28 Şubat 2011 Pazartesi

Eser KARAKAŞ - Ordumuz ve birazcık mantık


http://91.93.103.35/images/buyka.png  http://91.93.103.35/images/kucuka.png
Balyoz tutuklamaları nedeniyle TSK gündemin yine baş maddesi.
Bu kez kuvvet komutanları (eski), orgeneraller tutuklanıyor.
Bir-iki saptama yapalım.
TSK’nın sürekli gündemin baş maddesi olduğu bir ülke normal bir ülke değildir.
Türkiye hızla normalleşmek zorunda.
Normalleşmek için de başka konular ile birlikte TSK da artık çok daha serinkanlı bir biçimde tartışılmalı ve süratle, yeniden, en baştan yapılandırılmalı.
Sizlere hepimizin bildiği bir süreci bir mantık silsilesi içinde bir kez daha sunacağım ve burada yeniden yapılanma ihtiyacından neyi murad ettiğim, umarım, iyi anlaşılacaktır.
8 Aralık 2010 tarihinde Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne, subayların da gözetiminde, bir baskın düzenlendi.
Ve bu baskında Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürünün odasının zeminin altında Balyoz davasına ilişkin, darbe planları olduğu iddia edilen çok sayıda, çuval çuval evrak ele geçirildi.
Bu belgelerin gerçek belgeler mi, düzmece belgeler mi olduğuna yargı süreci karar verecek, bizim bu konuda br şey söylemeye şimdilik pek hakkımız olmasa gerek.
ANCAK, hepimizin bir mantığı var ve bazen de bu mantık insanı sevimsiz yerlere sürekleyebiliyor.
İki ihtimal var; bu belgeler ya gerçek ya da düzmece.
Birinci ihtimal: Gölcük Donanma Komutanlığı’nda İstihbarat Dairesi’nin zemininde ele geçirilen belgeler şayet gerçek ise, emir komuta zinciri altında bir darbe planlandığı acı gerçeği ortaya çıkıyor ki bu durum başlı başına bir skandal; seçilmiş bir TBMM’ye, bir siyasal iktidara karşı emir komuta zinciri çerçevesinde darbe planlayan bir ordu ordu değildir, silahlı bir çetedir, bu ordunun darbeci subayları da o takdirde çete üyeleridir.
Böyle bir ihtimalin gerçek olmaması için her aklı başında, hukuka saygılı vatandaşın dua ettiğine inanmak istiyorum.  
İkinci ihtimal: Gölcük Donanma Komutanlığı’nda İstihbarat Dairesi’nin zeminindeele geçirilen belgeler sahtedir ve buraya TSK’yı zor durumda bırakmak isteyen birisi ya da birileri tarafından yerleştirilmiştir.
Ancak, bu sahte belgelerin konduğu yer Gölcük’te bir parkın kenarındaki bir çöp kutusu değil, İstihbarat Daire Başkanı’nın odasının zeminidir; belgeler sahte, İstihbarat Dairesi bu işin içinde değil ise kötü niyetli birileri İstihbarat Dairesi’nin haberi olmaksızın bu belgeleri Daire Başkanı’nın odasının zeminini kazarak ya da kaldırarak yerleştirmişlerdir.
Durumu düşünebiliyor musunuz, Donanma’nın istihbaratla görevli biriminde bunlar olabiliyor.
Eğer olay böyle ise, Balyoz avukatları bu belgelerin düzmece olduğunu iddia ediyorlar, demek ki Türkiye’nin ulusal savunmasının güvenlik duvarları kevgire dönmüş demektir.
Bu iş böyle ise, Genelkurmay’ın en gizli bölgelerinde Mossad, KGB, CIA, vs ellerini, kollarını sallayarak dolaşabilecekler anlamını çıkarabiliriz.
İki ucu pis bir değnek milletin elindedir, benim mantığım bunu söylüyor.
Yazımın başında “Ordumuz” tabirini kullanıyorum; ama ben, bu tabirle, kendi adıma, darbe planlayan, ya da en gizli odalarına herkesin elini kolunu sallaya sallaya sahte belge yerleştirebildiği bir kurumdan söz etmiyorum.
“Kozmik odaya” bir hakimin resmi görevle girmesini eleştirenler nedense Gölcük kepazeliğinden hiç söz etmiyorlar.
Deniz Kuvvetleri Komutanı’ndan da, Gölcük Donanma Komutanı’ndan da nedense çıt çıkmıyor.






Eser KARAKAŞ - AK Parti’yi övmek ve eleştirmek


  
AK Parti 2002 sonundan günümüze Türkiye’yi yönetiyor.
Sayın Erdoğan’ın Sayın Gül’den başbakanlığı devralmasınından günümüze yaklaşık sekiz sene geçti.
Bu süreçte AK Parti eleştirildi, çok sert eleştirildi, övgüler, methiyeler de yazıldı.
AK Parti iktidarının yaklaşık sekizinci senesinde, genel seçimlere dört ay kala bendeniz de bu konuda neler düşündüğümü aktarmaya çalışacağım.
Övgü ve eleştirilerimi de AK Parti’nin sekiz senelik iktidar uygulamalarını MUKAYESELİ olarak değerlendirerek yapacağım.
Benim kişisel kanaatim, somut verilerle desteklerim, 2003-2011 döneminin, daha önceki sekizer yıllık dönemlerle mukayese edildiğinde, Türkiye’nin en iyi yönetildiği dönem olduğudur.
Küresel krizin damgasını vurduğu 2008 ve 2009 seneleri dışında çok tatminkar büyüme oranları, nihayet on bin doları aşan kişi başına gelir, düzelme eğiliminde olan gelir bölüşümü, tek haneli enflasyon ve faiz ve en önemlisi çok başarılı kamu mali yönetimi; bunlar işin iktisadi tarafı.
AB sürecinde müzakerelerin başlamış olması, sivil-asker ilişkilerinde anayasal düzeyde olmasa bile fiiliyatta çok büyük mesafe alınıyor oluşu, ilk kez darbe sanıklarının yargılanması, kürt meselesinde alınan mesafe, atılan adımlar son derece başarılı.
Dış politikada da bir deli gömleğinden kurtulma çabalarının varlığı, çok taraflı arayışlar çok önemli; 1974’den beri ilk kez Kıbrıs meselesiyle yüzleşildi, bu bile tek başına çok önemli.
Bu listeyi, artı puanları uzatmak mümkün.
Gelelim meselenin eleştiri yönüne.
Benim eleştirilerim, çok sert bazı eleştirilerim yapılanların yanlışlığı üzerinden değil, daha ziyade eksikliği üzerinden; yani yapılmayanlar üzerinden.
Ekonomide dokuz senedir kayıtdışılıkla mücadelede bir adım dahi atılamamış olması ekonomide ilk aklıma gelen konu.
Büyük, çok büyük toplumsal/siyasal desteğe rağmen, AK Parti iktidarının dokuzuncu senesine girerken hala Kenan Paşa anayasasıyla yönetilmek büyük bir toplumsal/siyasal ayıp.
Sivil-asker ilişkilerinde fiili adımlar önemli ama hala anayasal düzeyde Genelkurmay Başkanı Başbakan’a bile bağlı değil, çift başlı yargı sürüyor, Atatürkçülük hala anayasal resmi ideoloji, Devlet Denetleme Kurulu silahlı kuvvetleri denetleyemiyor, vs.
Tekrar söylüyorum, en ağır eleştirilerim, yapılanların yanlışlığı değil, anlayamadığım nedenlerden, yapılamayanlar demek istemiyorum, çünkü neden görmüyorum, yapılmayanlar.
Bir siyasal harekete eleştiriler daha kurumsal düzeyde getirilmeli; Sayın Başbakan’ın, mesela karikatüristleri, köşe yazarlarını dava etmesi tabii ki hiç hoş değil ama bu meseleleri kurumsal görmemek gerekiyor.
CHP’nin en büyük eksiği ve yanlışı da AK Parti’yi yapmadıkları üzerinden değil de, yaptıkları (çok büyük bölümü olumlu şeyler) üzerinden, kurumsal olmayan konulardan (Başbakan’ın bazı sözleri) eleştirmesi.
Aynı çok büyük yanlışı zamanında yine aynı muhalefet Özal için de yapmış idi.
Gerçek muhalefet AK Parti’yi aşma yönünde yapılan muhalefettir; kürt açılımını yetersiz bulmak başka şeydir, doğru eleştiridir, bu açılım olmasın demek başka şeydir, sözcülerini çağdışı bırakır.
AK Parti’ye “neden Genelkurmay Başkanı’nı Milli Savunma Bakanı’na bağlamadınız” demek başka şeydir, yapılması gereken doğru eleştiridir, “askerle ne derdin var?” demek başka şeydir, siyaseten çıtayı yüzde yirmiye koymak demektir.  
“AB’ye taviz veriyorsunuz” demek gerçekten çok komiktir, en yanlış eleştiridir, “neden ulusal programın gereklerini yerine getirmiyorsunuz?” demek işin doğrusudur, yapılması gerekendir, yani AK Parti’yi yapmadıkları üzerinden eleştirmektir.
Seçim kaybetmenin en garanti yolu AK Parti’yi yapmadıkları üzerinden değil de yaptıklarından dolayı eleştirmektir.


Eser KARAKAŞ - Biraz da gülelim: Büyük ustalar

Biraz da gülelim: Büyük ustalar(!)  ekarakas@stargazete.com

  
TSK’ya yönelik, 2003 senesinden günümüze ortada ciddi iddialar var; bu iddialar gerçek mi, iftira mı, yargı sürecinde bunları da umarım öğreneceğiz ama bu arada atlanan bir konu, iddialar iftira bile olmuş olsa toplumun büyük bir bölümünün bu iftiralara inanmış olması.
Türkçemizde çok sevdiğim bir söz var: “Allah yakışan iftiradan korusun”; TSK yönetiminin bu “yakışma” keyfiyetini uzun uzun düşünmesi gerekiyor.
Benim şahsi kanaatim ise TSK içinde darbecilikten bile daha önemli bir sorunun olduğu; bu sorun da, uygun bir kelime seçmeye çalışıyorum, düzey, nitelik, askeri yeterlilik sorunu.
Benzer bir sorun kanımca basınımız için de varit; basınımız içinde, şahsi ve sübjektif kanaatim o ki, Ergenekon örgütünün uzantısı olarak çalışan, çalışmış olan kalemler var ama basınımızın bundan da önemli bir sorunu var, bu sorun da TSK’nın sorununa paralel bir sorun, düzey, nitelik, mesleki yeterlilik sorunu.
Bazen internet başında eğlenmek, gülmek için merkez denen medyanın, mesela Hürriyet’in, 2007 senesi Nisan, Mayıs aylarına ilişkin arşivlerine giriyorum ve karşıma çıkan manzara beni çok güldürüyor; burada da görüyorum ki, merkez medyanın temel sorunu darbeye, muhtıraya destek verme, anlamaya çalışma (?) falan değil, doğrudan düzey, mesleki yeterlilik sorunu.  
6 Mayıs 2007 Hürriyet gazetesinde “Sağda birleşmeye yazarlar ne diyor?” başlıklı haber yayınlanmış; malum, Sayın Mehmet Ağar’ın başında bulunduğu DYP ile Sayın Erkan Mumcu’nun başında bulunduğu ANAP, 27 Nisan muhtırası, 367 kararı günlerinde birleşmeye yeltendiler, tam beceremediler ama Cumhurbaşkanlığı seçim turlarında demokrasiye ihanet edip TBMM’ye girmedikleri için seçmenden esaslı bir Osmanlı tokadı yediler, siyaset sahnesinden de silindiler.
Ama bu arada, aşağıda isimlerini göreceğiniz yazarlar, bakın, yaklaşık dört sene önce yakın geleceği nasıl görmüşler (!), nasıl isabetli (!) tahminlerde bulunmuşlar.
Anavatan ve DYP Demokrat Partisi çatısı altında birleşti. Bu birleşme siyasete nasıl etki edecek. İşte usta yazarların yorumları;
Tufan Türenç: Samimiyetle söylemek istiyorum ki bu birleşmeyi gerçekleştiren her iki lideri Ağar’la Mumcu’yu kutluyorum. Gerçekten çok zor işi başardılar. Çünkü bu iş büyük özveri isteyen bir işti. Ama tabi ülke çıkarları söz konusu olunca her Türk vatandaşının özveri göstermesi gerekirdi. Onlar bunu yaptı. Halkın isteğini özlemini yerine getirdiler.
Yalçın Doğan: Solda birliği düşündüğüm zaman bu birleşmeyi kıskandım. Ve darısının solda birliğe düşmesini diliyorum. Nasıl ki DYP ve ANAP özveride bulundu,
CHP ve DSP de özveride bulunarak bir araya gelmelerinin doğru olduğuna inanıyorum.
ANAP ve DYP, seçime tek tek girselerdi barajı aşmaları zordu. Şimdi meclise gireceklerine göre, AKP’yi hem seçimde hem de meclisteki sandalye sayısı olarak zorlayacakları ortadadır. Merkez sağda AKP dışında oy arayanlar için bu birleşme umut olabilir.
Murat Yetkin: Merkez sağda büyük bir partiye dönüşecek mi bu hareket onu zamanla göreceğiz. Merkez sağda kitlenin çoğunun istediği bir birleşme olmuştur. Bu birleşme barajı zorlayacaktır. Bu oyların çoğuda daha önce AKP’ye giden oylar olabilir. Bu merkez sağdaki laik kitle için mutlaka bir umut olacaktır. Çünkü mevcut durumda merkez sağda AKP’den daha büyük bir güç yok. Dolayısıyla oyunu sağa vermek isteyen laiklik ilkesini diğer ilkelerin önüne koyan seçmen için mutlaka ciddi bir seçenek olacaktır.
Şükrü Küçükşahin: Benim için süpriz değil. Süreci iki yıldır dile getiren ve bu iki partinin birlikte seçimlere gireceğini vurgulayan bir gazeteciyim. Buna rağmen bütünleşmenin gerçekleşmiş olmasını yine çok önemli görüyorum, çünkü bu süreçler hep kesintiye uğrayabiliyordu.
Şimdi o merkez sağ seçmenin tamamını toparlayıp bu oluşumun arkasına koymak da bu ikilinin görevidir. Bu birleşme AKP’yi zorlar mı? Şimdiden zorlar mı noktasında bir şey söylemek istemiyorum. Bugün Türkiye’de başka rüzgarlar esecek gibi. Merkez sağ seçmenin buluşabileceği ortak bir parti oluştu. Her halükarda bu AKP’nin lehine bir durum yaratacağını düşünmüyorum. Oraya sağ seçmenin yönelmesi oldukça olasıdır.
NASIL AMA USTA YAZARLAR.
TSK’nın ve basının sorunu ortak derken ne kastettiğim galiba ortada.

Eser KARAKAŞ - Eğitimde zurnanın son deliğine iki örnek




  
Geçen hafta yazdığım eğitim yazımın başlığı “Eğitimde zurnanı zırt dediği yer” idi.
O yazımda eğitim-öğretim sektörümüzün temel sorununun aşılanmaya çalışılan “aynılaşma” görüşü olduğunu yazmış idim.
21. yüzyılda ekonomide başarılı olmak innovasyonu, innovasyon de herkesden farklı düşünmeyi, davranmayı gerektiriyor.
Eğitim ideolojilerinde aynılaşmayı, benzeşmeyi temel hedef seçen ülkelerin 21. yüzyılda vatandaşlarına refah ve özgürlük üretmesi mümkün değil.
Bu yazımdan sonra bir okurumdan, isminin verilmesini istemiyor, müzik derslerinin içeriğine ilişkin çok güzel bir mail aldım, kendisine teşekkür ediyorum.
Hafta içinde de, Bugün gazetesinde, bir korgeneralin ortaöğretimde okutulan Milli Güvenlik Bilgisi dersinin içeriği ve asker öğretmenler (!) üzerinden okullara nasıl çeki-düzen vermek istediğini anlatan, belgeleyen bir haber yayınlandı.  
İsterseniz ilköğretimdeki, lisedeki müzik derslerinden, kitaplarından başlayalım.
Normal bir ülkede, normal bir insan ilköğretimde, lisede müzik derslerinde çocuğuna ne öğretilmesini bekler?
Benim ilk aklıma gelenler, klasik türk ve batı musikisi tarihinin en genel hatlarıyla tanıtılması, dünya müzik kültürüyle ilgili temel bilgilerin verilmesi, Mozart, Bach duyduğunda ayırabilmesi, klasik türk musikisinin temel makamlarıyla ilgili en basit bir kulak kültürü oluşturulması, nihavent ile saba makamlarını karıştırmaması falan;ama görebildiğim kadarıyla bunlar normal ülkeler için.
Bizim müzik dersleri ve kitapları bile yaklaşık 75 sene önce vefat eden ilk Cumhurbaşkanımızın sevdiği şarkılar, yok öyle değilse de türklük, türkçülük, kahramanlıklar üzerine güftelerle dolu.
Müzik kültür ve bilgisinin liselerde elde edilemeyeceği aşikar ama madem böyle bir ders var, hiç karşı değilim, bu dersi çocuklara biraz müzik tarihi, kültürü vermek için kullanalım bari; ama müzik dersini bile bir propaganda dersine çevirirseniz yetişen kuşakların durumuna şaşmamak lazım.
Okullarda her elli öğrenciden biri bile, iyi bir müzik öğretmeninin motivasyonuyla bir enstrüman çalmayı öğrenmeye heves etse, bu bile başla başına büyük bir kazanç olur.
İkinci konu ise Milli Güvenlik Bilgisi dersi aracılığıyla Emasya protokolü çerçevesinde okulların, liselerin kolordu komutanlıkları tarafından kontrol edilmek istenmiş olması.
Bugün gazetesinin yayınladığı belgeler durumu çok net bir biçimde ortaya koyuyor.
Benim görebildiğim, devletin çocuklarımızın eğitimiyle, öğretimiyle falan pek ilgilenmediği, yegane ilgi alanının güvenlik devletinin sürdürülmesi ve bu hedefe hizmet edecek vatandaşlar yetiştirilmesi olduğu.
Oysa, bu hedef çok anlamsız, saçma bir hedef.
Eğitim ve öğretimin temel hedefi, çocukları evrensel kültürle buluşturmak, ortalama verimlilik düzeyini de yükseltmek olmalı.
Benim mevcut uygulamalara eleştirilerim bir açıdan siyasi ama siyasi boyutu çok aşan, ondan çok daha önemli başka bir sıkıntı müzik derslerinde Mozart, Dede Efendi yerine Atatürk’ün sevdiği şarkıları öğrenen, kolordu komutanlıklarının eğitimi kontrol ettiği, öğrenciler ve hocalarla ilgili raporların düzenlendiği bir ülkede, bir sistemde yetişen çocukların 21. Yüzyılı ıskalama ihtimallerinin çok yüksek olması.
Türkiye ancak üzerindeki deli gömleğini yırtabildiği ölçüde, askeri vesayeti ve resmi ideolojiniin takıntılarını aşabildiği ölçüde de diyebilirsiniz, 21. Yüzyılın gerektirdiği rekabetçi insanı üretebilecektir.

Eser KARAKAŞ - 2017’de Genelkurmay Başkanı kim olacak?

  

Demokrasinin, hukuk devletinin en genel ilkelerinde, en temel doğrularında birleşemez isek, işimiz gerçekten çok zor.
17 Şubat 2011, Perşembe günkü Hürriyet gazetesinde Sayın Yılmaz Özdil’in  “Schuster’le olmuyor, Liman von Sanders’i getirin takımın başına” başlıklı bir makalesi yayınladı.
Yazı “2017’de de genelkurmay başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan şeref madalyalı korgeneral” diye başlıyor.
Balyoz davası sürecinde tutuklanan ve yine aynı süreçte annesini kaybeden korgenerale başsağlığı diliyorum, söz konusu davada da suçsuz bulunması için tüm arzumu ihsar ediyorum.
Sayın Özdil böyle yazdığına göre, TSK hiyerarşisi içindeki planlamalarda altı sene sonrası için söz konusu korgeneralin TSK’nın başına geçmesi düşünülüyor demektir.
TSK böyle bir planlama yapmış, paşa da korgeneralliğe kadar yükselmiş, şeref madalyası ile taltif edilmiş ise, gerçekten, böyle zor bir görev için yeterli donanıma sahip bir asker demektir diye düşünüyorum.
Aksini düşünmek için en azından benim elimde bir kanıt yok.
Ama meselenin başka, çok daha önemli bir boyutu daha var.
Genelkurmay başkanlığı, kuvvet komutanlıkları, ordu komutanlıkları gibi görevler dış güvenlik bürokrasisi içinde çok önemli görevlerdir ve bu görevlere tayin süreci otomatik değildir, en azından olmaması gerekir, bu kararları siyasi otorite verir, vermelidir.
Altı sene sonra Dışişleri Bakanlığı’nda, Maliye Bakanlığı’nda kimin müsteşar olacağını bilmemiz mümkün değildir ama nedense, gerçekten nedense, TSK içinde böyle şeyler planlanabilmektedir.
Ergenekon davaları, balyoz davası hukuk davalarıdır, hepimiz yargının, temyiz aşamalarının kararlarını beklemek sorundayız.
Ancak, Sayın Özdil’in bilerek ya da bilmeyerek yazdığı konu Ergenekon davalarından da, Balyoz davasındanda çok daha önemlidir.
Çağdaş bir hukuk devleti ve demokrasi için bazı konularda anlaşmak zorundayız.
Kamu hizmetleri ve bu hizmetleri üreten bürokratik birimler arasnda hiyerarşik bir önem sıralaması yoktur, olamaz.
Tüm bürokratik birimler, TSK’da dahil olmak, üzere aynı kurallara tabi olacaklardır.  
TSK yönetimi ve diğer bürokratik birimlerin yönetimleri kooptatif usullerle, yani gidenin geleni belirlemesi usulüyle seçilemez.
Birileri, üstelik çağdaşlık, medeniyet gibi sözleri dilinden düşürmeyenler, TSK’nın yönetiminin 2017 senesinde nasıl olacağının teşkilat içinden birilerinin belirlemesini normal görüyorsa, böyle bir durumun en sakil biçimiyle anti-çağdaşlık, anti hukuk devleti, anti-demokrasi anlamına geldiğini görmüyorlar demektir.
Allah göstermesin, TSK bir savaşa girse, başarısız olsa, bunun birinci sorumlusu siyasi otorite olur; ama 2017 yönetimini asker kendisi belirlemek isterse yetki-sorumluluk dengesi altüst olmuş demektir.
Türkiye’de çağdışılık, ilkellik gibi kavramların siyasetteki ilk tercümesi askerin diğer devlet birimlerinden farklı olmasını istemek, düşünmek demektir.
Bu temel yanlış, hatta aptallık mutlaka aşılacak, TSK Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacak, normalleşme konusunda bu kaçınılmaz adım da atılacaktır.
Ama, değer yargıları çağ dışına düşmüş birileri hala “bizim memlekette askerin yeri farklıdır, Mirim” demeyi sürdürebilirler.
Millet de onlara bir taraflarıyla gülecektir.
Emin olabilirsiniz.

Eser KARAKAŞ - Yaşasın cari açık


http://91.93.103.35/images/buyka.png  http://91.93.103.35/images/kucuka.png
Cari açık tartışmalarını eğlenerek izliyorum.
Cari açık korkularını ise çok daha fazla eğlenerek izliyorum.
Böyle bir köşede iktisatçıların kullandığı cari açık tanımlarına da girmek istemiyorum.
Ancak, cari açığı terlemeye benzetmekle yetineceğim.
İnsan gece yatakta uyurken terlerse bu mesele üzerinde düşünülmeye değer, kritik olabilecek bir konudur.
Ama, aynı insan koşarken, spor yaparken terliyorsa bu durumun çok sağlıklı olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Türkiye ise gece uyurken değil, koşarken, yüksek büyüme oranlarını yakalarken terlemektedir, pardon, cari açık vermektedir.
On yıl önceki o korkunç 2001 krizi günlerinde, senesinde, Türkiye’nin yaklaşık yüzde on küçülürken 1 milyar doları aşan CARİ FAZLA verdiğini unutmayalım.
Demek ki, cari açık vermemek, hatta cari fazla vermek öyle tek başına, büyüme oranlarından bağımsız ele alınabilecek, arzu edilebilir bir şey pek değil.
Türkiye ekonomisi yakın tarihinde yüksek büyüme oranları yakaladığı senelerde, dönemlerde DAİMA cari açık veren bir ekonomidir.
Türkiye ekoonmisinin dinamikleri, ekonominin girdi çıktı tablosu şimdilik bunu zorunlu kılmaktadır.
Örneğin, Fransa ekonomisi de benzer bir yapıya sahiptir.
2010 senesinde büyüme oranı kıpırdanmaya başladığında, Fransa’da dış ticaret açığı da, cari açık da hızla artmaya başlamış durumdadır; bizim ekonomimizle pek alakası olmayan Fransa ekonomisinde de büyüme-cari açık ilişkisi bize benzemektedir.
Oysa, Fransa ekonomisine çok daha yakın Almanya ekonomisi de 2010 senesinde büyümeye başladı ama bu büyüme kıpırdanması cari açık değil, cari fazla üreterek oldu.
Geçmiş senelerde de Fransa ve Almanya ekonomileri hep aynı davrandılar; bu da bu ekonomilerin yapısal bir özelliği, aynen Türkiye ekonomisi gibi.
Önümüzdeki on yılda Türkiye ekonomisi yüksek büyüme oranlarına mahkum; işsizlikle, fakirlikle etkili mücadele için.
Ve bu süreçte Türkiye ekonomisi büyük cari açık üretecek.
Önemli olan bu cari açığın nitelikli dış finansmanı.
Kim yüksek büyümeyi cari açık vermeden sağlarım der ise, bilin ki kuyruklu yalan söylemektedir.
Cari açığın nitelikli dış finansmanı da yabancıların ülkemiz Türkiye’ye tasarruflarını emanet edebilmesine bağlı.
Yabancıların Türkiye’ye tasarruflarını emanet edebilmeleri de ülkemizde, o tasarruf sahiplerinin ülkelerinde geçerli hukuk sistemine çok ama çok yakın bir hukuk sisteminin varlığına bağlı.
Bu da Türkiye’nin demokratikleşmesi, hukuk devletini kalıcı olarak kavileştirmesi demek.  
Cari açıktan korkma, zira bizim cari açık hızlı koşarken terlememiz demek ama sonra bu terlemeyi hastalanmadan atlatmak temiz, ılık suda duş yapmaya bağlı.
Bunlar da büyük ölçüde AB demek.
AB meselesi, her vadede, cari açık üzerinden büyümenin sürdürülebilmesi demektir.
Cari açık Türkiye’nin batı demokrasileriyle kurduğu zorunlu hukuk köprüsü demektir.
Kim korkar hain cari açıktan.
Yeter ki, AB sürecini sağlıklı yürütelim.


Eser KARAKAŞ - Nokta Dergisi’nden Oda TV’ye

Nokta Dergisi’nden Oda TV’ye ekarakas@stargazete.com

http://91.93.103.35/images/buyka.png  http://91.93.103.35/images/kucuka.png
Geçtiğimiz günlerde Soner Yalçın’ın yönettiği Oda TV’ye polis geldi, Soner Yalçın önce gözaltına alındı ama hemen arkasından yargıçlar tarafından tutuklandı, kurumun bilgisayarlarına el kondu, vs.
Dışarıdan bakıldığında, ABD Büyükelçisi’nin de dile getirdiği gibi, durum çok sevimli gözükmüyor.
Ama, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü nerede başlar, nasıl sınırlanır gibi sorulara evrensel cevaplar aramaya başladığınızda karşınıza ilk gördüğünüz manzaradan farklı sonuçlar da çıkabilir; bu ifade özgürlüğü meselesine bir kez daha dönmek zorunda kalabilirim.
ANCAK, meseleye gazeteler, gazeteciler üzerinden baktığınızda karşınıza gerçekten, başka kelime bulamıyorum, ÇOK KOMİK, bir görüntü de çıkıyor.
14 Şubat 2011 günü Oda TV’ye, yöneticilerinin evlerine polis geldi, aramalar yaptı, bazı belgelere, bilgisayarlara el koydu.
Kendine merkez diyen medya ise yaklaşık on gündür, muhtemelen haklı olarak bu konuyu işliyor.
İsterseniz, örneğin Hürriyet gazetesinin köşe yazarlarının bu meseleyi nasıl işlediklerini son on günün Hürriyet gazetelerinden, internet üzerinden çok kolay, inceleyebilirsiniz.
Ama, maalesef iki konu bu alanda sorun yaratıyor.
Birincisi herkesin hafızasının çok da balık hafızası olmaması, ikincisi ise şu internet denen belanın varlığı.
13 Nisan 2007 tarihinde Alper Görmüş’ün yönettiği Nokta dergisini de polis basmış ve yaklaşık her şeye el koymuş, sürecin bir yerinde de zaten Nokta dergisi kapanmış idi.
Bendenizi de bu Oda TV baskınına Hürriyet gazetesinin yazarlarının tepkisi (doğal bir tepki) sonrası arşivden aynı yazarların 13 Nisan 2007 sonrası yani Nokta dergisi baskını sonrası neler yazdıkları merakı sardı; malum, Nokta dergisi ve Alper Görmüş, Balyoz davasında yeni tutuklanan Deniz Kuvvetleri eski komutanı Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen binlerce sahifelik hatırat yayınlamış idi.
Gazetenin günahını almayalım, 13 Nisan günü bu haber internet sahifesinde detaylı olarak verilmiş ve bir kez daha, bu sayede, bu baskının, bir dergiye, askeri mahkeme kararıyla yapıldığı rezaletini hatırlıyoruz; 20 Nisan 2007’de de zaten Nokta dergisi kapatılıyor.
Hürriyet’in köşe yazarları ise bu konuya kesinlike girmemişler; üşenmedim, 13 Nisan-22 Nisan tarihleri arası Hürriyet’in belli başlı köşe yazılarını karıştırdım, nafile.
O günlerde gündem dolu; Büyükanıt meşhur “özde-sözde laiklik” konuşmasını yapıyor, Cumhurbaşkanı Sezer Harp Akademileri’nde “Cumhuriyet tehlikede” diyor, Cumhuriyet mitingleri yapılıyor, Malatya’da katliam yaşanıyor ama bu arada da askeri mahkeme bir dergiyi aratıyor, belgelere, bilgisayarlara el konuyor, Hürriyet yazarları bu konuyla ilgilenmiyorlar bile.
Bugün ise varsa-yoksa Oda TV; bu bir suç değil ama manzara, çifte standartlı olmadıklarını söyleyenler için çok komik.
Bu arada 13-22 Nisan Hürriyet yazılarını okurken, tarihe yön veren yazılara da rastlıyorum; mesela 16 Nisan günü Tufan Türenç Cumhuriyet mitingleri için “Bu bir halk hareketidir” gibi yazılar döşenmiş, Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan da Nokta Dergisi konusunu hiç duymamışlar gibi.
Nisan, Mayıs, Haziran 2007 Hürriyet arşivi kadar komik, ama o ölçüde de öğretici bir şey olmasa gerek diye düşünüyorum

Mehmet ALTAN - İfade özgürlüğü-basın özgürlüğü

İfade özgürlüğü-basın özgürlüğü  ekarakas@stargazete.com

http://91.93.103.35/images/buyka.png  http://91.93.103.35/images/kucuka.png
Son aylarda, senelerde ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü kavramları ülkemizde çok yoğun tartışılıyor.
Ergenekon, Balyoz davalarında gerçekleşen tutuklamalar bu kavramların tekrar tekrar gündeme gelmesine neden oluyor.
Askeri darbeler, askeri muhtıralar, askeri vesayet tartışmaları da süreci besliyorlar.
Bu süreçte ortaya çıkan önemli bir gerçek ise Türkiye’de bu temel kavramlar, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü kavramları üzerinde ne yargı bünyesinde, ne basında, ne hukukçular arasında, ne de üniversite hocaları arasında bir mutabakatın olmadığı gerçeği.
Sadece bu gerçek bile 2011 Türkiye’si için son derece anlamlı ve üzücü.
Özellikle yazılı ve görsel basının mülkiyet yapısından kaynaklanan ifade özgürlüğü sınırlarını bu tartışmanın şimdilik dışında tutmak zorundayız zira bu alana, yine şimdilik, girersek işin içinden çıkmak zorlaşır.    
İlk yapılması gereken saptama ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü kavramlarının ayrı ayrı ele alınmasının çağımızda bir anlamı olmadığı; hukuk metinlerindeki mevcut ayırımların da anlamını hızla yitirdiği kanısındayım.
Yapılması gereken ikinci saptama bu tartışmaları kendi içimizde, yani ulusal denen hukuk çerçevesinde değil, evrensel hukuk, en azından Türkiye’nin altında imzası olan temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler çerçevesinde yürütme mecburiyeti.
Bu tartışmada “Türkiye’nin kendine özgü koşulları” olduğunu ve bu koşullara paralel olarak da “kendine özgü düzenlemeler gerektiği” iddiaları tümüyle anlamsız, saçma.
İfade ve basın özgürlüğü İngiltere’de, Fransa’da neyse, Türkiye’de de o olmalı.
Aksini iddia edenleri en azından ben kendi adıma ciddiye alamıyorum.
Evrensel ölçekte ifade ve basın özgürlüğü dendiğinde aklımıza ilk gelenler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 1976 tarihli Handyside kararı ve ABD Federal Mahkemesi’nin kilometre taşı niteliğindeki muhteşem kimi kararları.  
Aşağıda AİHM’in 1976 tarihli ünlü Handyside kararından bir alıntı;
“İfade özgürlüğü sadece hoşa giden düşünceler için değil, “devleti ve toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden” görüşler için de geçerlidir. Bu durum çoğulculuk, hoşgörü ve açıkgörüşlülük temelinde söz konusudur.”
Bu ifade Avrupa ülkelerinde ifade ve basın özgürlüğünün temelini oluşturuyor.
ANCAK, hangi durumların bu ifadenin, bu tanımın kapsamı dışında kaldığı çok önemli.
Hakaret bu tanımın dışında kalıyor.
Şiddet çağrısı, şiddet çağrısını övme, şiddet çağrısını övenleri övme de.
Kin ve nefret söylemi de, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı da, çocuk pornografisi de.
Bu genel çerçeve dahilinde bir askeri darbeyi (şiddet), darbe çağrısını (şiddet çağrısı), bir muhtırayı (darbe-şiddet ihtarı) savunma, övme Avrupa standartlarında ifade özgürlüğünün çerçevesinin dışında kalıyorlar.
Amerika’da zencilere “negro” demek, Almanya’da nazi partisi kurmak ve nazizmi savunmak tarihsel gerekçelerle nasıl yasak ise, bizde de yine tarihsel nedenlerden darbe (şiddet) fikrini savunmak mutlaka yasak olmalı; zaten Avrupa standartlarında da yasak.
Bu genel çerçeve içinden lütfen ülkemiz Türkiye’ye, darbe (şiddet), muhtıra savunucularına, muhtıraları (şiddet ihtarı) anlamaya çalışanlara (nesini anlayacaklar, çok merak ediyorum) bir kez daha bakınız.
“Muhtıraları anlamaya çalıştık” diyenlere, karşımıza Ergenekon örgütünün zihinsel yapılanması çıkıyor mu, çıkmıyor mu diye, bir kez de böyle bakalım.
Bazı liberallerin askeri darbeleri, muhtıraları savunanları ifade özgürlüğü adına savunmalarının da mantığı hukuken hiç yok, bunu da böyle bilelim.

Mehmet ALTAN - Parti gruplarında ne konuşulmaz?


http://91.93.103.35/images/buyka.png  http://91.93.103.35/images/kucuka.png
Dün, gün her zamanki gibi kendi rutininde akıp gitti. Balyoz, Ergenekon... Hayata “insan odaklı” bakıyorsanız, en sevindirici gelişme işsizlik rakamlarında umut verici bir başarının yakalanmış olmasıydı...
Tabii biz de henüz Saray yıkılmadığı için “Saray ve tebaa” ayrımı da aşılamadı...
Dün baktım...
Yargının kolları Saray’a ve askeri bürokrasiye uzanınca, halkın yıllardır ıstırap çektiği hukuk mağduriyetleri gündeme gelmişti...
Aynen Anadolu’nun kaderi olarak algılanan depremin, Marmara’ya ulaşmasından sonra ciddiye alınması gibi...
Sistemi ve kurumsallaşmayı konuşmadıkça da “insan” ve “yönetilen” gündemde olmayacak...
Zaten bu nedenle de her Salı siyasi partiler grup toplantılarında birbirleriyle uğraşıp, ya alt düzey itiş kakışlarla “iktidar” kavgası yapıyor ya da kaba bir propaganda...
Nitekim AB reformlarını yapmış olmamız halinde geçen hafta boyunca OSTİM’de, Afşin’de yitirmeyeceğimiz onca işçi hiçbir siyasetçinin gündeminde yer almadı.
***
Son zamanlarda daha sık ve daha yüksek sesle Türkiye’yi Türkiye’yle değil, dünya ile kıyaslamamız gerektiğini söyleyip duruyorum...
Bunu yapmaz isek, kendimize göre gelişip, dünyaya göre çok eksik kalmaya devam edeceğiz...
Ama Türkiye’nin özellikle de yönetimlerin en nefret ettiği şey, Türkiye’yi yeryüzüyle kıyaslamak...
Hakkını da yememek lazım, dün Başbakan iki trilyon dolarlık yıllık üretim hedefinden söz etti ama bunu hiç ilişmediğimiz “yapısal reformlar” olmadan başaramayacağımız konu olmadı...
Bu konuyu ve hedefi enine boyuna çok daha doyurucu bir şekilde konu eden bir siyasetimiz olsa, işte o zaman çağ atlar, iki trilyon doları da daha çabuk yakalarız...
Ama bizde “asıl” konu, çok nadir detay olarak gündeme geliyor çokta ilerlemeden kayboluyor...
***
Dün bunalmış bir vaziyette peş peşe grup toplantılarını izleyince gözümü yeryüzüne diktim ve soluğu Fransız Sosyalist Partisi’nin Nisan-Mayıs 2010 Konvansiyonu’nda karara bağladığı, “yeni ekonomik, sosyal ve ekolojik gelişme modeli” programında aldım...
“Küreselleşmenin yarattığı eşitsizlikler” konusuna daha derinlemesine eğildim... 
“Fransa üç çözüm bekleyen problem karşısında bulunmaktadır:
Kamusal finansın son derece bozuk olduğu bir bağlamda ekonomik ve sosyal krizin neticelerine cevap bulmak,
İnsan faaliyetlerinin çevre üzerindeki damgasını azaltıcı eylemler gerçekleştirmek,
Uluslararası rekabetin giderek arttığı bir dönemde Fransa’nın dünya sahnesindeki yerini muhafaza etmek. 
Krize bu açıdan bakıldığında, küremizin ağırlık noktasının Asya’ya doğru kaydığını görüyoruz. 
Bizce iki ekonomik strateji başarısız kalmaya mahkûm: Tarih, toplumların içe kapanmalarının çökme ve kriz doğurduğunu gösterdi; buna karşın, Avrupa Birliği içerisinde ve dışında rekabet sebebiyle her türlü sosyal hak ve maaş dengesizliklerinin kabulü de bir çözüm olamaz. 
Biz, aksine dışarıya açık ve etkin bir Fransa istiyoruz. 
...Netice itibariyle, hizmet, sanayi, çevre ve enerji gibi ekonomik alanlarda yeni faaliyetler sağlayacak sosyal ve çevresel bir gelişme stratejisi öneriyoruz; bu stratejiye tüm yerel, ulusal ve Avrupa imkânlarını seferber ederek varmayı düşünüyoruz.”
***
Keşke her şeyi dünya ile kıyaslayarak tartışsak...
En azından kendi izimize düşmeyiz...
Dün ben bunu bir ölçüde siyaset için yaptım...
Fransız Sosyalistlerin ne tartıştığını merak ettim, daha da derinlemesine merak edenler de “ikincigrup.com”a bakabilirler.
Biraz daha derinlik, biraz daha nitelik...
Kayığımızı bu sığ sularda karaya oturmaktan kurtarır, açık denizlere açılmamızı sağlar bence, onun için dünyayı hiç gözden kaçırmamalıyız.