vardır, bunun için bir pratik anlayışı vardır. “Atatürkçülük” için bunların herhangi birinin bir izini gösterebilir mi kimse? “Olgular” düzeyinde, zaten yok öyle biri.

Atatürk’ü filozoflar arasına katmak haksızlık olabilir. Bir Hegel veya bir Descartes’la bir komutan ve devlet adamını, felsefesinin olgunluğu düzeyinde karşılaştırmak haksızlık olabilir. İyi de “böyle yapalım” diye tutturan ben değilim. Ama birileri böyle dernekler kuruyor. “Onun düşüncesinden bir milimetre sapamayız diye” yeri göğü inletiyorsa, “Nedir bu düşünce?” diye soracağız elbette. Soracaksak, “düşünmek” denen disiplinin zorunlu yapıları içinde soracağız: “Atatürk ne düşünürdü?” deyip “En hakikî mürşit ilimdir” derdi diye cevap vermek, olmaz bu.

Filozoflarla karşılaştırmayalım, kendi gibi siyaset adamlarıyla karşılaştıralım öyleyse. Britanya’da Churchill’i seven çoktur, bu ülkenin tarihinde önemli roller de oynamıştır. Ama orada bir milim sapılmaması gereken bir “Churchill’ci Düşünce Derneği”, İtalya’da “Cavour’cu Düşünce Derneği”, Amerika’da “Abraham Lincoln’cı Düşünce Derneği” bulamayacağınız gibi. Dünya siyaset bilimi terminolojisinde “Churchillism”, “Bismarckism” gibi kelimeler geçebilir zaman zaman. Ancak, anlattıkları gerçeklik olumsuzdur, özenilecek bir şey değildir.

Böyle bir derneğin varlığı, bizatihi, bu toplumun siyasi (ve başka) bakımdan yeterince olgunlaşmadığının bir işaretidir.

İkinci dernek, ÇYDD. Şimdi burada sanki biraz daha yaklaşabiliriz “Atatürkçü Düşünce”nin ne olduğuna. “Çağdaş” bizde “modern” anlamında kullanılıyor. Demek ki bu dernek Modern Hayat, Modernleşme denen girişimi destekliyor. “Modernleşme” dediğimiz şey ise önceleri “Batılılaşma” dediğimiz şeyin (daha bir P.C. içinde) “tercümesi” gibi.

Bence de Atatürkçülük, “Cemiyet-i Akvam” içinde bir ülkenin, Türkiye’nin Batılılaşmasını (“modernleşme”sini) baş hedef olarak seçmiş, bütünüyle pragmatist bir programdır. (“program” bile orada olmayan bir “sistematizm”i ima edebilir). Bence bir “modernleşme” de değildi, ama şimdilik oraya girmeyelim.

Ama bugün, “Atatürkçüler”e, bu iki dernekte de etkin olan bazı Kemalistler’e baktığımızda “Batı düşmanı” olduklarını görüyoruz. Ajitasyonları aslında AKP’nin seçim kazanmasından önce başladı ve hedefleri Türkiye’nin AB bütünleşmesinin önlenmesiydi. Yıllarca, ordu kanalı başta olmak üzere, AB üyeliğinin bizim için vahim sakıncalarını anlattılar. “İran ve Rusya” bile dediler.

Yani Atatürkçülük, bir “düşünce biçimi” olarak tanımlamakta ısrar ediyorsak tek tutacağımız yeri olan “Batılılaşma”dan kopartıldı –Atatürkçüler’in eliyle. Peki, “Batılı” olmayan bir “modernleşme” nedir, nerede bulunur, İran’da ve Rusya’da mı? Nasıl bir “çağdaşlık”tır?

Bu, bir “ideoloji”de bir kriz. A hedefini gerçekleştirmek üzere kurulmuş bir “ideoloji”yi A hedefinin düşmanı ilân ediyor ve aynı zamanda ondan bir milimetre sapılmaması gerektiğini haykırıyorsunuz.

İdeoloji bu hale gelince, “sahibinin sesi” önem kazanıyor. Boyu ne kadardı, gözleri nasıl bakardı, falan filan.

Murat Belge - Geçmiş/gelecek

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 20.11.2010




CHP gene gündemde! “CHP, sol bir parti olabilir, olacak mı?” Bu “çok” önemli soru karşısında, baktım, bizim gazetede bile görüşler “muhtelif”. Ben öteden beri bu konuda Yıldıray Oğur ve Melih Altınok doğrultusunda düşünürüm; ama Ahmet Altan bizlerden daha iyimser. Bu sabahki yazısında, niyet etmezse bile “ileri” sonuçlar veren bir yeri olduğunu söylüyor ki, bu, katılmasanız dahi incelenmesi gerekli bir iddia.

CHP’nin “sol” bir “rol” üstlenip üstlenemeyeceği sorusunun yeniden gündeme gelmesi, BDP genel başkanının seçim ittifakı çıtlatmasına CHP’den olumlu bir cevap gelmesiyle gerçekleşti. Ardından, Selahattin Demirtaş’ın Türkiye’nin temel kafa karışıklığını devam ettiren “sol cephe” sıralaması geldi. Burada, CHP ve BDP’nin yanında, ÖDP ve EMEP gibi parti adları da geçiyor. Yani geçirdiğimiz referandumun “hayır”cı ve “boykot”çu özneleri. Bu adımı atan Demirtaş, Birgün gazetesinin attığı mantıken tutarlı adımı da atıp MHP’yi de katmalıydı, “sol cephe”nin içine; TKP’yi de, “Türk Solu” çevresini, Perinçek’i de katmalıydı. Ama bazı şeyler bu adımı atmasına engel oluyor, anlaşılan. O “bazı şeyler” belki de Türkiye’deki “Kürtlük olgusu”nu kuşatan “nesnel ve gerçek durum”dur.

BDP’deki bu bakış açısının kaynaklarından birinin Abdullah Öcalan’ın düşüncesi olduğu daha çok “karine” yoluyla çıkarsanabiliyor. Ben o cihetten gelen mesajları doğrudan izlemiyorum, ama sağda solda uçuşan sözlerden Öcalan’ın bu iş çözülecekse, sorunu yaratanla, yani devletle çözmekten yana olduğunu çıkarıyorum. Bu, bir genelleme olarak alındığında, mantıksız bir düşünce değil. Türkiye’de Kürt varlığının ta başından itibaren bir sorun olarak algılanması ve toplum biçimlendirilmesinde, bunun çeşitli aşamalarında verilmiş kararların “Kürt sorunu” gözetilerek verilmesi öncelikle bu geleneksel “devlet bakışı”nın ürünüdür. Böyle olduğuna göre, bu devletin onaylamayacağı bir anlaşma veya uzlaşma daha baştan “hükümsüz” olur. Onun için de, şimdiye kadar birbirini muhatap saymayan iki tarafın çözüm için asıl kendilerinin muhatap olduğunu anlamaları ve bunu böyle kabul etmeleri gerekir.

Dediğim gibi, bu çerçeve içinde bakmak “mantıksız” değil, ama bence yeterli de değil. “Yeterli” değil, çünkü “çerçeve” bu değil. Demirtaş, gerçek kaynak oysa Öcalan, yalnız “Kürtler” açısından bakarak konuşuyorsa, bu anlaşılır bir şey olabilir ama durumun bütününü açıklamaz. Türkiye, tarihi boyunca, dokunduğu her şeyi, yalnız Kürtleri değil etnisiteyi, yalnız Sünniliği veya Aleviliği değil dini, “sorun” haline getire getire, kendisini kendi için en büyük sorun haline getirmiş bir toplumdur. Bugünkü sorunu da bu eski “kendi” olmaktan çıkmak ve normalleştirmektir. Bunun yolu da “demokrasi”dir. Bu çıkış “sağ” bir rota mı izleyecek, daha “sol” bir rotaya oturabilir mi, bunlar da önemli konular ve elbette onlar üzerinde konuşacağız, konuşmaktan öte eylemde bulunacağız. Ama gidilen yolun kendisi “demokratik” olmak zorunda. Bu, senin, benim, berikinin tanımlayacağı bir “demokrasi” ile özdeş olmayabilir –öyle tanımlanabilecek bir demokrasi yok zaten. Ama temel çizgileri, temel karakteri var, Türkiye’nin bugünkü gidişini de o belirliyor.

Bu toplumda, başta Kürt konusu, her şey bu sihirbazın, bu Cumhuriyet Devleti’nin belirleyici varlığı altında biçimlenmiş. Şimdi onun içinde dahi, onun varlık biçiminin artık değişmesi gerektiğine inananlar var –ama inanmayanlar, inanmamaktan öte, değişimi durdurmak için her şeyi yapanlar da var. “Anlaşma” ve “uzlaşma” olacaksa onlarla değil, onlara rağmen olacak. Bunun yolu da onları izole etmek, yalnızlaştırmak ve güçsüzleştirmek. 2010 sonlarının ve önümüzdeki yılların Türkiye Cumhuriyeti’nde bu artık mümkün, çünkü genel koşullar bu zemini yaratıyor.

CHP’nin yalpalamaları da bu nesnel sürecin zoruyla oluyor. Bir şey olmak istiyor (“Atatürk’ün kurduğu parti”): ama bugünün anlayışları çerçevesinde bunu olduğunda, sözgelişi, “seçim kazanan parti” olamayacağını anlıyor. “Anlıyor” demek sanırım fazla, en fazla “seziyor”. “Seçim kazanan” olma yolunda adım atmaya kalktığında “Atatürk’ün kurduğu” kısmına önem verenler ayaklanıyor. Sonuçta, “parti” olmak mümkün olmaktan çıkıyor.

Yani CHP bu toplumu bu badireden çıkarmaya aday bir güç, bir özne falan değil, badirenin kendisi ve tarihin değişimden ötürü de çaresiz kalmış, fırtınada kaptansız bir gemi gibi bir şey.

Seçme, geçmişle gelecek arasında.

Murat Belge -Merasim kültürü

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 31.10.2010




“Anmak” insani bir ihtiyaçtır. Temelinde “mevsimlerin dönüşü” olması çok muhtemeldir, çünkü dünyanın her yerinde “Nevruz”, “Hıdrellez” gibi “Bahar Ayinleri” vardır. Bunlar, her yıl tekrarlanan günler veya dönemler olduğu için, bir yandan da “hayatın devam”ını simgeler.

Yakın zamanlara gelirken, sevinmek ya da üzülmek için “anmak” gereğini duyduğumuz şeyler değişti. Hele milliyetçilik çağında, her millet kendi tarihinin belirleyici saydığı olaylarını anıyor. Ama bunu yaparken, “anma” fiilinin geçmişten kalma birçok ögesini de muhafaza ediyor, edebiliyor.

Diyelim Fransızlar, Bastille’in yakılışı demek olan 14 Temmuz’u kutlarlar, anarlar. Bu anma14 Temmuz 1790’da, 14 Temmuz 1919’da, 14 Temmuz 1946’da ve 14 Temmuz 2010’da aynı kutlama olabilir mi? Yani, insanlarda aynı duyguları uyandırabilir mi? Bir Fransız politikacı, diyelim Danton veya Marat’ın 14 Temmuz 1791’de girdiği ruh halini, bırakın yeniden yaşamak, tasavvur edebilir mi?

Çok zor. Olaylar kendileri ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, zamanaşımına uğramalarından kaçınılamaz. “İnsan psikolojisi” diye bir şey var.

Onun için, tarihimizin ya da geleneğimizin bu türden olaylarına önem veriyor, bunların “ilelebet” toplumda bir duygu ortaklığı yaratmasını istiyoruz, “anma” olayına bir neşe, şenlik katmanız gerekir. Fransız milleti, 14 Temmuz’u sokaklarda sabaha kadar içerek, gülerek, şarkı söyleyerek, dans ederek kutluyor. Bunları yaparken birçoklarının zihninde Bastille’e giren Paris “sansculotte”larının anısı ya da imgesinin canlandığını sanmıyorum –hatta onların yerine başka türden “culotte” imgeleri gelip gidebilir. Ama sonuç olarak bu, Devrim’in başladığı gündür, Fransa’nın Fransa olma yolunda büyük bir adım attığı gündür vb. Ve sonuç olarak kutlanan budur. İşin paradoksu, kutlarken, neyi kutladığını ne kadar unutursan, kutlama o kadar şenlikli olur.

Bu betimlemeye çalıştığım anlayış bizlerin anlayışına uygun değil, yakın da değil. Biz belki sporcunun zeki olanını, “entertainer”ın güler yüzlü, hatta düpedüz “sulu” olanını seviyor olabiliriz ama “merasim” dendi mi, merasimin çatık kaşlı olanından yanayızdır. Bu bakımdan bizim anmamızda vesilenin kutlama mı, yas mı olduğu da fazla fark etmez. Anmak üzere bizim yapacağımız “jestler” üç aşağı beş yukarı aynıdır.

Böyle olduğu için bu “resmî” ve “milli” anma günlerinin ancak adı “bayram”dır. Büyük çoğunluğu –resmî törenlerde yer almak zorunda olmayanları- asıl ilgilendiren yanı da tatil olup olmadığıdır. Oysa bu aynı toplum, geleneksel bayramlarını, Şeker ve Kurban Bayramlarını kendine göre kutlamanın yollarını bulmuştur. Bunlar çok mu şenlikli? Belki değil. Gene zorluklar var: Bayram’da kimlere gitmek zorundayız? Ne şeker alalım? vb. Zorunluluklar da sıkıcılık yaratır. Ama, geniş kitle çerçevesinde bu iki bayram ötekilerin hiçbir zaman olmadığı kadar otantiktir, sahicidir.

Biz de Avrupa’ya ayak uydurarak 19. yüzyılda başlayıp gelenek icat etmeye başladık. Bu icatlarımızdan biri “Muayede”dir. Dolmabahçe Sarayı’nın en büyük salonu bunun için yapılmış (Topkapı’da bir “muadil”i yok ). Şüphesiz her merasim, onu planlayanın nihai beklentisini bir şekilde yansıtır. Seçtiğimiz tören biçiminde siz bir yerde oturuyor ve önünüzden askerler yürüyorsa, demek her şeyden önceki beklentiniz güçlü bir orduya sahip olduğunuzu görmek, bu konuda güven tazelemektir. Osmanlı’nın muayedesindeyse, toplumun padişahına sadakati törenleştirilmişti. Padişah bir noktada durur; yanında “saçak” denen ve devleti, daha doğrusu “devletlû”yu temsil eden amblemi tutarak biri durur. Toplumun temsilcileri kuyruk olur, padişaha temenna edip saçağı da öperek ağır ağır geçerler. Resm-i geçit gibi bu da bir “teftiş”tir aslında, ama askerden çok sivil toplumun teftişten geçmesidir.

Çankaya’daki resepsiyona televizyonda bakarken alsında bugünkü törensiliğin de bu geçmişe ne kadar bağlı olduğunu düşündüm. Cumhurbaşkanı Padişah gibi yarı-kutsal, yarı-tanrı bir varlık olmadığı için bugünkü törende ona dokunuyor, elini sıkıyorsunuz. Ama olayın ağırlığı burada yoğunlaşıyor. Cumhurbaşkanı’nın “toplumun temsilcileri” olarak seçip davet ettikleri sırayla geliyor, el sıkıyor, geçiyorlar. Geçtikten sonra olanlar, salonda gördükleri, konuştukları aynı ağırlığı taşımıyor.

Özellikle bu son resepsiyonun “ gelme/gelmeme” konuları ve bunların zorunlu olarak bağlandığı “başörtüsü davası” bu yazıya sığmadı. Onu da salı günü işleyelim.

Murat Belge - Halk Partisi

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 05.11.2010




Halk Partililer birbirlerine girdiler. Daha da girecekleri, bu olayın kolay kolay durulmayacağı belli oluyor.

Bu öyle beklenmedik bir şey değildi. Partinin kendi iç gelişmelerinin çizgisine bakınca, Deniz Baykal’ın başına gelenlerden sonra yeni yeni sarsıntıların geleceğini tahmin etmek pek güç sayılmazdı. Kaldı ki bu “iç” gelişmeler Türkiye’de gerçekleşen bazı yapısal değişimlerin bu partiye yansımasının sonucuydu. Dolayısıyla arkasının gelmesi normaldi.

Ama, siyaset hayatında bir şeyler olacağını tahmin eder, beklersiniz. Beklersiniz de, o şeylerin nasıl biçim alacağını, hangi zamanda, nasıl patlak vereceğini bilemezsiniz. Bu da öyle oldu. Kısa bir süre sonra birbirlerini tasfiye etmek üzere harekete geçecek taraflar bir gün önce “aramızda hiçbir ayrılık yoktur” diye demeç veriyorlardı. Bu da hep böyle olur. Onun için de politikacının hiçbir sözüne güvenmemek ve inanmamak, herkesin çok da düşünmeden benimsediği bir kural haline gelir.

Şimdi, iki cephenin belirlendiğini, biçimlendiğini görüyoruz. Bu konum seçmelerde herhalde önemli bir değişiklik olmaz. Kılıçdaroğlu’nun yanında, örgüt içinden ve çalışmasından gelen Gürsel Tekin görünüyor. Onun açıkladığı listede adı geçmeyenler, herhalde Önder Sav safında olacaktır. Onur Öymen ve ilâh...

AKP’ye karşı muhalefet edenler ve bazıları sırf bu nedenle ve CHP’yi muhalefet edenler arasında en şanslı gördükleri için onu destekleyenler Baykal’ın uzaklaşmasına üzülmemiş, Kılıçdaroğlu’nun gelmesine sevinmişlerdi. Bunu açıklayacak neden olarak, Baykal’ın denenmiş olmasından başka bir şey göremiyorum. Bu desteğin sürdüğünü ve daha bir süre devam edeceğini de tahmin ediyorum (Kılıçdaroğlu da denenip “bununla da olmuyor” deninceye kadar). Parti içindeki durumu tam bilemiyorum. Orada da Kılıçdaroğlu ile hamle yapmayı umanlar muhtemelen çoğunluktadır, ama bunca yıl partiyi avucunun içinde tutmuş Önder Sav’ın kurduğu şebekeyi de yabana atmamak gerekir herhalde.

Bu iki ekibe baktığım zaman, Önder Sav’ın yanında toplananların Türkiye’de daha sağlam bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çünkü daha ilk günün söz düellolarında da belli olduğu gibi onlar muhafazakâr CHP’li. Atatürkçü, laik vb. Bildiğimiz bütün özellikler orada. Bunun “sağlam bir yeri” var derken, seçim kazanacaklarını falan elbette düşünmüyorum; öyle bir ihtimal sözkonusu değil. Ama burası Türkiye burada elbette böyle bir Kemalist odak olacak.

Kılıçdaroğlu’nun neyi temsil ettiğini, edebileceğini bilemiyorum. “Ilımlı Kemalizm” mi? Ama memlekette bunun ılımlısına ihtiyaç yok. Kılıçdaroğlu’nun “sol” bir çizgi tutturması da sözkonusu değil (Genel Sekreteri Süheyl Batum olan bir “sol parti”)! Öyleyse ne? Neyi temsil edecek?

Ola ki, sahici bir solun oluşmasını önlemek bu memlekette hâlâ bir ihtiyaçtır ve bu işlevi yerine getirmek hayırlı bir “vatan vazifesi” olarak görülmektedir. O zaman Kılıçdaroğlu’na bir misyon bulmuş oluruz.

Başta dediğim gibi, CHP’de olanlar, Türkiye’de olanlardan bağımsız şeyler değil. “Kişisel” çekişmeler falan da değil. Bunlar aslında bu toplumda Kemalizm’in geldiği yerin ortaya çıkardığı sancılar.

Daha önce de yazmıştım: 2002’de AKP iktidara gelince Deniz Baykal yeni bir 28 Şubat’a doğru gittiğimizi tahmin etti ve buna göre bir hesap yaptı. Kılıçdaroğlu 53 yıldır CHP’nin iktidar olamadığını söylüyor. Bunu tabii Deniz Baykal da bilir. Ama Türkiye’de “iktidar olmak” ille de seçmen ve seçim yoluyla olmak zorunda değil. Yeni bir “kol bükme” operasyonuyla AKP iktidardan indirilince, CHP’ye de yol açılırdı.

Ama olmadı. Deniz Baykal’ın bel bağladıkları onun beklediği şeyi yapmadılar ya da yapamadılar.

Üstelik, duruma bakınca, o “şey”in bundan böyle kolay kolay yapılamayacağı da görülüyor. CHP de, başkaları da, “iktidar” olacaklarsa, seçim kazanmak zorundalar.

Kılıçdaroğlu’nu partinin genel başkanlığına getiren rüzgâr, bu zorunluğun estirdiği rüzgârdı. CHP şimdi bu yol ayrımında. “Seçim kazanmak” gibi bir derdi varsa, kitlelerin gözünde kendisini sevimsizleştiren politikasını terketmesi gerekiyor. Ama bunları terketmek de öteki kesime zor geliyor. Seçim kazanılmayıversin, Atatürk ilkelerinin bekçiliğini yapmaktan daha mı önemli?

Önder Sav’ın “yeni” kelimesini kullandığı için Kılıçdaroğlu’na ne kadar kızdığı, ama bunu aynı zamanda, başlayan mücadelede koz olarak kullanmaya hazırlandığı görülüyor. O da bir başkalarına teminat veriyor, “Korkmayın, biz değişmeyiz. Türbana göz yummayız, resepsiyona gitmez, Anayasa Mahkemesi’ne gideriz” diyor.

Bakalım bu çalkantı içinde Deniz Baykal ne yapacak? “Partinin bana ihtiyacı var” demesinin zamanı yaklaşıyor gibi.

Murat Belge -Kemalizm yorumları

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 06.11.2010




CHP’nin içine girdiği değişim süreci herhalde bazı adların değişmesinden ibaret kalmayacaktır. Ama bazılarının umduğu gibi CHP’nin “sosyalist” bir parti olması gibi bir sonuç da üretmeyecektir. Ne var ki, bunun böyle olduğunu iddia edecekler çıkacaktır, çünkü öyleleri CHP’nin gerçek sola karşı bir dalgakıran işlevi görmesini ister.

Kemalizm değil ama Kemalistler arasında görüş ayrılıkları büyüdü. Hayat böyle bir şey zaten. En monolitik, en esnemez ideolojiler bile değişen koşullar karşısında değişmeye zorlanıyor. Aslında Kemalizm böyle katı kurallara dayalı bir öğreti de değildi. Atatürk’ün kendisi de, “doktrin yaparsak donarız” diyebiliyordu. Ama öğretiler yalnız kendi içerdikleri dogmalar yüzünden donmaz; dogmatik kafalı taraftarlar “öğreti dondurmak”ta daha etkili olurlar.

Kemalizm de sonuç olarak ünlü “altıok”la özetlenebilecek, ama olan oklardan çok olmayan iki okla açıklanacak bir öğretidir. Olmayan iki “ok”tan birincisi “Batılılaşmak”tır ki, hepsinin nihai anlamını o tayin eder; ikincisiyse “demokrasi”dir ve onun eksikliği, projenin ne gibi yöntemlerle gerçekleştirileceğini anlatmaktadır.

1980’lerde, Kenan Evren ve arkadaşlarının elinde, Batıcılığın ideolojisi olan Kemalizm bir Batı düşmanlığı ideolojisine dönüştü. Yani Kemalistler (çünkü Evren ve arkadaşlarının Kemalist olmadığı herhalde iddia edilemez) Kemalizm’i olduğunun tam tersine döndürmeyi başardılar. Bu dönüştürmenin temel nedeni de “altı ok” arasında bulunmayan “demokrasi”ydi. 12 Eylül yıllarında Batı bizi eleştiriyordu. Eleştiri nedeni Evren rejiminin demokrasinin üstünde tepinmesiydi. “Bunu onaylamamız mümkün değil” diyorlardı. “Asmayalım da besleyelim mi?” türünde cümleler kurarak konuşan bir adamın rejimini elbette onaylayamazlardı.

Bu söz düellosu devam ettikçe, yaptıklarının memleket için en iyisi olduğundan şüphesi olmayan Evren ve onun gibi düşünen Türk milliyetçileri (Yani Atatürkçüler) altı ok arasında sözü geçmeyen “Batı”yı defterlerinden iyice sildiler. Onlar zaten Batı’ya hınçla karışık bir hayranlık duymuşlar ve Batı’yı yenebilecek güç kazanmak için Batılı olma ihtiyacını duymuşlardı. (Meici rejiminde Japonya gibi). Bu işler olurken, Ata’larının kitabında “demokrasi” yazmamasının hikmetini de daha iyi anlamışlardı. Örneğin 27 Mayıs Kemalistleri için “demokrasi” kelimesinin çağrışımları iyiydi hâlâ, istenir şeyler anlatıyordu. Daha sonrakiler (tabii biraz da Türkiye’de demokrasinin ne şekillere girdiğini görerek) bu bakış tarzını radikal bir biçimde değiştirdiler.

Dün CHP’de bu kavgaların kişisel olmadığını, Türkiye’nin geçirdiği değişimin (ve değişimin değişmez yol arkadaşı olan “sancılar”ın) ürünü olduğunu yazmıştım. Türkiye bugün yeniden, ama tarihinde hiç olmamış bir “yeni birikim”le, demokratikleşme sürecinin eşiğine gelip dayanmış, hattâ yanılmıyorsam eşiğin ilerisine geçen birkaç adım daha atmış durumda. Bunu istemeyen ve gidişi durdurmaya çalışanların sayısı da, etkileme gücü de habire azalıyor. Bu bakımdan CHP’de birkaç gündür olanlar anlatmaya çalıştığım sürecin laboratuar deneyi gibi bir şey. Bakın, Önder Sav’ın “durdurma” çabaları nesnel koşullar karşısında pek sonuç vermiyor, mahkeme listeyi onaylarken kurultay isteyenler imzalarını geri çekmeye başlıyor vb. Bu, Türkiye’nin genel sürecinin daha küçük ölçekte bir “demo”su gibi.

Ama bunun çerçevesi konusunda gerçekçi olmak gerek. Bu itişme, Kemalizm’i içinde hiçbir zaman “demokrasi”ye yer olmayacak, bilenlerin bilmeyenleri yönetmesi için yapılmış bir ideoloji olarak benimseyenlerle “değişen dünyada şunun içine biraz da demokrasi koymamızın bir sakıncası olmaz” diyenler arasında bir mücadele. Buradan “sol” adına bir şey çıkması mümkün değil.

Gerekli de değil. İçinde “demokrasi”ye yer olmayan “merkez” partiden içinde “demokrasi”ye bir miktar yer olan “merkez” partiye geçiş de az şey değil. Bu ülkede “merkez”in de değişmeye başlamasının işareti.

Bunun bir “imkân” aşamasının ötesine geçip “gerçek” olması, Türkiye’nin şu dönemde her şeyden fazla ihtiyaç duyduğu “toplumsal uzlaşma” için de bir fırsat yaratırsa ne âlâ!

Murat Belge - CHP ve Labour Party

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 07.11.2010




Halk Partisi’nde ne zaman büyücek sarsıntılar olur, birileri bu partinin sollaşmasını beklemeye başlar. Sanırım bunun ilk olayı İsmet İnönü’nün “ortanın solu” ilânatıydı. Bundan Türkiye İşçi Partisi pek mutlu olmamış, tersine, sosyalizmin yayılmasını engellemek üzere hesaplanmış bir manevra olduğu yorumunu yapmıştı. Ama, örneğin doğan Avcıoğlu ve Yön çevresi, artık onlardan ayrışmaya başlayan Milli Demokratik Devrim kadroları çok sevinmişti.

İnönü, sonuç olarak, ılımlı bir değerlendirme yapmıştı. “Ortanın solunda” demek o günlerin Türkiyesi için radikal çağrışımlar yaratabilir belki, ama doğrusu pek de önemli bir şey değildir. İnönü de bunu söylüyordu, aslında “bizden bu kadar” diyordu, ama “daha çok sol” isteyenler bundan kendi istedikleri sonuçları çıkardılar.

Şimdi 2010’dayız. Şöyle elli yıl geçmiş. CHP nerede? Ortanın solunda mı, neresinde?

Üstelik arada bir Ecevit dönemi yaşandı. Bunu da hâlâ çok “sol” bir dönem sayanlar var, partinin içinde ve yakınında. Sanırım o dönemin, 1973 ile 1977 seçimlerinin şimdilerde göklere çıkarılmasının nedeni seçimden en yüksek oy oranıyla çıkma başarısıdır. CHP’nin “sosyalist” olması değildir. Zaten öyle bir şey olmadı. “Toprak işleyenin, su kullananın” gibi sloganlar burjuva devrimlerinin buluşları ve hedefleridir. Ama Türkiye gibi Bonapartist ordusunun ve azgelişmiş faşizan burjuvazisinin sultasında yaşayan bir toplumda çok tehlikeli bir komünizm gibi algılanabiliyordu. Neyse, bunları uzatmayayım. Bütün bu gelişler gidişler oldu. 12 Eylül’den sonra “Sosyal-Demokrat” adıyla kurulan parti (Ecevit, Marx bulaştığı için bu adı da sevmeyen bir “solcu”ydu) sonra yeniden Cumhuriyet Halk Partisi adını kullanma imkânına kavuşunca bir an beklemeden bu eski kimliğini kuşandı ve, işte, bugün buradayız.

Öyleyse nedir bu CHP’den “solluk” bekleme tutkusu? Dün de biraz değinmiştim. Birilerine bu kadarı yetiyor, “sol” demelerine, çünkü gerçek bir sola tahammülleri yok. Şimdi Kılıçdaroğlu’nun “Gandi” veya “Ecevit” olduğunu ilan etmekle bundan öte bir sol arayışının önünü kesmeye çalışıyorlar.

Peki, “solcu”lara ne oluyor? “Hayırcı”ları, “yüzde 42 sol” diyenleri falan kastetmiyorum. Onlarla ilgilisi olmayan ama hâlâ CHP’nin “sola açılması”ndan olumlu bir şeyler bekleyen çok kişi var. Onlar ne umuyor?

İnönü “ortanın solu” dediğinde sosyalizm fiziksel şiddet saldırılarına uğruyordu. Devlet, her türlü solu yasadışı görmekte kararlıydı. Koskoca İnönü kalkıp da koskoca CHP’nin bir biçimde “sol” olduğunu söylerse bu bir şemsiye, bir paratoner olabilirdi. Tabii o zaman da, konunun öbür yüzüne, İnönü’nün koruması altında olmaktan sıkıntı duymayan, “ordu-gençlik el ele” diye bağıran bir solun toplumu ikna etmek ve güvenini kazanmakta ne ölçüde başarılı olacağına bakmak gerekirdi. Tabii hiç bakılmadı. Hâlâ da bakılmıyor.

Ama bence asıl sorun, solun tembelliği. CHP’de çekici gelen, yıllanmış örgütünün varlığı. Bir modelde Birleşik Krallık’taki Labour Party. Orada hep o partinin daha solunda yer alanların da varlığı sözkonusu olmuştur: kimi zaman açıkça, davet edilerek, kimi zaman da “sızarak”.

Ama Labour Party “sosyal-demokrat” bir partidir. Bunun zamana göre sağ ve sol politikalarını uyguluyor olabilir ama yeri bellidir, oradan sapmaz. Wilson gibi biri Kapital’i okumadığını bir çeşit övünme için söyleyebilir ama “sosyal-demokraside Marx’ın tortusu vardır, onun için bu adı kullanmayalım” diyeni henüz görülmemiştir.

Sosyal-demokrat olduğu için, yani bir ordu partisi, bürokrat partisi vb. olmadığı için, seçmen oyuyla iktidar olma yolu kapalı değildir Labour’a; –CHP’ye olduğu gibi. Birçok kritik noktada, muhafazakâr Britanya’da, iktidar olmuştur.

Wilson ile Blair, ama başka zaman da Benn veya Michael Foot, şimdi Miliband, evet, bazen daha sağ, bazen daha sol; ama hiçbir zaman Arıtman, Öymen, Elekdağ vb. değil.

Murat Belge - Din baskısı

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 12.11.2010




İlkokul çocuklarının başlarını örtmeleri diye bir konu çıktı şimdi de. “Böyle de konu mu olurmuş?” deyip geçecek durum yok. Burası Türkiye, burada her “konu” bir “sorun” olur. Nitekim belli ki “Örter tabii, iyi de olur” diyecek yığınla insan var. Bunlar şimdiden uç vermeye başladı.

İstanbul’da, bildiğimiz semtlerde normal hayatımızı yaşamaya devam ederken, mütedeyyin olmakla tanınmış bir siyasî partinin iktidarda olduğunu hatırlatan durumlarla karşılaşmıyoruz. Ama o bildik çevrelerden uzaklaşınca bazı belirtiler göze çarpmaya başlıyor.

İçki konusu en belirgin gösterge sayılabilir. Ankara’nın doğusuna geçince, Tunceli gibi istisnai yerler dışında, içki içerek yemek yiyecek bir yer bulmak güçleşiyor. Kimi kentlerde böyle bir yer resmen yok; kent dışında, bilmem ne müdürlüğünün bahçesi ya da bir otelin (o da bilmem kaç yıldızlı olacak) lokantasından başka yer olmadığını söylüyorlar.

Bunun bir hükümet politikası olduğunu sanmıyorum, böyle bir şeye ihtimal vermek de istemiyorum. Ama daha ne bu hükümet, ne de bu parti varken Türkiye’de böyle bir eğilim, bir “dindarlaşma” eğilimi başgöstermişti. Ramazan’da Kumkapı’da meyhaneye gidersin, bir de bakarsın, kapalı! İçkili lokanta Ramazan’da “içkisiz lokanta” olur... bunlar İstanbul’da olanlar ve artık alıştık zaten böyle şeylere. Süreç daha eski ve birtakım derine inen dinamikleri vardır mutlaka. Egemen düzene karşı en etkili ve yaygın muhalefetin dinî ideolojiye yakın olması gibi dolaylı siyasî nedenler de düşünülebilir. Ama bir süreden beri, dediğim gibi “mütedeyyin olmakla tanınmış” bir partinin iktidarı da bu gibi eğilimleri hızlandırıyor veya yaygınlaştırıyor olabilir. Bunu özünde “dinî” olan bir tutumdan çok, bizde bir hayli yaygın olan “konformizm” alışkanlığına bağlamak daha doğru olur sanıyorum. “Konformizm”, yani çevreye uyum gösterme eğilimi. Gecikmiş ve zaten arızalı kentleşme, köylü toplumunun devam eden alışkanlıkları bu “konformizm” tutumunu besler. İnsanlar farklı olmaktan, farklılıklarıyla görünmekten, yani aslında “birey” olmaktan çekinirler. Tabii yalnız kırsallığın üstyapısının inatçılığı değil, baskıcı siyaset de bu tutumun yaygınlığına katkıda bulunur.

Tabii bu şimdiki somut durumda, “yukarıdan” gelen bir baskıdan çok “aşağıdan” gelenini, Şerif Mardin”in “mahalle baskısı” dediği türden baskıyı görmek ve onunla mücadele etmek, gerekli. Ama bunu da bu hükümetin yapmasını bekleyemeyiz.

Karar mekanizmalarının daha alt birimlerine indikçe, bütün bu “dindarca hayat” alanlarına ufak tefek, bazen de “büyük” müdahalelerin çoğaldığı kanısındayım. Bu biraz “eşyanın tabiatı” olarak böyledir. Çok zaman, bu gibi müdahalelerde bulunanlar kendileri gerçekten dindar oldukları için de yapmıyorlardır bunları. Göze girmek, yükselmek gibi kaygıları vardır. Öyle bir şey mümkün olsa da ateistler iktidara gelse, böyleleri hemen ateizmin de hizmetine koşarlar, orada da kraldan fazla kralcı olurlar. Nitekim, dinî ideolojinin zapturapt altına alınmasının gerekli göründüğü dönemlerde bunlar hep olmuştur. Bir konjonktürde “Ben yedi yaşında kızımın başını örttürdüm” diyen herif-i nâ-şerif, bir başka konjonktürde “başını örtsün diye kızına baskı yapıyor” diyerek komşusunu ihbar edebilir.

Bunları şimdi din bağlamında konuşuyoruz, öyle konuşmak da gerekiyor, çünkü bugünün dinamiklerinde devam edegelen bu dindarlaşma sürecinin payı var ve böyle sürecek olursa bunun da kendine özgü bir baskı sistemi yaratacağını görmezden gelemeyiz. Ama bunun yalnız dinle ilgili, yalnız bir kesime özgü bir şey olmadığını da bilmek gerekiyor. Yukarıda, “konformizm” derken, bunun bizim kendi yarattığımız “pedagoji” sisteminin bir parçası olduğunu söylemek istiyordum. Böyle bir erken temel atıldıktan sonra, çocuk büyüdükçe, rastlantılara da uyarak, şu görüşü, bu görüşü benimseyebilir, ama görüş ne olursa olsun, benimseme biçimi dinî inancın üslûbunu taşıyacaktır (laiklik ya da Kemalizm dini mensuplarında olduğu gibi): “cemaat”in öbür üyeleriyle ilişkisinde de mahallenin baskısını her an hissedecektir.

Murat Belge - Özgürlüğün Tanımı

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 13.11.2010




Referandumdan bu yana, bizim ülkede varolagelen ayrımlara 58’ler ve 42’ler de eklendi. Bunlar, şüphesiz, önemli bir ayrımı temsil eden sayılar; ama aynı zamanda, öyle çok homojen iki topluluğu temsil ettikleri de söylenemez. Çünkü ne de olsa, bir referandum sonucundan söz ediyoruz: falan ve filan anayasa maddesi değişikliklerine “evet” diyenler ve “hayır” diyenler. Türkiye’de çok kişi siyasi partilerle de “kişisel” ilişki kurar. Bu referandum da, kimbilir kaç milyon kişi “Bizimkiler benden X oyu vermemi bekliyor” diyerek ve hangi maddenin nasıl değiştiğini bilmeden ve zaten işin burasına önem vermeden gidip oy kullanmıştır. Bu ülkede her partinin bu tip taraftarları vardır. Bütün bu etkenler daha da heterojen kümelenmeler yaratıyor.

Dün de değindiğim gayrı resmî yasakları, “mahalle baskısı” türünden olguları düşünüyorum. Bugün yarın ‘içki yasaklansın” ya da “ilkokulda tesettür serbest kalsın” gibi konularda da referandum yapmaya kalkışırsak ne sonuç alınır, tam bilemiyorum, ama son referandumda “hayır” diyenlerden bazılarının bunlara “evet” diyeceğini, “evet” demiş olanların bir kısmının da şiddetle karşı çıkacağını tahmin edebiliyorum.

Tabii böyle içeriği olan bir referandum yapılmaz. Yapıldığında böyle bir rejime “plebisiter faşizm” adını verebiliriz. Muhafazakâr bir iktidar, muhafazakârlığın toplumda yaygın olduğunu bilerek, böyle talepleri bir referandumda çoğunluğa onaylatabilir, böylece uygulamasına “demokratik” görünüm kazandırmış olur. Böyle böyle, recmederek insan öldürmeyi de, el kol kesmeyi de “demokratik” hale getirirsiniz.

Ben Türkiye’de böyle şeyler olacağını düşünenlerden değilim. AKP iktidar olalı, “takiye” feryatları, “gizli gündem” iddiaları aralıksız devam etti. Sekiz yıl geçti. “Takiye”nin somut bir örneğini gösteren olmadı. Ya yok böyle bir program ya da o kadar başarılı bir biçimde gizli ki göremiyoruz. Ama bu kadar gizli bir şeriat devleti nasıl kurulacak, onu da anlamak zor.

Bu sekiz yıllık iktidar süresince, böyle iddiaların tam tersi denecek gelişmeler oldu. Örneğin bir tarihte “Nevizade’yi kapatacaklar” feryatları göğe yükselirken Nevizade kapanmadığı gibi İstanbul tarihi boyunca görülmemiş biçimde bir “açık hava kenti” oldu.

Ama, burada da “eşitsiz gelişme”. Heterojen bir toplum ve burada her birim kendi başlangıç koşullarına, ilke ve kurallarına göre yolundan yürüyor, yani karşıt yönlerde ilerleyen birçok eğilim birarada –ama birbirlerine mesafeli- varolabiliyor. Dün de yazdığım gibi, İstanbul bir “açık hava kenti” oluyor ama birçok kentte son içkili yerler de kapanıyor.

Bunlardan dolayı hükümetin, hükümeti kuran parti üyelerinin, seçilmiş belediyelerinin vs. daha dikkatli davranmaları gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de Başbakan... Başbakan’ın mütedeyyin olduğunu, İslâm’ın kurallarına uygun yaşadığını biliyoruz hepimiz. Ama üzüm suyu içeceğimize (tabii belirli bir kıvama gelmiş üzüm suyu) üzümü yememizin bizim için daha iyi olacağını anlatmaya başlaması iyi olmuyor. Özellikle de, gene dün sözünü ettiğim, bizde hiç eksik olmayan işgüzarlar, her iktidarın militanlığını yapmaya teşne olanlar açısından.

Ben kendi hesabıma sosyalizmin insan mutluluğu için en iyi, en düzgün sistem olduğuna inanırım ve başkalarını da buna ikna etmek için elimden geleni yaparım. Bunu kendime hak olarak görüyorsam, bir İslamcının da benzer bir etkinliği İslam adına göstermesine bir itirazım yok. Ama zorlama olmamalı; hele iktidar imkânlarını kullanarak insanları belirli davranış biçimlerine yönlendirme çabası hiç olmamalı.

Bunu herkesten önce, şu, bu, hangi inanç, hangi “izm” ise, onun sahipleri böyle anlamalı diye düşünüyorum. Çünkü bir ilkeler sistemini kendi aklıyla değil, başkasının zoruyla kabul edenler, o sistem için “faydalı” kişiler olmazlar.

Doğu Avrupa sosyalizmi böyle bir düzen kurmuştu. Zorlamaya dayanıyordu. Nasıl çöktüğünü hepimiz seyrettik. Üstelik, o bir zamanların (o şekilde) sosyalist olmuş toplumlarında nasıl bir insan malzemesi oluştuğunu da seyrettik, gördük.

İran’a ben gitmedim, ama giden çok sayıda tanıdığım var. İçkinin çok yaygın olduğunu, evlerde bile üretildiğini anlatıyorlar. Ama resmen yasak!

İşte bu “resmen yasak” toplumları, farklı ideolojilerde de olabilir, ama sonuçta aynı şeyi, yani aynı ikiyüzlülüğü üretiyorlar. Biz de bir “resmî ideoloji” toplumu olduğumuz için bu anlatmaya çalıştığım durumun yabancısı değiliz.

“Zarf” görece kolay değişir de, “mazruf”u değiştirmek zordur.

Murat Belge - 2010 sonunda din ve laiklik

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 14.11.2010




2000 yılına girerken, “yirmi birinci yüzyıla” ya da “ikinci binyıla”, biz Türkler kadar “din”le haşır neşir olmaya devam eden bir toplum olmadığını yazdığımı hatırlıyorum. Bu yüzyılın ya da bu binyılın birinci onyılını da kapatıyoruz ve “durum devam ediyor”.

Geride bıraktığımız yüzyılda böyle bir fenomenin gözlemlendiğini ileri süren yazar ve düşünürler olmuştu. Şöyle açıklıyorlardı olayı: 18. yüzyılda Aydınlanma, doğayı bilimlerin açıklaması üstüne Avrupa’nın düşünce yapısını belirlemiş. 19. yüzyılda bilimle teknolojinin birleşmesiyle Sanayi Devrimi başlamış, bu gelişmeler Batı’da hayatın ve düşüncenin sekülerleşmesine yol açmıştı. Ama bütün bu teknik imkânlarla ve bu “özgürleşmiş akıl”la insanların yaptıkları, örneğin iki korkunç dünya savaşı, atom bombası ve onu izleyen yeni silahlar, Nazizm ve işlediği insanlık suçları, doğanın kirletilmesi (listeyi alabildiğine uzatabilirsiniz) birçok insanın bu “insani başarılar”dan nefret edip yeniden dine dönmelerine, sarılmalarına sebep olmuştu.

Tabii hayatın bilinmezlerinde ve ölümün şaşmazlığında, her çağda insanı böyle bir arayışa, umuda yönelten özellikler var.

Yukarıda özetlediğim tarihi biz Türkiye’de doğrudan doğruya yaşamadık aslında. Bazı sonuçları bizi dolaylı olarak etkiledi. Güçlü olmak için teknoloji sahibi olmak istedik. O zaman o teknolojiyi üreten düşünceyle şöyle bir tanışır gibi olduk. Hiçbir zaman zihnimizi sekülerleştirmedik. Dolayısıyla “laiklik” de bu topraklarda bağnaz bir din kılığına girdi.

Yani burada din hiçbir zaman gitmedi ki şimdi geri geldiğini söyleyelim. Hiçbir zaman seküler olmadık ki şimdi seküler düşünce tarzından vazgeçmiş olalım.

Bu böyle olmakla birlikte, dinin ne olduğu ya da olması gerektiği, nasıl yaşanması, neyi belirlemesi gerektiği üzerine kavga da hiç bitmedi. Dinin geleneksel kutsallıklarına karşı “modernizm”in kutsallığı olarak anlaşılan “milliyetçilik” kutsallıkları yerleştirilmek istendi. Ama bu girişim hiçbir zaman toplumun tamamını ikna etmedi. “Atatürkçülük” olarak belletilen milliyetçilik hiçbir zaman toplumun tamamını biçimlendirmedi.

Bugün 13 kasım, cumartesi... Sabah gazetesinde Nazlı Ilıcak yazısına şöyle bir başlık koymuş: “Atatürk’ü neden hâlâ tartışıyoruz?” Sonra kısaca “Cumhuriyet’i koruma ve kollama” gibi uygulamalara değiniyor. Uğruna on yılda bir darbe yapılan “Atatürk ilkeleri”nin CHP’nin altı oku olduğunu söylüyor, bunların çeşitli Anayasalara nasıl ve ne zaman girdiğini özetliyor ve şu sonuca, son cümleye ulaşıyor: “İşte Atatürk’ü, bu siyasi taassup gölgeliyor ve hâlâ sert tartışmaların konusu yapıyor.”

Ben de bu saptamaya katılıyorum. Ama bunun yukarıda bir çizgisini özetlemeye çalıştığım “laiklik” kavgasının bütününü içerdiğini düşünüyorum. Bu toplumun bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, bir tartışma olmadı. Bir “çekişme” oldu. Ve kimse, rakibi ortadan kaldıracak “çekme gücü”nü bulamadı. Cumhuriyet’in bir tarihi var, ama bu çekişmenin sanki bir tarihi yok, çünkü tarih “değişim” demektir, oysa burada neredeyse bir değişiklik olmuyor. Ellilerde Atatürk’ü korumak üzere kanun çıkaranlar altmışta “Atatürk ilkeleri”ne ihanet ettikleri için bir darbeyle devriliyorlar ve bazıları idam ediliyor. Ama bu ihanetin arkası bir türlü kesilmiyor. Atatürkçü kesim sürekli “irtica”ya taviz verildiğini iddia ederken darbelerin de sonu gelmiyor. Dünya değiştiği için (Soğuk Savaş bitiyor, falan filan) darbe yapmanın üslubunu değiştirebiliyor, örneğin araya bir de “post-modern” darbe sıkıştırabiliyoruz, ama darbe yapmayı zorunlu kılan koşulları bir türlü ortadan kaldıramıyoruz. Bugün de ilkokul çağında kızların örtünmelerinin gerekip gerekmediğinden daha “heyecanlı” bir sorunumuz, bir “tartışma” konumuz yok.

Doksan yıl sonra bu Cumhuriyet hâlâ böyle ağır tehdit altındaysa, bunun nedeni ne olabilir? Acaba bu Cumhuriyet’in kendisinde her koşulda kendini yeniden üretmeyi başaran bir kusur olmasın? Bunca darbe, bunca idam, bunca kanun, bunca eğitim, and, şu bu, hâlâ bu “kötü niyetli” kişiler temizlenemiyor, hâlâ tehdit devam ediyorsa, bunu nasıl açıklayacağız? Yoksa bütün toplum mu suçlu?

O zaman da uğraşmaya değmez

Murat Belge - Nihat Sargın’ın düşündürdükleri

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 19.11.2010




Nihat Sargın önem verdiğim bir insandı. Sosyalizme “teorik” bir katkıda bulunduğu için değil, çünkü yoktu öyle bir katkısı. Bir teori adamı değildi, ayakları hep “pratik”teydi. Ama bu, “teoriye aklı ermezdi” gibi yargının kibarca söylenmesi değil. Tanıdığım Nihat Sargın’ın aklı her şeye ererdi. “Pratik”te durmayı o kendisi seçmişti, kendine bunu uygun görmüştü. Burada yararlı olacağını aklı kesmişti.

“Yararlı olmak.” Sanırım Nihat Sargın’ın hayatında bu kavramın çok önemli bir yeri oldu –belirleyici bir yeri. Onu çok önemli bulmam da bununla ilgili bir şey. Komünizm tarihinin belirli bir insan tipinin benim tanıdığım en olumlu temsilcisiydi. Aslında bu “insan tipi” günümüzde hayırla anılan bir tip değildir. “Aparatçik” sözü, böyle insanları aşağılamak için uydurulmuştur. Bu da komünizmin dikkat edersek çok sık rastladığımız paradokslarından biridir: örgütün önemini, değerini, olmazsa olmazlığını sonuna kadar yüceltmek... Ama “örgüt adamı” nı da bu “aparatçik” kelimesine yüklenen çağrışımlarla küçümsemek. Aslında bu iki iş, çok zaman, aynı öznenin yaptığı iki iş değil. Birini bir tip (örgütü mutlaklaştıran), öbürünü öbür tip (teoriyi yücelten) yapıyor. Çünkü çok zaman birinci tip “parti disiplini”, “örgütsel birlik” falan gibi birtakım kurallar adına ikinciyi rahatsız ediyor. Tabii “rahatsız etme”nin somut anlamı, hangi tarihte hangi partide olduğuna göre değişebiliyor. Gulaglara da gider, idama da, sadece partiden atılmakla da kalabilir.

Ben bu “aparatçik” kavramının da basit, tek-tip bir şey olduğu kanısında değilim. Komünist Parti’ye gerek yok, dünyanın her yerinde gönüllü emir kulları bulursunuz; bunlar o anda geçerli olan normlara göre kendilerinden talep edilen her türlü kirli işi gözlerini kırpmadan yerine getirirler. Nihat Sargın kesinlikle böyle bir kişi değildi. Yani, birincisi, “kendine sağlayacağı çıkar” diye bir şey yoktu hayatında; ikincisi, sevmediği bir şey yapmak zorunda kalsa bunu ucuz mazeretlerle vicdanına yutturacak bir adam da değildi. Bu işin kademeleri vardır: 1) İnsanlığı komünizmin kurtuluşa kavuşturacağına ikna olursun; 2) Komünizmin ancak sıkı örgütlü mücadeleyle başarıya ulaşacağını görürsün; 3) Böylece örgütün düzgün çalışmasına kendini adarsın. Şematize ederek anlatıyorum tabii, ama kabaca böyle bir süreçtir bu.

“Yararlı olmak”tan sonra bir de “adamak” fiilini kullandım; yakın kavramlar ve ikisi de Nihat Sargın için geçerli. Hayatının total bir adanma hayatı olduğunu düşünüyorum.

Sovyetler’in Çekoslovakya işgalinden sonra Mehmet Ali Aybar açmış ağzını, gözünü yummuştu, “Sovyet sosyalizmi”ne karşı. Partinin başka ileri gelenleri de başlangıçta buna ayak uydurmuştu, ama pek öyle içtenlikle, inanarak değil. Çünkü onlar Sovyetler Birliği’ne bir başka biçimde bağlıydılar. Öte yandan, Türkiye gibi bir toplumda, böyle bir işgali savunmanın, hatta sessiz kalmanın parti için ne demek olduğunu anlamayacak insanlar değildiler elbette.

Benim çok kuvvetli tahminim o ki, onların bu sessiz tereddüdünü sesli bir parti-içi muhalefete dönüştüren Nihat Sargın oldu. Böylece girilen yeni evrede işgal karşısında ayrılan kanatlar bir daha biraraya gelemedi, TİP bölündü ve hareket bitti.

Nihat’ı bunlara sebep olan kişi olarak görüyorsam, ondan hiç de iyi bir dille söz etmemem gerekir. Ben hiçbir zaman o kalıplar içinde komünist olmadım.

Ama burada bir eylemi onaylamak veya onaylamamaktan değil, bir insanın bağıtlanmasını, kişiliğini, iç tutarlılığını konuşuyoruz. Bunlar sözkonusu olduğunda benim Nihat Sargın’a söyleyeceğim fazla bir şey yok.

“Aparatçik” dedim, ama, hangi “aparat”ın “çik”i? Nihat Sargın’ın içinde “gözlerini dünyaya ikinci kere açtığı” aparat, TKP’ydi. TİP’in Genel Sekreterliği’ni yaparken de bunun pek fazla farklılaştığını sanmıyorum.

Sonuç olarak, hem bir komünist tipin, hem de Türkiye’nin bir “Sosyalistler Kuşağı”nın, yanılmıyorsam son örneklerinden ve temsilcilerinden biriydi Nihat Sargın. Başta “önem verirdim” dedim. Sonda ekleyeyim: değer de verirdim.

Bu konuyu kolay kapatamayacağız gibi bir his var içimde.

Mehmet ALTAN - İnrfomag: Hiper aktif bir dünyanın çocuğu...

İnfomag 2000 yılında Türkiye’nin kulak eşiğinin çok daha üzerinde bir hassasiyetle iletişim teknolojilerine yapışık bir şekilde doğdu...



Ben onu üç yaşında tanıdım.



İnfomag’la tanışmam 2003 Aralık’ında Şenay Oğuztimur’un benle İnfomag için yaptığı söyleşi sayesinde olmuştu.



“Yeni Kapitalizm” başlıklı o söyleşide Avrupa Birliği’nden Kapitalizmin gelişimine, Türkiye’den Bilgi Toplumu’na geniş bir yelpazeyi ele almıştık.***



İşte o söyleşiden bir paragraf:



“Sanayi dönemi bitiyor, sanayi sonrası dönem başlıyor. Sanayi sonrası döneme geçişin ne kadar zor bir geçiş olduğunu anlamak için tarım döneminden sanayi dönemine geçişin nasıl olduğunu hatırlamamız lazım. Yeryüzü bu sıkıntıları daha önce geçirmişti. Bu sıkıntılardan birisi de Avrupa’daki kimlik krizi. Türkiye, AB’ye alınmasının AB’nin kimlik krizinin aşılmasına nasıl katkı sağlayacağını çok net bir şekilde ifade etmelidir. Çağ değişmiştir. AB ya bu farklı dünya ile el sıkışacak ya da çağa uyamamanın sıkıntılarını daha ağır bir şekilde yaşayacaktır. Türkiye, AB’nin çağa ayak uydurması, kültürel kimliğini yenilemesi, Müslüman âlemi ile tanışması için fırsattır.”



xxx



İnfomag Dergisi’nde ilkyazımın çıktığı tarih ise 2004 yılının Ekim ayı.



İlkyazımda 10 yıl öncesiyle kıyasladığım “Yeni Türkiye’yi” anlatıyordum ve gelecek 10 yıldan çok umutlu olduğumun altını çiziyorum…



Nasıl mı?



“Karşımızda on yıl öncesi ile kıyaslanmayacak bir Türkiye var. Çok şey değişmiş. Bir kere, o dönemde gerçekleşmesi için çok çaba sarf ettiğimiz Gümrük Birliği’ne girmişiz. Gümrük Birliği o güne kadar rekabet ihtiyacı duymayan Türkiye’ye bir “rekabet yasası” armağan etmiş. Türkiye, rekabet üretir olmuş. O günkü ihracat rakamı ile bugünkü arasındaki fark, rekabet üretebilmekten kaynaklanmakta. Ekim ayı itibariyle gene Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmiş bir ülke var karşımızda demokrasinin serpildiği, insan haklarının hayata geçmeye başladığı, piyasa ekonomisinin daha fazla kurumsallaştığı bir Türkiye bu… Biz buna “Yeni Türkiye” diyoruz.



xxx



Çok geçmeden 50. sayı kapımıza gelmişti bile…



Zaman değişiyor, İnfomag da değişiyordu...



Doğduğu platformu esas mekan kılarak eterafa yayılıyor, platformlaşıyordu.



İnfomag’ın bir değişim dergisi olduğunun vurgusunu biraz da bu nedenle yapıyordum…



“Bana sorarsanız İnfomag bir değişim dergisidir… Dünyanın nasıl ve hangi hızla değiştiğini bizlere yansıtan bir dergi…



Ellinci sayı… Yüzüncü sayı…



Acaba gelecek elli sayı içinde, nasıl bir dünya ve Türkiye bizi bekliyor?



AB ile müzakerelere başlamış, sadece devletin değil, artık bireylerin de AB standartlarıyla yüz yüze gelerek terlediği, emek harcadıkça da bunu karşılığını daha kaliteli bir yaşam olarak alan bir Türkiye… Kendini daha iyi tanıyan, tanıdıkça eksiklerini gideren bir Türkiye…”



xxx



İşte 3 Ekim 2005: Türkiye resmen AB’ye katılım müzakerelerine başladı.



Ne mi yazmışım, beraberce okuyalım:



“Türk insanının çağdaş ülkelerin vatandaşları gibi özgürleşmesi ve zenginleşmesi kavgası, AB ile müzakere süreci tamlandığında sona erecek. Geçecek zaman içinde çileler sıkıntılar, zorluklar tabii ki olacak. Buna dayanacak bilinci, sabrı göstermemiz halinde Türkiye hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak.



Çünkü ‘üretim biçimini’ dönüştürecek olan Türkiye, bağlarını ‘köylü ve esnaf’ ülkesi olmaktan koparacak.”



Bir yanda müzakere sürecindeki Türkiye, bir yandan da değişime ayak sürüyen eski yapı…



xxx



2006 yılı yazılarına bakıldığında da Türkiye eleştirilerinin ağırlıkta olduğu görülüyor.



İlk eleştiriler Şubat’ta, konu tabii ki AB:



“Dış dünyanı rüzgârı Türkiye’yi sağlığa taşıdığına göre, yeryüzü standartlarında yaşamak isteyen, yaşam kalitesinin yükselmesini arzulayan herkesin AB sürecinde çok dikkatli olması gerekiyor. Bu tamamıyla vatandaşların yaşamlarıyla birebir ilişkili bir süreç. O nedenle süreyi ‘padişahtan’ bekler gibi beklemenin sırası değil... Zaten böyle bir yanlış, AB sürecinin de tökezlemesine neden olur. AB hepimizin ve özellikle çocukların yaşamı açısından her daim gündemin ilk sırasında bulunmalı ki yol kazası olmadan menzile varalım. Menzil ne? İnsanca yaşam tabiî ki…”



Peşi sıra küreselleşmeyi kendi lehimize nasıl çevirebiliriz, zorluklarını sorguluyorum:



“Türkiye gibi ülkelerin yapacağı çok iş var. OECD, bilgi ekonomisinin çerçevesini belirleyen 41 parametre belirlemiş. Ne yazık ki Türkiye’de bu parametrelerin sadece dört tanesi mevcut. Okula gitme yılı dört yıl, nüfusun yarısının sosyal güvencesi yok, çalışanların yüzde 60’ı mesleksiz.”



Türkiye’nin yaşam kalitesini OECD ülkeleri ile dokuz ayrı kriterde kıyaslamak, gerçek yüzümüzü görmemizi de sağladı:



“2002 yılında satın alma gücü paritesine göre 6 bin 400 dolarlık kişi başına gelirle OECD sonuncusuyuz.







1990-2003 yılları arasında ortalama tüketici enflasyonu yüzde 68,6 ile OECD sonuncusuyuz.



2002 yılında AR-GE’ye ayrılan kaynak GSMH’nin yüzde 0,64’ü, sadece Fas’tan iyiyiz.



2002 yılı itibariyle ileri teknoloji ürünlerinin ihracatımızdaki payı yüzde 6,2 ve sondan dördüncüyüz.



2002 yılında sağlık harcamalarında sadece Meksika’dan ilerideyiz.



Ve son olarak 2002 yılında hem bebek ölümlerinde hem de yaşam süresinde OECD sonuncusuyuz.”



2007 yılı seçim yılıydı… Önce cumhurbaşkanlığı, ardından milletvekilliği seçimleri… Ama benim aklım Berkeley’deydi:



“Dünyanın en saygın, dünyanın en prestijli okullardan biri de Berkeley…



Oradan mezun olup, olmadığınız yavaş yavaş önemini yitirmekte…



Dünyadaki demokratikleşeme süreci dün aristokrasiye ait tüm nimetleri, yavaş yavaş kitlelere getirmeye, tüm hayata dâhil etmeye devam ediyor…



Nasıl mı?



Örneğin…



Şu adrese girerek: http://www.youtube.com/ucberkeley



Burada ne var?



Bu adreslerde, Berkeley YouTube'dan ders yayını yapıyor…



Çok ufak bir azınlığa ait muazzam bir ayrıcalık artık kitlelerin hizmetine verilmekte...



Hem de bedava…



Dünya “hepimiz Berkeley’liyiz” noktasına giderken Türkiye’de durum ne?



OECD’nin 2007 yılı eğitim raporunda üye ülkeler arasında üniversite ve lise mezunları sayısına göre Türkiye son sıralarda bulunuyor…”



xxx



2008 malum, “küresel kriz”in ortaya çıktığı bir yıldı:



“Bugün yaşadığımız kriz konusunda elimizde çok önemli bir veri var:



1995-2005 yılları arasında üst teknoloji gurubu malların Avrupa ve Amerika ekonomilerindeki katma değer payları.



Çok ilginç olarak üst teknolojili ürünlerde yaratılan katma değer payı ABD ekonomisinde bu on yıl içinde geometrik olarak artıyor. 1995 yılında yüzde 13,3 iken, 2005 yılında yüzde 54’e çıkıyor.



Ama bu oran Avrupa’da düşüyor. Asya’da ve gelişmekte olan ülkelerde ise yine göreli olarak artıyor.



Bush yönetimindeki ABD bu on yıl boyunca siyasi olarak teknolojiyi baskıladı onun yerine militarizmi, karşılıksız doları ve zehirli kâğıt ekonomisini ikame etti. İşte çöken budur.



Üzgünüm ama kapitalizm henüz çökmüyor.”



xxx



2009’da kriz, yeniçağın genç zenginlerini de vuruyordu:



“Küresel ekonomik kriz nedeniyle dünyanın en genç milyarderleri servetlerinin üçte birini kaybetmiş…



Forbes dergisinin araştırmasına göre 40 yaş ve altındaki zenginlerin ortalama serveti yüzde 30 oranında azalarak 2,9 milyar doların altına inmiş...



Genç zenginler listesinin başında 12’şer milyar dolarlık servetleriyle Google şirketinin kurucuları 35 yaşındaki Sergey Brin ve 36 yaşındaki Larry Page bulunuyor.



En taze küresel ve genç zengin sayılan Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg liste dışı kalırken, sevindirici ve rahatlatıcı bir işarete de rastladım.



Geçtiğimiz yıl zirveyi Warren Buffet’a kaptıran Bill Gates’in, bu yıl yine en zenginler listesinde bir numarada olması…



Yeniçağın simgesi gene yerli yerinde duruyor ama kriz inovasyoncuları da yakıp yıkıyor…”



xxx



2010 ise ağırlıklı olarak biraz da küresel krizin ürettiği yığınsal mağduriyet nedeniyle, "sol" kavramı üzerinde durduk...



“Fransız Solu”ndaki gelişmeler üzerinden Türkiye ve dünya solunu tartıştık:



“Projemiz, bireylerden, diğerlerine saygı duyan yurttaş yaratmayı amaçlıyor. Fransızların hem birey hem de olumlu değerler taşıyan, diğerlerine ihtimam gösteren, dikkat eden yurttaş olabileceklerine inanıyorum. Bu bağlamda ‘care’ terimini tercih ediyorum, Dürüst, ihtimamlı bir saygı toplumu arzuluyoruz. Larousse’a bakın, ‘ihtimam: Bir şeyin veya birisinin iyiliği için yapılan hareketler.’ İngilizce ‘I don’t care’, birisiyle ilgili olarak, hiç de umurumda değil anlamına geliyor. ‘I care’ ise ‘benim için önemli, aramızda bir şeyler cereyan ediyor’ demek. İşte ‘care’ terimini kullanmamın sebebi bu; ‘diğerine dikkat etmek’ veya ‘ihtimam göstermekten daha isabetli buluyorum.”



xxx



2000-2010...



On yıl geçiverdi...



Acaba 2020 de nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye, nasıl bir İnfomag olacak?



Hiperaktif bir dünyanın çocuğu olan İnfomag gene önde koşacak, buna eminim...



Dünyaya da umutlu bakıyorum…



Türkiye'de dünya ve İnfomag’ı izlerse, ona da umutlu bakabileceğiz...



Nice nice yıllara...



01.11.2010

Mehmet ALTAN - Dinamik dindarlık, hayat karşısında edilgen olmamaktır

İktisat profesörü Mehmet Altan, İslam felsefesi profesörü Mustafa Çağrıcı'yla kent dindarlığını konuşuyor olmayı çok önemsediğini söylüyor. Çağrıcı, "Sosyal bilimciler bu tartışmayı başlatmak için geç bile kaldı." diyor.



Hocaya göre bu tartışmayı ilahiyatçıların başlatması doğru olmazmış. Ama bundan sonrası ilahiyatçılara düşüyormuş. "Müslümanlara unutulan Peygamber dindarlığını yani dinamik dindarlığı anlatmaları gerekiyor."***

Mehmet Altan: Kent dindarlığının karşıtı, sanıldığı gibi köy dindarlığı değildir. Siyasal İslam'dır. Kent dindarlığını dinamik dindarlık doğurur. Dinamik dindarlık ise çağcıl olma, zamana zemine kendi ilkelerinden taviz vermeden uymak demektir. İslam alemi uyum kabiliyetini kaybetti. Yer kürede dinamik bir süreç var ve hayat ilerliyor, ona uyumu kaybedince dinamizmini kaybediyorsun. Sonra etken olamıyorsun edilgen oluyorsun.

Mustafa Çağrıcı: Hz. Peygamber, toplumsal ilişkileri daha zarif olan insanları daha dindar olarak görüyor. Daha kaba saba, hoyrat olan insanları dindarlık yönünden eksik görüyor ve onları bir şekilde eğitiyor, eğittiriyor.

Mehmet Altan, "Çocukluğumda gördüğüm kent dindarlarını özlüyorum ve arıyorum." diyerek kent dindarlığı kavramı üzerine bir kitap yazdı. Yaklaşık bir yıldır tartışılan bu kavramla ilgili geçtiğimiz haftalarda İslam felsefesi profesörü ve İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı'nın, Zaman'ın Yorum sayfasında "kent ahlakı" başlıklı bir yazısı yayımlandı. Çağrıcı, kent dindarlığı müzakerelerine katkı olarak gördüğü yazısında, İslam dininin kentte gelişip tamamlandığını vurguladı. "Hz. Muhammed şehirde doğdu ve tam bir şehirli olarak yaşadı." diyen Çağrıcı, yazısında İslam'ın kent ve medeniyet kültürünün temelini oluşturduğunu anlattı. Kent dindarlığı tartışmalarına yeni bir boyut kazandıran yazıda, İslam toplumlarının sağlıklı bir kent yapısı ve ilişkisi kurma hususundaki sıkıntılarının temel sebebinin ekonomik yoksulluk olduğunu söyleyen Altan'ın aksine bunu din ve dindarlık anlayışındaki sapma, dolayısıyla yanlış ya da eksik din eğitimi olduğu tespiti yapılıyor. Altan da Star gazetesindeki köşesine Çağrıcı'nın yazısını "kent dindarlığına fetva" başlığıyla taşıdı. Geçtiğimiz pazartesi ekonomi profesörü Mehmet Altan ve felsefe profesörü Çağrıcı'yla biraraya geldik. 16. yüzyıldan kalma ahşap bir İstanbul konağında "kent dindarlığı" kavramını konuştuk. Elimizde bir sürü soruyla gittiğimiz İstanbul Müftülüğü'nden nefis bir entelektüel muhabbeti dinleyerek çıktık.

Kent dindarlığı aslında bugünün insanının dindarlığı nasıl algıladığıyla ilgili bir mesele. Sizce bugünün insanı dindarlığı nasıl algılıyor?

Mustafa Çağrıcı: Genelleme yapmak doğru değil ama günümüz insanı, imanın şartları dediğimiz inanç ilkelerini kabul eden, ibadetlerini de iyi kötü yerine getiren ve kimseye zararı ziyanı dokunmayanı dindar olarak sayıyor. Şahsen bunun doğru ama eksik bir dindarlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü Hz. Peygamber doğrudan inançla ibadetle ilgisi olmayan birçok tutumu da dindarlık içinde değerlendiriyor. Yani, toplumsal ilişkileri daha zarif olan insanları daha dindar olarak görüyor. Daha kaba saba, hoyrat olan insanları dindarlık yönünden eksik görüyor. Onları bir şekilde ya kendisi eğitiyor ya eğittiriyor. Dolayısıyla orada dinamik bir dindarlık vardır. Dinamik dindarlık; toplumsal hayat ve insan ilişkileri geliştikçe, insanın uğraşı alanları üretim, ticaret, sanayi gibi çeşitlendikçe o alanların gerektirdiği pratiklerde, düzgün, dürüst ve insanların yararına bir biçimde uygulama, geliştirme ve zenginleştirme ortaya koyar.

Yani dindarlık bilinçli vatandaş olmaktır aynı zamanda...

M.Ç.: Kesinlikle öyle. Peygamberliğin dindarlığında akıllı ve rasyonel davranma da vardır. Hz. Peygamber birini takdir ederken "Sen iyi, teenni sahibi ve halim insansın." diyor. Öfkeye kapılmamak, akıllıca davranmaktır halim olmak. Duygusal tepki vermeden soğukkanlı bir biçimde olayı değerlendirme ve en akıllı, en rasyonel, sonucu en hayırlı neyse ona göre bir davranış ortaya koymaktır. Zaten hilm kelimesi Arapçada akıl anlamına gelir. Halim de akıllı davranan, akıllı yaşayan insan demektir.

Mehmet Altan: Dinamik dindarlık harika bir kavram. Çok kullanılan bir şey değil.

M.Ç.: Hayatın akışı karşısında bireyin edilgen olmamasıdır. Tam tersine kendi inançları, değerleri ve ahlaki ölçüleri çerçevesinde olayı, gerek kendisi, gerek çevresi gerekse insanlık için yararlı bir şekilde değerlendirmesidir.

M.A: Akılcılığın da tanımı budur. Kendi ilkelerinden vazgeçmeden zamanın ruhuna göre hareket etmek kabiliyetini geliştirmektir.

M.Ç.: Aslında bunu İslam tarihinin altın çağında, Müslüman toplum kültürünü örselemeden dünyaya yöneltmiş ve o dünyadan yararlanma akıllılığını göstermiştir. Düşünebiliyor musunuz temel kültürü okumaz yazmazlık olan bir Arap toplumu bir asır sonra felsefe toplumuna doğru yürüyor. Bunu sağlayan şey Peygamber'in onlara verdiği dinamik dindarlık anlayışıdır.

O dinamik dindarlık ne oldu da konuşmanızın başında anlattığınız statik dindarlık haline geldi?

M.Ç.: Bu, dünyada da tartışılıyor. Nedenleri soruluyor. Benim anladığım kadarıyla insanımız aslında dindarlıkta var olan analitik olarak düşünme, aklıyla davranma yerine giderek daha çok duygusuyla davranmaya başladı. Böyle bir dönüşüm yaşandı. Bugün İslam toplumlarının temel sorunu rasyonel davranmak yerine duygusal davranmaya yatkın olmasıdır. Bu, çok ağır bir sorunumuzdur.

M.A.: Bu süreci ta Karlofça'ya kadar götürebiliriz. Osmanlı o zamandan itibaren toprak kaybetmeye başladı. Ekonomik yoksunluk ve kaybetme hali Müslümanları giderek akılcılıktan uzaklaştırdı. Bugünün dünyasındaki 57 Müslüman ülkenin toplam üretimi Almanya kadar. Müslüman toplumlar huzurlu ve akılcı toplum olmanın gereği olan sosyoekonomik şartlarından uzak. Zor bir hayat yaşıyorlar. İnsan duygusuna, öfkesine kapılıyorsa hayat onu zorluyor demektir.

M.Ç.: Duygularıyla hareket ettiğinde de artık edilgendir, aktör olma durumunu kaybetmiştir. Aktör olacaksınız ki kendinizi ve dünyanızı sağlıklı kuracaksınız. Öyle olmazsa size bir şey verilince -ki Batı dünyası bunu yapıyor- ya reddedeceksiniz veya olduğu gibi kabul edersiniz. Neden? Çünkü analitik düşünmüyorsunuz, yararı ve zararı nedir, rasyonel süzgeçten geçirerek neyi ne kadar alacağınızı ya da reddedeceğinizi hesap etmiyorsunuz. Çünkü tepkisel davranıyorsunuz. Müslümanlar Hz. Peygamber ve sonraki hakim olan akılcı yaşayış biçiminden uzaklaştığı süreçte etkin akıllı ve özgür toplum olmaktan da uzaklaştı.

Müslüman toplumların bugünü için ne düşünüyorsunuz?

M.Ç.: İslam dünyası rasyonel düşünen insan yetiştirdiği andan itibaren eğrinin ucu yukarı doğru çıkar. İslam dünyasında Türkiye'nin ileri fırlamasının da sebebi budur. Türkiye yüz yıllık entelektüel çatışmasında inanılmaz kazanımlar elde etti. Ve bugün o çizginin burnu yukarı doğru tırmandı. Bunu geri döndüremezsiniz. Pozitife doğru önemli bir kırılmadır. Türkiye geri dönülmez biçimde doğru süreci yakaladı. Bunda din âlimlerinin rolü olmadı değil. Türk toplumunun zihinsel dönüşümüne doğru yönelmesinde pozitif gelişiminde din adamlarının görülmeyen bir etkisi var.

M.A: Siyasi algıdan sıyrılan vicdanlı dindar Müslümanlar öne geçiyor. Siyasetin hakim olamayacağı bir vicdan -vicdan, hukuk ve adalet demektir- onun öne çıktığı bir süreci yaşıyoruz. O vicdanın bütün dünya için geçerli olmasını isteyen bir dindarlık var. Onun için kent dindarlığı kavramı ve müftü beyin yazısı bu kadar yankı yarattı.

M.Ç.: Zaten derin dindarlıkta da bu vardır. Derin dindarlar her zaman özgür insanlardır. Derin dindarlar sessiz durur ama güçlü insanlardır. Gerektiğinde dirençli insanlardır. Derin dindarlar güdülen insanlar değillerdir.

Bu tartışmayı bir sosyoloğun çıkarmış olmasını ilahiyatçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.Ç: Aslında Mehmet Bey gibi sosyal bilimler alanında yetkin isimler bunda geç bile kaldı. Bu ilahiyatçıların işi değil. Fakat ilahiyat alanında da bu yönde çalışmaların vakti geldi. Artık iyi bir ilahiyatçı kadro oluştu. Onların ana kaynaklarını önüne koyup modern dünyanın sorunlarını modern dünyaya ufuk açacak şekilde çözüm üretmeleri gerekiyor. İslam modern dünya sorunlarını çözebilir.



İnsanı imar ederseniz medeniyet inşa edersiniz

Mustafa Çağrıcı: Dinin ibadetlerle ilgili kısmı azdır ve kategoriktir. Ama dinin iç dünyanın zenginleştirmesine yönelik buyruklarının sonu yoktur. Mütevazı olacaksın, sabırlı, itidalli, dengeli olacaksın... Bütün bunlar insanın imarıyla ilgilidir. İnsanı imar ederseniz o insan kendisi mâmur olduğu için bir umran, bir uygarlık üreten varlık olur artık. İnsanı mamur etmek konusunda yanlış yola girdik ve uygarlık da yıkıldı. Kötü kent yaptığınızda giderek insanın iç dünyasını da yıkıyor. İstanbul'un fiziksel yapısını değiştirmek için en az 50 yıla ihtiyaç var. İnsan davranışları da öyle. Bizim kentlerimizde yaşayan insanların davranışları da sorunlu.

Zaman, 24.10.2010

Eser KARAKAŞ -G-20’lerin araştırmaya ayırdığı paylar

 ekarakas@stargazete.com


Bu yazıyı arife günü kaleme alıyorum, bayramın ilk günü elinize geçecek; herkesin bayramını kutluyorum, sağlık ve mutluluk getirmesini temenni ediyorum.

Gelelim bugünkü temel konumuza.

Güney Kore’de toplanan G-20 zirvesi küresel sistemin yeniden ele alınmasına neden oldu.

Bizim basına yansıyan konular daha ziyade kur ve rezerv savaşları ile Erdoğan-Obama görüşmesi.

Bu konular da çok önemli ama kanımca daha da önemlisi G-20 grubunun geleceğe yönelik nasıl tasavvurlar içinde olduğu.

Gelecek tasavvuru dendiği zaman da ilk akla gelen ülkelerin, blokların bilime, araştırmaya ayırdıkları kaynak ve bu kaynağın zaman içindeki gelişimi.

Bu kısa köşe yazısında, bilim, araştırma alanlarında G-20 üyesi ülkeler hangi aşamadalar, bu konuya değinmek istiyorum.

Mesela araştırmacı sayısının küresel dağılımı ilginç br manazarayı önümüze sunuyor.

Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin, her biri yaklaşık yüzde yirmilik paylarla dünya araştırmacı sayısının yüzde altmışını oluşturuyorlar.

Japonya yüzde on, Rusya yüzde yedilik paylara sahipler; dünyanın geri kalanı ise bakiye yüzde 23’ü paylaşıyorlar.

Bilime, araştırmaya ayrılan parasal kaynaklara, harcamalara baktığımızda ise ABD’nin hala mutlak bir üstünlüğü söz konusu; ABD tek başına 2007 itibariyle bilime, araştırmaya yönelik harcamaların yaklaşık üçte birini (yüzde 32.6) yapıyor.

ABD’yi yüzde 23’lük bir payla Avrupa Birliği ülkeleri takip ediyorlar; Japonya’nın bilim-araştırma harcamalarında payı yüzde 13, Çin’in ise yüzde on.

Çok yakın bir dönemin süper gücü Rusya’nın payı ise yüzde iki dolayında; Hindistan yüzde 2.2’lik bir payla Rusya’yı sollamış bulunuyor ama bu arada yüzde 3.6 payıyla Güney Kore’yi de unutmamak lazım.

Türkiye’nin payı binde altı dolayında, Meksika’nın ise binde beş; Brezilya’nın payı ise yüzde 1.8, yani binde 18 ve bu payla yaklaşık bizim bilim ve araştırmaya yaptığımız harcamanın üç katını gerçekleştiriyor.

Mukayeseli tablolardan çıkarılabilecek en iyimser sonuç Türkiye’nin bilim va araştırma harcamalarında küresel payı artan ülkeler arasında yer alması.

ABD’nin, AB’nin, Japonya’nın, Fransa’nın küresel bilim ve araştırma harcamaları içindeki payları düşerken, Çin’in, Güney Kore’nin, Hindistan’ın, Brezilya’nın, Türkiye’nin payları yükselme trendi içinde görülüyor.

2008 itibariyle bilimsel yayınlarda da gelişmiş ülkelerin üstünlüğü yüzde yetmişlik bir payla çok bariz; gelişmekte olan ülkelerin payı yüzde yirmi iken, Çin’in tek başına payı yüzde on dolayında.

Benim özellikle ilgimi çeken bir konu da bilim ve araştırma harcamalarının artışının özel-kamu dağılımı.

2000 senesinden itibaren ABD’de ve Avrupa Birliği ülkelerinde, mesela Fransa’da özel kesimin payında az da olsa bir azalma var, araştırma-geliştirme harcamalarında kamu ağırlık kazanıyor.

Oysa, Japonya’da, Güney Kore’de, Çin ve Hindistan’da özel kesimin araştırma harcamalarındaki payı hızla artış gösteriyor.

Hepimizin bayramı mübarek olsun.

Herkese bol okumalı bir bayram tatili diliyorum.

Eser KARAKAŞ - AK Parti’nin siyasi ‘stop and go’ politikası

ekarakas@stargazete.com


Stop and go”, malum, ingilizce “dur ve yürü” demek.

Bu tabir eski yıllarda demokrasilerde iktisat politikaları bağlamında kullanılan bir tabir idi.

Ben bu yazıda kavramı siyasi anlamda kullanacağım ama önce kavrama yönelik kısa bir açıklama.

Dört senelik parlamento dönemlerinde siyasal iktidarlar ilk iki seneyi daha muhafazakar (iktisadi anlamda) politikalarla yani sıkı bütçe politikaları, sıkı para politikaları, anti-enflasyonist politikalarla geçirmeyi tercih ederler, bütçelerinde ve para arzında bir manevra marjı sağlarlar, seçimlere giden son iki senede de hem bütçe politikalarını, hem para politikalarını gevşetirler, gelirler politikasına ağırlık verirler, özel kesim istihdamı kıpırdar, devlete memur alımları hızlanır, iktidar partisi de böylece ilk iki senede biriktirdiğini son iki senede harcayarak sandığa avantajlı gitmek ister.

Son senelerde ekonomi alanında bu politkalara yine yönelinmiyor değil ama bir dizi küresel nedenden eskisi kadar zahmetsiz ve maliyetsiz olmuyor.

Ancak, yukarıda da belirttiğim gibi, ben bu kavramı bu yazıda AK Parti’nin siyasetine yönelik kullanmak istiyorum.

AK Parti de bir anlamda siyasi bir “stop and go” politikası uyguluyor ama bendeniz bu politikanın mantığını anlayabilmiş değilim.

Türkiye 2007 seçimlerine çok gergin bir ortamda girdi; 27 Nisan rezaleti, 367 garabeti en popüler örnekler.

Ve AK Parti seçimlerden yüzde 47 gibi çok yüksek bir oy oranıyla çıktı.

Seçim gecesi de çok olumlu bir balkon konuşması yapıldı, bir detant, yumuşama ortamı yakalandı.

23 Temmuz sabahı Türkiye’yi bekleyen, başta yeni bir anayasa, AB reformları olmak üzere bir dizi mesele vardı.

İşin en olumlu yanı da Türkiye’de bu reformların yapılmasını sağlayacak bir siyasal güven, özgüven ortamının varlığı idi.

Ancak, hepimiz çok iyi biliyoruz, AK Parti bir siyasi “stop” politikasını tercih etti, yüzde 47’nin yarattığı o çok olumlu, heyecan verici hava dağıldı.

“Tabiat boşluk kabul etmez” derler, galiba aynı şekilde siyaset de boşluk kabul etmiyor, devreye, boşluğu doldurmak için kapatma davası girdi ve AK Parti çok daha fena kilitlendi.

Geçmişe yönelik bir tarihsel iddia değil ama benim güçlü kanaatim, şayet AK Parti 23 Temmuz sabahından itibaren AB referanslı çok radikal bir reform sürecini devreye soksa idi, kapatma davası açmaya kimse cüret edemez idi.

Türkiye’nin ve AK Parti’nin eline güçlü bir yeni fırsat da 12 Eylül referandumu sonrası geçti.

Tam da siyasi anlamda “go” politikalarına yönelinmesi, yani radikal ve evrensel hukuk devleti, AB referanslı reformlara yönelinmesi gereken bir dönemde, üstelik arkaya yüzde 58’in rüzgarı alınmış iken, yine siyasi “stop” politikasının devreye girdiği izlenimi bende hakim.

Tam da rüzgarlar yelkenleri doldurur iken siyaseten durmanın mantığını doğrusu anlamakta zorlanıyorum.

22 Temmuz 2007’de ve 12 Eylül 2010’da rüzgarlar, başka bir partiye nasip olamayacak kadar güçlü ve olumlu esti; ancak, bu rüzgarların doğru kullanıldığı kanısında pek değilim.

Bu seçim döneminden akılda kalacak üç çok önemli ve olumlu gelişme sivil-asker ilişkilerinin de facto normalleşmesi (anayasal adım pek gündemde değil, kısmi anayasa değişikliği ve global kirizin az hasarla atlatılması.

Bu rüzgarlarla, başta AB reformları, yapısal reformlar ve kapsamlı bir anayasa değişikliği olmak üzere, çok daha iyisi yapılabilir idi diye düşünüyorum.

AK Parti’nin siyasi sloganı “go and go” olmalı.

Böylece hem demokrasi düşmanları pek kafalarını kaldıramaz hem de siyaseten “go and go” diyen bir ülkede ekonomik büyüme daha hızlı olur.

Eser KARAKAŞ - Kim kime çakmış’ ve NATO Zirvesi

 ekarakas@stargazete.com
19 Kasım Cuma günü elinize ulaşacak bu yazıyı Salı günü akşam saatlerinde yani normal süresinden iki gün önce kaleme alıyorum, bayramlar programları biraz değiştirebiliyorlar.

Her yazımı yazmadan yapageldiğim gibi yine yerli ve yabancı basına bir göz atıyorum.

Salı günü öğle sonrasının yerli basında en popüler tartışma konusu galiba Zaman gazetesi yazarı Sayın Günseli Ocak Ozanoğlu’un “Hangi köşe yazarı, kime, nerede kaç kere sataşmış” başlıklı yazısı; görebildiğim kadarıyla Ertuğrul Özkök bu tartışmada baş köşede, öte yanda da üzüntüyle izlediğim, çok çok daha iyisini yapabilecek çap ve donanımdaki iki eski arkadaşı(mı)n, Cüneyt Ülsever ve Engin Ardıç’ın talihsiz tartışması.

Dış basında ise bugün (19 Kasım) başlayan NATO zirvesi konuşuluyor; Batı’nın tüm önemli basın organlarında, The Economist, Le Monde, vs. NATO zirvesi hep başrolde ve yaklaşık herkes ve bizzat NATO Genel Sekreteri Rasmussen tarafından bu Zirve, NATO tarihinin en önemli Zirvesi olarak takdim ediliyor.

Ve yine bizzat NATO Genel Sekreteri Rasmussen tarafından Türkiye’nin bu Zirvenin odak ülkesi olacağı dile getiriliyor.

Ancak nedense bizim basın bu çok hayati konuya “Kim kime, nerede, nasıl çakmış” gibi bir konuya gösterdiği ilginin onda birini bile göstermiyor.

Bu arada yabancı basın bu konulara yaklaşırken işin dedikodu yanından ziyade istatistiki yönlerine de ağırlık veriyor ve bu Zirve vesilesiyle NATO üyesi ülkelerin tümünün milli gelirleri içinde askeri harcamalarının paylarını da yayınlıyor.

Bu konularda en sağlıklı verileri üreten SIPRI’ye dayanarak yapılan mukayeselerde Türkiye, dünya jandarması ABD’den ve Yunanistan’dan sonra 28 ülke içinde, İngiltere ve Fransa’dan da yüksek olmak üzere, askeri harcamalarının milli gelire oranı en yüksek üçüncü ülke olarak çıkıyor.

ABD’yi anlıyoruz ama biz ve Yunanistan’ın bu yarışta (!) buralarda olmamız gerçekten çok üzücü.

Basında NATO zirvesi gerektiği kadar ele alınmayınca bu tablolar, bu mukayeseler de yeterince konuşulamıyor.

Konuya ilişkin istatistikleri değil de illaki dedikodusal yaklaşımları benimseyecek ise kanımca yapılması gereken en iyi dedikodu bu Zirve’ye Türkiye adına kimin katılacağı dedikodusu; ben sırayı şaşırdım, şu anda tam yanıtlayamıyorum.

Bilindiği gibi, bizim dışımızda TÜM NATO ÜLKELERİ bu zirvelerde Milli Savunma Bakanları tarafından temsil ediliyorlar, Genelkurmay Başkanları da, bir askeri memur olarak sivil otoriteye bilgi desteği vermek, son senelerin moda deyimiyle “brief” etmek için bakanların arkasında oturuyorlar.

Bizdeki o malum saçmalık nedeniyle (Anayasa, madde 117) bu zirvelere Milli Savunma Bakanları ve Genelkurmay Başkanları beraber gitmiyorlar, bir toplantıya biri, diğerine öbürü gidiyor zira Genelkurmay Başkanlarımız Milli Savunma Bakanlarının arkasında oturmayı kendilerine yediremiyorlar, zaten devletimizin protokol usulleri de bu duruma uygun değil.

Yukarıda “bu Zirve’ye hangisi katılacak?” dememin basit nedeni bu.

Yine basından öğrendiğim kadarıyla Çankaya’da bu Zirve’ye yönelik bir buçuk saat süren bir toplantı da gerçekleştirilmiş.

Bu Zirve’de ne konuşuldu bilemem ama bu protokol komikliğini giderecek, ülkemizi normalleştirecek bir dönüşüm de konuşulmuş olsa doğrusu çok iyi olurdu.

Bu Çankaya Zirvesi de doğrusu biraz tuhaf zira aynı masa etrafında daha bir aydan kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı’nın eşinin kıyafetini protesto eden ve resmi bir davet icabet etmeyen bir askeri bürokratla aynı Cumhurbaşkanı beraber oturabiliyorlar.

NATO zirvelerine Bakan ile Genelkurmay Başkanı’nın beraber gidemediği, bir memurun Cumhurbaşkanı’nın eşini protesto edebildiği bir ülkede “Hangi köşe yazarı kime çakmış?” konusunun en popüler konu olması hiç şaşırtıcı olmamalı.

Eser KARAKAŞ -Eğitimde manzara-ı umumiye

 ekarakas@stargazete.com


UNESCO harika eğitim istatistikleri yayınlıyor.

Ekonominin ulusal sınırları tanımaması rekabet ortamını çok daha sertleştiriyor.

İnsanlar da bu rekabet ortamının tam ortasındalar.

Daha iyi, daha uzun eğitim almış olanların bu rekabet ortamında daha kolay ayakta kalacakları da kesin.

Rekabet ortamında daha kolay ayakta kalacak insanları sayıca daha fazla ülkeler de daha gelişmiş ülkeler olacaklar.

Mesele bu kadar basit.

Eğitimle ekonomiyi, rekabeti bugün için, bu denli beraber düşündüğünüzde de en aydınlatıcı istatistikler 25 yaş ve yukarı nüfusun eğitim istatistikleri.

Çok detaya girmeden ülkemiz Türkiye için 25 yaş ve yukarı nüfusun temel eğitim istatistiklerini özetlemek ve biraz da mukayeseli yorum yapmak istiyorum.

25 yaş ve yukarı nüfusta ülkemizde hiç okula gitmemişlerin oranı UNESCO istatistiklerinde yüzde 11.3 görülüyor; bu orana erkek-kadın olarak bir kez daha baktığınızda hiç okullaşmamış erkeklerin oranının yüzde 4.5, kadınların ise yüzde 18 olduğu göze çarpıyor.

Başka bir ifadeyle hiç okul yüzü görmemiş kadınlarımızın oranı erkeklere kıyasla tam dört kat daha yüksek.

UNESCO istatistiklerinde başka çarpıcı noktalar da mevcut ama uluslararası mukayeselerde ülkemiz için en göze çarpan özellik eğitim durumu söz konusu olduğunda kadının durumunun başka ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar kötü olduğu gerçeği.

Burada başka ülke derken Suudi Arabistan, Suriye gibi ülkeleri kastetmiyorum, kastetmek de istemiyorum; muradım kendimizi mukayese yapmaktan kaçınmamamız gereken batı ülkeleri.

İlkokulun bir aşamasından terk etmiş 25 yaş ve yukarı nüfusun oranı ise ülkemizde yüzde 6.2.

Bu kategoride erkeklerin oranı yüzde 4.8, kadınların ise yüzde 7.4.

Lise sonrası eğitim meselesine geldiğimizde karşımıza ilginç veriler çıkıyor.

25 yaş ve yukarı nüfusun yüzde 9.1’i ise lise sonrası eğitim almış durumda.

Bu kategoride erkeklerin oranı yüzde 11.2, kadınların ise yüzde 7.1.

Ukrayna’da lise sonrası eğitim almış 25 yaş ve yukarı nüfusun oranı yüzde 38; erkeklerde oran 35.8, kadınlarda ise yüzde 39.7 yani daha yüksek.

Filipinlerde genel oran yüzde 27.3, erkeklerde yüzde 25.5, kadınlarda yüzde 29.

Bu son kategori üzerinde daha uzun durmak, mukayeseli istatistiklerden lise sonrası eğitimin finansman modeli için ipuçları çıkarmamız lazım.

Mesela, Amerika Birleşik Devletleri’nde 25 yaş ve yukarı nüfusun yüzde 38.3’i lise sonrası öğretim görmüş durumda; bu ülke için erkek-kadın ayırımı anlamlı durmuyor, bir fark gözükmüyor, erkeklerin oranı yüzde 38.1, kadınların ise yüzde 38.4.

İki ülke düşünün, birincisinde üniversite okumuşların oranı yüzde onun altında ikincisinde ise yaklaşık yüzde kırk; bu iki ülkede yükseköğretim finansman modellerinin, etkinlik ve daha da ziyade hakkaniyet açısından farklılaşması normal; böyle bir istatistiki veri bizim ülkemizde özel eğitimi daha hakkaniyetli kılabilir.

Üstelik bu iki ülkenin vergilerinin matrahları, mükellefleri çok farklı ise.

Bu konuya başka bir yazıda uzun uzun geri döneceğim.

UNESCO istatistiklerinde en çok ilgimi çeken başka bir konu da 25 yaş ve yukarı nüfusun eğitim dağılımı verilir iken “bilinmeyenler” kaleminin yüzde 7.4 oluşu; başka hiçbir ülkede bilinmeyenlerin oranı bu kadar yüksek çıkmıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın ya da DEİK’in (Devlet İstatistik Kurumu) bu konuda bizleri aydınlatmasını doğrusu çok isterim.

Manzara-ı umumiyeyi nasıl buldunuz?

Eser KARAKAŞ - Beyaz türkler, akılsız türkler ve Lizbon Zirvesi

 ekarakas@stargazete.com


Beyaz türk lafını hiç sevmiyorum. Beyaz ev deniyorsa bunun anlamı potansiyel olarak siyah ya da gri evlerin de olabileceğidir.

Kendilerine beyaz türk diyen bir kesimin başka türkleri nasıl nitelendirdiklerini de açıklamak gibi ahlaki zorunlukları vardır.

Beyaz türk kavramına ne gibi özellikler yükleniyor bilemiyorum, aydınlanma denen dönem ile ilişkili bazı kavramların beyaz türk kavramına yüklendiğini düşünüyorum ama burada aklıma bazı sorular da takılmıyor değil doğrusu.

Aydınlanma kavramına olur olmaz her fırsatta bir anlam yükleyen kesimin çok büyük çoğunluğunun, adeta tümünün aydınlanma kavramının ne anlama geldiğini hiç kavrayamadıklarını seziyorum.

Aydınlanma kavramı, beğenin ya da beğenmeyin, özünde sorgulama demektir.

Ama her şeyi sorgulama demektir.

Bugün ülkemizde kendine beyaz türk deme cüret ve cehaletini gösteren kesimin ve bu kesimin sözcülerinin en az becerdiği şey ise sorgulamadır.

Sorgulamaktan kaçınan kişi aydınlanma kavramının özünü ıskalamış demektir.

Bu sorgulama özürlü kişiye de beyaz türk demek mümkün değildir.

Gelelim sorgulama meselesine.

Dediğim gibi, aydınlanma demek sorgulama, herşeyi sorgulama demektir.

19-20 Kasım günlerinde Lizbon’da bir NATO Zirvesi toplandı.

Özellikle bu Zirve askeri/teknik konuların ön plana çıktığı bir toplantı oldu.

Türkiye bu Zirve’ye, bilebildiğim kadarıyla (aksini bilen varsa söylesin), Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’den oluşan bir yönetici, karar alıcı grupla katıldı.

Bu da çok normal.

Ancak, aşağıda, siyasi düzeyi brief edici başka bir grubun da varlığı şart.

Diğer NATO ülkelerinin tümünde, bu bilgilendirici grupta Genelkurmay Başkanları da bulundular.

Yine bilebildiğim kadarıyla sadece bizim ülkemizde siyasi otoriteyi brief edecek, teknik bilgi verecek grup içinde Genelkurmay Başkanı Sayın Işık Koşaner bulunmadı.

Sayın Işık Koşaner, Genelkurmay Başkanı Lizbon’a gitti mi, gitmedi mi?

Bu sorunun cevabı önemlidir.

Özelikle sorgulama geleneğinden gelmesi gereken “sözde aydınlanmacı”, “sözde beyaz türkler” için çok önemlidir.

Kendine beyaz türk deyip de “Koşaner neden Lizbon’da yok?” sorusunu soran birini gördünüz mü?

Kendine “beyaz türk” diyeceksin, aydınlanma (sorgulama) kavramını diline pelesenk edeceksin ama sonra tüm NATO ülkeleri içinde neden sadece türk Genelkurmay Başkanı Lizbon’a gitmedi sorusunu sormayacaksın.

Bu kategoriye bence, ilgisizlik ya da cehalet söz konusu değil ise, “beyaz türk” değil “AKILSIZ TÜRK” ya da “GÖREVLENDİRİLMİŞ TÜRK” denir.

Bu sorunun muhatabı da sadece bu konuyu sormayı aklına bile getiremeyecek kendine beyaz türk diyebilen “AKILSIZ TÜRKLER” değildir.

Hükümet de, neden kendi memurunu Lizbon’a götüremiyor, bize açıklamak zorundadır

Eser KARAKAŞ - Türk siyasi hayatının özü

 ekarakas@stargazete.com


Posta Gazetesi’nin 22 Kasım 2010 Pazartesi günkü nüshasının manşeti “Bürokrasiden Kurtuluş Yok”.

Haberi aynen aktarıyorum.

Yoruma gerek var mı?

“Üniversite (Mardin Artuklu Üniversitesi) Mardin’in hiç işgal edilmediğini ortaya çıkardı.

Belediye bundan böyle “Kurtuluş Günü” kutlaması yapmama kararı aldı.

Karar bürokrasiye katıldı, Hükümetin resmi onayı bir türlü gelmedi.

Mardinliler aslında var olmayan “Kurtuluş Günü”nü bu yıl da mecburen törenlerle kutladı.

Mardin Artuklu Üniveirsitesi uzun araştırmalar sonucunda Mardin’in Birinci Dünya Savaşı sonrasında düşman tarafından işgal edilmediğini ortaya çıkarmış idi.

Araştırmaların sonucuna göre, 1918’de bir fransız albay Mardin’e gelip kentin hemen kendilerine teslim edilmesini istedi.

Mardinliler kararlılıkla “Hayır şehri teslim etmeyeceğiz” deyince albay işgalden vazgeçip döndü.

Mardin Belediye Meclisi de bu tarihi gerçeğe dayanarak 90 yıldır 21 Kasım’da kutlanan “Kurtuluş Günü”nü “Onur Günü”ne çevirme kararı aldı.

Belediye’nin 11 Kasım’da aldığı bu karar bürokrasiye takıldı.

Karar Bakanlar Kurulu’na gönderildi.

Resmi onay 21 Kasım’a kadar gelmeyince dün Mardin’in düşman işgalinden kurtuluşunun 91. yıldönümü mecburen resmi törenle kutlandı.

Kutlama o kadar “ mecburen” yapıldı ki, Vali, Belediye Başkanı ve Garnizon Komutanı törende yoktu.

Yerlerine vekilleri vardı.

Resmi onay seneye yetişir ise artık Mardin’de Kurtuluş Günü kutlanmayacak.”

Posta Gazetesi’nin haberi bu kadar.

Yanda da resimde vekillerin resmi araba üzerinden halkı kutlaması var.

Posta Gazetesi’ni bu haberi birinci sahifeye almasından dolayı kutluyorum.

Artuklu Üniversitesi’ni bu olayın üzerine tarihsel olarak gittiği için kutluyorum.

Mardin Belediyesi’ni bu kararı aldığı için kutluyorum.

Aslında, yukarıda, bir gazete haberi içinde, üstelik kısa bir haber içinde, “Türk Siyasi Tarihi”nin özeti var.

Üniversitelerde öğrencilere bu ders (Türk Siyasi Tarihi) uzun uzun okutulacağına bu gazete manşetinin ruhu iyi anlatılsın, eminim, Cumhuriyet sonrası türk siyasi hayatının da özü daha iyi anlaşılacaktır.