28 Ocak 2011 Cuma

Ahmet Altan - Başka bir sorun

KUM SAATİ 23.12.2010
Türkler, Kürtlerin her türlü talebini ve siyasi hamlesini Türklerle Kürtler arasında bir sorun olarak görüyor.
Biz hep Kürt-Türk ilişkisini konuşuyoruz ama neredeyse Kürtlerle Kürtlerin ilişkisini hiç konuşmuyoruz.
Hâlbuki benim görebildiğim kadarıyla son zamanlarda PKK-BDP hattında gerçekleştirilen hamlelerin önemli bir kısmı Kürtlerle Kürtler arasındaki sorundan kaynaklanıyor.

“İki dillilik” bütün Kürt halkını doğrudan ilgilendiren, “bütünlüklü” bir talep, zaten fiilen yürürlüğe giriyor.
Bunu engellemek mümkün değil.
Kürtler, Kürtçe tabelaları, menüleri, etiketleri yazarlar, hayat da devam eder.
Fiili durum, eğer gerekirse daha sonra bir yasayla da pekişir.
Ama bir de “demokratik özerklik” meselesi var.
PKK-BDP hattı epeyce tehditkâr, aceleci ve telaşlı çıkışlarla “özerkliği” tek taraflı yürürlüğe sokmak için uğraşıyor.
Şu sırada Apo’yla müzakereler sürüyor.
Haziranda da genel seçimler var.
Bu seçimler anayasanın yeniden yazılmasının ilk adımı olacak, seçim sürecinde büyük bir ihtimalle Türkiye, Kürtlerin “eşit vatandaşlar” olmasını sağlayacak maddeleri tartışacak, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi de gündeme gelecek.
Zaten dünya da “yerel yönetimleri güçlendiren” bir anlayışı benimsiyor.
Üyesi olmaya çabaladığımı Avrupa Birliği de, üyesi olduğumuz Birleşmiş Milletler de “yerel yönetimlerin güçlenmesini” temel koşullardan biri olarak görüyor.
Çok da uzun olmayan bir gelecekte Türkiye de “yerel yönetimleri” öne çıkaran bir yapıyı benimseyecek.
Yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla oluşacak “demokratik” bir ortamda bunları tartışıp, karşılıklı kabullerle bir sonuca ulaşmak sağlıklı ve kalıcı bir çözüm çıkarır ortaya.
PKK-BDP hattının tek taraflı “özerklik” ilan etmesi, ortak bir kabul aramaması ise kaçınılmaz bir tepki yaratacak.
Güneydoğu’nun her yanına Kürt bayrakları asıldığında buna “devlet” bir karşılık verecek.
PKK-BDP’nin “güce” dayanan tek taraflı “özerklik” ilanına, “güce” dayanan bir cevap geldiğinde ortalık kan gölüne döner.
Tanklar Güneydoğu’da yürür, dağlar kana boğulur, PKK da batıdaki büyük şehirleri terör eylemleriyle cehenneme çevirir.
Bu dehşet ortamında hem doğuda hem batıda demokrasi geriletilir.
Bedelini hep birlikte öderiz.
Beni ürküten bu “korkunç senaryonun” PKK’lıların ya da BDP’lilerin aklına gelmemesi mümkün değil.
Niye yapıyorlar öyleyse, niye bu kadar telaşlı davranıyorlar?
Eğer Güneydoğu’da ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde “özerk” yapılar oluşursa, yerel yönetimlere iktidar verilirse, bu da ortak bir anlaşmayla demokrasi içinde sağlanırsa Güneydoğu’daki yerel yönetimleri kim yönetecek?
Eğer bugün PKK’nın silahıyla bir “özerklik” sağlanırsa, bu özerk yapıyı yönetecek olan belli, PKK-BDP hattı... Ama böyle bir özerklik “ortaklaşa” bir kararla oluşur da, bölgedeki iktidar yarışı“demokrasi” içinde gerçekleşirse, o zaman ortaya birçok Kürt aday çıkar.
Şimdiye dek silahın baskısı altında sessiz kalmış birçok Kürt hareketi ve Kürt politikacısı da devreye girer.
Kürtler kararlarını “silahsız” ve “demokratik” bir iklimde verirler.
Benim görebildiğim, PKK, diğer Kürtlerin iktidar yarışına giremeyeceği, “tek yöneticinin” kendisi olacağı bir Güneydoğu istediği için telaş ediyor.
Ama bu çok tehlikeli bir telaş.
Artık sonuna yaklaştığımız Kürt sorununda, “yerel yönetimlerin özerkliğini” demokrasi çerçevesinde çözmek için çabaları sürdürmek, sonucu belirsiz bir “güç” siyasetini tercih etmekten iyidir bence.
Belki biraz daha geç olur ama mutlaka olur.
Öbür türlüsü hem Kürtler hem Türkler için bela demektir.
Kürt halkının ortak çıkarları ve haklı talepleri için mücadele etmek, bu mücadeleyi demokrasi içinde“karşılıklı kabulle” sağlamak, Güneydoğu’daki “bir iktidar kavgası” için Türkiye’yi yakmaktan, demokrasiyi bugünkü çizgisinden geriye düşürecek sonuçlara yol açmaktan evladır bana sorarsanız.
Türkiye’yi çok kanlı bir savaşa sokar, ülkenin her yanında sıkıyönetimler yaratırsanız, sağlanacak tek“ortaklık” yan yana hücrelere tıkılmamız olur.

ahmetaltan111@gmail.com

Mehmet ALTAN - Talabani ve ümit

KUM SAATİ 24.12.2010
Türkiye her fikri, her öneriyi tartışacak.
Öyle Genelkurmay’ın yaptığı gibi muhtıralarla ya da AKP’li Ömer Çelik’in yaptığı gibi “demokratik özerklik” tartışmasını “suikast” diye suçlamakla tartışmaları önlemek artık ne mümkün, ne de anlamlı.
Bu ülkenin bütün ezilenleri, Kürtleri, dindarları, Alevileri, bütün taleplerini söyleyecekler.
İlkokuldaki çocuğun nasıl giyineceğine kimin karar vereceğini de, Alevilerin ibadethanelerini de, Kürtlerin “demokratik özerklik” isteğini de gündemimize alıp, fikirlerimizi söyleyeceğiz.
Karşı çıkan da, savunan da kendi nedenlerini açıklayacak, karşısındakini ikna etmeye çalışacak.
Şu aşamada, kimin haklı olduğundan da daha önemli olan bu tartışma özgürlüğünün önünü açık tutmak.
Her şeyin konuşulabilmesini sağlamak.
Bugüne dek bu ülkenin devleti, hemen hemen her şeyi konuşmadan, tartışmadan, vatandaşlarının fikrini sormadan, zorla yaptı.
Başörtüsünü yasakladı, Kürtçeyi yasakladı, Alevilerin çocuklarının onların istediği gibi eğitilmesini yasakladı.
Bu yasakların hepsi de saçmaydı.
Anlamsızdı.
Sonunda toplum, yasakları delip, her şeyi konuşulur hale getirdi.
Konuşmaya başladığınızda çözüm yaklaşmış demektir.
Üniversitelerde başörtüsü yasağı zaten fiilen bitti, Kürtçenin yasaklanmasını çoktan geride bıraktık“anadilde eğitimi” ve “demokratik özerkliği” tartışıyoruz, Alevilerin cemevleri de ibadethane statüsüne girecek.
Şu anda en önemli şey bence, her fikrin konuşulabildiği özgürlük ortamını sağlıklı ve sağlam tutmakta.
İşin içine zorun, zorbalığın, silahın karışmadığı bir sükûnetle bütün düşüncelerin ve taleplerin dile getirilmesinde.
Geçen gün, Apo’nun “silahları bırakabiliriz” mesajı verdiğini açıklayan Talabani de Türkiye’deki Kürt liderlerle yaptığı konuşmada “devletin bütün sorunları beş yıl içinde çözeceğini”söyleyerek “bu çözüm sürecinin silahla kesilmemesini” istemiş.
Belli ki devlet Talabani’ye “biz bu sorunları çözeceğiz” demiş.
Ama bunun için “beş yıllık” bir süre koymak fazla abartılı.
Kimsede beş yıl bekleyecek hâl kalmadı.
PKK’nın silahları “hemen” susturmasını istiyorsanız, siz de “hemen” bazı çözüm önerileri sunmalısınız.
Son yüzyılda defalarca kandırılmış olan Kürt halkının öyle “beş yıllık” sözlere pabuç bırakacağını hiç sanmam.
Ayrıca, “devletin insanların haklarını vermesinin”, devletin “insanların haklarını yasaklamasından” yöntem olarak hiçbir farkı yok.
Artık devlet yasaklamasın, devlet vermesin.
Neyin, nasıl, ne zaman yapılacağını bu toplum belirlesin.
Bunun en sağlıklı ve kolay yolu da, devletin “toplumu Kürtler, Aleviler, dindarlar” diye bölümlere ayırarak hepsine ayrı ayrı bir şeyler vermesi yerine, bütün toplumun özgürlüğünü sağlayacak, herkesin sorunlarını eşit biçimde çözecek, ortak bir yöntemin toplum tarafından belirlenmesi.
Özgürlük sadece Kürtler için, sadece dindarlar için, sadece Aleviler için, sadece solcular için olamaz, özgürlük herkes için olur ve ancak toplumun bütünü özgürleştiğinde “parçalar” da güvenilir bir özgürlüğe kavuşur.
Merkezle ağlarını gevşetmiş, kendi ihtiyaçlarını ve çarelerini kendisi saptayan “özerk” yerel yönetimler neden sadece Kürtlere ait bir sorun gibi tartışılsın?
Neden böyle tartışarak Türkleri dışlayalım?
Bütün ülkede yerel yönetimleri özerkleştirelim.
Avrupa Birliği’nin ve Birleşmiş Milletler’in “yerel yönetimlerle” ilgili kriterlerini bütün ülkede uygulayalım.

“Anadilde eğitim”, Türkçe dışında bir anadili olduğuna inanan herkesin hakkı olsun.
Din dersini “zorunlu” olmaktan çıkartalım, isteyen herkesin çocuğuna istediği dini, istediği biçimde öğretebileceği bir din özgürlüğü alanı açalım.
Devlet artık topluma bir şey vermesin, sadece toplumun özgürlüklerinin önünde engel olmaktan vazgeçsin.
Beş yıl falan da beklemeyelim.
Özgürlüğümüze ulaşmak için neden beş yıl bekleyeceğiz, ne kadar bekleyeceğimize karar verme yetkisine kim sahip?
İşin içine silah girmezse Türkiye sorunlarını beş yıldan çok daha önce çözer.
Konuşmaya başladık çünkü.
Konuşan ve isteyen bir toplumun önünde hiçbir güç duramaz.
Yeter ki düşünceler, barut kokuları arasında kaybolmasın.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Eczacı hanım

KUM SAATİ 25.12.2010

Büyük sorunları olan ve bunları çözmekte zorlanan toplumlarda iki ciddi dert çıkar ortaya.
Birincisi, insanlar bir süre sonra o sorunların konuşulmasına alışırlar, hep aynı sorunun konuşulması ama bir türlü bir çözüm yaratılıp bir başka konuya geçilememesi de sıkar onları, dikkatleri ve ilgileri dağılır.
İkincisi, daha küçük boyutlu sorunlar, o büyük sorunlar arasında kendilerini gösterecek bir alan bulamazlar.
Bugün gene iki büyük konu var.
Balyoz sanığı generallerin terfilerinin durdurulmasını iptal eden askerî yargı yoluyla ordunun sivil iktidara meydan okuması, sivil iradeyi yok sayması.
İkincisi de Kürt sorunundaki karşılıklı demeçler ve sertleşen suçlamalar.
Belli ki bu sorunlar, iskeleye yanaşırken halatlarını bir geren, bir gevşeten manevralar yaparak uygun pozisyonu arayan vapurlar gibi çeşitli hamlelerle çözüme yaklaşacak.
Çözülene kadar epey zaman kaybedeceğiz ama böyle büyük değişimlerde başka da yol gözükmüyor.
Şartlanmalar, alışkanlıklar, ezberlenmiş fikirler, psikolojik takıntılar, karşılıklı öfkeler, intikam istekleri, hızlı yol almayı zorlaştırıyor.
Ben size, daha küçük boyutlu ama çözümü Kürt meselesinden de zor görünen başka bir sorunu anlatayım bugün.
Bizim mahallede, kapı komşusu kırtasiyeci dostumun deyimiyle “mahallenin sevgilisi”, ak saçlı, güler yüzlü, fevkalade genç bir dalgacılığı olan bir eczacı hanım var.
Epeydir dükkânı kapalıydı.
Merak edip kırtasiyeci dostuma “eczacı hanıma ne olduğunu” sordum.

“Belini sakatlamış ama yakında gelecek” dedi.
Geçenlerde eczanenin açıldığını görünce sevinip içeri girdim, “geçmiş olsun” deyip hal hatır sorarken, eczacı hanım, “yılbaşında dükkânı kapatacağım” dedi.
Bir iki gün önce de mahallenin üst tarafındaki bir eczanenin sahibi olan bir hanım karşılaştığımızda dükkânını kapatacağını söylemişti.
Aynı mahallede, yıllardır orada olan iki eczanenin aynı hafta içinde kapanması bir tesadüften daha büyük bir sorun olduğunu gösteriyordu.

“Şu meseleyle biraz daha yakından ilgilensek” diye aklımdan geçirirken dün eşi eczacı olan genç bir dostuma rastladım.
Konuşurken o da eşinin ve bütün eczacıların sorununu anlattı.
Türkiye’deki birçok şaşkın, AKP’ye oy verenlerin “şeriat istedikleri”, en azından “dindar oldukları” için oy verdiklerini sanıyor.
Bu yanılgıyı paylaşan başta CHP olmak üzere siyasi partilerin seçimlerde hiçbir şansı olmadığını düşünüyorum.
Bence AKP’nin oylarında en büyük payı olan nedenlerden biri bu partinin “sağlık” politikası.
Geçenlerde İsmet Berkan da Sapanca’da bir arkadaşının oğlunu götürdüğü devlet hastanesinden övgüyle söz ediyordu.
Ben devlet hastanelerinin eski halini gözleriyle görmüş insanlardan biriyim, o devlet hastaneleri gerçek bir “cehenneme” benziyordu, içeri girdiğinizde Bosch’un ünlü cehennem tablolarından birine girmiş gibi olurdunuz, birbirini çiğneyen korkunç bir kalabalık, loş bir ışık, ıstırapla gölgelenmiş çizgili yüzler, ağır bir koku, birbirine yapışmış, birbiriyle neredeyse kaynaşmış hastalıklı insan bedenlerinin yapışkan sıcaklığı.
Şimdi o hastanelere gittiğinizde düzenli bir tenhalık, randevuyla gelen hastalar, aydınlık ve güven görüyorsunuz.
Hastaneleri düzelten AKP, ilaçlara da el atmış, yıllarca kelimenin tam anlamıyla kazıklanan toplumu kurtaracak işler yapmış, genç dostumun söylediğine göre eskiden 80 liraya satılan bir ilaç 12 liraya inmiş.
İlaçların ucuzlaması hastalar için iyi ama eczaneler için kötü haber çünkü gelirleri büyük ölçüde düşmüş, giderleri ise ya aynı kalmış ya da artmış.
Esnaf zümresinin ortadan kalktığı bir çağda “küçük işletmeler”, çok daha ucuza servis veren büyük işletmelerle rekabet edemeyerek batıyor, eczaneler de bundan payını alıyor, ilaçlar yakında büyük marketlerde satılacak.
Ayakta kalmak isteyen eczaneler ya yeni teknolojiyle yüz yıl önceki eczacılığa dönecek, kendi ürünlerini, kremlerini, losyonlarını üreterek büyük marketlerde olmayanları müşteriye verecek ya da kapanacak.
Hastaların ucuz ilaç alması harika bir gelişme ama sokakta oynarken düşüp kolunu kanatan oğlana pansuman yapan, ihtiyar amcanın tansiyonunu ölçen, regl sancısı çeken yengeye raftan bir ilaç öneren, mahallenin bir parçası, bir tür sağlık ocağı olan eczanelerin kapanması da bence ciddi bir kayıp.
Bu ikilem nasıl çözülür bilmiyorum.
Ama “eczacı hanımın” gitmesi mahallede ciddi ve yeri doldurulmaz bir eksiklik yaratacak, onu biliyorum.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Talabani ve ümit

KUM SAATİ 24.12.2010

Türkiye her fikri, her öneriyi tartışacak.
Öyle Genelkurmay’ın yaptığı gibi muhtıralarla ya da AKP’li Ömer Çelik’in yaptığı gibi “demokratik özerklik” tartışmasını “suikast” diye suçlamakla tartışmaları önlemek artık ne mümkün, ne de anlamlı.
Bu ülkenin bütün ezilenleri, Kürtleri, dindarları, Alevileri, bütün taleplerini söyleyecekler.
İlkokuldaki çocuğun nasıl giyineceğine kimin karar vereceğini de, Alevilerin ibadethanelerini de, Kürtlerin “demokratik özerklik” isteğini de gündemimize alıp, fikirlerimizi söyleyeceğiz.
Karşı çıkan da, savunan da kendi nedenlerini açıklayacak, karşısındakini ikna etmeye çalışacak.
Şu aşamada, kimin haklı olduğundan da daha önemli olan bu tartışma özgürlüğünün önünü açık tutmak.
Her şeyin konuşulabilmesini sağlamak.
Bugüne dek bu ülkenin devleti, hemen hemen her şeyi konuşmadan, tartışmadan, vatandaşlarının fikrini sormadan, zorla yaptı.
Başörtüsünü yasakladı, Kürtçeyi yasakladı, Alevilerin çocuklarının onların istediği gibi eğitilmesini yasakladı.
Bu yasakların hepsi de saçmaydı.
Anlamsızdı.
Sonunda toplum, yasakları delip, her şeyi konuşulur hale getirdi.
Konuşmaya başladığınızda çözüm yaklaşmış demektir.
Üniversitelerde başörtüsü yasağı zaten fiilen bitti, Kürtçenin yasaklanmasını çoktan geride bıraktık“anadilde eğitimi” ve “demokratik özerkliği” tartışıyoruz, Alevilerin cemevleri de ibadethane statüsüne girecek.
Şu anda en önemli şey bence, her fikrin konuşulabildiği özgürlük ortamını sağlıklı ve sağlam tutmakta.
İşin içine zorun, zorbalığın, silahın karışmadığı bir sükûnetle bütün düşüncelerin ve taleplerin dile getirilmesinde.
Geçen gün, Apo’nun “silahları bırakabiliriz” mesajı verdiğini açıklayan Talabani de Türkiye’deki Kürt liderlerle yaptığı konuşmada “devletin bütün sorunları beş yıl içinde çözeceğini”söyleyerek “bu çözüm sürecinin silahla kesilmemesini” istemiş.
Belli ki devlet Talabani’ye “biz bu sorunları çözeceğiz” demiş.
Ama bunun için “beş yıllık” bir süre koymak fazla abartılı.
Kimsede beş yıl bekleyecek hâl kalmadı.
PKK’nın silahları “hemen” susturmasını istiyorsanız, siz de “hemen” bazı çözüm önerileri sunmalısınız.
Son yüzyılda defalarca kandırılmış olan Kürt halkının öyle “beş yıllık” sözlere pabuç bırakacağını hiç sanmam.
Ayrıca, “devletin insanların haklarını vermesinin”, devletin “insanların haklarını yasaklamasından” yöntem olarak hiçbir farkı yok.
Artık devlet yasaklamasın, devlet vermesin.
Neyin, nasıl, ne zaman yapılacağını bu toplum belirlesin.
Bunun en sağlıklı ve kolay yolu da, devletin “toplumu Kürtler, Aleviler, dindarlar” diye bölümlere ayırarak hepsine ayrı ayrı bir şeyler vermesi yerine, bütün toplumun özgürlüğünü sağlayacak, herkesin sorunlarını eşit biçimde çözecek, ortak bir yöntemin toplum tarafından belirlenmesi.
Özgürlük sadece Kürtler için, sadece dindarlar için, sadece Aleviler için, sadece solcular için olamaz, özgürlük herkes için olur ve ancak toplumun bütünü özgürleştiğinde “parçalar” da güvenilir bir özgürlüğe kavuşur.
Merkezle ağlarını gevşetmiş, kendi ihtiyaçlarını ve çarelerini kendisi saptayan “özerk” yerel yönetimler neden sadece Kürtlere ait bir sorun gibi tartışılsın?
Neden böyle tartışarak Türkleri dışlayalım?
Bütün ülkede yerel yönetimleri özerkleştirelim.
Avrupa Birliği’nin ve Birleşmiş Milletler’in “yerel yönetimlerle” ilgili kriterlerini bütün ülkede uygulayalım.

“Anadilde eğitim”, Türkçe dışında bir anadili olduğuna inanan herkesin hakkı olsun.
Din dersini “zorunlu” olmaktan çıkartalım, isteyen herkesin çocuğuna istediği dini, istediği biçimde öğretebileceği bir din özgürlüğü alanı açalım.
Devlet artık topluma bir şey vermesin, sadece toplumun özgürlüklerinin önünde engel olmaktan vazgeçsin.
Beş yıl falan da beklemeyelim.
Özgürlüğümüze ulaşmak için neden beş yıl bekleyeceğiz, ne kadar bekleyeceğimize karar verme yetkisine kim sahip?
İşin içine silah girmezse Türkiye sorunlarını beş yıldan çok daha önce çözer.
Konuşmaya başladık çünkü.
Konuşan ve isteyen bir toplumun önünde hiçbir güç duramaz.
Yeter ki düşünceler, barut kokuları arasında kaybolmasın.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - İnsanoğlunun rızası

KUM SAATİ 28.12.2010
Fransa’nın en büyük denemecilerinden biri olan, öğrencisi ünlü yazar André Maurois’nın Sokrat’a benzettiği Alain’in kitabını karıştırıyordum geçen gün.
Karşılıksız bir aşka düşen Don Juan’la ilgili denemesinin bir yerinde karşılaştığım cümleyle durdum.

“İnsanoğlu, karşısındakinin rızasını almak isterse kuvvetin manası kalır mı?”
Şiddet, karşındakinin “rızasına” ihtiyacın yoksa başvurabileceğin bir yöntem.
Gücünün yettiği herkesi dövebilirsin ama döverek kimseyi kendine âşık edemezsin.
Amacına öyle ulaşamazsın.
Bu, sadece aşk için geçerli değil herhalde.
Siyasette de Alain’in sözü birçok insana yol gösterebilir.
Soracağın soru çok basit.

“Karşımdakinin rızasını mı almak istiyorum yoksa onu sindirip korkutmak mı istiyorum?”
Bu soruyu özellikle bizim hükümetin seçimlere altı ay kala kendisine sık sık sorması gerekiyor.
Çünkü fazla “kuvvet ve şiddet” gözüküyor ortalıkta.
Sanki siyasi iktidar vatandaşların “rızasına” muhtaç değilmiş gibi.
Gereksiz bir sertlikle, Kürtlerin “iki dil” talebini reddediyorlar.
Bu, Türkiye’nin yirmi milyon Kürt’ünün ortak talebi, seçimlerde gidip oylarını isteyeceğin insanların vazgeçmeyecekleri bir hakkı.
Sadece iktidar değil, irili ufaklı Türk muhalefeti de bu talebe karşı çıkıyor, bu isteği sertçe reddediyor.
Bunu reddetmek, bütün “Türk” partilerinin Kürt oylarından vazgeçmesi anlamına gelir.
Sünni’si Alevi’si, dinlisi dinsizi, örgütlüsü örgütsüzü, demokratı faşistiyle bütün Kürtler, bir halk olarak istiyorlar dillerinin kabul edilmesini, görünür kılınmasını.
Eğer Kürtlerin “rızasını” istiyorsan, onların bu isteğini sertlikle, zorbalıkla, şiddetle bastıramazsın, yok edemezsin, silemezsin.
Sen ne yaparsan yap sonunda gerçekleşecek haklı bir talebi “kuvvetine güvenerek” bastırmaya kalkarsan, bütün “Türk” partileri aynı şekilde davranırsa, Kürtler de fikirleri, meşrepleri ne olursa olsun o partilere sırtlarını dönerler.

“Rızaya” dayanan bir oyun olan siyasette Kürtlerin “rızasını” almaya aldırmadığın vakit, siyaseti kendin “ırk” temeli üstüne oturtursun.
Hükümetin sertliği sadece Kürtlerle de sınırlı değil.
Bir zamanlar “işkencehane” olarak kullanılan bir binanın müze yapılmasını isteyen sendikacılara karşı da polis copları harekete geçti.
Ne oluyor?
Nedir bu coplama merakı?
Hükümetle aynı görüşleri paylaşmayan, hükümetin “doğrularını” kendi doğruları olarak kabul etmeyen herkesi dövecek misiniz?
Öğrenciler, sendikacılar sırayla sopadan mı geçirilecek?
Hükümet, bu insanların “rızasını” istemiyor mu?
İnsanların “rızasından” vazgeçmek “siyasetten” vazgeçmek anlamına gelir.
Siyasetten vaz mı geçiyor hükümet?
Kürtlerin, sendikacıların, öğrencilerin, polis baskınlarının fazla sıklaştığı lokantalardaki insanların oylarına talip olmak ilgisini çekmiyor mu artık?
Tek arzusu MHP’lilerin oylarını alıp MHP’yi barajın altına itmek mi?
Bütün siyasetini buna mı indirgedi?
MHP’den üç puanlık bir oy alır belki ama karşılığında öyle oylar kaybeder ki sonuca kendi de şaşar.
Bu anlamsız siyaseti sürdürürse Güneydoğu’yu silme kaybetme riski olduğunu da unutmasın bence iktidar.
Yüzde kırkların üstünde oylar alan ANAP’ın “üstünden nasıl silindir geçtiğine” dönüp de bir baksın.
Üstelik sadece bu kadar da değil, Diyanet’in vakfındaki bir hanım yöneticiyi de “uygulamalarını”fazla “demokrat” olduğu için görevden uzaklaştırdılar, oradaki bütün kadınlar da dün istifa etti.
Anlaşılan “dindar demokratların” rızasından da vazgeçtiler.
Kendi alanını gittikçe daraltıp, “dindar MHP” olmayı tercih eden bir AKP politikasıyla karşı karşıyayız galiba.

“İnsanoğlu, karşısındakinin rızasını almak isterse kuvvetin manası kalır mı?”
Aşk da olduğu gibi siyasette de karşındakinin “rızasına” ihtiyacın var.

“Rızasını” almaktan vazgeçersen o zorbalık olur.
Zorbalıkla da ne aşk yürür, ne siyaset.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Balyoz iddiaları

KUM SAATİ 29.12.2010
Ahmet Altan


Türkiye tarihinin en önemli davalarından biri sürüyor.

İlk kez bir “darbe” geniş bir sanık kitlesiyle birlikte yargılanıyor.

Dava sürerken, Balyoz darbesine ait belgelerin emekli Orgeneral Çetin Doğan’la arkadaşlarını suçlamak için 2010 yılında “uydurulmuş” sahte belgeler olduğuna dair iddialar da sık sık dile getiriliyor.

Bu iddiaları özellikle Çetin Doğan’ın kızıyla damadı öne sürüyor, bu konuda bir kitap da yazdılar.

Onları bazen televizyonda da izliyorum.

Yaptıklarını sempatiyle karşıladığımı söylemeliyim, babalarını kurtarmak istemelerinden daha doğal bir şey olamaz.

Özellikle Doğan’ın kızını izlerken, aklımdan bir roman kurgusu da geçmiyor değil.

O genç kadının babasının suçsuzluğuna samimiyetle inandığını varsayarsak ve aslında kızın babası“suçlu” olduğunu biliyorsa, bunu bilmesine rağmen de kızının böyle konuşmasına izin veriyorsa, yarın darbenin gerçekten var olduğu kanıtlandığında ilişkileri nasıl olur acaba?

Suçlu baba, kendisinin suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan kızını izlerken neler hisseder?

Evlat, bunca savunduğu babasının aslında suçlu olduğunu anladığında ne düşünür?

Suçun kanıtlanmasından sonra ilk karşılaşmalarında ne konuşurlar?

Ondan sonraki ilişkileri nasıl olur?

Bir roman ya da piyes olabilecek kadar “trajik” bir yapıya sahip bu ilişki.

O genç hanımla eşinin konuşmaları bu açıdan da ilgimi çekiyor.

Ayrıca “açıklanmaya muhtaç bazı gariplikler” saptadıkları da gerçek.

O darbe planı yapıldığında var olmayan bazı kuruluşların isimleri o planlarda yer almış, bunu“belgelerin” sahteliğinin kanıtı olarak ortaya koyuyorlar.

Dün Alper Görmüş, onların bu iddialarına karşı savcıların iddialarını da yazdı.

Gerçeğin anlaşılması için o belgelerin yazıldığı bilgisayarların bulunması gerek ama o bilgisayarlar her nasılsa ortadan kaybolmuş.

Genellikle “belgelerin” sahteliği iddiasında bulunanların konuşmalarına yer veriliyor televizyonlarda.

Bir de bizim gördüğümüz belgeler var.

Binlerce sayfa.

Çetin Doğan’ın yaptığı korkunç konuşmanın ses kaydı var.

Diğer generallerin ses kayıtları var.

Çetin Doğan’ın, Balyoz Darbe planının kamuflajı olarak kullanılan “tatbikatta” Genelkurmay’ın emirlerine uymadığına dair belge var.

O sıralarda MİT Müsteşarı’nın Mustafa Balbay’a “Birinci Ordu darbeye hazır” demesi var.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün, Çetin Doğan’a “Darbeye mi hazırlanıyorsun”diye sorduğunun bizzat Doğan tarafından açıklanması var.

Ve daha beteri, cami bombalayacak ekiplerin görev kâğıtları var.

O emir kâğıtlarında, 2003 yılında Birinci Ordu’da görevli subayların, astsubayların, çavuşların sadece isimleri değil sicil numaraları da yer alıyor.

Eğer o belgeleri biri daha sonradan, 2010 yılında hazırladıysa, bu hazırlayanın 2003’te Birinci Ordu’da bulunan neredeyse bütün personelin isimlerini ve sicil numaralarını bilebilecek biri olması gerekir.

Hukukta bir kural vardır.

Bir adamı cinayetle suçlarsanız, onun suçlu olduğunu kanıtlamak size düşer.

Bir adamı, bir cesedin başında elinde tabancayla bulursanız, suçsuz olduğunu kanıtlamak o adama düşer.

Birinci Ordu’da yapılan Balyoz planının binlerce sayfalık belgeleri, “el yazıları”, görev kâğıtları, çizilmiş krokileri, keşif raporları, konuşmaların ses kayıtları ortada duruyorsa, bunun darbe planı olmadığını kanıtlamak Birinci Ordu’nun o zamanki yöneticilerinin görevi.

O “hükümete yön verme” konuşmalarının, “ezeceğiz” laflarının ne anlama geldiğini anlatmak da o konuşmaların sahiplerinin işi.

Benim için hayati soru şu:

Camileri bombalayacak timlerin görev kâğıtlarını kim yazdı, kimin emriyle yazdı, 2003 yılında Birinci Ordu’daki bütün görevlileri isimleri ve sicil numaralarıyla bilecek kim vardı?

Bu kâğıtların yazılmasını emreden “general” Çetin Doğan değilse kim?

Orgeneral Doğan’ın suçsuzluğuna gerçekten inananlar varsa, onlar “gazetelerle polemik” yapmak yerine “gerçek suçlu olduğuna” inandıklarını ordu içinde aramalılar.

Doğan’ın yakınlarını sempatiyle izlesem de, aklıma sürekli bir roman kurgusu gelmesinin nedeni, konuşmalarını hep “ordu dışındakilerle” polemiğe ayırmaları.

Dönüp orduya hiç bakmamaları.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Balyoz iddiaları

KUM SAATİ 29.12.2010
Türkiye tarihinin en önemli davalarından biri sürüyor.

İlk kez bir “darbe” geniş bir sanık kitlesiyle birlikte yargılanıyor.

Dava sürerken, Balyoz darbesine ait belgelerin emekli Orgeneral Çetin Doğan’la arkadaşlarını suçlamak için 2010 yılında “uydurulmuş” sahte belgeler olduğuna dair iddialar da sık sık dile getiriliyor.

Bu iddiaları özellikle Çetin Doğan’ın kızıyla damadı öne sürüyor, bu konuda bir kitap da yazdılar.

Onları bazen televizyonda da izliyorum.

Yaptıklarını sempatiyle karşıladığımı söylemeliyim, babalarını kurtarmak istemelerinden daha doğal bir şey olamaz.

Özellikle Doğan’ın kızını izlerken, aklımdan bir roman kurgusu da geçmiyor değil.

O genç kadının babasının suçsuzluğuna samimiyetle inandığını varsayarsak ve aslında kızın babası“suçlu” olduğunu biliyorsa, bunu bilmesine rağmen de kızının böyle konuşmasına izin veriyorsa, yarın darbenin gerçekten var olduğu kanıtlandığında ilişkileri nasıl olur acaba?

Suçlu baba, kendisinin suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan kızını izlerken neler hisseder?

Evlat, bunca savunduğu babasının aslında suçlu olduğunu anladığında ne düşünür?

Suçun kanıtlanmasından sonra ilk karşılaşmalarında ne konuşurlar?

Ondan sonraki ilişkileri nasıl olur?

Bir roman ya da piyes olabilecek kadar “trajik” bir yapıya sahip bu ilişki.

O genç hanımla eşinin konuşmaları bu açıdan da ilgimi çekiyor.

Ayrıca “açıklanmaya muhtaç bazı gariplikler” saptadıkları da gerçek.

O darbe planı yapıldığında var olmayan bazı kuruluşların isimleri o planlarda yer almış, bunu“belgelerin” sahteliğinin kanıtı olarak ortaya koyuyorlar.

Dün Alper Görmüş, onların bu iddialarına karşı savcıların iddialarını da yazdı.

Gerçeğin anlaşılması için o belgelerin yazıldığı bilgisayarların bulunması gerek ama o bilgisayarlar her nasılsa ortadan kaybolmuş.

Genellikle “belgelerin” sahteliği iddiasında bulunanların konuşmalarına yer veriliyor televizyonlarda.

Bir de bizim gördüğümüz belgeler var.

Binlerce sayfa.

Çetin Doğan’ın yaptığı korkunç konuşmanın ses kaydı var.

Diğer generallerin ses kayıtları var.

Çetin Doğan’ın, Balyoz Darbe planının kamuflajı olarak kullanılan “tatbikatta” Genelkurmay’ın emirlerine uymadığına dair belge var.

O sıralarda MİT Müsteşarı’nın Mustafa Balbay’a “Birinci Ordu darbeye hazır” demesi var.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün, Çetin Doğan’a “Darbeye mi hazırlanıyorsun”diye sorduğunun bizzat Doğan tarafından açıklanması var.

Ve daha beteri, cami bombalayacak ekiplerin görev kâğıtları var.

O emir kâğıtlarında, 2003 yılında Birinci Ordu’da görevli subayların, astsubayların, çavuşların sadece isimleri değil sicil numaraları da yer alıyor.

Eğer o belgeleri biri daha sonradan, 2010 yılında hazırladıysa, bu hazırlayanın 2003’te Birinci Ordu’da bulunan neredeyse bütün personelin isimlerini ve sicil numaralarını bilebilecek biri olması gerekir.

Hukukta bir kural vardır.

Bir adamı cinayetle suçlarsanız, onun suçlu olduğunu kanıtlamak size düşer.

Bir adamı, bir cesedin başında elinde tabancayla bulursanız, suçsuz olduğunu kanıtlamak o adama düşer.

Birinci Ordu’da yapılan Balyoz planının binlerce sayfalık belgeleri, “el yazıları”, görev kâğıtları, çizilmiş krokileri, keşif raporları, konuşmaların ses kayıtları ortada duruyorsa, bunun darbe planı olmadığını kanıtlamak Birinci Ordu’nun o zamanki yöneticilerinin görevi.

O “hükümete yön verme” konuşmalarının, “ezeceğiz” laflarının ne anlama geldiğini anlatmak da o konuşmaların sahiplerinin işi.

Benim için hayati soru şu:

Camileri bombalayacak timlerin görev kâğıtlarını kim yazdı, kimin emriyle yazdı, 2003 yılında Birinci Ordu’daki bütün görevlileri isimleri ve sicil numaralarıyla bilecek kim vardı?

Bu kâğıtların yazılmasını emreden “general” Çetin Doğan değilse kim?

Orgeneral Doğan’ın suçsuzluğuna gerçekten inananlar varsa, onlar “gazetelerle polemik” yapmak yerine “gerçek suçlu olduğuna” inandıklarını ordu içinde aramalılar.

Doğan’ın yakınlarını sempatiyle izlesem de, aklıma sürekli bir roman kurgusu gelmesinin nedeni, konuşmalarını hep “ordu dışındakilerle” polemiğe ayırmaları.

Dönüp orduya hiç bakmamaları.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Küçük Prens

KUM SAATİ 31.12.2010

Kâinatta gemisiyle dolaşıp duran Küçük Prens bir gün minik bir gezegende, başında tacı, sırtında kürküyle tek başına oturan bir adama rastlar.

“Sen ne yapıyorsun” diye sorar.

“Ben kâinatı yönetiyorum” der adam, “bu kâinatın kralı benim”.

“Nasıl yönetiyorsun?”

“Sabahları güneşe ‘doğ’ diyorum doğuyor, akşamları ‘bat’ diyorum” batıyor.”
Saint-Exupéry’nin muhteşem kitabını okuyan herkes sanırım bu bölümü hatırlar.
Kâinatı yönetmek istiyorsan güneşe sabahları “doğ”, akşamları “bat” diyeceksin.
Böyle yaparsan bir “kral” olursun.
Güneşe akşamları “doğ” demeyi denersen, bir gezegende oturan zavallı bir adama dönersin.
Toplumları yönetmek de “kâinatı yönetmek” gibidir, güneşe ne zaman doğ diyeceğini bilmen gerekir.
Sabahları güneşe “bat” diye bağırmak seni zavallılaştırır yalnızca.
Toplumlarının güneşinin ne zaman doğup ne zaman batacağını kestirmek için de basit bir kural vardır bence.
Eğer bir halk ya da halkın bir kesimi haklı bir istekle ortaya çıkıyorsa, bu, güneşin doğuşu gibidir, hiçbir güç bunu durduramaz, bunu durdurmaya kalkan “krallığını” kaybeder.
Fransız Devrimi’nin en genç liderlerinden olan Saint-Just boşuna, “devrim silahların değil, yasaların patlamasıdır” dememiş.
Yanlış zamanda, yanlış bir şeyi yasaklamaya kalkan “yasa” patlar.
Yılın son günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün anlamlı Diyarbakır ziyareti nedeniyle herkesin dikkatle baktığı Güneydoğu “kod isimli” bölgede ortaya çıkan hak talepleri var.
Kürtler Kürtçe konuşmak ve Kürtçe yazmak istiyorlar.
Bu, bir halkın haklı talebi.
İstediğiniz kadar Milli Güvenlik Kurulları’nı toplayın, bildiriler yayınlayın, borazanlar çalın, korkutun, tehdit edin, ne yaparsanız yapın, bunu engelleyemezsiniz.

“Kürtler, Türkiye’nin resmî dilini değiştirmek istiyor” diye yalan söylemeniz de hiçbir şeyi değiştirmez.
Kürt liderler, “resmî dilin değişmesini talep etmiyoruz, Kürtçenin de görünür olmasını istiyoruz, insanların kendi anadillerinde hizmet almalarını savunuyoruz” diyorlar.
Otuz yıl önce Kürtlerin Kürtçe konuşmasını yasalarla yasaklamaya kalkan devlet, bunun olamayacağını bu topluma unutulmaz acılar çektirerek öğrendi.
Kürtçenin yazılı hale gelmesinin de önlenemeyeceğini öğrenmemiz için gene acılar mı çekilmesi gerekir?
Bir halk, “ben anadilimi istiyorum” dediğinde “kralın” güneşe “doğ” deme vakti gelmiştir, kral“doğ” demese de o güneş doğar ama kralın krallığı kalmaz.
Çok olumlu mesajlar veren Cumhurbaşkanı’nın “Kürtçe konuşan vatandaşlarımız var, Arapça konuşan vatandaşlarımız var, bunlar da bizim dilimiz” demesi güzel bir jest ama Gül’ün daha sonraki konuşmalarından “dil meselesini” siyasi bir mesele sandığı intibaını edindim.
Eğer öyleyse, çok yanılıyor.
Dil meselesi siyasi bir mesele değil, siyasetin çözümüne yardımcı olması gereken toplumsal ve ahlaki bir mesele.
Haklı toplumsal talepler “doğa olayları” gibidir, başladığı zaman “insan iradesiyle” durdurulamaz, o talep elde edilene kadar sürer.
Üniversitelerde “başörtüsü” meselesi haklı bir talepti, ne oldu, bütün direnmelere rağmen “fiilen”çözüldü.
Alevilerin “cemevi” sorunu da böyle çözülecek çünkü o da haklı bir talep.
Türkiye’nin yöneticileri, kısa Cumhuriyet tarihi boyunca bütün güçlerini “olacak” işleri engellemeye çalışmaya harcadı.
Her talebi bir soruna çevirdi.
Ve, her seferinde de “sorunu” talepte bulunanın yarattığını sandı, sorunu, yasaklamaya çalışarak kendisinin yarattığını fark etmedi.
Yeni yüzyılın ilk on yılı bu akşam bitiyor.
Ve biz, Yirminci Yüzyıl’ın başında yaşadığımız sorunları Yirmi Birinci Yüzyıl’ın başında da yaşamayı sürdürüyoruz.
Küçük Prensin “güneşe ne zaman doğ diyeceğini bilen” kralı kadar akıllı bir kral çıkmadı buradan, güneşe hep sabahları “bat” demeye uğraştılar.
Yeni bir yıla eski bir bilgiyle başlamakta yarar var belki de.
Güneş sabahları doğar, akşamları batar.
2010 yılının sonunda beni, “yazı” diye bu “değerli” bilgiyi yazmak zorunda bırakanlar da dâhil olmak üzere herkese mutlu bir yıl dilerim.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Dindar ile muhafazakâr

KUM SAATİ 01.01.2011
Ahmet Altan


Biliyorum, yılın ilk sabahı için biraz ağır bir başlık oldu.
Ama ben yılbaşılardan, böyle toplu kutlamalardan pek hazzetmem.
Yılın ilk sabahı, “bol limonlu bir domates suyu var mı”, “benim Alka-Seltzer’im nerede”,“bir soğuk bira açar beni” diye başağrıları içinde uyanan akşamdankalmalardan pek olmam.
Benim bugün anlatmak istediklerimin asıl muhatapları da zaten dün geceye de, bu sabaha da öyle fazla anlam yüklemeyen, geceyi içkisiz, sabahı ayık geçiren dindar ve muhafazakâr kesim.
Genellikle ben “dindar” ve “muhafazakâr” sözcüklerini eş anlamlı kullanıyorum.
Aslında bu bir hata.
Bu iki özelliğin birarada görülmesine sık rastlanır ama dindar ile muhafazakâr arasında bazen çok büyük farklar ortaya çıkıyor.

“Dindar” dendiğinde benim ilk aklıma gelen “dürüst ve içten” bir insan.
Dürüst ve içten olmadan gerçek bir dindar olunamayacağına inanıyorum.
Muhafazakârlar ise her zaman “dürüst ve içten” olamıyorlar.
Onları dürüstlükten uzaklaştıran ise içlerinde barındırdıkları “milliyetçilik” damarı.
Yeryüzünde hiç kimse, kendi ırkının, kendi kavminin altı milyar insan arasında “en iyi ırk, en akıllı ırk, en dürüst ırk, en cesur ırk” olduğunu, geçmişinin diğer bütün ırkların ve kavimlerin geçmişinden daha parlak, daha övünülecek bir geçmiş olduğunu “yalana sapmadan, tarihi çarpıtmadan” savunamaz.
Tanrının yeryüzündeki bütün kullarını eşit yarattığına inanan, “yaradılanı yaradandan ötürü seven” hiçbir dindar da zaten kavmiyetçiliğe, ırkçılığa sapmaz, sapamaz.
Hele iyi bir müminin Hazreti Muhammed’in “veda hutbesini” unutması ya da yok sayması mümkün değildir.
Muhafazakârların içindeki o “milliyetçi” damar ise “geçmişle” ilgili “yalanlar” uydurmasına, sonra da herkesin bu yalanlara inanmasını istemesine yol açar.

“Saptırmalarla” cilalanmış sahte bir “geçmişi” muhafaza etmeye çalışır.
Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili bir televizyon dizisi hakkında tartışmalar okuyorum.
Bazı “muhafazakârlar” Kanuni’nin bu dizide kadına ve içkiye düşkün biri gibi gösterildiğini, dizide“eşcinsel sahneler” olduğunu söyleyerek köpürüyorlar.
İki ihtimal var.
Ya Kanuni’yi hiç bilmiyorlar.
Ya da kafalarında bir “Kanuni” görüntüsü yaratarak herkesin bu görüntüye inanmasını istiyorlar.
Önce bazı sorular sormamız gerek.
Biz “yalan” bir tarihe muhtaç mıyız?
Yalanlardan yapılmış tabuları dokunulmaz ve tartışılmaz kılmak, “tarihî” şahsiyetleri “insanüstü”yaratıklara döndürmek, onların zaaflarını inkâr etmek bizi “dürüst ve güçlü” mü yapar yoksa gerçeklerden korkan zavallılar haline mi getirir?
Kemalistler, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i tabulaştırıyorlar.
Muhafazakârlar ise Osmanlı’yı.
Şimdi kendini dindar olarak da gören muhafazakârlara sormalıyız, makamı, payesi, sıfatı ne olursa olsun “bir kulu” tabulaştırmak, onu dokunulmaz, tartışılmaz kılmak, onu diğer “kullardan” ayırmak,“zaafsız” addetmek, dine, dinin dürüstlüğüne, eşitliğine uyar mı?
Kanuni dizisinde “eşcinsel sahneler” olmasına kızan muhafazakârlar, önce “makbul” sonra“maktul” olan İbrahim Paşa’yla daha ilk gençliklerinden başlayan ilişkilerinin ne tür bir ilişki olduğunu sanıyorlar?
Bir haremi olan birinin kadınlara düşkün olmadığına inanmak mümkün mü?
Kanuni’nin kaç kadından kaç çocuğu olduğunu biliyor musunuz?
Böyle ilişkileri bugün biri yaşasa bunu hoşgörecek misiniz yoksa Osmanlı padişahlarının her yaptığını kutsal mı kabul ediyorsunuz?
Kanuni Sultan Süleyman’ın “en yiğit, en akıllı, en cesur” oğlu olarak görülen Mustafa’yı padişah otağının girişinde boğdurması ve oğlunun öldürülmesini bir perde arkasından izlemesi size bu padişah hakkında ne söylüyor?

“Şanlı” padişahın döneminde “ekonomik” durumun, Duraklama Dönemi’ndeki ekonomik durumdan daha kötü olmasını büyük bir başarı olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı halkını daha zengin yaşatan padişahları mı yoksa daha fazla “toprak fetheden” padişahları mı daha değerli buluyorsunuz?
Hangi padişahın saltanatında Osmanlı halkının daha iyi yaşadığını hiç merak ettiniz mi?
Muhafazakârlar, “milliyetçiliğe” saptıkları noktada “dürüstlükten ve içtenlikten” uzaklaşıyorlar bence.
O noktada da dindarlarla aralarındaki fark büyüyor.
Kavmiyetçilik, dindarlığın dürüstlüğünü zedeliyor.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Sisif’in günlüğü

KUM SAATİ 02.01.2011


Dün sabah, her yılın ilk sabahı gibi sokaklar sakin ve huzurluydu.
Başka bir hayatın sabahı gibiydi.
Tanrıları kızdırdığı için bir kayayı bir dağın tepesine çıkartmaya mahkûm olan Sisif’in mahkûmiyetine benzer bir cezaya çarptırılmış olmaktan kurtulduğumuz duygusunu yaratıyordu.
Sisif, kayayı tepeye her çıkardığında, zirveye bir adım kala kaya yeniden aşağıya yuvarlanırdı, ceza buydu.
Sonsuza dek bir kayayı dağın tepesine taşımak ve zirveye hiç ulaşamamak.
Dün sabah dağ yoktu, kaya yoktu.
Biz bütün ömrünü bir kayayı tepeye taşımaya mahkûm Sisifler değildik.
Tanrılar bizi affetmişlerdi.
Güzel bir müzik gibi uyumluydu hayat, ağaçlar sakindi, deniz sakindi, sokaklar sakindi, insanlar sakindi.
Zeus’un “affettim seni” dediği Sisif gibi telaşsız, neredeyse mutlu yürüyordum.
Erken kalkmış başka Sisiflere rastlıyordum.
Usul gülümsemeler, yumuşak selamlar, dostane “iyi yıl” dilekleri.
Olimpos’takilerin merhametine inanmaya başlamıştım.
Bütün aldanışlar gibi zalim bir aldanış.
Bütün aldanışlar gibi geçici bir mutluluk sağlayan bir aldanış.
Sonra Olimpos’taki tanrılar uyandılar.
Merhametsizce uyandılar.
Zeus gülümsemedi.
Sisif’i affetmediler.
Ve, biz kayayı yeniden sırtlandık, yeniden bir ömür tırmandığımız dağın tepesine doğru tırmanmaya başladık.
Sisif günlüğünün satırları yeniden yazılmaya başladı.
Yıl Milattan Sonra 2011.
Ocak ayının ilk sabahı.
Günlerden cumartesi.
Hava aydınlık, güneş ılık, şehir sessiz.
Perdelerinin kenarından güneş sızan bir odada sıcak yorganının altında derin bir uykuya dalmış bir adam gibi sakin şehir.
Tanrılar uyanıp konuşmaya başlayana kadar mutluydum.
Affedilmiş olmanın hayalleriyle aldattım kendimi.
Bir kadının koynuna sokulur gibi sokuldum aldanışın koynuna.
Huzuru ve mutluluğu hayal ederek, umutlanarak aldattım kendimi.
Aldattığımı bilerek aldattım.
Sonsuz bir mahkûmiyetin bitmesini bekleyen birinin kendini kandıracağı iki saati bile özlediğini bilerek, o iki saatin tadını çıkarabilmek için aldattım kendimi, hayaller kurma hakkını kendime tanıyarak günaha girdim.
Uykunun tanrıları alıp götürdüğünü, uyku tanrısının bütün tanrıları yendiğini ve hükümranlığının hep süreceğine inanmaya bıraktım kendimi.
Yıl Milattan Sonra 2011.
Günlerden cumartesi.
Ocak ayının ilk öğle vakti.
Güneş parlak, hava ayaz, rüzgâr keskin.
Tanrılar uyandılar.
Ve dediler ki, “hiç kimseyi affetmedik.”
Ve dediler ki, “sadece bizim dediğimiz olacak, kimsenin hakkını vermeyeceğiz, kimsenin bizim dilimizden başka dil konuşmasına rızamız olmayacak.”
Ve dediler ki, “bütün halklarımızı aynı cezaya mahkûm ettik, hepsinin adı Sisif olacak, hepsi bir kayayı ömür boyu dağın tepesine taşıyacak.”
Savaş tanrısı, tekerleklerine keskin bıçaklar takılmış çelikten arabasıyla geçti önümüzden.
Trampetlerin sesini duyduk.
Sırtımızla kayayla yürüdük, tepesinden aşağıya yuvarlanacağımızı bildiğimiz tepeye yürüdük.
Yıl Milattan Sonra 2011.
Tanrılar hep aynı.
Merhametsiz ve öfkeliler.
Bizi bir kayayı sonsuza dek taşımaya mahkûm ettiler.
Bir sabah tanrılar uyurken o kayayı zirveye koyacağız.
Bir sabah, tanrıları boşluğa fırlatacağız.
Yıl Milattan Sonra 2011.
Günlerden cumartesi.
O sabahı bekliyoruz.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Bir parti

KUM SAATİ 04.01.2011

Türkiye, dünyadan kopup, başını kabuğunun içine çeken bir kaplumbağa gibi kendi içine kapandığında siyaset de tam bir sahtekârlığa dönüyor.
İstisnasız tüm partiler hem kendi taraftarlarını hem de bütün ülkeyi kandırıyorlar.
Bütün partilere şöyle bir bakalım.
AKP, muhafazakâr Türklerle Kürtlerin partisi.
CHP, “laikliği” özgürlüğün tek ölçüsü sanan ya da öyle sanılmasını isteyen Türklerin partisi.
BDP, milliyetçi Kürtlerin partisi.
MHP, milliyetçi Türklerin partisi.
Bunların hepsi birbiriyle kavga ediyor.
Her parti, kendi kesiminin “çıkarının” diğeriyle çatıştığını vurgulayarak, yalnızca kendi seçmenlerini memnun edecek çözümler bulunduğunu ve o çözümleri aradığını söylüyor.
Büyük sahtekârlık da burada zaten.
Öyle bir çözüm hiç kimse için yok.
Birbiriyle dövüşüyormuş gibi görünen bütün bu partilerin taraftarlarının “çıkarı” aynı, hepsi için ayrı ayrı çözümler yok, hepsi için “ortak” bir çözüm var.
Avrupa Birliği’nin kendi üye ülkelerinin vatandaşları için belirlediği “kriterler”, buradaki bütün zümrelerin, sınıfların, ırkların, mezheplerin derdine derman olacak niteliklere sahip.
Kendi “seçmeninin” sorunlarını çözmeyi samimiyetle isteyen her parti, diğer “seçmenlerin” de dertlerini ortaklaşa çözecek formüllere yönelmek zorunda.
Çünkü dert aynı.
Hepsi özgür bir ülkede, kendi hayatlarını kendileri gibi yaşamak istiyorlar.
Yüzlerce yıldır aynı hedefe ulaşmak için mücadele eden insanlık bunun çözümlerini bulmuş, Avrupa Birliği de bunları madde madde sıralamış.
Dininde, dilinde, yaşam tarzında, devletin ve sana benzemeyen diğer vatandaşların karışmayacağı bir özgürlük alanına sahip olacaksın.
Kürt de, Türk de, Sünni de, Alevi de, Kemalist de, solcu da, sağcı da aynı özgürlüklerden yararlanacak, hiçbirinin özgürlüğü diğerinden farklı olmayacak, hiçbiri diğerini yasaklayamayacak.
Bunu hiçbir parti istemiyor.
Böyle geniş bir özgürlük alanı yaratmak, siyaseti herkesin özgür olduğu bir zemin üzerinde yapmak, yaratıcılık, zekâ, fikir, proje gerektiriyor.
Buna bizim siyasilerin çapı da, soluğu da, enerjisi de, yaratıcılığı da yetmiyor.
Herkesi birleştiren ortak bir çözüm yerine, herkesi birbirinden ayıran bir çözümsüzlük içinde kavga etmeyi, bu kavga sayesinde “kendilerine bir koltuk” bulmayı tercih ediyorlar.
AKP, Avrupa Birliği üyeliğini iyice savsaklıyor, dün Star gazetesinde Mehmet Altan’ın yazdığı gibi“rekabet faslını” açmak için kılını bile kıpırdatmıyor mesela, bu faslın açılmasının önünde hiçbir engel bulunmamasına rağmen bir tek hazırlık bile yapmıyor.

“Muhalefet” partilerinden ise bu konuda tek satır eleştiri duymuyorsunuz.
Duymuyorsunuz çünkü iktidarı da muhalefeti de bu sahtekârca kavgayı sürdürüp halkı kazıklamak konusunda hemfikir.
Onlar, baskısız, yasaksız bir Türkiye değil, baskıları ve yasakları kendilerinin yöneteceği bir Türkiye istiyorlar.
Hep birlikte, insanlığın ortak değerlerine sırtlarını dönüyorlar ve “birinin çıkarının” diğerinden farklı olduğunu söylüyorlar.
Eğer, “sol” laikliği tek özgürlük biçimi sanan budalaca bir körlüğe kapılmasa, bu ülkenin bütün ezilenlerine sahip çıkabilecek, laiklik de dâhil bütün çağdaş ölçüleri bu ülkeye getirecek, Kürt’ün diline, Sünni’nin başörtüsüne, Alevi’nin cemevine, Kemalist’in yaşam tarzına güvence verecek, herkesi aynı ortak “özgürlük” paydasında savunacak bir parti kurardı.
Biz, “çıkarların” çatıştığı değil, aksine bütün çıkarların birleştiği bir dönemden geçiyoruz.
Siyasi partilerin tümü bu gerçeği saklamak, “çıkarların çatıştığına” taraftarlarını inandırmak için sürekli olarak “psikolojik kışkırtmacılık” yaparak hamasi nutuklar atıyorlar, Kürt’ün dilinin Türk’ü de özgürleştireceğini, Sünni’nin başörtüsünün Alevi’nin cemevinin de garantisi olacağını, Kemalist’in yaşam tarzının güvencesinin muhafazakârın da yaşam tarzının güvencesi haline geleceğini söylemekten kaçınıyorlar.
Devletin yarattığı bütün baskıların kalkacağı büyük bir barış döneminin gerçekleşmemesi için çabalıyorlar.
Hâlbuki tarihte görülmemiş bir çıkar birliğinin kurulabileceği bir zamandan geçiyoruz.
Siyasetçiler ve medya, halkın bu gerçeği anlamaması için inanılmaz bir mücadele veriyorlar.
Onun için Avrupa Birliği konusunda hiçbirinden tek söz çıkmıyor.
Oradaki “özgürlüğün” halka gerçekleri göstereceğinden ödleri patlıyor çünkü.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Sertlik ve zekâ

KUM SAATİ 05.01.2011
Ahmet Altan


Sizce MHP, Kürt meselesinin çözülmesini ister mi?
Çözüldüğünü farz edin.
MHP, ne önerecek bu ülkeye, ne önerecek bu ülkede yaşayan insanlara?
Bu ülkede yaşayan insanları daha iyi yaşatacak bir fikri, bir projesi var mı?
Savaşlar, çatışmalar, çekişmeler, fikirleri olmayan insanların politikaya girebilmesi için elverişli bir kapıdır.
İki tür duygu yaratır savaş.
Yenme arzusu ve yenilme korkusu.

“Sen kimsin” diye sorulduğunda, “ben bu işi yapan insanım” diye cevap veremeyenler, hayatın karşısında tek başına galip gelemeyenler, “ortak bir zaferin” parçası olmak için yanıp tutuşurlar.
Böyle bir zafer olduğunda, “sen kimsin” sorusuna, “ben galip gelenlerdenim” demek, hayat mücadelesindeki bireysel bir yenilginin getirdiği zehirlenmeye karşı insanların sığındığı bir panzehirdir.
Zaten yenilmiş olan biri, bir de “yenilen tarafta” olduğunda, “sen kimsin” sorusuna verecek cevap bulamaz, kendini “yok” hisseder, varlığı silinir, hiçbir yerde kendi varlığının izine rastlayamaz.
Savaşlar, kendi başlarına var olamayan insanların, topluca çekilmiş bir başarı fotoğrafına dâhil olma şansıdır.
Onun için, milliyetçilik, savaşma arzusu, intikam isteği, yenme şehveti, en çok bu “kayıp” insanların arasında görülür.
Bir savaşta yenilen tarafta olmaktan en çok onlar korkarlar.
Bir savaşta her türlü acı pahasına “yenene” kadar savaşmayı en çok onlar isterler.
Bulundukları “taraf” için “kesin bir galibiyet” anlamına gelmeyecek her türlü barıştan, çözümden nefret ederler.
Hayat savaşını kaybetmiş çaresiz insanlara, savaş ve zafer son sığınak gibi görünür.
Kendi yenilmişliklerine bir çare aradıkları için “savaşı” desteklediklerini söyleyemedikleri, belki de bunun farkına bile varamadıkları için savaşma arzusunu “vatanseverlik, milliyetçilik” gibi yaftaların arkasına saklarlar.
Bu insanlar, kendileri gibi hayatın aynasına fikirleriyle yansıyamayan yeteneksiz politikacıların av sahasıdır.
Söyleyecek hiçbir sözü olmadığı için “milliyetçi olmaktan” başka çaresi kalmamış politikacılar, bu zavallı kayıp insanları avlarlar.
Onları, bir “zafer” vaadiyle her türlü acıya sürüklerler.
Türkiye’de kayıp insanlarımız epey fazla.
Onları kendi başlarına varolabilecekleri, hayata karşı verecekleri mücadeleden kendilerine bir“kimlik” edinerek çıkabilecekleri bir donanımla yetiştiremedik.
Türkler arasında da, Kürtler arasında da kimliğini “savaşta”, kanda, zaferde arayan epeyce insanımız var.
Barışa yaklaştığımız şu günlerde, MHP, bu barışın bir “zafer” olmadığını vurgulayarak, zafere kadar savaşılması gerektiğini söyleyerek, sertleşerek, bu zavallı insanları hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir“zafer” hayaliyle kandırarak, birkaç oy uğruna ülkeyi belaya sürüklemeye çabalıyor.
Bir “iktidar” hayali bile kuramayacak kadar kötü durumda olduğu için, bütün amacı “barajı” geçerek parlamentoda birkaç koltuk kapabilmek.
Bu sertlik aşkı, bir yandan da zenginleşen, iyi kötü dünyanın bir parçası olmayı beceren Türkiye’de MHP’ye fazla bir şey sağlamaz ama MHP’nin sertliği, o “kimliksiz” insanların oylarının peşine düşen diğer partileri de sertlik yarışına sokar.
Oynanan bu oyunun farkına varan Öcalan, birçok Türk ve Kürt politikacısından daha zeki ve daha öngörülü olduğunu göstererek, Kürt politikacıları sert bir şekilde uyararak, “sertlikten”kaçınmalarını istedi.
Ama ne yazık ki AKP ve CHP, Öcalan kadar öngörülü değiller.
MHP’yle “sertlik” yarışına giriyorlar.
Özellikle Başbakan Erdoğan’ın bir “MHP takıntısı” olduğu, ona oy kaybetmekten çok korktuğu görülüyor.
MHP kendi başına yaratamayacağı sertliği ve savaş ortamını, AKP’yi korkutarak yaratıyor, AKP’nin zihnini ve dilini zehirliyor, bu partiyi Milli Güvenlik Kurulu’nun bir parçasına çeviriyor.
AKP, eğer MHP’nin oyununu bozacak bir kıvraklık gösteremezse, daha sert, daha milliyetçi ve daha az“kapsayıcı” bir partiye dönüşecek.
Ama “kendini aynada göremeyen” o kaybolmuş insanlara, hiçbir zaman gelmeyecek bir “zaferin”değil, hemen kapımızda duran “barışın” bir var olma nedeni yaratabileceğini anlatırsa, barışın bütün Türkiye’ye bir umut getireceğini gösterebilirse, hem MHP’nin oyununu bozar, hem barışın yolunu açar, hem de “iki taraftan” da oy alarak kazanma şansını arttırır.
AKP, bunu beceremezse, bir zaferde kimlik arayan o zavallı insanlar daha epeyce acı çeker, Türkiye de bir barış şansını politikacıların akılsızlığı yüzünden bir kez daha erteler.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - 12 ve 10

KUM SAATİ 06.01.2011
Ahmet Altan
12 ve 10

Hukuk sözcüğü, eskimiş, taşıdığı derin anlama rağmen etkisini yitirmiş, tekrarlana tekrarlana aşınıp neredeyse duyulmaz ve görülmez hale gelmiş bir sözcük.
Biz, “hukukun” ne kadar hayati olduğunu hiçbir zaman tam kavrayamadık.
Entelektüellerin, “saçma sapan” bir tutturması gibi gördük hukuku.
Öyle alçakça bir propagandayla “Türkiye’nin hukuku ciddiye alması halinde bütünlüğünü ve laikliğini” kaybedeceğini söylediler ki devletin “bütün meseleleri” hukuksuz çözümlemesinin daha iyi olacağına inandık.
Hukuksuzluğa hiç aldırmadık.
Yıllar önce seyrettiğim bir televizyon dizisinde sempatik bir çiftçi, “bir öküzün dikkatini çekmek istiyorsan alnının ortasına sopayla vuracaksın” demişti.
Hukuk konusunda epeyce “öküzleşmiş” bir kalabalığın alnının ortasına sonunda hayat, sopasıyla öyle bir vurdu ki hep birlikte “hukuk” diye bağırarak ayağa fırladık.
Bilmem kaç kişiyi öldürmekten sanık adamların alay-ı vâlâ ile hapishanelerden bırakılması hepimizi yerinden hoplattı.
On yıldan fazla tutuklu olan herkes tahliye ediliyor.
Şimdi herkes, “bunları nasıl bırakırsınız” diye bağırıyor.
Yıllarca, “bunları nasıl yıllarca tutuklu olarak hapishanelerde tutarsınız” diye sormayan bir toplum, sonunda “bunları nasıl bırakırsınız” diye sormaya mahkûmdur.
Bizim “darbeci medya” Ergenekon sanıklarının “ne kadar uzun zaman” hapishanelerde kaldığından şikâyet ederken, Türkiye’de tutukluluk süreleri konusunda hiçbir şey bilmiyordu.

“Devletin sahipleri” ve “medyanın dostları” “hapishanelere gitmeye” başlayınca, “bu insanları bırakın” diye kampanyalar açtılar.
Onlar Ergenekon sanıklarını serbest bıraktırmak için uğraşırken 14 yıldır mahkûm olmadan, tutuklu olarak cezaevlerinde yatan insanlar vardı.
Türkiye’nin cezaevlerinde yatanların yüzde ellisi tutuklu olarak yatıyor.
Yeni çıkan yasa ise “kimsenin on yıldan fazla tutuklu kalamayacağını” söylüyor.
Zarif bir şekilde nasıl “yuh” denir bilmiyorum, onun için zarif olmayan biçimde “yuh” diye bağırmak geliyor içimden.
On yıl tutukluluk olur mu?
Bu, bir yasaya dönüştürülebilir mi?
İster seri katil olsun, ister Hizbullahçı, ister mafya, ister Ergenekoncu, ister darbeci, hiç kimseyi “on yıl” tutuklu olarak alıkoyma hakkı yoktur bir devletin.
Suç işlemeye devam etme, delilleri karatma, kaçma ihtimali varsa tutuklarsın bir sanığı ama o insanı on yıl boyunca, yargılamasını sonuçlandırmadan içerde tutamazsın.

“On yıl bir insanı tutuklu olarak içerde tutabilirim” demek, “ben istediğim insanı mahkûm etmeden de cezalandırırım” demektir.
Bugüne kadar devlet bu büyük özgürlüğü yaşadı, insanları “mahkûm” etmeden cezalandırdı.
Şimdi, biraz da AB’nin zorlamasıyla yasaları değiştirirken “çok ciddi suçlardan sanık olanları” da bırakıyor.
Bırakacak, başka bir çaresi yok.
Aslında çok daha önce bırakmalıydı.
Ya da ciddi biçimde çalışıp, delilleri toplayıp, dosyayı tamamlayıp, hukuka uygun bir şekilde mahkûm etmeliydi.
Ama hukuku ciddiye almadığımız için ciddi bir hukuk sistemi de kurmadık biz, kimse bütçeden adalete ayrılan parayla ilgilenmedi, o parayla ciddi bir adalet müessesesi kurulamayacağını söylemedi.
Gerçek bir hukuk sistemi de kurulmadı.
Devlet ya da “derin devlet” zaten “sorunlarını” hukuk dışında hallediyordu, biz de bunu görmezden geliyorduk.
Dün bir askerî birlikte yapılan kazılarda, ben bu yazıyı yazana kadar on iki iskelet çıktı, öldürüp gömmüşler.
On iki insan ölüsü, on iki yargısız infaz.
Hukukun ciddiye alındığı bir ülkede bu mümkün olabilir mi?
İnsanlar kaybolduğunda, binlercesi yargısız infazlara kurban edildiğinde, köyler teker teker yakıldığında sesiniz çıkmadı, Ergenekon davası başlayana kadar “kimlerin içerde tutuklu bulunduğuyla” ilgilenmediniz, şimdi hukukun ve hukuksuzluğun ne olduğunu görüyorsunuz.
Ama hâlâ “bazılarının” tutuklu olarak içerde kalmasını, bazılarının ise asla tutuklu kalamayacaklarını söylüyorsunuz.
Hâlâ, hukukun “eşitlik” üzerine kurulu olduğunu anlamadınız, hâlâ birilerini “hukuk dışı”cezalandırırsanız, sonunda bunun sizin de başınızı derde sokacağını kavramadınız.
Şimdi sopa, herkesin alnının ortasında patladı.
Bundan sonra yavaş yavaş hukuka dikkat etmeye başlarsınız.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Şaşırdınız demek...

KUM SAATİ 07.01.2011
Ahmet Altan


Mehmet Altan, Şahin Alpay ve Eser Karakaş’ın Mehtap TV’de her pazartesi yaptıkları bir saatlik bir programı seyredenler, bu ülkede olanları ve olacakları çok rahat öğreniyorlar.
Konulara ve konuların ardındaki nedenlere ayrıntılarıyla vâkıf olan bu üç insan, bu ülkede neyin niye olduğunu anlatıyor.
Onların bir saatte hiç sıkmadan, güle eğlene anlattıklarını, bu ülke seksen yıldır öğrenemedi.
Seksen yılda anlaşılamayan sorunları bir saatte anlatabilecek adamlarımız olduğuna mı sevinelim, bir saatte anlatılacak sorunları seksen yıldır anlamayan bir toplumda yaşadığımıza mı üzülelim bilmiyorum.
Şimdi herkesin, “aman Allahım, Hizbullahçılar çıktı, mafyacılar çıktı, katiller çıktı, bu nasıl hukuk” diye feryat ettiği rezaletin “temelini” bu pazartesi Eser Karakaş, “Adalet Bakanlığı’nın bütçeden aldığı payla” ortaya koyuverdi.
Bu toplumun ve bu hükümetin ne kadar “hukuk” istediği, bütçeden Adalet Bakanlığı’na ayırdığı paydan anlaşılıyor.
Dün de Mehmet Altan Star gazetesindeki köşesinde “adalete” ayrılan paranın miktarını, diğer ülkelerle kıyaslayarak bir kere daha yazdı.
Türkiye, Adalet Bakanlığı Bütçesi’ne 2011’de yaklaşık iki milyar beş yüz milyon avro ayırıyor.
Almanya ise 9 milyar avro.
Türkiye, adalete ayırdığı parayla ancak 7 bin 81 yargıç, 4 bin 40 savcı çalıştırabiliyor.
Buna karşılık tam 3 bin 875 yargıç ve savcı açığı var.
Almanya’da yargıda çalışan personel sayısı 57 bin, Türkiye’de 24 bin.
Almanya’da niye katiller serbest kalmıyor da, Türkiye’de bir davayı on yılda sonuçlandırmayı başaramadıkları için sanıkları serbest bırakıyorlar, anladınız mı?
Ayrıca, üniversitelerin, hukuk fakültelerinin, hukuk profesörlerinin, bu fakültelerden mezun olan hukukçuların niteliklerine, bilgilerine, kalitelerine hiç girmiyorum.
Tabii, Türkiye’de adalete ayrılan payın düşüklüğü aynı zamanda “devletin niyetini” de ortaya koyuyor.
O “niyeti” daha iyi anlatacak rakamları da dün Kanat Atkaya Hürriyet’te yazmıştı.
Adalete, Bütçe’den 4 milyar 887 milyon lira ayırırken, Savunma’ya 16 milyar 975 milyon lira, Emniyet’e de 10 milyar 578 milyon lira ayırıyorlar.
Savunma’ya adalete ayırdığımızın dört mislini, Emniyet’e de iki mislini harcıyoruz.
Bu devlet için “silah” adaletten önemli.
Rakamlar bunu açıkça gösteriyor.
Zaten, bütün o JİTEM’lerle, ölüm timleriyle, özel kuvvetlerle yıllarca yapılanlar, faili meçhullere kurban edilenler ortada.
Biz hukuktan, “suçlu” gördüklerimizi “yargılamayı” değil, daha yargı aşamasına getirmeden yok etmeyi ya da yakalayıp yıllarca “tutuklu” olarak hapislerde yatırmayı anlıyoruz.
Toplumun büyük kısmı, adaletin içine düşürüldüğü sefaletle hiç ilgilenmedi.
Öldürülenler Kürt olduğu sürece faili meçhullere arkasını döndü.
Hapislerde mahkûm edilmeden tutulanlar PKK’lı sanıklar olduğu sürece “tutukluk” süreleri hiç dikkat çekmedi.
Vaktaki Ergenekon sanıkları tutuklandı, bu konulara hiç aldırmayan darbeci medya, “bu kadar uzun tutukluluk olmaz” demeye koyuldu.
Çünkü bu “çarpık sistemin” taraftarları kendi sistemlerinin kurbanı olmaya başlamıştı.
Bugün bile yaşanan tuhaflıkları “Ergenekoncular içerde, Hizbullahçılar dışarıda” diye özetliyorlar, sistemin bütününün nasıl çalıştığıyla hiç ilgilenmiyorlar.
Bu çarpık sistemi “halk” için kurmuşlardı çünkü, amaç, halkın arasından “devletin hoşlanmadığı”insanlar çıktığında onları yok etmekti, adaleti aramak değildi, halkın başına ne geldiği de kimsenin umurunda olmuyordu.
Hukuku ciddiye almadığında, bir gün herkesin başının derde girebileceğini “efendilerimiz” şimdi anlamaya başladılar.
Cumhuriyet tarihi boyunca bu ülkede gerçek adalet ve hukuk hiçbir zaman olmadı.
Bugün de yok.
Şimdi tek fark, “hukukun ve adaletin olmadığını” herkesin görmesi.
Eğer hukuk istiyorsanız, “öldürmeye” değil “yargılamaya” para harcayacaksınız.
Aklınız varsa, bundan böyle devletin sizden topladığı paraları, nerelere, nasıl harcadığına dikkat edersiniz.
Hukuk, ancak bu dikkatle başlar.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Bir cumhuriyet batarken...

KUM SAATİ 08.01.2011
Ahmet Altan
Bana sorarsanız, artık bu cumhuriyeti gömüp yerine yenisini yapmanın vakti geldi.
Cumhuriyet’in kurduğu müesseselerin neredeyse tümü birden tel tel dökülüyor.
Sadece devlette çalışan görevlileri korumak için kurulmuş, halkın tümünü de potansiyel “suçlu ve düşman” olarak görmüş bir düzen 1923’te sopa zoruyla yürütüldü ama 2011’e geldik.
Halk, “bu ne biçim düzen kardeşim” demeye başladı.
Zaten, Birinci Cumhuriyet öylesine suyuna tirit bir anlayışla kurulmuş ki bu anlayışı bugün de devam ettirmek istediğinizde herkesin dikkatini çekecek skandalların patlamaması mümkün değil.
Cumhuriyet’in yargısı ise tümden çökmüş vaziyette.
Kendini saklayamıyor.
Bilmem kaç cinayet sanığı Hizbullahçıların davasının on yılda sonuçlandırılamamasının sonucunda hepsinin birden salıverilmesi, domuz bağlarını, işkence videolarını hâlâ hatırlayan toplumu sadece kızgınlıkla değil korkuyla da yerinden hoplattı.
Yargıtay, “zamansızlıktan” ve dosya fazlalığından bu davaları sonuca bağlayamadığını söylüyor.
Ne yazık ki bu savunma biçimi çok da inandırıcı değil.
Çünkü şu soru apaçık ortada duruyor.
Peki kardeşim, madem sizin hiç vaktiniz yok, bir türlü çabuk karar veremiyorsunuz da kendinize yakın bulduğunuz Cihaner ve Haberal dosyalarını nasıl bu kadar çabuk inceleyip karara bağladınız?
Demek ki zaman var ama o zamanı kullanma tercihleriniz hukuktan ziyade sizin politik inançlarınıza uygun oluyor.
On yıldan beri önünüzde duran Hizbullah dosyasını karara bağlayamıyorsunuz ama Haberal ya da Cihaner sözkonusu olduğunda on gün size yetiyor.
Bunu nasıl açıklayacak Yargıtay?
Hizbullah “derin devletle” ilişkileri olduğu yolunda ciddi kuşkular bulunan, kurbanlarını Kürtler ve İslamcılar arasından seçen bir örgüt.
Böyle bir örgütün davasını karara bağlamakta hiç aceleniz yok.
İş, Haberal’la Cihaner’e gelince maşallah pek çeviksiniz.
Niye aynı çevikliği Hizbullah dosyaları hakkında göstermediniz?
Elinizdeki zamanı kullanma “kriterlerinizi” hangi düşünceleriniz belirledi?
Belli ki siz elinizdeki dosyaları bir tarih sırasıyla incelemiyorsunuz, kendinizce önemli olan dosyaları öne çekiyorsunuz.
Yargıtay’ın pek de hukuki ölçülerle iş yapmadığı açık.
Zaten, adalet sistemini işletecek birçok gelişmeyi de hukuki olmaktan ziyade “politik” nedenlerle engelliyorlar.
En son örnek, bölge mahkemeleri.
Bu mahkemeler Yargıtay’ın dosya yükün hafifletecek, işini kolaylaştıracak, adaletin daha çabuk tecelli etmesini sağlayacak, üstelik bu mahkemelerin kurulması için Avrupa Birliği’nden yardım da alınmış, binalar hazırlanmış ama bu mahkemelere yargıç atanmamış, işlerlik kazanmasına olanak verilmemiş.

“Bizim dosya yükümüz çok ağır” diyen Yargıtay’ın bu mahkemelerin kurulmasını desteklemesi gerekmez miydi?
Hukuk mantığıyla bakarsanız gerekirdi.
Ama CHP’nin “ulusalcı” mantığıyla bakarsanız gerekmezdi.
CHP ve Yargıtay, birlikte bu mahkemelere karşı çıkmışlar, “bölge mahkemeleri” ülkeyi bölermiş.
Yargıtay kendi işini yapmıyor, dosyaları zamanında karara bağlayamıyor ama hiç de onun işi olmayan“bölünme” konusuyla ilgileniyor.
Onlar bu saçmalıklarla uğraşırken de Hizbullahçılar, mafyacılar, katiller hapishanelerden salıveriliyor.
Yargıtay, bir hukuk kurumu gibi değil politik bir parti gibi davranıyor çünkü.
Halkı, adaleti, hukuku, yargıyı değil “devletin bugünkü yapısını” korumakla yükümlüler.
İyi de yargı “devleti korumakla” kendini görevlendirirse, “halkı korumakla” kim uğraşacak?
Halk mı? Ne saçma bir soru... Halktan Birinci Cumhuriyet’in yargısına ne?
Haberal’la Cihaner’i ve diğer devlet görevlilerini kurtarır, öbürlerini hapishanede tutarsın, dosyalarını karara bağlamazsın.
Sonra bir yasa değişir, müebbetle yargılananlar dışarı çıkar, sen de Yargıtay olarak politikacıları suçlarsın.
Bu cumhuriyet öldü.
Duyduğunuz koku, bir devletin içinde saklanmaya çalışılan bir cesedin kokusu.
Dayanabildiğiniz kadar dayanırsınız bu kokuya.
Dayanamadığınızda, yeni ve demokratik bir cumhuriyet nasıl kurulacak konuşmaya başlarız.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Yasaklamak

KUM SAATİ 09.01.2011
Ahmet Altan
Benim anlayamadığım sorunlardan biri ne, biliyor musunuz?
Bugüne ait her konuyu tartışabilmemize rağmen geçmişe ait neredeyse hiçbir şeyi tartışamamamız.
Kemalistlerle muhafazakârlar tarihi paylaşmışlar, kendi alanların etrafını çitle çevirmişler ve o alanlara girilmesini zinhar yasak etmişler.
Kemalistleri anlıyorum.
Onlar bugün artık iyiden iyiye sallanan iktidarlarını, Cumhuriyet tarihinin yalanları üstüne bina etmişler.
31 Mart konusunda yalan söylerler ki “şeriat” korkusu hep ayakta kalsın.
Mustafa Kemal’in Kürtlerle ilişkisi ve onlarla yaptığı anlaşmalar konusunda yalan söylerler ki Kürtler bir hak iddia edemesin.
Cumhuriyet’in tümüyle bir diktatörlük anlayışı ve ideolojisi çerçevesinde kurulduğu, Atatürk’ün bir diktatör olduğu konusunda gerçekleri saklayıp yalan söylerler ki aynı diktatörlük anlayışını, kutsallaştırdıkları Atatürk’ün adının arkasına saklanarak sürdürebilsinler.
Onların tarihî gerçeklerden korkmasını, Atatürk’ü “kutsal kişi” konumuna yükseltmelerini anlıyorum, onlar buna muhtaç
Gerçeği söylediklerinde, bugün sürdürmek istedikleri düzen çöker.
Ama muhafazakârlara ne oluyor?
Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen bu insanlar Cumhuriyet’in gerçekleri ortaya çıksın diye çırpınırken neden Osmanlı tarihini baştan aşağıya bir yalana çevirmek istiyorlar?
Neden bir televizyon dizisinde bile Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatı ortaya çıkmasın diye binlerce mektup yazarak bu dizinin yasaklanmasını talep ediyorlar?
Neden yalancılıkta Kemalistlerle omuz omuza yürüyorlar?
Bu sorunun cevabını merak ederken gelen birkaç okur mektubu gözümü açtı doğrusu.
Bizim muhafazakârlar, Osmanlı sultanlarını gerçekten halife ve dindar sanıyorlar.
Sanki Kanuni’nin halifeliği Hazreti Ömer’in halifeliğiyle aynıymış gibi.
Osmanlı sultanları, halifeliği “din gücüyle” değil “kılıç gücüyle” kazandılar, Yavuz Sultan Selim Mısırlılarla yaptığı savaşı kaybetseydi Osmanlı sultanları halife olamayacaktı.
Osmanlı sultanlarının büyük bir çoğunluğu, din açısından bakıldığında günahkâr bir hayat sürdüler.
Haremleri vardı, zina yaparlardı, içki içerlerdi, Sarı Selim’le Dördüncü Murat düpedüz alkolikti, içkiyi ve tütünü yasak eden Dördüncü Murat çok genç yaşında içkiden ve uyuşturucudan öldü.

“Halife-i Ruyi Zemin Hazretlerinin” hüküm sürdüğü “şeriatın başkenti” İstanbul’da daima kerhaneler ve meyhaneler bulundu.
İlber Ortaylı bir kitabında İstanbul’a gelen gıda maddelerini sıralarken ne kadar içki geldiğini de anlatır.
Bir de muhafazakârlarımızın çok “hassas” olduğu Osmanlı’da “eşcinsellik” konusu var tabii.
Niye böyle bir konuya akıllarını taktıklarını ve Osmanlı’da “eşcinsellik” olmadığını kanıtlamaya çalıştıklarını anlamak çok mümkün değil.
Muhafazakârlara göre, “devlet adamı olmaları” için sarayda yetiştirilen “içoğlanlar” neden peçe takarlardı peki, neden şalvarlarının bilek kısımları kopçalı, topukları açıktı?
Bence Murat Bardakçı’nın “Osmanlı’da Seks” kitabını bir okuyun, hamamlarla ilgili çok geniş bir bölüm vardı yanlış hatırlamıyorsam.
O zamanlar Osmanlı’da “eşcinselliğe” bakış, bugünkü muhafazakârların bakışlarından çok farklıydı.
Divan Edebiyatı’nı bir daha gözden geçirin, ne tür bir aşktan söz ettiklerini anlarsınız.
Osmanlı tarihi, çok kanlı, çok vahşi, suikastlarla ve cinayetlerle dolu, cinselliğin her türlüsünün bulunduğu bir tarihtir.
Muhafazakârlar, “dindarlık” gayretiyle bu tarihe sahip çıkmaya uğraşıyorlarsa, Osmanlı’dan“dindarlık” çıkmaz kolay kolay.
Osmanlı’yı dürüst müminlerin yönettiği bir imparatorluk gibi göstermeye çalışmak sonunda yalancılığa ve gerçek düşmanlığına götürür insanı, yasakçı yapar.
Bugün de olan bu zaten.
Kemalistlerle muhafazakârların tarihin farklı bölümlerini çarpıtmaya çalışmalarının tek bir iyi yanı var, onlar üstünü örtmeye çalıştıkça tarihin üstü açılıyor, insanların merakı artıyor.
Onlar sayesinde yakında tarihimizi öğreneceğiz ve gerçekleri kabullenecek bir olgunluğa kavuşacağız.
O güne kadar da bu saçma sapan tartışmaları sürdürüp duracağız.
Allah, bu ülkede gerçeği bilene ve söylemek isteyene güç versin, ne diyeyim.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Ucube

KUM SAATİ 11.01.2011
Ahmet Altan

Ben gençken pek sevilen bir söz vardı.

“İslam’ın şartı beş, altıncısı haddini bilmek.”
Başbakan Erdoğan benden daha genç, demek onun zamanında bu laf tedavülden kalkmış, onun kulağında “haddini bilmekle” ilgili bir söz kalmamış.
Hoş, “haddini bilmek”le ilgili her söz, bir zaman iktidarda kalan herkesin kulağından da, zihninden de silinip gidiyor.
Öyle bir vakit geliyor ki artık iktidar sahibi herşeyi biliyor, her konuda fikir açıklayacak bir otorite oluyor.
Bir güven patlaması yaşıyor.
Yerli yersiz fikir beyan ediyor ve bunun en mükemmel, en doğru fikir olduğuna hükmediyor.
Bu “hastalık” bir iktidar sahiplerinde, bir de gençlerde görülür aslında.
Her genç gibi bizde de bu hastalık ortaya çıktığında babam bize bir ölçü öğretti, biz de kendi çocuklarımıza öğretmeye çalıştık.
Dünyanın hangi sanat eseri olursa olsun, kim tarafından yapılmış olursa olsun, herkesin “ben bunu sevmedim” deme hakkı vardır.
Kimse ona, “ama bu çok büyük eser, nasıl sevmezsin” diyemez.
Sevmek duygularla ilgilidir, duyguların da ölçüsü olmaz.
Ama herhangi bir eser hakkında “ben bunu beğenmedim” dediğinde, özgürlük alanın daralır.
Sana, “neden beğenmedin, neresini beğenmedin” diye sorarlar.
O zaman, beğenmediğin eseri, o esere ait ölçülerle eleştirmek, niye beğenmediğini o ölçülerle anlatmak zorundasın.
Hiçbir açıklama yapmadan sevmemek özgürlüğün vardır ama hiçbir açıklama yapmadan beğenmeme özgürlüğün yoktur.
Bizim başbakan, gördüğü heykeli “beğenmemekle” kalmıyor, bir de beğenmemesini o heykeli“ucube” ilan edecek kadar sert bir güvenle dile getiriyor, onunla da yetinmiyor, “yıkılmasını” da istiyor.
Breh, breh, breh, Tayyip Erdoğan’daki “plastik sanatlar” konusunda arşıâlâya yükselmiş şu güvene bak.
Herhalde, dünyanın her üniversitesinde “heykel” konusunda on beş dakikalık bir konuşma yapabilecek kadar konuya vâkıf.
Bir Fransız ortaokul öğrencisi kadar Fidyas’ı, Rodin’i, Brancusi’yi biliyordur.
Sıradan bir Japon turisti kadar Rodin’in müzesiyle ilgili bilgiye sahiptir.
İlhan Koman’ın Akdeniz heykeli hakkında bir şeyler anlatabilir.
Giacometti’den, yanlış hatırlamıyorsam eserleri İstanbul’a da getirilmiş olan Botero’dan söz edebilir.
Bu saydıklarım, “özel bir heykel” bilgisine girmez, “genel kültür” olarak bilinen şeylerdir.
Bunları bilmek için “plastik sanatlar” konusunda eğitim görmek, heykel konusunda uzman olmak gerekmez.
Ama bu kadarcığını bile bilmeden heykeller hakkında “beğenmeme” hakkını elinde tutuyorsan, sadece heykeli değil, haddini de bilmiyorsun demektir.
Zaten bilgisi olan insanın “saygısı” da olur.
Saygısızlık genellikle bilgisizlikten ve derin bir cehaletin verdiği güvenden kaynaklanır.
Kenan Evren de bir vakitler Picasso’yu beğenmemişti, “onun resimlerini kendisinin de yapabileceğini” söylemişti.
İktidar koltuğuna oturan allame-i cihan kesiliyor başımıza.
Hangi konuda olursa olsun en iyisini onlar biliyor.
Heykel biliyorlar, mimari biliyorlar, edebiyat biliyorlar, bale biliyorlar.
Oturdukları iktidar koltuğu sanırsın koltuk değil de herşeyi öğreten bir akademi, akşamları oturup koltuklarıyla mı konuşuyorlar, ne yapıyorlar, bilmiyorum.
Belki de “iktidar çarpması” diye bir şey vardır, bir süre sonra iktidar, sahiplerini çarpıp birer entelektüel ucubeye çeviriyordur, herşeyi bildiklerine inandırıyordur onları.

“Heykeli beğenmedim devirin, resmi beğenmedim parçalayın, binayı beğenmedim yıkın, kitabı beğenmedim yakın.”
Başbakanın “beğenmediği” heykeli doğrusu ben de sevmedim.
Ama benim o heykelle ilgili söyleyebileceğim bu kadardır, “ben sevmedim”.
Ne o heykelin yıkılmasını isteyebilirim, ne de o heykele “ucube” gibi sıfatlar takabilirim.
Çünkü Erdoğan’ın duymadığı, duyduysa da unuttuğu laf benim hâlâ kulağımda.

“İslam’ın şartı beş, altıncısı haddini bilmek.”

ahmetaltan111@gmail.com

Mehmet ALTAN - Sarıkamış ve AKP

KUM SAATİ 12.01.2011
Ahmet Altan
En korktuğum şey başımıza geliyor galiba.
Askerî ve yargı vesayetine karşı en ciddi mücadeleyi veren, yakın tarihimizin en ciddi değişim adımlarını atan, Türkiye’yi Avrupa Birliği üyeliğine aday düzeyine çıkarmayı amaçlayan, Kürt açılımını başlatan AKP, hızlı bir şekilde milliyetçiliğe ve tutuculuğa kayıyor.
Biz bunu ANAP’la da yaşamıştık.
ANAP’ın iktidarının ilk kırk gününde gerçekleştirdiği devrimleri AKP sekiz yılda henüz yapamadı, ANAP öylesine devrimci ve değişimci bir partiydi, askeri siyasetin dışına itmişti, Özal,“federasyondan bahsedebilmeliyiz” diyecek kadar atılgan ve cesurdu, onun yerine gelen Mesut Yılmaz “Avrupa’nın yolu Diyarbakır’dan geçer” diyecek kadar barışa açıktı, arkalarında yüzde kırk beşe yaklaşan büyük bir oy desteği vardı.
Sonra birden yoruldular.
Devletle ve askerle anlaşmanın yollarını aramaya başladılar.
Mesut Yılmaz, partiyi adım adım milliyetçiliğe ve tutuculuğa sürdü, MHP’yi tek siyasi rakip olarak gördü.
Onların ne yaptığını anlayınca halk da desteğini ANAP’tan çekti.
Sonunda ANAP da Mesut Yılmaz da yok olup gitti.
Şimdi bu acıklı macerayı sanki yeniden yaşıyoruz.
AKP yoruldu.
Kürt meselesinde, Kıbrıs meselesinde, AB meselesinde yeni çözümler üretemeyince duvara çarptı.
Mesut Yılmaz gibi Tayyip Erdoğan’la arkadaşları da akıllarını MHP’ye taktılar ve MHP’ye rakip bir milliyetçiliğe saptılar.
Dünyanın hiçbir yerinde yalan söylemeden ve saçmalamadan milliyetçi olamazsınız.
AKP yönetimi de her gün yeni bir saçmalıkla çıkıyor karşımıza.
Aralarında en aklı başında gözükenlerden, üstelik de oldukça iddialı bir siyasetçi olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, gitti Sarıkamış’ta “bir doksan bin şehit daha verebileceğimizi” söyledi.
Bunu söyleyen adam, “komşularla sıfır sorun” politikasının sahibi.
Ama burada asıl ürkütücü olan, bir adamın “doksan bin insanı ölüme gönderebileceğini” bu kadar soğukkanlı bir biçimde söyleyebilecek kadar gözünün kararması.
Bir de bunu Sarıkamış’ta söylüyor, Sarıkamış’ta öldürdüğümüz gibi öldürtecekmiş insanları.
Bugün Ayşe Hür Sarıkamış’ı daha detaylı anlatıyor, okursunuz.
Sarıkamış, askerî tarihin en büyük facialarından biridir, Enver Paşa’nın bencilliği ve yeteneksizliği yüzünden doksan bin genç çocuk, Sarıkamış dağlarında, düşmanı bile göremeden, tek kurşun atmadan, üstlerinde yazlık üniformalarıyla, ısınmak için ağaçlara sarılarak öldüler.
Ağaçlara sarılmış cesetleri donmuş halde bulundu.
Davutoğlu, bu ülkenin çocuklarını bir daha böyle öldürtecekmiş.
Bu laftaki insafsızlık, bencillik, insanları “böcek gibi gören” kibir, duyanı öfkeden çıldırtıyor doğrusu.

“Sen kimsin” demek istiyorsun, “sen kimsin doksan bin çocuğu ölüme gönderecek? Ne hakla onları öldürteceksin? Sen MHP’yle oy yarıştıracaksın diye biz çocuklarımızı ölüme mi göndereceğiz?”
Davutoğlu, hiçbir şeyden değil sadece akademisyen kimliğinden utanacak bir izana sahip olsa, Sarıkamış’ta doksan bin çocuğumuzu daha ölüme göndermekten değil, “bir daha Enver Paşa gibi kendini bilmezlere çocuklarımızı öldürtmemekten” söz ederdi.
Ama “çocukları öldürtmeden” MHP’yle yarış olmuyor değil mi?
Neticede milliyetçilik, “en fazla çocuğu öldürme” yarışı.
Kim daha çok çocuk öldürtürse o daha çok “milliyetçi” oluyor.
Onun için yüzlerce büyükelçiyi toplayıp bir “Sarıkamış daha istiyor”, onun için “doksan bin çocuğu” daha feda edebileceğinizi söylüyorsunuz.
Onun için Kürt açılımını kapadınız, onun için Kürt halkının “iki dil” talebini Milli Güvenlik Kurulu ağzıyla inkâr ediyorsunuz, onun için 1998’de Mesut Yılmaz’ın kapattığı limanları açacak cesareti gösteremiyorsunuz.
MHP’yi yenmek için MHP’lileşiyorsunuz.
Mesut Yılmaz da aynen böyle yapmıştı.
Mesut Yılmaz da şimdi sizin sandığınız gibi “halkın oylarını çantada keklik” sanıyordu.
Bütün bu Cumhuriyet, bütün bu diktatörler, darbeciler, generaller, “efendiler”, halkı küçümsediler, halkın çocuklarını gözlerini kırpmadan öldürttüler, “milliyetçilik” yarışında hep halkı öldürterek öne geçmeye çabaladılar.
Şimdi de siz küçümseyin, şimdi de siz yalan söyleyin, şimdi de siz tarihi saptırın.
Eninde sonunda gideceğiniz yer, sizden öncekilerin gittiği yerdir.
Bu halk, gün gelir çocuklarını öldürtmeyecek, koruyacak birini çıkarır kendi içinden.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Böl ve yönet

KUM SAATİ 13.01.2011
Ahmet Altan

Bu yönetim tarzını İngilizlerin bulduğu söylenir.
Tam olarak kimin bulduğunu bilmiyorum ama çok sık uygulandığını ve büyük halk yığınlarının bu tuzağa çok rahat düştüğünü biliyorum.
Asırlardır uygulanan bu taktiğin amacı belli.
Kitlelerin dikkatini “yöneticilerin” üzerinden çekmek, yöneticilerin bütün insanlara aynı biçimde zulmettiğini gözlerden saklamak, o yönetimi ancak bütün “ezilenlerin” biraraya gelmesinin değiştireceğinin anlaşılmasını önlemek ve çıkarları ortak olan insanların birbirlerini “düşman” olarak görmelerini sağlamak.
İnsanlar akıllarını birbirlerine taktıklarında, birbirlerini düşman gördüklerinde, birbirlerine kuşkuyla baktıklarında, sayıları yönetilen insanlardan çok daha az olan “efendiler” hükümranlıklarını rahatça sürdürürler.
Cumhuriyet de bu yöntemi kullandı.
Birbirlerine hiç güvenmeyen, birbirlerinden handiyse nefret eden şu insanlara baksanıza.
Türkler, Kürtler, Sünniler, Aleviler.
Bütün bu insanların asıl sorunu bu ülkenin yönetim biçimi ve yöneticileri.
Ama onlar yönetimi değiştirip, herkesin özgürlüğü ortaklaşa ve eşit kullanacağı bir düzen kurmak yerine birbirlerinden nefret etmekle meşguller.
Devlet, her gruba, “diğerinin kendisine düşman olduğunu ve kötülük etmek istediğini”öğretmiş.
Sadece bu öğretiyle yetinmemiş, ajanlarını kullanarak insanları kışkırtmış, büyük kıyımlar yaşanmasına yol açmış.
Nefretin, intikam isteğinin, kuşkunun kökleşmesini sağlamış.
Bu yöntem, “yönetmeyi” kolaylaştırıyor ama toplumun içinde her an patlamaya hazır bir belayı da besleyip duruyor.
Hepimiz kanın, ölümün, acının içinde yaşıyoruz ve bir gün bütün toplumu altüst edecek büyük bir facianın patlamasından endişe diyoruz.
Kürtlerle Türklerin karşı karşıya gelmesi yetmedi.
Şimdi bir de Kürtlerle Kürtlerin çatışması ihtimali belirdi.
Bizim Güneydoğu dediğimiz Kürdistan’da geniş taraftar kitlesine sahip, silah da kullanabilen iki büyük grup var.
PKK ve Hizbullah.
Biri ırk ekseninde, diğeri din ekseninde toplanmış.
Hizbullah’ın “devlet gözetiminde palazlandığı”, jandarma karakolları yanında eğitim kampları kurduğu parlamentonun resmî raporlarına geçti.
Hizbullah’ın işlediği korkunç cinayetler, bu örgütün liderinin Beykoz’da güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada öldürülmesinden sonra ele geçirilen videolarla ortaya çıktı.
O çatışmadan sonra Hizbullah’ın “bölgede” silahsız bir örgüt olarak yeniden toplandığı ve silahlı çatışmalardan çekildiği söylendi.
Ama bizim “ucube” yargı sistemimizin garipliklerinin sonucunda Hizbullah’ın “cinayet sanıkları”salıverilince bu örgütün yeniden silahlanıp PKK sempatizanlarını hedef alacağı kuşkusu belirdi.
Apo’nun bu kuşkuyu çok sert bir biçimde dile getirmesi de “gerginliği” arttırdı.
BDP, görünürde KCK operasyonlarını protesto etmeyi amaçlayan ama fısıltılara bakılırsa asıl amacı Hizbullah’a karşı gövde gösterisi yapmak olan büyük bir miting düzenliyor.
Bu mitinge katılanların Hizbullahçıların bulunduğu semtlere yönelmesi halinde çatışmalar çıkabileceği söyleniyor.
Çatışmalarından çekinilen insanların tümü Kürt.
Birbirlerini öldürmeleri, birbirlerini yenmeleri, ikisinin de istediği sonucu vermez, ne Hizbullah orada“din temelli” bir yapı kurabilir, ne PKK kendi militanlarının iktidara geleceği bir Kürdistan oluşturabilir.
Çünkü “şeriatçı” bir yönetimi de, “silahlı bir milliyetçiliği” de istemeyen büyük bir Kürt kalabalığı var orada.
Onlar, herkesin dilinde, dininde, fikrinde eşit ve özgür olacağı, siyasi kararların halkın oylarıyla belirleneceği bir düzen istiyorlar.
Bölünmelerin, çatışmaların, ırklara, dinlere, mezheplere ayrılmanın sadece “yönetilenlerin” işine yaradığının farkındalar.
Yönetimi, “şiddetin” değil, asıl “sivil itaatsizliğin” ürküttüğünü ve halkın gerçek zaferini de böyle elde edeceğini biliyorlar.
Kürtlerin kendi arasındaki bir çatışma, Kürt çocuklarının ölmesine, bölgede askerî baskının artmasına, ülkenin bütününün de “büyük bir baskı” altına girmesine neden olur sadece.
Ölmek ya da öldürmek sorunları çözmüyor.
Hangi ırktan, hangi dinden, hangi mezhepten, hangi fikirden olursak olalım hepimizi insafsızca bir zorbalıkla ezen bu sistemi güçlendiriyor yalnızca.
Özgür bir ülkede, özgür insanlar olarak yaşamak istiyorsak, birbirimizi değil, bu düzeni değiştirmemiz gerekiyor.
Asıl “büyük ve kutsal” mücadeleyi de bunu anladığımızda vereceğiz.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Altı ay

KUM SAATİ 14.01.2011
Ahmet Altan

Askerî vesayet denen hastalık bir tür kansere benzer, “bunun yarısını iyi edeyim, yarısına dokunmayayım” diyemezsin.
Tek bir hücresi bile canlı kalsa, o tek hücreden kendini yeniden üretir, gelişir, bünyeye yayılır.
Defalarca yazdım, defalarca yazacağım.
AKP yönetimi, ama ondan çok daha önemlisi AKP seçmenleri, mutlaka ANAP’ın yaşadıklarını bir daha incelemeliler.
Turgut Özal zamanında “askerî vesayet” bitmiş gözüküyordu, bir daha darbe olmayacağına, askerlerin yönetime karışmayacağına herkes inanmıştı.
Gelişiyorduk, kalkınıyorduk, demokratikleşiyorduk, zenginleşiyorduk, Kürt meselesinin çözümünde çok ümitliydik, Avrupa’ya doğru yürüyorduk.
Son referandumun ardından topluma egemen olan havanın bir benzeri yaşanıyordu.
Sonra Mesut Yılmaz, aynen bugün AKP’nin yaptığı gibi partisini MHP’yle yarışa sokup ANAP’ı MHP’lileştirdi.
On yılımızı kaybettik.
28 Şubat’ı, 27 Nisan’ı gördük.
Ergenekon’u, Balyoz’u, Sarıkız’ı, Ayışığı’nı, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nı, lahikaları gördük.
Askerî vesayet, canlı kalan parçasından kendini yeniden üretti.
Aklını MHP’ye takan AKP, bir yandan milliyetçi nutuklara hız verip, “Sarıkamış’ta doksan bin kişiyi daha öldürmeye” ant içerken, Sayıştay Yasası’nın hazırlanışı sırasında Genelkurmay’la gizli anlaşmalar yapıp ordunun denetimini gözlerden saklarken, askerî yargıya dokunmazken, Yunan Başbakanı buradayken savaş uçaklarının Yunan adalarının üstünde uçurulması karşısında sessiz kalırken, MHP’lileşen AKP’nin çekildiği alanlara ordu yeniden yayılıyor.
29 Ekim’de Çankaya’yı boykot ediyor.
Balyoz sanığı generalleri terfi ettirebilmek için bin bir türlü oyun deniyor.
Genelkurmay’ın en çok sahiplendiği ve mutlaka terfi ettirmek istediği Balyoz sanığı generallerden biri ise sadece Balyoz’dan değil birçok olaydan sorumlu.
Bu general, şaibeli bir baskına uğrayan Hantepe Karakolu’nun bulunduğu bölgenin komutanı.
Heronların saptadığı yaklaşık yüz kişilik bir PKK grubunu “çoban sandıklarını” gözünü kırpmadan söyleyebilmiş biri.
Çukurca’da ordunun mayınıyla altı askerin öldüğü olayda, “mayının PKK’ya ait olduğunu” iddia edip, “mayınları biz gömdük komutanım” diyen emrindeki generale “olur böyle şeyler”diyerek kanlı skandalın üstünü kapatmaya çalışan bir paşa.
Askerî savcı, Çukurca’daki mayınlarla altı askerin ölmesi konusunda dava açtı.

“Mayınları biz gömdük” diyerek pişmanlığını belirten generale on beş yıl, “olur böyle şeyler”deyip olayın üstünü kapatmaya çalışan generale ise “altı ay” istedi.
Altı cana, altı ay.
Bu generalin Genelkurmay için neden bu kadar kıymetli olduğunu, neden Hantepe’nin hesabını sormadıklarını, neden onu terfi ettirmek için o kadar uğraştıklarını, emrindeki generale on beş yıl isterken ona neden sadece altı ay cezayı uygun gördüklerini bilmiyorum.
Ama bildiğim, ortada adalete aykırı bir durum olduğu.
Zaten, “askerî vesayet” dediğiniz de, adaletin askerler için işlemediği, generallerin hukukun dışında tutulduğu bir düzendir.
Kendilerine ait mahkemeleri, yargıtayları, danıştayları olur.
Askerler için bir başka hukuk sistemi ya da hukuksuzluk sistemi işletirler.

“Şike baskınları” soruşturmazlar.
Ölen erlerin hesabını sormazlar.
Türkiye, gerçek bir demokrasi olmak istiyorsa, eşit ve özgür bir toplum kurmak istiyorsa “askerî vesayeti” bütün hücreleriyle bünyesinden kazımak zorunda.
Bunun için de çok kuvvetli sivil bir irade gerekiyor.
AKP, referandumda çok büyük bir destek bulmasına rağmen bu iradesini kaybetmiş gözüküyor,“seçimlere giderken” askerle çatışmamayı, onun yerine Sarıkamış’ta Enver Paşa’yı yüceltmeyi, Kürtlerin haklarını reddetmeyi, heykellerle dövüşmeyi, televizyon dizileriyle kapışmayı tercih ediyor.
Ben “heykelden biraz anlayan” ve heykel yıkmak için gösterdiği cehtin binde birini Sayıştay’ın askeri denetlemesi konusunda göstermeyen başbakandan vazgeçtim, AKP’li seçmenlere soruyorum:
Referandumda bunun için mi oy verdiniz?
Kendi mayınıyla altı askerin ölünme yol açıldığını bilmesine rağmen olayı kendi halkından saklayan ve“olur böyle şeyler” diyen generale altı ay ceza istensin diye mi verdiniz o oyları?
AKP “MHP’lileştikçe” askerî vesayet genişler.
Tek bir hücre kanseri yeniden üretip büyütür, bunu aklınızdan hiç çıkarmayın.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Erdoğan ve kof kabadayılık

KUM SAATİ 15.01.2011
Ahmet Altan
İnsan, küçük kurnazlıklara kapılıp yanlış yollara saptığında sonunda işte böyle otobana ters yönden girmiş Temel’e döner.
Trafiğin en kalabalık saatinde otobana ters tarafından giren Temel radyoda bir anons duymuş.
– Bir deli otobana ters yönden girdi, bütün sürücüler dikkat etsin.
Temel, akın akın üstüne gelen binlerce arabaya bakıp söylenmiş.
– Hangi bir deli, binlerce deli ters yönde gidiyor.
Seçimlerde MHP’yi barajın altına iteceğim diye her gün biraz daha MHP’lileşen, tutuculaşan, yasakçılığa, heykel yıkmaya, dizi durdurmaya heveslenen, Sayıştay Kanunu için askerlerle gizli anlaşmalar yapan, Kürtlerin hakkını inkâr eden Başbakan Erdoğan, kendisini uyaran, yeniden ilerici, atılımcı, hakşinas, demokrat kişiliğine kavuşmasını isteyen herkesin “ters yöne” girdiğine inanıyor.
Ve onlarla polemik yapmak istiyor.
MHP’lileşmeyi aklı başında, tutarlı bir biçimde savunamayacağı, “kardeşim benim kendi iktidar hesaplarım, kişisel geleceğimle ilgili planlarım var” diye açıkça da söyleyemeyeceği için her cümlesinde kendisiyle çelişiyor.
Devletten para tırtıklamak isteyen medyayla kavga etmeye alıştığı için öyle aklına her geleni söyleyerek polemik yapabileceğini sanıyor.
Kendi kişisel hesabı olan adam, kişisel hesabı olmayan adamlarla polemik yapamaz, yapmaya kalktığında da yüzüne gözüne bulaştırır.
Sen lafa, “örf ve âdetlerimizden, manevi değerlerimizden” gireceksin sonra ilk sıkıştığın yerde kavgaya “baba”yı, “aile”yi karıştıracaksın.
Bu mu senin manevi değerlerin?
Bırak bizim örfümüzü, geleneğimizi, manevi değerlerimizi, Mafya’da bile yoktur kavgaya aileyi karıştırmak.
Başbakan gibi kavga etmek istiyorsan başbakana yakışır bir olgunlukla, delikanlı gibi kavga etmek istiyorsan delikanlıya yakışan bir raconla kavga edeceksin.
Kendi ailene saygısızlık edildiğinde televizyonlarda yakınacaksın sonra kendinden menkul “estetik bilirkişiliğini” haklı gösterebilmek için kavga ettiğin adamın “babasını”, “ailesini” işe karıştıracaksın.
Bu mu senin adamlığın, bu mu senin delikanlılığın?
Kavgaya girmek istiyorsan, kavga ettiğin adam kadar dürüst olacaksın, samimi olacaksın.
Sen, “estetik” değerlere çok hürmetkâr olduğun için o heykeli “ucube” ilan edip yıkılmasını istedin, öyle mi?
Nerede “estetik” olmayan bir heykel, nerede estetik olmayan bir yapı görsen karşı çıkarsın, demek ki.
Samimi bir adamsan, dürüst bir adamsan, tutarlı bir adamsan öyle yapman gerekir.
Sen bu ülkenin her meydanına dikilen Atatürk heykelini, her mahallesine yapılan camiyi estetik değerlere uygun mu buluyorsun?
Bu ülkedeki bütün camiler dinin görkemine yakışır camiler mi?
Sen bugüne dek bir tek Atatürk heykelini, bir tek camiyi “estetik” değerleri nedeniyle eleştirip yıkılmasını isteyebildin mi?
Senin cesaretin, senin yüreğin bir Atatürk heykeline “estetik olmadığı” için karşı çıkmaya yeter mi?
Bu ülkedeki bütün heykeller güzel de bir tek o sahipsiz heykeltıraşın yaptığı heykel mi çirkin?
Gücün ona yetiyor, onu yıkıyorsun, hiç utanmadan sahipsiz bir sanatçının üstünden paye toplamaya çalışıyorsun.
Güçsüze babalanmak kolay.
Ama kabadayılık öyle olmuyor, delikanlılık öyle olmuyor.
Yiğit adam, önce güçlüye kafa tutar.
Sen Yunan Başbakanı’yla görüşürken Yunan Adaları üstünde uçak uçurup bütün ilişkileri ve barış ümitlerini perişan eden orduya karşı niye ağzını açamadın?
Çok mu “estetikti” yaptıkları?
Niye Sayıştay Yasası çıkarılırken orduyla gizlice anlaşıp, halkın paralarının nerelere harcandığını halktan sakladın?
Niye halkının emanetine hıyanet ettin?
Çünkü seçim yaklaşıyor, sen MHP’lileşerek MHP’den oy tırtıklamayı, orduyla iyi geçinmeyi,“ezenlerin” yanında saf tutup “ezen biri olmanın” rantını yemeyi istiyorsun bu seçimde.
İnsanlar seni dürüstsün, cesursun, hakşinassın diye sevdiler, AKP’yi Türkiye’yi daha özgür, daha ileri bir ülke yapacak diye desteklediler.
Şimdi sen o AKP’yi MHP’nin sularına sürükleyip, orduyla anlaşıp, generallerin paralarını halkından saklayıp, sana inananları kandırmaya uğraşıyor, bunu saklayabilmek içinde heykelle, diziyle,“Sarıkamış şehitleri” edebiyatıyla göz boyamaya çabalıyorsun.
Bu halkı herkes kandırdı bir de sen kandır.
Bakalım ordunun karşısında sus pus kesilen, heykeltıraşlara karşı coşan kof kabadayılığınla ne kadar kandıracaksın.
Biz senin eski yiğitliğini ve dürüstlüğünü özleyeceğiz.
Ama hiç unutma, gittikçe “ezilenlerden” uzaklaşan bu politikanla, gün gelecek sen de kendini özleyeceksin.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Dava

KUM SAATİ 16.01.2011
Ahmet Altan
Niye


Herkesin aklında aynı soru.
Cumhuriyet tarihinin Turgut Özal’dan sonraki en değişimci, en atılımcı, büyük sorunlar karşısında en cesur, asker karşısında en dik, Kürt meselesinde en açılımcı, Avrupa yolunda en istekli başbakanına ne oldu?
İlk akla gelen cevap, yaklaşan seçimlerde MHP’nin oylarını almak istiyor, onun için milliyetçi muhafazakâr tabanın hoşuna gidecek işler yapıyor.
Henüz daha aynı sıklıkta dile gelmeyen ikinci cevap da, bu seçimlerde alacağı oylarla seçilecek parlamentodan, anayasayı değiştirip “başkan” olarak Çankaya’ya çıkmayı hesaplıyor.
Bunların ikisi de doğru olabilir.
MHP’yi baraj altına itip, milletvekillerini arttırarak Çankaya’ya başkan olarak çıkmanın taşlarını döşeyecek bir politika izliyordur.
Eğer Erdoğan’ın aklındaki buysa, o zaman Nabi Yağcı’nın dünkü harika yazısında ortaya koyduğu,“AKP büyük sorunları kesinkes çözmek zorunda olduğu noktaya gelince korktu,”tesbitinde belirttiği “korkunun” nedenleri de daha berraklaşır.
MHP’lileşerek MHP’nin de oylarını almak, sistemle ve orduyla iyi geçinerek de sorunsuz olarak Çankaya’ya çıkmak.
Sayıştay Yasası’nda niye askerle anlaşıp orduyu halkın denetimi dışında bıraktığı, Kürt meselesinde neden “devletin dilini” kullandığı, bütün büyük meselelerde çözümleri dondurup, heykel, dizi gibi enti püften kavgalarla muhafazakâr kesimin gözünü boyadığı da açıklanmış olur.
Bugüne dek AKP’nin ilerici politikalarına destek olmuş, askerî vesayetin gerilemesi için mücadele etmiş demokratların tavrı bu noktada ikiye ayrılıyor.
Bir kısmı bu “politika değişimini” anlayışla karşılamaktan yana.
Onlar, Erdoğan’ın “seçimlere kadar” MHP’lileşeceğini, milliyetçi, devletçi, tutucu bir tavır sürdüreceğini, seçimleri kazandıktan sonra da yeniden “ilerici” bir kimliğe bürünüp özgürlükleri genişleteceğini, onun için bu politikanın fazla eleştirilmemesini savunuyorlar.
Doğrusu ya, birçok açıdan onlara katılmıyorum.
Önce izninizle şu soruyu sorayım.
MHP’lileşerek, tutuculaşarak seçimleri kazanan biri, seçimleri kazandıktan sonra neden tavrını değiştirsin?
MHP’li, milliyetçi, devletçi, orduyla “barışık” bir anlayışla iktidar olabilmenin, ülkeyi bu anlayışla yönetmenin “konforu” başka nerede var?
Değişimleri durduruyorsun, orduyu Sayıştay benzeri çeşitli tavizlerle yanına alıyorsun, parlamentoda büyük bir çoğunluğun var, önünde Çankaya ve başkanlık yolu açık, neden kendi kişisel geleceğini, Kürt meselesi gibi, Kıbrıs meselesi gibi sorunları çözmeye kalkarak tehlikeye atacaksın?
İki yıl daha bu milliyetçi çizgide oyalanır kapağı Çankaya’ya atarsın.
Bu arada, keskinleşen sorunlar nedeniyle sokak gösterileri çoğalırsa, son öğrenci olaylarında olduğu gibi polise “al copunu, yürü” dersin.
Sayıştay meselesinde olduğu gibi orduyu gizli anlaşmalarla yanına aldıysan, “Sarıkamış şehitleri”safsatalarıyla milliyetçileri tavladıysan, gerçekte hiçbir ciddi değişiklik yapmadan, inanç özgürlüğünü sağlam bir temele bağlamadan bir tür “rüşvet-i kelam” sayılacak heykel ve dizi kavgalarıyla muhafazakârların da gönlünü kazandıysan, neden başkanlığını halkın gerçek özgürlüğü için tehlikeye atıp sorunların üstüne gidesin?
Düşünsenize, devletin diliyle konuşan, Kürtlerin haklarını inkâr eden Erdoğan, bu tutumuyla Güneydoğu’daki Kürtlerden oy alabilirse, Kürt meselesinde bir adım atar mı?
Her politikacı gibi Erdoğan’ı da en korkutacak tehlike oylarının azalmasıdır, Kürtlerin dilini inkâr etmek onun aldığı Kürt oylarını azaltmazsa niye Kürtlerin özgürlüğü için uğraşsın?
Erdoğan ve AKP, bugüne dek “özgürlük vaatleriyle” bu toplumdan oy aldı, şimdi “özgülüklerden vazgeçerek” oy alırsa, seçimlerden sonra bugünkü çizgisini değiştireceğini hiç sanmıyorum.
Ha, bizim bunları söylememiz, Erdoğan’ın fazlasıyla devletçi, askerci, tutucu politikalarını eleştirmemiz seçim sonuçlarını etkiler mi derseniz, hayır etkilemez.
Öyle bir gücümüz yok.
Bizim bir tek gücümüz var, hiçbir kişisel çıkar beklemeden, bir siyasi ikbalin peşinde kıvrılıp bükülmeden, politik hesaplar yapmadan, doğru gördüğümüzü açıkça söyleyebilme özgürlüğüne sahip olmamız.
Tek başımıza kalsak bile vicdanımızın ve aklımızın söylediğini yüksek sesle dile getirebilmemiz.
Eğer gördüğümüz doğruysa, tavrımız dürüstse, eninde sonunda toplumun vicdanı, bizim vicdanımızın sesine cevap verir, demokratlar hiçbir seçimi etkileyemez ama her zaman toplumun vicdanı olmayı sürdürür.
Bırakın politikanın kaygan zemininde makam hesapları yapanlar kaypak zikzaklar çizsin, siz politikacı değilsiniz, bir “politikacı gibi” kaygan ve kaypak olmak zorunda da değilsiniz.
Sahip olduğunuz tek güçten, özgürlüğünüzden, dürüstlüğünüzden, vicdanınızdan “politikayı iyi anlamak uğruna” vazgeçmeyin, politikadan “iyi anlamak” bazen insanı kendine ihanet etmeye kadar götürür.
Aklınızdan hiç çıkarmayın ki kendine, vicdanına, dürüstlüğüne ihanet eden “demokrat bir aydın”toplumun vicdanında da yok olur gider.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan -Dava

KUM SAATİ 18.01.2011
Ahmet Altan
Dava

Bir yönetici, kendisine ümit bağlayan insanları, büyük kitleleri kendi kişisel çıkarı için yarı yolda bırakıp başka bir yola saptığında, yaptıklarının anlaşılmaması artık küçüklü büyüklü birçok kurnazlığın ve günahın duraklarına uğrayacağı bir yolculuğa çıkmış demektir.
Cumhuriyet tarihinin en önemli liderlerinden biri olan Başbakan Erdoğan da, aklını seçimlere ve seçimlerden sonra belirlenecek cumhurbaşkanlığına takıp da bütün hesaplarını kendi kişisel ikbaline göre biçimlemeye başlayınca bu talihsiz yolculuğa çıktı.
Büyük siyasi kaymaların yanı sıra küçük kurnazlıklara da tevessül ediyor artık.
Sen adımı vermeden bana “mürebbiye” diyeceksin, “despot” diyeceksin, utanmadan ailemi kavgaya karıştıracaksın, ben cevap verince de “bana hakaret ediyorlar” diye mahkemeye koşacaksın.
Gazete köşelerine yerleştirdiğin “caş”ların da “ama Başbakan öyle demedi ki” diye yalancı tanıklığa sıvanacak.
Tarihi değiştirmesini beklediğimiz, bu yolda çok da önemli adımlar atmış, savaşlar vermiş bir adamın bu hallere düştüğünü görmek üzüyor insanı.
Hazreti Muhammed’in çok sevdiğim bir lafı vardır.

“Utanmadıktan sonra dilediğini yap” diyor.
Başbakan’a tavsiyem, bu lafı yazdırıp başucuna asması.
Ama önemli olan Erdoğan’ın benle ilgili ne yaptığı değil, sayısını bilmediğim kadar çok davaya gidip geliyorum, benim hayatım böyle geçti, bir fazla bir eksik fark etmez, generallerin açtığı davaların yanına başbakanın açtığı davayı da koyarlar, ona da giderim.
Bakın, Aktütün Karakolu’nun yanında “gizli” bir cephanelik bulundu.
Orası çatışma bölgesi, çatışma bölgesine “envantere kayıtlı olmayan” silahları hangi amaçla gömer bir görevli?
Hâlâ orada burada “gizli cephanelikleri” bulunan, sürekli darbe planları yaparken yakalanan bir ordunun hesaplarını ve harcamalarını, son çıkardığı Sayıştay Yasası ile halkın gözünden sakladı Başbakan.
Önemli olan bu işte, hangi beklentiyle ve gizli anlaşmayla Başbakan, ordunun harcamalarını, o harcamaların parasını veren halkından saklıyor.
O paraların sahibi o paraları veren halk, Erdoğan beni ister mahkemeye versin ister vermesin, halkın kendisine emanet ettiği parayı halktan gizli olarak askerlerle birlikte harcadığında “emanete hıyanet” etmiş olur.
Niye yapıyor bunu?
Sadece bunu yapmıyor ki...
Generallerin maaşlarını da halktan saklıyor, bütün mesleklerin devletten aldığı para açık, generallerinki gizli.
Neden?
Erdoğan yakın tarihimizin en cesur kararlarından birini alarak Kürt açılımını başlattı.
Bu ülkenin geleceği, özgürlüğü, mutluluğu için çözülmesi gereken en zor sorunlardan birinin üstüne gitti.
Aynı Erdoğan şimdi neden Milli Güvenlik Kurulu’nun görüşlerini tekrarlayan, Kürt meselesinde generallerin ağzıyla konuşan bir politikacıya döndü?
Niye sorunu çözmekten vazgeçti, niye Kürt halkının haklarını inkâr etmeye koyuldu?
Avrupa Birliği yolundaki büyük reformları yapan, Türkiye’yi “aday” konumuna getiren Erdoğan, şimdi niye frene bastı, neden altı ayda, önünde tek bir politik engel bulunmamasına rağmen bir dosyayı müzakereye açmadı?
Son referandumda adalet sistemimize neşter vuran, “rejim savunucusu” durumundaki kurumları değiştiren ve bunları yaparken, bunları yapmak için halktan destek isterken, “yeni bir anayasa” sözü veren Erdoğan, niye bir kez bile yeni anayasadan söz etmiyor şimdi?
Neden yeni anayasada hangi maddelerin bulunacağını, insanlarımızın eşitliğinin nasıl sağlanacağını bir kez bile söylemiyor?
Niye unuttu “yeni anayasa” lafını?
Bütün bunlara baktığınızda, Erdoğan’ın seçim ve Çankaya hesaplarıyla dümen kırıp “devletin” safına,“ezenlerin” yanına geçtiğini görüyorsunuz.
Bunu saklayabilmek için de “heykel, dizi, içki” türünden “semboller” üstünden yapay bir kavga çıkartıp, bir sis perdesi oluşturuyor.
Bizi, “MHP’lileşerek demokratikleşeceğimize” inandırmaya çalışıyor.
Böyle bir Erdoğan’a ihtiyacı yok Türkiye’nin, referandumdaki gibi bir Erdoğan’a ihtiyacı var.
Biz “sevdiğimiz Erdoğan” kaybolmasın diye uğraşıyoruz.
O, Erdoğan’ı kaybettirmek için uğraşıyor.
Bir Çankaya için değmez kaybolmaya.
Çankaya’ya belki çıkarsın ama aynaya baktığında bir boşlukta Hazreti Muhammed’in lafını görürsün yalnızca.

“Utanmadıktan sonra dilediğini yap.”

ahmetaltan111@gmail.com