Bugün 24 Ocak 1980 kararlarının 31. senesi; bu kararların temelinde ekonominin dışa açılması vardı, orta vadede, özellikle gümrük birliği ile birlikte büyük ölçüde amaca ulaşıldı, en azından doğru sürece girildi.
Bu sayede de kişi başına gelir 10 bin doları aştı.
Ancak, aynı şeyi hukukumuz için söylemek mümkün değil; Anayasanın 90. maddesinde yapılan değişikliğe, 24 Ocak’ın mimarı rahmetli Turgut Özal’ın 1987’de tanıdığı AİHM’e (Komisyon’a) kişisel başvuru hakkına rağmen.
Hukukumuz, ekonominin en azından 30 sene gerisinden gelmeyi sürdürüyor.
Bunun temel nedeni de yargıçlarımızın, özellikle yüksek mahkeme yargıçlarımızın kapalı hukuku savunmaları; CHP’nin kapalı ekonomiyi savunması gibi.
Birileri eskiden kapalı ekonomiyi savunurdu, bugün de savunuyorlar, maliyetini ekonomide ağır ödedik, şimdilerde büyük rötarı kapatmaya çalışıyoruz.
Ancak, yüksek mahkeme yargıçlarımızın inadı da hukukta dışa açılmayı engelliyor, bu inadın maliyetini de millet olarak ağır bir biçimde ödüyoruz.
Hukuk sistemimizin de bir 24 Ocak’a, bir Turgut Özal’a ihtiyacı var.
Siz okurlara somut bir örnek vereceğim.
12 Eylül referandumunda gerçekleşen değişikliklerin biri de AİHM’den önce Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru imkanının sağlanmış olması.
Bu değişikliğin amacı insan hakları şikayetçisinin işini kolaylaştırmak, süreçleri kısaltmak, AİHM’in dava yükünü normale düşürmek, vs.
ANCAK, görülen o ki, Yargıtay ve Danıştay, Anayasa Mahkemesi’ne tanınan bu bireysel başvuru hakkından çok hoşnut değil.
Konunun detaylarına girmeyeceğim ama, Yargıtay ve Danıştay başkanları bu düzenlemenin yüksek yargı içinde hiyerarşiyi bozacağını, Anayasa Mahkemesi’ne ayrıcalıklı bir konum kazandırılacağını iddia ediyorlar; hatta daha da ileri giderek, Anayasa Mahkemesi’ne verilen bu rüşvetle, türban, parti kapatma gibi meseleleri AK Parti’nin dolanarak çözmeye çalıştığını söylüyorlar.
Basında da koca koca hukuk profesörleri, ünlü gazeteciler bu hiyerarşi meselesini, Anayasa Mahkemesi’nin yüksek yargı içinde bir adım öne geçmesini tartışıyorlar; Sedat Ergin gibi, Fikret Bila gibi tecrübeli gazeteciler “Anayasa Mahkemesi’ne tanınan iptal yetkisi doğru mu?” gibi sorular soruyorlar, tanınmış ceza hukuku profesörleri de aynı çerçevede tartışmaya giriyorlar ama nedense en temel soruyu kendilerine sormuyorlar.
Durumdan en çok şikayetçi görünenler de galiba Yargıtay Başkanı Sayın Hasan Gerçeker ve Danıştay Başkanı Sayın Mustafa Birden.
Hele bu son iki zat-ı muhteremin konuya ilişkin hiyerarşi çekincelerine bayılıyorum doğrusu.
Sanki temel meselemiz yüksek yargı içindeki yetki ve hiyerarşi meselesi imiş gibi.
12 Eylül referandumu içine bu bireysel başvuru mekanizması kondu ise, bu durum AİHM’e giden dosya sayısının kabarıklığından kaynaklandı.
AİHM’e giden dosya sayısının kabarıklığının yegane sorumlusu ise bu iki zat-ı muhterem ve başında bulundukları kurumlar; şayet bu iki zat-ı muhteremin yönettiği kurumlar 2004 senesinde yapılan anayasa değişikliğini o iflağ olmaz ulusalcı mantalitelerine sokabilseler, kararlarında, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeleri yasalarımızın üzerinde değerlendirebilseler (bir anayasal mecburiyet) bugün bu SAÇMA tartışmaları yaşamıyor olacak idik.
Bu iki zat-ı muhteremin yönettiği yüksek yargı kurumlarının tüm yargıçları mesela ispanyol meslektaşlarını örnek alabilseler, onların yorum düzeylerine yaklaşabilseler idi bir senede AİHM’e Türkiye’den en fazla elli dosya gider, biz de bu konuları tartışmaz idik.
Gazeteci ve profesör arkadaşların meselenin bu boyutunu, ilkel bir ideoloji ve yaklaşımla hukukçuluk yapmakta ısrarlı yargıçların sorumluluğunu görmemelerini de pek anlayamıyorum.
Daha bir anayasanın maddesini uygula(ya)mayan yüksek yargının hiyerarşisini sevsinler.
Hukukta bir 24 Ocak, dışa açılma için geç bile kaldık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder