23 Mart 2010 Salı

Zülfü Livaneli / Ah keşke kadınları yazdığı kadar iyi tanısaydı’

Zülfü Livaneli
Yazara ulaşmak için : zlivaneli@gazetevatan.com
‘Ah keşke kadınları yazdığı kadar iyi tanısaydı’
Yıllardır kafamda dönüp duran, “Birisi bunun mutlaka filmini yapmalı” diye düşündüğüm bir hikâye vardı.

Gerçek bir hikâye.

Büyük romancı Tolstoy’un o yaşlı haliyle karısından kaçıp gitmesi ve üşüterek ıssız bir tren istasyonunda can vermesi.

Bu hikâye bana o kadar trajik gelirdi ki, dediğim gibi birisi çıkıp filmini yapsa diye düşünür dururdum.

Şimdi yaptılar. Daha filmi görmedim ama herhalde ilk seansına gideceğim.

Tolstoy’un karısı Sofia’yı Helen Mirren canlandırıyor.



***


Kont Tolstoy inançlarında, yaşamında ve tepkilerinde aşırı giden bir insandı.

Zaten romanlarında onca karakter yaratan, bir genç kızın ruhuna girerek birinci şahıs ağzından kocasıyla ilişkilerini anlatabilen bir yaratıcıdan, bir bürokrat ya da banka memuru gibi hesaplı kitaplı, sakin olmasını bekleyemezsiniz ki.

Eğer deliliğe yakın olmasa Anna Karenina’nın âşık ruhunu anlatması mümkün olabilir miydi?

Tolstoy’un hayatındaki en büyük derdi karısı Sofia’ydı . Onunla bir türlü anlaşamıyorlar, sürekli olarak kavga ediyorlardı.

Tolstoy’un ne derece büyük bir huzursuzluk içinde olduğunu günlüklerinden anlıyoruz. Herhalde karısı da aynı huzursuzluk içindeydi çünkü Tolstoy kadar çılgın bir sanatçıyla yaşamak pek kolay olmasa gerekti.

Bunu Sofia Tolstoya’nın şu sözünden anlayabiliyoruz: “Ah keşke kadınları yazdığı kadar iyi tanısaydı...”

Her sabah yeni fikirlerle uyanan, bir gün bütün mülkünü yanında çalışan köylülere dağıtan, et yemeyen ve yiyenleri katil olarak gören, çağına öfkelenen, bütün büyük sanatçıları insanlığa yalan söyleyen sahtekârlar olarak gören, öfkelenen, aşırı fikirlere sahip beyaz sakallı yaşlı bir Rus.

Sonunda bir gün valizini kapıp Sofia’dan kaçtı, trene bindi ve hastalanarak bir istasyonda öldü.

Orası onun son istasyonuydu.

Ölürken okuduğu son kitap bir başka çılgın olan Dostoyevski’nin “ Karamazof Kardeşler”iydi.

Yaşasın çılgınlar!

Onlar olmasa bu dünya çok daha sıkıcı bir yer olurdu.

Mehmet Ali Birand / Hangi Erdoğan bu ülkenin Başbakan'ı?




23 Mart 2010, Salı
Mehmet Ali Birand
Hangi Erdoğan bu ülkenin Başbakan'ı?

Ahmet Altan’ın Cumartesi günkü Taraf gazetesinde yazdığı yazıyı okumadınız ise, büyük kayba uğramışsınız demektir.

Lütfen buldurun ve okuyun.

Başbakan’ın aynı gün yaptığı ünlü konuşmanın ardından yazılmış. Hatırlayın, kaçak çalışan 100 bin Ermeni’yi sınırdışı etmekle tehdit ettiği konuşmasına karşı çıkan köşe yazılarını topa tutmuş ve “Sen kimsin ya, bana nasıl özür dile, dersin?... Aynaya bak... Ülkenin avukatlığını yap...” diye, ben dahil bazı meslektaşımı yerden yere vurmuştu.

İşte Ahmet Altan Başbakanın o hiçbir eleştiriyi kabul etmeyen, tepeden bakan ve bir Başbakana hiç yakışmayan konuşmasını değerlendirdiği yazısına “Peki, sen kimsin?” başlığı koymuş ve Erdoğan’ın iniş çıkışlarla dolu politikalarına, konuşmalarındaki genel yaklaşıma dikkat çekmişti.

O yazıda ilk defa, bir edebiyatçının gazeteci kimliğiyle makale yazınca ortaya nasıl müthiş bir karmanın çıktığını gördüğüm, o yazıyı okuduğum saatlerde aynı Erdoğan sinema sanatçılarına belki de hayatının en güzel konuşmalarından birini yapıyordu.

Hayretler içinde kaldım.

Hangi Erdoğan’dan söz ediyoruz, hangisi gerçek Erdoğan, hala merak içindeyim.

Türkiye’nin temel yanlışlarına bundan daha güzel değinilemezdi.

Ülkesi adına adeta geçmişten özür dileyen, doğruları gören ve aynı görüşte olmasalar dahi, karşısındakilerden destek isteyen, yumuşak bir Erdoğan ile karşılaştık. Ben Başbakan’ın birçok konuşmasını izledim, bunun kadar etkilisini göremedim, diyebilirim.
Peki, hangisi gerçek Erdoğan?

Hangi Erdoğan bu ülkeyi yönetiyor?

Cuma günü, Ermeni konusunda hiçbir eleştiriyi kabul etmeyen, bizleri topluma adeta ihbar edercesine döven Erdoğan mı bizim Başbakanımız, yoksa sinemacıların karşısında konuşan Erdoğan mı?

Eleştirenlere ateş püskürürken yüzü moraran, hatta zaman zaman vücut dili bozulan Erdoğan mı, yoksa sinemacılarla sohbeti sırasındaki yumuşacık, içtenlikle konuşan, kendinden emin Erdoğan mı?

Dikkat ettim, bu iki farklı Erdoğan konusunda birçok meslektaşım yazı yazıp, Ahmet Altan’ın başlattı bu tartışmaya girmiş. Benim de son günlerde bu konu dikkatimi çekiyor.

Benim istediğim ve bu ülkeye layık gördüğüm Başbakan, sinemacılara konuşan Erdoğan’dır. Kaçak Ermeniler’i sınırdışı etmekten söz eden, eleştirileri kaldıramayan, sert şekilde insanları paylayan Erdoğan değil.

Çocukları seven, muhaliflerine hoşgörüyle bakan, cesur adımlar atmayı bilen, azınlıklarını kucaklayan, bir Erdoğan bizim Başbakanımız olmalı. Yoksa, sinirli, ne zaman parlayacağını bilemediğiniz, zamanında azınlıkları da gözden çıkarabilecek bir Erdoğan değil.
* * *
TOSUNCUĞA YANITIMDIR...
Tosuncuk,

Bitmiştin. Yaptığın programlar arka arkaya ‘rating getirmediği’ gerekçesiyle bitirilmişti. Kimse senin yüzüne bakmıyordu. İşte böylesi bir dönemde hakkımda yazdığın onca hakarete, iftiraya karşın seni ‘işe almaya’ karar verdim. Herkesin son bir şansa hakkı vardı. Onu kullandın.

Geçen yıl haber kanalındaki programı sana verdim. Yeniden adından söz ettirdin ve sonra o program bittiğinde, bir sabun köpüğü gibi gene yok olup gittin.

Şimdi köşenden kinini kusuyorsun. Biten programın nedeniyle intikamı soğuk yenen bir yemek zannediyorsun.

Yine yanılıyorsun.

İştahlı evladım! Bu defa ki hakaret ve iftiraların kaynağı olan, o terliklerini giyip köşesine çekilmenin sinirini yaşayan emekli paşa’nın kulağına fısıldadıklarını gerçek sanarak yazdığına göre “son kullanım tarihin” en azından journal olmasa da “jurnal” sektöründe henüz geçmemiş.

Ben gazetecilik sektöründe vefanın bir semt olduğunu öğreneli çok oldu. Onun için senin yazdıkların benim için bir tosuncuğun hezeyanlarıdır.

Ama bir şey var ki evladım biri gerçekten seninle dalga geçmiş. Haklısın geçmişte bana en büyük kötülüğü yapan birinin akrabasının haber kanalında çalışmasına itiraz etmedim. Üstelik bu bir sır da değil.

Yani yine çuvalladın!

Haber Toplantısı programında canlı yayında “İşini iyi yapanlara kapımızın açık olduğunu ve bu nedenle de salt bir akraba olduğu için genç ve başarılı bir insanın mesleki gelişimine hiçbir biçimde engel olmayacağımı” açıkça söyledim.

İnsanlık lisanında buna adalet ve vicdan deniyor. Yani senin bilmediğin bir dilden konuşuyorum. Senin gibi biriyle bile çalışabilmişsem tabi ki genç bir yeteneği, sırf akrabası bana kötülük etti diye işten atmayı kendime yediremezdim.

Şimdi tosuncuk, o Çin atasözündeki gibi yeniden beklemeye başladım. Zira biliyorum ki, nehrin kenarında yeterince sabredersem sen de önümden geçeceksin.

Anayasa’nın geçici 15. maddesi / Özdemir İNCE

23 Mart 2010

Özdemir İNCE





Anayasa’nın geçici 15. maddesi


GEÇİCİ 15. MADDE: “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.


Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmalarından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.”

İŞKENCEDEN 171 ÖLÜM


12 Eylül döneminde meydana gelen olaylar: 650 bin kişi gözaltına alındı./1 milyon 683 bin kişi fişlendi./7 bin kişi için idam cezası istendi./517 kişiye idam cezası verildi./Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26’sı siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı.

/71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı./98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı./388 bin kişiye pasaport verilmedi./30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı./14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı./30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti./300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü./171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi./937 film sakıncalı olduğu için yasaklandı./23 bin 677 derneğin faaliyetleri durduruldu./3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 yargıcın işine son verildi./400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi./Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi./31 gazeteci ceza evine girdi. /300 gazeteci saldırıya uğradı./3 gazeteci silahla öldürüldü./Gazeteler 300 gün yayın yapamadı./13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

/39 ton gazete ve dergi imha edildi./Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi./144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü./14 kişi açlık grevinde öldü./16 kişi kaçarken vuruldu./95 kişi çarpışmada öldü./73 kişiye doğal ölüm raporu verildi./43 kişinin intihar ettiği bildirildi.

YA İDAMLAR, SÜRGÜNLER

Bunlara kapatılan siyasal partiler, şuraya buraya kapatılan, hapse atılan siyasal parti başkanları ve milletvekilleri; toplatılan ve imha edilen kitaplar; YÖK’ün kurulması; Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk’ün vasiyetine karşın devletleştirilmesi. Elbette 12 Eylül’ün işlemleri bu kadar değil. Hapishaneler, işkenceler, işkenceler var, işkenceler!


Diyelim ki Anayasa’nın geçici 15. maddesi kaldırıldı, geçici maddenin koruduğu darbeciler ve devlet memurları yargılandı ya da yargılanamadı. Peki mahkemelerin verdiği kararlar, idamlar, sürgünler, dağılan aileler, çekilen cezalar, zedelenen ve zarar gören özlük hakları ne olacak? Akan kan, sökülen tırnak, asılan boyun, elektrik verilen cinsel organ ne olacak? Kim özür dileyecek? Ödenmesi gerekeni kim ve nasıl ödeyecek?


Sana bir ordu verdim git savaş ama silah yok kusura bakma / Fatih ÇEKİRGE

23 Mart 2010

Fatih ÇEKİRGE
fcekirge@hurriyet.com.tr




Sana bir ordu verdim git savaş ama silah yok kusura bakma


ANAYASA değişiklik paketi kamu çalışanına diyor ki:


“İşte sana hak. Toplusözleşme yapabilirsin...”


Amaaaa...


“Pazarlık yapamazsın, grev hakkı yok...”


Bunun Türkçe meali şudur:


İşte sana bir ordu kurdum, istediğin gibi savaşabilirsin. Ama silah veremem kusura bakma...


Ya da.


Al sana bir araba verdim, istediğin yere gitmekte özgürsün. Ama motoru yok kusura bakma...


Kamu çalışanına verildiği söylenen toplusözleşme hakkı bunun gibi bir şeydir işte. Adı özgürlük...


Cemil Çiçek, “Bu bir AB modelidir” diyor...


Ama AB ülkelerinde durum böyle değil ki.


Almanya’da, Fransa’da, Yunanistan’da, İspanya’da, Hollanda’da, İtalya’da hatta Romanya’da grev hakkı anayasal güvence altındadır... Yani AB ülkeleri kamu
çalışanına grev hakkı veriyor.. .


Ama bu anayasa taslağında böyle bir hak yok.

ÜÇ MESELE


Bundan önce Hükümet üç önemli açılımı gündeme getirmişti...


Üçünü de destekledim. Hâlâ da destekliyorum. Ermeni açılımı, Kürt açılımı, (demokratikleşme), Kıbrıs açılımı...


Şimdi bakıyorum da seçimlere kadar üçünün de gerçekleşmesi artık imkânsız gözüküyor...


DEMOKRATİKLEŞME: Bazı PKK’lıların Habur’daki şovundan sonra demokratikleşmeye “susturucu!” takıldı sanki. Amaç silahların bırakılmasıydı. İlerlemedi. Ruhunu, büyüsünü, heyecanını kaybetti.


ERMENİ AÇILIMI: Protokoller Meclis’e gönderildi. Ama orada kaldı. Azerbaycan ve Karabağ şartları, Ermeni diasporasının sözde Ermeni soykırım kararlarını aldırtması ve ABD’den gelen son karar kilitledi...


KKTC MESELESİ: Türkiye, Kıbrıs’ta çözüm için önemli açılımlar yaptı. Ancak 18 Nisan seçimleri öncesinde buradan da bir sonuç çıkmadı... Yani kilitlendi..


Böylece üç açılımın da o ilk gün heyecanı, yerini yorgun, bıkkın, sonuçsuz bir sessizliğe bıraktı.


İlk günleri hatırlayın:


BEŞİR ATALAY: Demokratikleşmenin koordinatörü Atalay her gün bir sivil toplum kuruluşuyla görüşüp heyecanla konuşurdu. Çözüyoruz diyen açıklamalar yapıyordu. Ama şimdi sessiz...


DAVUTOĞLU: Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sesindeki heyecan, yüzündeki umut, yerini sessizliğe bıraktı. Emeni açılımı büyükelçileri merkeze çağırdığımız bir krize saplandı.


Türkiye’nin en hassas üç meselesi için gelen üç açılım, bugün ne yazık ki çıkmaz sokakta çırpınıyor.


Ve işte böyle bir sokakta hazırlanan Anayasa değişikliği soru işaretleriyle karşılanıyor.


İşte bu yüzden “kamu çalışanına grev hakkı” inandırıcılık açısından önemli bir sınavdır... Bir demokratikleşme göstergesidir...


Ve eğer bir AB standardı aranıyorsa bu pakette mutlak surette kamu çalışanına grev hakkı olmalıdır. .


Yoksa havuza dökülen Tekel işçilerinin, coplanan memurların “demokratik ülkesi” olmaz.


NOT: Dünkü yazımda Ege’deki “it dalaşına son” kampanyasını desteklediğimi yazdım. Çok sayıda destek geldi. Eleştiriler de var. Bu konuya devam edeceğim...


Demokrasi ve biz Sami SELÇUK

Demokrasi ve biz Sami SELÇUK RSS

Fransız düşünürü Jacques Attali’ye göre, 1900 yılında bugünkü anlamda demokrasi hiçbir ülkede yoktu. 2006 yılında ise 119 ülkede, yani dünya devletlerinin %62’sinde çok partili rejim var.
Hiç kuşkusuz yetkin, optimal demokrasi bunların pek azında var.

Göstermelik demokrasisiyle Türkiye, bu son küme içinde değil.

Bunun ve ülkemizde yaşanan olumsuzlukların birçok nedeni bulunmaktadır.

Bölük pörçük paketler ardında sürüklenen Türkiye, çağcıl demokrasinin koordinatlarını sağlam temellere oturtan yepyeni bir anayasa yapmadığı sürece de demokrasiye asla kavuşamayacaktır.

Bu anayasal engeli ve çarpıklığı çok iyi bilmeliyiz.

Başka nedenler de var, elbette.

Türk toplumu çok partili düzene Osmanlı Devletinin ancak son döneminde girebilmiş; doğal olarak çok geç kalmıştır.

Gerçekten çağcıl demokrasinin alt yapısı, ne Selçuklularda ne de Osmanlılarda bulunuyordu. Türk toplumu, Batı toplumlarındaki gibi, yerel birimlerde kendi kendisini yöneten meclislere hiç gerek duymamıştı.

Kuşkusuz bu önemli bir eksikliktir. Aslında kapalı bir yapı içinde ve “siyaseten katl”i benimseyen bir hukuk düzeninde 1614’te Fransız Kralını eleştiren ne bir Miron çıkabilir ne de kendi kendini yönetme bilinci gelişebilir.

Gerçi İslam, başlangıçta bir aydınlanma süreci yaşamıştı. Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina, Biruni, Elcezeri, Harezmi gibi bilginler, düşünürler yetişmişti. Bundan bin yıl önce El-Battani dünyanın ekseni çevresinde dönüşünü 2 dakika ve 24 saniye yanılgısıyla hesaplamış, Halife Me’mun zamanında trigonometrinin temel kavramları oluşturulmuştu. Horsanlı Gıyasettin Cemşit’in bu konudaki buluşları yadsınamazdı. Bu yöntemle Akdeniz’in genişliği, yer küresinin daireleri arasındaki uzaklığın 111.000 km olduğu saptanmıştı. El Cabir, matematiğe sıfır sayısını sokmuş; İbni Heysem, cebir bilimini kurmuş; maddenin atom ve moleküllerden oluştuğunu kanıtlamıştı. Cabir bin Hayyam, atom kuramının temellerini atmıştı.

Ancak bu aydınlanma dönemi, uzun sürmemiş; ardılları bu bilginleri daha sonraları “tekfir”likle suçlamışlardır. Büyük bir üniversitenin temellerini atan ilk Rektör Gazzali, ilkin felsefe ile buluşmuş, daha sonraları ise felsefeyi aşağılayıp dışlamış; büyük bilginlerden Birgivi, gökbilimin (astronomi) sadece namaz vakitlerini saptamak için gerekli olduğunu belirtmiştir.

Daha sonraları Ak Şemseddin ve onun çömezi Fatih, matematik, gökbilim gibi dallara çok önem verirler. Bunun sonucunda Ali Kuşçu matematikte, Takiyuddin Efendi gökbilimde olağanüstü başarılar sergilerler. Ancak Fatihin torunu Yavuz, aktarmalı (nakli) bilimleri öne çıkarır, 1515’te matbaayı ölüm cezasıyla yasaklar (Phillip Mansel, Konstantiniye).

Osmanlı döneminin büyük hukukçusu Ebussuud Efendi (1492-1573), Amerika’nın keşfedildiği yıl doğar. Ancak bu keşiften de, yeryüzünün gerçek büyüklüğünden ve coğrafyadan da habersizdir. “Dünyayı fethettik, fethedilecek yer kalmadı. Her şeyi biliyoruz. Artık sadece dini bilimlerle uğraşalım” yolundaki ünlü fetvasını verir.

Karanlık dönemin başladığı andır, bu. Çünkü fen bilimleri, matematik, geometri yasaklanır, rasathane yıkılır. 4. Murat döneminde Ayasofya imamı Kadızadeli Mehmet Efendi, akla dayanan bilimlere önem verenlerin, bu arada Mevlana’nın, Yunus’un kâfir olduklarını duyurur.

Batıda matbaa 1438’de bulunur; 1455’te 42 satırlık Mazarin Kutsal Kitabı basılır. Osmanlıda Yahudiler, 1488, Ermeniler 1567, Rumlar 1627 yıllarında ilk kitaplarını basarlar; Müslümanlar ise matbaanın bulunuşundan 289 ve Rumlardan 100 yıl sonra 1727’deki resmi izinle 1729’da ilk olarak “Vankulu Lügatı”nı basarlar. Batıda ilk gazete Anvers’de 1605’te, bizde ise 235 yıl sonra 1840’ta çıkar.

Yaşanmış şu olay ibret vericidir: 1776’da Mühendishane-i Bahri Hümayunu kuran Baron de Tott, 1784’te yazdığı “Mémoires sur les turcs ve les tartares” adlı yapıtında (cilt, 3, s. 212-215) özetle şunları anlatmaktadır: Baron’un tavsiyesiyle 3. Mustafa riyaziye mektebi kurulmasını buyurur. Mektebin başına Baron geçecektir. Medresenin başına geçmek isteyen kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği daha iyi bildikleri iddiasıyla buna karşı çıkarlar. Bir toplantı yapılır. Baron, üçgenin açılarının toplamını sorar. Müderrisler, bahriye subayları tartışmak için izin isterler. Yanıt: “Üçgenine göre değişir”. Oturumda padişah yoktur, ama iki hükümet yetkilisi bulunmaktadır.

Bu olay 1770’te Rusların Osmanlı donanmasını yakmasından üç yıl sonradır. 1789 Devriminden 16 yıl öncedir.

Gerçi 1730’larda Fransız Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) müderrislere matematik derslerini vermiştir. Ama durum budur.

Tam bu sırada Avrupa Aydınlanma yüzyılını yaşamakta, sanayi Devrimine doğru yol almaktadır. Aydınlanma yüzyılının iki büyük devlet başkanı vardır: Büyük Frederik ve 2. Katerina. İkisi de dönemin büyük düşünürlerinden yararlanmaktadır. Osmanlı Sultanı 3. Ahmet ise, Büyük Frederik’ten Osmanlı’yı kurtarmak için üç müneccim istemektedir.

Bir zamanlar sadrazamı krallara denk, kendisi krallar üstü sayılan görkemli Osmanlı Sultanı, 19. yüzyıldan itibaren Avrupalı elçilerin muhatabı olmaya başlayacaktır.

Sonuçta İmparatorluk yıkılır. Cumhuriyet kurulur.

Cumhuriyetin başlangıcından beri değişmeyen öz, “İrade-i milliyeyi hâkim ve kuvâ-ı milliyeyi âmil kılmak”tır.

Bu iki ilke, temelde demokrasinin bir özetidir.

Ancak Âli ve Fuat paşalardan bu yana, Osmanlı ve Cumhuriyet seçkinleri, bu iki ilkeye karşın, tıpkı Fransa’daki soylular ve rahipler gibi, “üçüncü sınıf”a (tiers état), yanı halka bir türlü güvenememişler, çoğu zaman ötekileştirdikleri “baldırı çıplaklar”ın (sans culottes) ekonomik güce kavuştukça iktidardan pay istemelerinden ve karar düzeneklerine ağmalarından korkmuşlardır.

Bu korkuda, toplumsal yapının da etkisi kuşkusuz büyüktür.

Cumhuriyetin başlangıcında Türkiye savaştan yeni çıkmıştır. Okuryazarı yok denecek oranda azdır. Boy/oymak (aşiret/kabile/tribu) yapılanmasından kurtulamamış; Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimi süreçlerini yaşamamış; sınıf katmanları oluşmamış bir toplum söz konusudur.

Bu açıkların, evrim değil, ilkin devrim yöntemiyle giderilmesi, daha sonra demokrasiye geçilmesi düşüncesi; Atatürk’ün deyişiyle “haraset-i fikriye” (endoctrinement) anlayışı ağır basar.

Aslında faşizme de şiddetle karşı çıkan Atatürk’ün uzak amacı (telos) demokrasidir ve bugünün anlayışının çok ötesindedir: “Biz öyle bir rejim istiyoruz ki, diyordu Genel Yazmanına, gelecekte padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler.”

Bizler, özellikle de siyasetçilerimiz bu anlayışın o denli çok uzağındalar ki!

12 Eylül’e Balyoz Şamil TAYYAR

12 Eylül’e Balyoz Şamil TAYYAR stayyar@stargazete.com RSS

İktidar partisi, 3’ü geçici toplam 26 maddelik yeni anayasa değişikliği paketini muhalefet partilerine sundu.

Pakette; memurlara toplu sözleşme hakkı getiren, parti kapatmayı zorlaştıran, yargıda köklü düzenlemeler öngören, bireysel hak ve özgürlük alanlarını genişleten çok önemli maddeler var.

İktidarla muhalefet arasında dün başlayan ilk tur temaslarda, sürpriz olmadı, CHP ve MHP o bildik tavırlarını sürdürdü. CHP, sadece “Anayasadaki geçici 15. maddeyi getirin” deyip “Temel anasını görmesin” mantığıyla hareket etti. (*) MHP, “Uzlaşma hemen ama değişiklik seçimden sonra olsun” önerisinde bulundu. BDP’nin kafası karışık ama diğer muhalefet partilerine göre daha yapıcı bir ruh hali içinde.

Bu sürecin en önemli tarafı, bir süredir yalpalayan AK Parti’nin kararlı bir şekilde anayasa değişikliğine sarılmasıdır. Öyle bir kamuoyu desteği oluştu ki, yeni anayasaya karşı çıkanlar bile tepkilerini mahcup bir edayla söyleme ihtiyacı hissediyorlar.

Görüldü ki, parlamento açık olduğu sürece her zaman anayasa yapabilir. Tercüman’ın sloganındaki gibi dünya her sabah yeniden kurulur, fırsat hiçbir zaman kaçmaz.

Düne kadar zor durumda olan kararsız tavrıyla iktidar partisiydi. Paket hamlesiyle psiko

lojik üstünlüğü sağladı. Şimdi köşeye sıkışan muhalefet partileridir.
Yeni paket, parlamentoda 367’nin üzerinde kabul edilirse sorun yok. 330-367 arasında oyla kabul edilirse, referandum zorunludur.

Referandum süreci de muhalefet için hayli çetin geçecektir. Toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren özgürlükçü bir düzenlemeye, “şimdi vakti değil seçimden sonra yapalım” veya “hayır sadece geçici 15. madde olsun” diyerek gösterilecek tepkinin, toplumda karşılık bulması hayli zordur.

Paket, referandum sandığından çıkarsa, gelecek yıl yapılması öngörülen seçimden önce muhalefet ağır yenilgi almış olur. Muhalefetin karşılaşacağı böylesine ağır bir fatura, seçimin erken tarihte yapılması önerilerini tetikleyebilir.

Kaldı ki, paket referanduma takılsa bile yüzde 40’ın üzerinde bir oy, iktidar partisi açısından yenilgi sayılmaz.

Onun içindir muhalefet, özellikle CHP, refe

randumu engellemek isteyecektir. Referandum, yeni anayasanın Resmi Gazete’de yayım tarihinden itibaren 60. günden sonraki ilk Pazar günü yapılabiliyor.
Anamuhalefetin 10 gün içinde Anayasa Mahkemesi’ne iptal ve yürütmeyi durdurma davası açma imkanı var. Ancak bu arada referandum takvimi işlemeye başlamış olacak. Böyle bir başvuru olursa, bildiğimiz kadarıyla siyaset tarihinde ilk olacak.

Ayrıca, kafaları karıştıran çok fazlaca soru var. Mesela; CHP’nin yürütmeyi durdurma davası açabilmesi için yeni anayasanın cumhurbaşkanınca onanıp yürürlüğe sokulması gerekiyor, oysa sözkonusu paket yürürlüğe girmiyor, referanduma götürülüyor, dolayısıyla yürürlükte olmayan değişiklik için yürütmeyi durdurma davası açılamayacağı ifade ediliyor.

Bu durumda tek seçenek iptal davasıdır, onun da 60 gün içinde sonuçlanması mümkün değildir. Halk oylamasında “evet” çıkarsa, Anayasa Mahkemesi bu sefer ne yapa

cak? İptal edebilir mi, ederse ne gibi sonuçlar doğurur.
Hukuki yansımaları bir tarafa, sandıkta kabul edilmiş anayasa karşısında muhalefetin hali nice olur?

Çok ince hesapların yapıldığı bir süreçten geçiyoruz. Muhalefetin gizli oylamada 367’yi buldurup daha sonra yürütmeyi durdurma ve iptal davası hakkını kullanabileceği yolunda yorum yapanlar da var.

Bana çok sahici gelmedi ama burası
Türkiye...

Sonuçta, muhalefetin referandumu istemediği aşikardır. Böyle bir yolu nasıl kesmek isterler, yine şapkadan 367 tavşanı çıkarırlar mı, onu yakında görürüz.

AK Parti bu süreçte ciddi hata yapmazsa, ipi göğüslemeye daha yakın bir noktadadır. Muhalefet destek olursa, zaferi paylaşır, kupanın bir ucundan tutar.

Daha önemlisi Türkiye, birçok noktadan delik deşik edilen 12 Eylül Anayasası’na esaslı balyozu indirmek üzeredir.

12 Eylül’e Balyoz indirilirse, tarih
yeniden yazılır.

*: Temel ve Dursun idam sehpasına doğru götürülürken son arzuları sorulmuş. Temel, “Son arzum anamı görmek” demiş. Sıra Dursun’a gelince, son arzusunu şöyle açıklamış: “Temel anasını görmesin.”

Erkek olursa Nevruz, kız olursa Bahar / Mehmet ALTAN

Erkek olursa Nevruz, kız olursa Bahar Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com RSS

Yirmi Aralık’tan 30 Ocak’a kadar kaç gün? Kırk gün... Buna “büyük çile” demişler... Bir Şubat’tan yirmi Şubat’a kadar olan yirmi günlük sürece de “küçük çile”...

Neden?

Çünkü insanlık, kışı...

Hastalık, dert, bela, müşkül, zorluk ve nihayetinde de ölüm olarak kabul etmiş.

Bugün Nevruz...

Tabiat uyanıyor ve bahar geliyor...

Demek ki...

Çileden kurtuluyor, dertlerden arınıyoruz.

Yanlış anlaşılmasın, mitolojik anlamda tabii ki...

***

Bugün, günler birbirine eşitleniyor...

Bundan böyle her günün biraz daha uzayacağı bir mevsim değişikliği bu...

Böyle bir değişim coğrafi olarak dünyanın neresinde yaşanıyor?

Kuzey yarım kürede.

Hindistan’dan Sibirya’ya, Çin Seddi’nden Avrupa’ya, Kuzey Amerika’nın bütününe kadar çok geniş bir mekânda...

***

Bu geniş coğrafyadaki kutlamalarla, mitolojik de olsa çileleri geride bırakacağımız söylendiğine göre...

Eğer bu gün...

Ateş üzerinden atlarsanız, atlarken:

“Ağırlığım, yorgunluğum, marizliğim

kötülüklerim dökülsün odda yansın” demeyi unutmayın.

Şayet hamileyseniz...

Ve bebek bugün avdet buyurursa:

Erkek olanlara Nevruz, Bayram;

Kız çocuklarına ise Bahar, Gonca, Semeni, Nergiz, Yasemin, Menefşe isimlerini verebileceğinizi de unutmayın...

***

Şayet Nevruz ismini koyarsanız diye söylüyorum...

Anadolu’da “kardelen” çiçeğine “nevruz çiçeği” veya “sultan nevruz çiçeği” de denilmektedir.

Bu çiçek baharın müjdecisidir.

Çünkü daha karların erimesini bile beklemeden karlar arasından çıkıverir ve görenlerin gönlünü sevinç ve ümitle doldurur.

Buradaki sultan sözü, galiba Sultan Melikşah’ın hazırlatmış olduğu Takvim-i Celâlî’den gelmektedir.

***

Ama...

Âşık Veysel’in o hüzünlü, yanık sesinden hafızalarımıza nakşolan halk türküsünü de unutmayın:

“Nevruz der ki ben nazlıyım

Sarp kayalarda gizliyim

Mavi donlu gök gözlüyüm

Benden âlâ çiçek var mı?

Al baharlı mavi daşlar

Yârim gurbet elde aşlar”...

Bu hüzün kardelen çiçeğinin kısacık ömrü için midir?

***

Bugün sadece Nevruz değil...

Aynı zamanda Pazar da...

Biraz da Nevruziye yapmak isteyebilirsiniz...

***

Bilmiyorum, biliyor musunuz?

Nevruz günü yenilmek üzere yapılan bir nevi tatlı yahut macuna da Nevruziye denir.

Osmanlı döneminde bu macun eczacılar tarafından yapılır, özellikle hekimbaşı tarafından Nevruz’da hazırlanıp saraylılara sunulan macuna itibar edilirdi...

Hatta derler ki...

Günümüzde Manisa Merkez Camii minaresinden halka atılan mesir macununun atasıdır...

***

Nevruz şöleni yeni bir başlangıcı simgeler...

İnsanlık bununla yıpranan dünyayı yenilediğini düşünür.

Nevruz dünyanın yeniden yaratılışını da içerir.

Aslında toplumsal olarak aklımızı başımıza alsak da...

“İnsan odaklı” toplumsal bir yeniden yaratılışı gerçekleştirsek...

Ve bu “insanın insanın kurdu olmadığı” yeni hayat da “Nevruziye” tadında olsa...

Said-i Nursi ve Başbuğ Anayasası / Mehmet ALTAN

Said-i Nursi ve Başbuğ Anayasası Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com RSS

Obama’nın 900 milyar dolarlık sağlık reformu tasarısını Meclis’ten geçirerek, tüm ABD vatandaşlarını sağlık güvencesine dâhil ettiği tarihsel reformu, daha doğrusu büyük devrimci adımı...

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bizim MHP’nin muadili “Ulusal Cephe’ye” göz kırptığı için bölgesel meclis seçimlerinde ciddi bir yenilgiye uğraması...

Küresel piyasaların yüreğini ağzına getiren Yunanistan-AB ilişkilerine nihai yorumu yapacak olan bir kaç gün sonraki AB Liderler Zirvesi’ne yönelik beklentiler...

Hepsini not edip, geçiyorum.

İçerde, Ergenekon babındaki son gözaltı dalgası...

Acil sağlık dilediğimiz Galatasaray Kulübü’nün sakin ve nazik eski Başkanı Özhan Canaydın’a ait üzücü haberler...

Ve tüm gündemi bir bütün olarak kapatan Anayasa Değişim Paketi...

***

12 Eylül Rejimi’nin takım taklavatıyla sökülerek çöpe atılmasının peşindeki birisi olarak, sonda söyleyeceğimi, hemen ilk başta, üstelik de Deniz Baykal’ın iddiaları üzerinden söyleyeyim...

Bir an için şeytanın avukatlığını yaparak, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın iddia ettiği gibi bu değişim paketinin “gelecekte Yüce Divan’da yargılanmaktan korkan AK Parti yönetiminin bir oyunu” olduğunu kabul edelim...

Velev ki AK Parti kendi açısından siyasal bir avcılık yapsın...

Böyle önemli bir değişiklik karşısında bunun ne önemi olabilir?

12 Eylül Rejimi’ni delen bu radikal adıma karşı çıkmak ve AK Parti nefreti üzerinden “statükonun” savunuculuğunu yapmak ne kadar inandırıcı?

“Değişim” yanlısı olduğunu söyleyen birinin, bu değişime karşı çıkarak 12 Eylül Rejimi’ne “yandaş” olması kolayından izah edilebilir bir durum mu?

Tahminim o ki dünkü “Anayasa Değişim Paketi’ne” düşmanlık edenler, halk yığınlarına bunu anlatamayacaklar...

Çünkü “özünde” değişim üzerinden ilkeli bir siyasetten filan yana değiller, sadece iflah olmaz bir AK Parti hastalığından mustarip olanları kandırarak sistemin devamını sağlamak peşindeler.

***

Dün...

Turnusol kâğıdı gibi Ankara’nın topografyasını görüverdik...

“Statükocular” bir yanda, AK Parti’nin değişim önerisi diğer yanda...

Bu tasarıyı, 26 maddeyi deldirmeden Meclis’e sunmak, ardından da işin asıl sahibi olan halka bir an önce gitmekte fayda var...

Ankara’daki tutucular koalisyonuna, halk egemenliğinin gücünü bir kez daha gösterecek olan bir gelişmeden söz ediyorum...

***

İşin komiği...

12 Eylül Rejimi’ne bekçilik edenler ve AB standartlarından hareketle bir anayasal değişim paketini Meclis’e sunanlar, parlamentoda kendi meşreplerine göre saf tutarken...

Genelkurmay Başkanı Başbuğ da, parlamentoyu, hükümeti, yargıyı yok sayarak Anayasa ve yasaları fütursuzca çiğnemeye devam ediyor...

“Anayasa değişimini” siyasal menü haline getiren Ankara’da da hiç kimse bu “anayasal ihlale” dur demiyor... Askeri ve sivil savcılar da tavana bakıyor...

Demek ki “silahlı bürokrat” olunca, Anayasa’nın 138., Türk Ceza Kanunu’nun 215 ve 288., Askeri Ceza Kanunu’nun da 148. maddelerini çiğnemek bir sorun değil. Ankara’da “anayasal değişiklik” konuşan bir siyaset müessesi ile herkesin gözünün içine baka baka kendini mahkeme yerine koymaktan hiç mi hiç kaçınmadan döne döne anayasayı çiğneyen “devlet memuru” silahlı bir yüksek bürokrat...

Trajikomik bir durum...

***

Düşünün ki AK Parti Büyük Kongresi’nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın adını “maneviyatçı” kimliği ile andığı ve en çok alkışı aldığı Said-i Nursi’nin 50. ölüm yıldönümü...

Said-i Nursi’nin 50. ölüm yıldönümünde mezarı belli değil.

Çünkü...

27 Mayıs 1960 hareketinden sonra cesedi askerî birliklerce Halilü’r-Rahman Camisi mezarlığından Isparta’ya götürülerek bilinmeyen bir yere gömülmüş.

Said-i Nursî’nin ölümünden bu yana elli yıl geçmiş, onu “mezarsız” bırakan 27 Mayıs’ın ise bir iki ay sonra ellinci yıldönümü...

Deli gömleğini giydiğimiz 12 Eylül Rejimi’nin de otuzuncu yılını sürmüyor muyuz?

Ne değişiyor, ne değişmiyor?

***

İnsanları mezarsız bırakacak bir zulüm anlayışın bölük bölük mağdur yarattığı, askeriyenin hukuka rahatça silah çektiği ve kısmi bir anayasa değişimine bile statükonun barikat kurduğu bir manzara...

Tümünün hakkından “referandum” gelir...

Çünkü bu doğrudan “halk iradesi” demek...

Ahmet Altan / Türkiye’nin çıkarları

KUM SAATİ 21.03.2010
Ahmet Altan
Türkiye’nin çıkarları

Yazıyı Paylaş:





Biri size “Türkiye’nin çıkarları” için nasıl düşünmeniz gerektiğini söylediğinde hemen alarma geçmelisiniz.

Çünkü büyük bir ihtimalle kandırılacaksınız.

Diğer bütün büyük toplumlar gibi Türkiye de değişik sınıflardan, zümrelerden, ırklardan, inançlardan oluşuyor; bütün bu grupların çıkarları birbirinden farklıdır hatta genellikle çıkarları birbiriyle çelişir.

İstanbul’daki bir zenginle Yozgat’taki bir köylünün “ortak” çıkarı nedir?

Bir patronla bir işçinin ortak çıkarı nedir?

Bir muhafazakârla, bir Kemalistin ortak çıkarı nedir?

Bir Türkle bir Kürdün ortak çıkarı nedir?

Bunların “ortak” çıkarı, kendi haklarını ve çıkarlarını özgürce koruyabilecekleri, bunun için mücadele edebilecekleri, inançlarının gereklerini rahatça gerçekleştirebilecekleri, fikirlerini hiçbir baskıyla karşılaşmadan söyleyebilecekleri bir zemini oluşturmaktır.

Her türlü çelişkinin ve hak mücadelesinin hiçbir baskıyla karşılaşmadan yaşanacağı bir ortamı yaratmaktır.

Ama “iktidarı” elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarını “ortak çıkar” diye sunup bunun kabul edilmesini isterler.

Gerektiğinde, ki genellikle gerekir, bunun için yalan söylerler.

“Ezen” grup, kendi çıkarlarının “ezilenlerin” de çıkarı olduğunu iddia eder.

Bu temelsiz iddiaları kabul görmediğinde zorbalaşırlar.

Özellikle bizim ülkemizde “tarihi çarpıtarak” bu yalanlarına bir “altlık” oluşturlar.

Çünkü bizim ülkemizdeki “asıl iktidar” yüz yıldır asker ve sivil İttihatçılardadır.

Bütün sınıfları, grupları, zümreleri, ırkları, dinleri, İttihatçı bir azınlık baskı altında tutar ve yönetir.

Üstelik “eğitim sistemini” kendileri belirledikleri için “ezdikleri” insanların da beynini yıkayarak “İttihatçıların çıkarlarının” herkesin ortak çıkarı olduğuna inandırırlar.

Ezilenler, ezenleri destekler.

Ve, asla tarihin sorgulanmasına izin vermezler.

Büyük bir “31 Mart ayaklanması” yalanı vardır mesela, yüz yıl boyunca dindarlar “bu yalanın” yarattığı havayla “müstakbel irticacılar” olarak gösterilmiş, dindarlık topluma büyük bir tehlike olarak sunulmuştur.

Herkes “31 Mart’ın” tekrarından korkar hale getirilmiştir.

Halbuki 31 Mart, en kabadayı rakamla iki bin beş yüz, üç bin askerin, başlarında komutanları olmadan sokaklarda gösteri yapmasıdır.

O “irtica” ayaklanmasına katılanlar arasında “sarhoş” bahriyeliler de yer almıştır.

Çok rahat bastırılacak bu ayaklanma “bilinçli” bir şekilde bastırılmamış ve İstanbul’daki Birinci Ordu’nun harekete geçmesi engellenmiş, bunun sonucunda da koskoca “Birinci Ordu’nun” bastıramadığı “ayaklanmayı” Harekât Ordusu iki günde bastırıp Abdülhamit’i devirerek İttihatçı bir iktidarın yolunu açmıştır.

“31 Mart” korkutmacasıyla dindarlar hep bir tehlike gibi gösterilmiştir.

Bugün, bizim “milliyetçilerin” büyük bir arzuyla sahip çıktığı İttihat Terakki iktidarı ise tarihimizin en “işbirlikçi”, en “dışa bağımlı” iktidarıdır.

İttihatçılar öylesine “işbirlikçidir” ki Osmanlı Ordusu’nun yönetimini hiç çekinmeden Alman generallere teslim etmiştir.

Enver Paşa, Osmanlı’nın kapılarını ardına kadar Almanlara açmıştır.

Almanların hatırı için Osmanlı’yı hiç hazır olmadığı halde Birinci Dünya Savaşı’na sokmuş, Almanlarla işbirliği yaparak ülkeyi “savaşa sokmasını” ise Sait Halim Paşa’nın konağında toplanmış olan kabineye, “bir oğlumuz oldu beyler” diye duyurmuştur.

Bugünlerde sıkı bir biçimde tartıştığımız, “kabulünü kendimize hakaret olarak gördüğümüz” Ermeni soykırımı da Almanların Osmanlı Ordusu’na hâkim olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir.

Almanlarla “işbirliği” içindeki İttihatçıların gerçekleştirdiği bu korkunç katliam, Osmanlı’nın diğer ülkelerle “ittifak” kurma ihtimalini tümüyle yok etmiş ve tam da Almanların istediği gibi Osmanlı’yı Almanya’ya mahkûm etmiştir.

Yapılanın, Osmanlı’nın çıkarıyla bir ilgisi yoktur.

Bunu savunmanın bugün de Türkiye’nin çıkarıyla bir ilgisi olmaması gibi.

Ermeni meselesi 1915’te Osmanlı’yı nasıl yalnızlaştırdıysa, bunu savunmak da bugün Türkiye’yi yalnızlaştırmaktadır.

O “yalnızlık” Osmanlı dönemindeki Alman destekli İttihatçıları nasıl iktidarda tuttuysa, bugünkü yalnızlık da hâlâ varlıkları süren asker ve sivil İttihatçıların iktidarına yardım eder.

İttihatçıların iktidarı ise Türkiye’nin çıkarına değildir.

Ermenileri öldüren, Kürtleri ezen, Türklerin dindar ve demokrat olanlarını baskı altına alan, muhalifleri vurduran bir iktidar nasıl Türkiye’nin lehine olur?

İttihatçı bir iktidarın sürmesini, Türkiye’nin dünyadan koparılmasını, “küçük bir zümrenin” dışında kalan Türklerle Kürtlerin ezilmesini, yasakların, baskıların artmasını istiyorsanız tarihteki yalanları savunun.

Ama bilin ki savunduğunuz yalanlar ne sizin çıkarınızadır, ne de Türkiye’nin çıkarınadır, sadece Türkiye’yi yüz yıldır yöneten silahlı bir azınlığın çıkarınadır.


Ahmet Altan / Büyük değişim

KUM SAATİ 23.03.2010
Ahmet Altan
Büyük değişim

Yazıyı Paylaş:


Çok şaşkınlar.


Herhalde nerede hata yaptıklarını düşünüyorlar.


Daha başından hataydı yaptıkları, “halksız” bir cumhuriyet hayalini kurmak yanlıştı, bu yanlışı seksen yıldan fazla sürdürebilmeleri bile başarı.


Bu başarıyı da zaten silahları ve darbeleriyle sağladılar.



Ama o da bitti.


Silahın bittiği yerde “yargıyı” devreye sokup onu da yıprattılar, 367 rezaleti, Şemdinli savcısını
“Genelkurmay Başkanı’nın emriyle” meslekten men etme skandalı, Yargıtay Başkanı’nın yargıyı “yandaşlar, karşıtlar” gibi bölen ve bu kuruma olan güveni yok eden açıklamaları, hukuktaki çarpılmanın da sürmeyeceğini gösteriyordu.


Siz, bu toplumu oluşturan kitleleri, dindarları, Kürtleri, Alevileri, solcuları yok sayarak bir “ulus” oluşturmaya kalkar da bir “azınlık” diktası kurmaya sıvanırsanız, bunun ömrü de bu kadar olur.


Şimdi değişiyoruz.


İşin eğlenceli kısmı da değişimi “muhafazakâr” bilinen bir partinin gerçekleştirmesi.


Değişime karşı çıkmaya çabalayanlar, bunu durdurabileceklerini sananlar, iktidardaki partinin “muhafazakârlığını” bahane olarak kullanmaya uğraşıyorlar ama kimse onların bahanelerine inanacak kadar saf değil.


Buna inananlar, zaten inanmak isteyen, iktidardaki “azınlığın” siyasetteki ve medyadaki uzantıları.


Bir “darbe” anayasasının sürmesini isteyen CHP, “ben bu sistemin muhafızıyım” diyemiyor da “ben AKP ile birlikte anayasa değiştirmem” diyor.


Değiştirmek istemediği anayasa 12 Eylül Anayasası.


Peki, “AKP ile birlikte anayasa değiştirmeyecek” olan CHP’nin “tek başına” yazmak istediği bir “anayasa” var mı?


Yok.


Çünkü bu anayasadan memnun o.


Geçici 15. Madde’nin değişmesini istiyormuş.


Ne kadar ilerici bir parti, 30 yıl önceki darbenin hesabını sormak istiyor ama burnumuzun dibindeki darbe girişimlerinin hepsini savunuyor, 27 Nisan muhtırasını destekliyor.


27 Nisan muhtırasını sahiplenen bir parti “darbe anayasasını” değiştirebilir mi?


CHP’nin ve “azınlık iktidarının” medyadaki taraftarları da çocuk kandırır gibi “anayasa mutabakatla değişsin” diyorlar, sanki anayasayı değiştirmek isteyen “ortak bir irade” var da onların arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldıracağız.


CHP ve MHP bugünkü sistemi savunuyor.


Onlar halktan değil “iktidardaki azınlıktan” yanalar, o iktidarın sürmesinin, halkın sesinin kesilmesinin, halk iradesinin siyasete yansımamasının peşindeler.


Bu düzeni değiştirecek bir “anayasa” değişikliğini nasıl onlarla bir “mutabakata” vararak yapacaksınız?


Adamlar değişim istemiyorlar ki.


Onlar bugünkü devletin siyasetteki temsilcileri.


Halkın siyasete ağırlığını koymasını desteklemiyorlar.


Kürtlerden, dindarlardan, demokratlardan uzaklar, orduya ve yüksek yargıya yakınlar.


Onlar kendi aralarında “değişimi engellemek” için bir mutabakata varabilirler ama değişim için onlarla bir mutabakata varılamaz.


Onlarla bir mutabakat aramak ipe un sermektir.


Bu sistemi değiştirecek olanlar, bu sistemin gadrine uğramış olanlardır, büyük kitlelerdir ve bu sistemin dışarı atmaya çalıştığı partilerdir.


AKP, bu sistemin hedefindeki parti, BDP de öyle, bu partiler kendi varlıklarını sürdürebilmek, kendi tabanlarının haklarını koruyabilmek için değişimi savunmak zorundalar.


Yirmi altı maddelik yeni “anayasa değişim” paketinin çok eksikleri olduğu doğru ama gene de bu eksikliklerine rağmen büyük bir adım bence, devlet sultasını kıracak, halk iradesinin yolunu açacak önemli değişiklikler içeriyor.


Askerî anayasanın, siyasetin ve halk iradesinin üzerine yerleştirdiği “yargı vesayetine” son veriyor.


Değişime karşı çıkan “tutucuların” mazeretlerine bayılıyorum, bu değişimler “bağımsız yargıya darbe vuracakmış”, hangi bağımsız yargı bu, Genelkurmay Başkanı’nın emriyle savcıyı görevden atan yargı mı?


Siyasete pranga takıp askerlerden emir alan bir yargıyı bize “bağımsız yargı” diye yutturmak ve bu prangalı esaretimizi sürdürmek istiyorlar.


O kadar şaşkınlar ki herkesin de şaşkın ve aptal olduğunu sanmaya başladılar.


Bu son anayasa değişim paketi önemli bir adım, yeterli değil ama gene de çok ciddi bir adım.


Böyle adım adım “halkın egemen” olduğu bir düzene geçeceğiz.


İnsanlar kendi topraklarında “köle” olmaktan, aşağılanmaktan, ezilmekten bıktılar çünkü.




Mehmet Kaya: 'Türkler, bir gece düşünsünler'

PAZARTESİ KONUŞMALARI 22.03.2010
Neşe Düzel
Mehmet Kaya: 'Türkler, bir gece düşünsünler'

Yazıyı Paylaş:







“Diyarbakır’da alışveriş poşetiyle gezmeye utanıyorsunuz. Devlet, okuyan kız çocuğa ayda 35, erkeğe 20 lira veriyor. Aileler çocuklarının 60-70 liralık okul parasıyla geçiniyor.”

“Kürtlerin yaşadıkları Türklerin başına gelseydi ne hissederlerdi? Türkler sadece bir gece düşünseler, Kürt sorununun çözümünde büyük adım atılmış olur.”

“Diyarbakır 1923’te ülkede üçüncü büyük ticaret ve sanayi kentiyken, Misak-ı Milli’nin komşularla ticareti yasaklamasıyla çöktü. Devlet bölgenin zenginleşmesini istemiyor.”

* * *

NEDEN: MEHMET KAYA

Biz medyada hep ‘Kürtler’ diyoruz. Acaba Kürtler diye yekpare bir kitle var mı? Türkler arasında olduğu gibi Kürtler arasında da çeşitlilik yok mu? Newroz’u meydanlarda toplanarak olaysız kutlayan yüz binlerce Kürtle, Diyarbakırspor maçında şiddet görüntüleri yaratan Kürtler arasında duygu ve görüş farklılıkları var mı? Eğer varsa, o zaman Kürtlere de “hangi Kürtler?” diye bakmak gerekmiyor mu? Çok çeşitli Kürt kesimlerin yaşamları nasıl? Bunların, Kürt sorununa bakışları, çözüm önerileri ve hükümetten talepleri neler? Kürtlerin arasındaki en belirgin farklılıklar hangi noktalarda? Bu yıl Newroz’un olaysız kutlanmasının nedeni ne? Yüzbinler ne söylemek istiyorlar? Diyarbakırspor’un son iki maçındaki şiddet olaylarını nasıl açıklamak lazım? Kürt gençleri çok mu öfkeliler? Yaşlı ve genç Kürtler arasındaki farklar neler? Kürt gençleri ne istiyor? Öcalan Kürt sorununu çözebilir mi? Kürt sorunu nasıl çözülür? Şiddet nasıl biter, barış nasıl gelir? Bütün bu konuları, Kürt toplumunu zenginiyle yoksuluyla, genciyle yaşlısıyla, sporcusuyla siyasetçisiyle çok yakından tanıyan işadamı Mehmet Kaya’yla konuştuk. Eczacılık da yapan ve uzun yıllar Diyarbakır Eczacılar Odası başkanlığını üstlenen Mehmet Kaya, geçen dönem Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı’ydı. Kaya, bir dönem de Diyarbakırspor’un futbol sorumlusuydu.

* * *

NEŞE DÜZEL: Bu sene Newroz kutlamalarıyla ilgili bir yasak yok. Büyük kitlelerin toplanmasına ve büyük gösteriler yapılmasına rağmen bir olay çıkmadı. Meydanlara toplanan on binlerin vermek istediği mesaj ne? Kime, ne söylemek istiyorlar?

MEHMET KAYA: Batı, Newroz’u örgüt üyelerinin kutladığı bir bayram olarak algılıyor. Oysa Newroz, Kürt halkının bayramıdır ve bunu bütün Kürtler kutlar. Meydandaki yirmi kişiye sorsanız, on sekizi “PKK’li değilim” der. Meydanlarda toplanan bu insanlar tek bir mesaj veriyorlar. “Dilimle, geleneğimle, kültürümle, bayramımla ben Kürdüm. Beni böyle kabul edeceksiniz. Türkiye’de bir Türkün sahip olduğu haklar neyse, ben de aynı haklara sahibim. Bunu böyle bilmelisiniz” diyorlar. Bu insanlar, ‘ben PKK nedeniyle meydanlardayım. Tek temsilcim o’ mesajını vermiyorlar. Onlar, Cumhuriyet tarihi boyunca reddedilen bir toplumun varlığını Newroz’la barışçı yoldan ispat ediyorlar.





Meydanlardaki barışçı ve sakin gösterilerin aksine Diyarbakırspor’un son iki maçında müthiş şiddet olayları gözüktü. İki davranış arasındaki bu farkı nasıl açıklamak lazım?


Kendimi bildim bileli Diyarbakırspor’un maçlarına giderim, bir ara takımın yöneticisi de oldum. Her şey Bursa’da başladı. Bursa’daki maç futbolla ilgili değildi. Tamamen Kürt açılımını sabote etmeye yönelik bir Ergenekon girişimiydi. Hiçbir taraftar kitlesi bir lig maçına bin beş yüz Türk bayrağı getirip sallamaz ve iki yüz metre uzunluğunda “Ne mutlu Türküm diyene” pankartı açmaz. Bu, Ergenekonvari biri yapı tarafından organize edilmiş bir olaydı. Bu işte siyasi partiler de olabilir. Bursa maçı öncesinde MHP Başkanı milliyetçiliği kışkırtan açıklamalar yaptı. Hemen maçtan sonra Baykal, “Açılım yaparsan işte karşılığında bu olur” dedi. Dönüp baktığınızda tabloyu daha net okuyorsunuz.



Tam olarak ne görüyorsunuz?


Bakın... Üç hafta önce Denizlispor Diyarbakır’a geldi. Diyarbakırspor’u yendi ve alkışlarla sahadan ayrıldı. Kürt sorununa en radikal bakan kesim Karadeniz sahilidir. Bölgenin takımı Trabzonspor Diyarbakır’a geldi, o de yendi ve alkışlarla uğurlandı. Bursaspor’a gelince... Bursaspor maçı Kürtler tarafından tamamen etnik bir saldırı olarak algılandı. Çünkü bizde insanlar, “PKK dışarı” sloganını, PKK dışarı diye anlamazlar. “Kürtler dışarı” diye anlarlar. Bunu bir aşağılama ve ırkçı saldırı olarak görürler. İşte bu algı insanlarda bir refleks yarattı.



Diyarbakır’daki maçta olayları kim çıkardı?


Kürt gençleri çıkardı. Bunların büyük kısmı 20 yaşın altındaydı. Zaten Diyarbakır nüfusunun yarısını yirmi yaşın altındaki gençler oluşturuyor.



Kürt gençleri çok mu öfkeli?


Gerçekten çok öfkeli ve çok kızgınlar. Koşullara bir bakın. Diyarbakır’ın eğitim yaşında olan nüfusunun yüzde 45’i şu anda okula devam etmiyor. Yani ilköğretim ve lise öğrencisi yaşındaki iki gençten biri eğitim almıyor. Okulu bırakmışlar ve kendilerini Kürt olarak ifade ediyorlar. 1990 sonrası kuşak bunlar ve bugün 20 yaş ve altındalar. Doğdukları günden beri de çatışmanın, kayıpların, yoksulluğun ve açlığın içindeler. Bunlar...



Evet...


Bunlar, Diyarbakır’a göçle gelmiş ailelerin çocukları. Bölgede bir milyon insan zorunlu göçe tâbi tutuldu. Bu insanlara devlet bir gece, “yarın köyünüzü boşaltacaksınız” dedi. Bu insanlar, 1990 sonrasında boşalttıkları köylerine hâlâ geri dönemediler. Kentlerde kırık dökük bir, iki odalı yerlere sığındılar ve hâlâ işsiz durumdalar. Diyarbakır’da tamamen böyle göçle oluşmuş büyük yerleşim yerleri var.



Genellikle medyada hepimiz “Kürt” diyoruz ve bu sözcüğün büyük bir toplumu temsil ettiğine inanıyoruz. Kürtler, yekpare bir yapı mı yoksa kendi içinde farklılıklar var mı?


Çok büyük farklılıklar var. Kürt dendiğinde hemen PKK veya DTP çizgisi algılanıyor ama aslında üç kesim Kürt var. Bir, orta sınıf ve üst orta sınıf Kürtler. Yani burjuva Kürtler... Demokrasinin gelişmesi bunlar için çok önemli. İki, orta sınıf ve orta sınıfın biraz altı Kürtler. Bunlar için de demokrasi önemli. Üç, DTP çizgisindeki Kürtler.



DTP’li olmayan Kürtlerden başlayalım. Bunların önceliği neler?


DTP çizgisinde olmayan orta sınıf Kürtler de kimlik hassasiyetine sahipler. Kürt kimliğinin korunmasını, insanların dilini özgürce kullanmasını, kültürünü yaşayabilmesini istiyorlar. AB’ye üye olmuş, demokrasisi gelişmiş zengin müreffeh bir Türkiye’de Kürt kimliğiyle yaşamak istiyorlar. Zaten Türkiye’de AB üyeliğine en çok destek bu bölgede veriliyor.



AKP, Güneydoğu’dan epeyce oy alıyor. AKP’ye oy verenler hangi Kürtler?


Orta sınıf üstü ve orta sınıf Kürtler AK Parti’ye oy veriyor. Gelir seviyesi Türkiye ortalamasına yakın tüccar, sanayici, büyük esnaf, yönetici, serbest meslek sahibi insanlar bunlar. Bir de biliyorsunuz bölgenin AKP’ye uygun muhafazakâr bir yapısı da var.



Onların beklentileri neler?


AK Partili Kürtler bölgenin ekonomik gelişmesini çok önemsiyorlar. Bölgede yoksulluk ve işsizlik biterse, Kürt sorununun çözümünde önemli aşama sağlanacağına inanıyorlar. Bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler istiyorlar. Bir de AK Parti’nin dille ve kültürle ilgili yasakları kaldırmasını bekliyorlar. Bunlar, Kürtlerin yaşadığı ülkelerle iyi ilişkileri bir zenginleşme yolu olarak görüyorlar. Niye derseniz...



Niye?


Diyarbakır 1923’te Türkiye’nin üçüncü büyük ticaret ve sanayi kentiyken, Misak-ı Milli’nin komşularla ticareti yasaklaması sonucunda çöktü. İsmet İnönü’nün raporunda yazılıdır. Mardin’de yılda 130 bin top kumaş işlenirken, bir anda sınır kapatıldığı ve Suriye’yle alışveriş kesildiği için Mardin tekstili üç bin tona düştü. Zaten bölgenin zenginleşmesi hiçbir zaman devletin amacı olmadı. Bölge Cumhuriyet döneminde batıyla, ülkenin batısıyla bile entegrasyonu sağlayamadı. Ayrıca terörle, köy boşaltmalarıyla ve mera yasaklarıyla bölgede hayvancılık da bitti ve bölge çok geri kaldı. Artık ekonomiyi öne çıkarıp bölge acilen yoksulluktan kurtarılmalı. Çünkü yoksulluğun olduğu yerde, insanlar maç dahil bütün taleplerini şiddetle ifade ederler. Türkiye şiddet sorununu ancak yoksulluk sorununu çözerek halleder. Aslında Diyarbakır çok şanslı bir il.



Hangi açıdan şanslı Diyarbakır?


Zengin bir bölgede bulunuyor. Irak’ın yılda 36 milyar dolarlık ithalatı var. Bunun 20 milyar dolarını biz sağlayabiliriz. 20 milyar dolarlık ihracat bölgenin kurtuluşu demektir. Başbakan “Ben bölgeye sekiz katrilyon para verdim” diyor sürekli. Erdoğan’ın yedi yılda verdiği bu parayı biz Irak’tan bir yılda alabiliriz.



Irak’la ilişkiler epey gelişti. Ticaret niye gelişmiyor?


Irak’la aramızda hâlâ sadece Habur kapısı var. Bizim ihracatçılar 20 gün sınırda beklemek zorunda kalıyorlar. Oysa İran’ın beş, Suriye’nin üç kapısı var Irak’la. Türkiye, bölgenin Irak’la entegrasyonundan endişe ediyor.



Peki... DTP çizgisine oy veren Kürtlerin beklentileri neler?


Bunlar için hayatlarında en önemli sorun Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasıdır. Türkiye’de Kürt sorunu, maalesef sadece DTP çizgisinin talepleri üzerinden okunuyor. Oysa bu ülkede Öcalan’ın özgürlüğü dışında önceliklere sahip olan Kürtlerin sayısı, bunlardan çok daha fazla. Ama demokrasi gelişmedikçe, Kürtler arasındaki bu farklılıklar açığa çıkamıyor. İnsanlar Kürt toplumunu bir azınlık üzerinden görüyor ve tanımlıyor.



Kürtler arasında eğitimli olanlarla olmayanlar arasında görüş farkları var mı?


En önemli fark şu: Eğitimli Kürtler, şiddetin bir hak arama yöntemi olarak kullanılmaması gerektiğini yüksek sesle söylüyorlar. PKK’nin artık şiddetten vazgeçmesi ve dağdan inmesi gerektiğini savunuyorlar.



Eğitimsiz Kürtler dağa mı çıkmak istiyorlar?


Onlar, dağa çıkmaya hazırlar. Unutmayın ki bu ülkede dağa çıkmanın ortamı hâlâ mevcut. Eğitimsiz Kürtler, bugüne dek elde edilen Kürt kazanımlarının tamamının PKK’nin şiddeti sayesinde sağlandığına inanıyorlar. “Kürtler ne zaman silah bıraktıysa, hakları o gün ellerinden alındı. Bizim şiddetten başka yöntemimiz yoktur. Şiddeti uygulayana sahip çıkacağız. Hatta gerekirse şiddeti kentlere taşıyacak şekilde organizasyonlar da yapacağız” diyorlar. Bugün herkes, PKK’yi 1980 sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan zulümlerin yarattığını söyler.



Doğru değil mi?


Doğru. Ama o gün yapılan zulümler herkes tarafından bilinmiyordu. Bugün ise taş atan çocukların dramını herkes biliyor. 1990’larda dört bin köyün boşaltıldığını, bir milyon insanın göç ettirildiğini herkes konuşuyor. Özellikle taş atan çocukların yaşadığı dramın toplum üzerindeki etkisi ve yarattığı psikolojik yıkım, 1984’teki Diyarbakır zindanlarında yaşanan işkencelerden çok daha etkili bugün.



Tam olarak ne demek istiyorsunuz?


Bu çocuklar başlarına gelenlerden ötürü intikam almak ve çatışmak istiyorlar. Bu çocukların arkadaşları dağda ölüyor. Dağdaki arkadaşlarına öldürülmesi gereken bir terörist olarak bakılması, bu çocukları çok rahatsız ediyor. Batı’da insanlar dağdakilerin ölmesini, ‘bir terörist daha öldü’ diye algılıyor ama, dağdan gelen her genç cenazesi bölgede büyük travma yaratıyor. Her operasyon ve ölüm, bölgede şiddeti daha da tırmandırıyor. Dağdan bir çocuğun cenazesinin gelmesi, on çocuğun dağa gitmesi anlamına geliyor. 1990 kuşağı dediğimiz zorunlu göçün ürünü olan ve mutlaka bir yakınını dağda kaybeden, kendisine şiddetten başka hiçbir çözüm sunulmamış olan bu çocuklar çok öfkeliler. Bunlara söz geçirilemiyor. Bu gençler, KCK veya bir başka derin operasyon olsun her eyleme hemen hazırlar. Bu kuşağı bir süre sonra KCK da durduramaz.



Öcalan durduramaz mı?


Öcalan bu gençler üzerinde çok etkilidir. PKK’nin şehir sempatizanı olan bu gençler kendilerini tamamen Öcalan’la ifade ediyorlar ve ona “irademiz” diyorlar. “Öcalan irademizdir” diye iki milyon imza topladı bunlar. Ama bugünkü sessizliğe bakıp aldanmayalım. Son dönemde dağa çıkışlar arttı. Taş atan çocuklara verilen cezalar öfkeyi çok arttırdı.



Kürtlerin yekpare olmadığını anlattınız. Bu çok çeşitli Kürtlerin ortak noktaları ne?


Hepsinde Kürt kimliği hassasiyeti var. Hepsi de anadilde eğitim dahil, Kürtçenin kullanımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyor. Temel sorun dildir. Kürtler, Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kendilerini özgürce ifade edebilmek istiyorlar. Anayasa’daki Türk milleti tanımı, Türkiye’yi oluşturan bütün insanları kapsamıyor. Biz, Azerbaycan’dakine Türk dedik, Kuzey Irak’takine “bizden değil” dedik. Bölgedeki Kürdü böyle kaybettik. İnsanlara zorla İstiklal Marşı dinletemezsiniz. Dağlara “Ne mutluyum Türküm diyene” yazarak yol alamazsınız. İnsanların bu ülkeye aidiyet duygularını geliştireceksiniz. Onlara, buranın eşit vatandaşı olduklarını, İstiklal Marşı’nın kendi marşı olduğunu hissettireceksiniz. Ortak değerlerin içine Kürt unsurlarını koyacaksınız. Mesela Başbakan Kürt sanatçılarından söz ettiğinde insanlar çok mutlu oluyor.



PKK’nın talebi ne?


İlk zamanlarında ayrılıktan bahseden PKK şimdi kendini tamamen Öcalan’ın muhataplığı ve salıverilmesine endeksledi. Kürtlerin talepleri sadece Öcalan’ın salıverilmesi değildir. Bu, belli bir kesimin talebi olabilir ama tamamının talebi değildir. Şu anda PKK, sanki Kürtlerin tamamı aynı sesi veriyor gibi bir hava yaratıyor bölgede. Öcalan’la görüşülebilir ve çözüme katkıda bulunması sağlanabilir ama... Öcalan’la görüşmeyi tek çözüm yolu olarak öne çıkarmak, ülkeyi doğru bir yola götürmez.



Hükümetin Kürt açılımı çok başarılı yürümüyor. Hükümet nerede hata yapıyor?


Hükümet sorunu Kürtsüz çözmeye çalışıyor. Sorunun çözümünde ne kendi Kürtlerini kullanıyor ne de BDP’yi. Bırakın BDP’lileri, Başbakan çözüm için kendi Kürt milletvekillerini bile muhatap almıyor.



Parlamentonun ve hükümetin alacağı ne tür kararlar Kürt sorununu çözüme yaklaştırabilir?


Anayasayı değiştirmek, vatandaşlık tanımından Türklük tanımını çıkarmak ve dille ilgili bütün yasakları kaldırmak şart. Açılıma dağdan indirmeyle başlayamazsınız. Diyelim ki bugün dağdan indiler ve ovaya geldiler. Ovada her şey yolunda mı gidiyor? Bu insanların tekrar dağa çıkmalarını engelleyecek ne var bu ülkede? Bunlar gene dağa çıkacaklardır. Çıkmış olanları indirmek bir tarafa, bugün dağa çıkmak isteyen yeni gençler var bu ülkede.



Çok öfkeli Kürt gençliğinin öfkesi nasıl yatışır?


Bunların talepleri nedir? Öcalan’ın serbest bırakılması. Öcalan’ı serbest bırakalım ve öfkeleri yatışsın diyelim. Ama gerçek durum böyle değil. Bizde devlet, ilköğretimde okuyan 170 bin çocuğun ailesine şartlı nakil transferi adı altında ayda belli bir para veriyor. İlköğretimde okuyan kız çocuğa ayda 35, erkek çocuğa 20 lira veriyor. Bölgede çok sayıda aile, sadece çocuklarının okul parasıyla geçiniyor.



Ayda 20 lirayla mı?


Yirmi, otuz lirayla. Bazısı, üç çocuğunu ilkokula gönderiyor ve karşılığında 90 lira alıyor. Tek geliri bu okul parası olan çok sayıda aile var. Bu parayı okuyan çocuğa harcamıyor, o parayla eve erzak alıyor. Postaneye gidin kendiniz gözünüzle görün. Kadınlar, çocuk parasını almak için saatlerce sırada bekliyorlar, kuyruklar oluşturuyorlar. Alacağı para 60-70 lira. Bu parayla bir ay boyunca bir aile geçiniyor. Diyarbakır’da bu ailelerin oturduğu beş tane gecekondu yerleşim alanı var. Bir, iki odalı yerlerde 10-12 kişi yaşıyor. Açlık sınırında bir yaşam sürdürüyor bunlar.



Böyle kaç bin kişiden söz ediyorsunuz açlık sınırında yaşayan?


Diyarbakır’ın nüfusu bir milyon 600 bin civarında. Bunun yüzde 25-30’u açlık sınırının altındadır. Günlük gelirleri bir doların altındadır. Bu aileler ilköğretimden sonra nasıl çocuklarını okutsun? Okutamıyorlar tabii ki...



Öcalan serbest bırakılsa bunların öfkeleri yatışmaz mı?


Yatışmaz. Yoksulluk bitmedikçe bu kızgınlık bitmez. 90 kuşağı olan bu gençler kendilerini bu ülkeye ait hissetmiyorlar. Sen bu insanları köylerinden, üretici durumundan alıp getirmişsin ve şehirde hiçbir şey tüketemeyen bir duruma sokmuşsun. Bunların geçimlerini sağlayacak bir yapı oluşturmak şart. Dünyada sosyal güvenlik sistemlerinde bu uygulamalar var. Her eve hiç olmazsa asgari ücretin yarısı kadar bir para olan 300 liranın her ay verilmesi gerekiyor. Bu kesimdeki öfkenin yatışması için bu tabloya müdahale etmeniz gerekiyor. Düşünün... Diyarbakır’da ne devletin ne de özel sektörün toplam bin kişi çalıştıran tek bir kuruluşu var. Bugün Diyarbakır’da yeşil kartlı sayısı kaç biliyor musunuz? 630 bin.



Nüfusun neredeyse yarısı yeşil kartlı mı?


Evet. Bu, hiçbir sosyal güvencesi yok demek. Adına hiçbir tapu, gayrımenkul ve sigortanın olmaması demek. Altı-yedi kişilik ailesinin aylık gelirinin 225 liranın altında olması demek. Yani kişi başı ayda 30 liranın düşmesi demek. Yani günlük gelirinin bir doların altında olması demek. Böyle 630 bin civarında nüfus var burada. Bunlar, 2005 yılına dek ilaçlarını ya birilerinin karnesi üzerinden alıyorlardı ya da hiç alamıyorlardı. Ancak 2005’ten sonra ilaçlarını alabildiler. Ben eczacıyım, o günlerde adamın biri eczaneye geldi. Bana iki reçete gösterdi. “Eczacı Bey, ikisi aynı mıdır?” dedi. Baktım... Biri 2004’ün ikinci ayına ait. Diğeri 2005’e ait. Aradan bir yıl geçmiş. Baktım verilen ilaç aynı. Adama, “Evet reçeteler aynı. Niye sordun” dedim. “O zaman çocuk hastaydı. İlacını alamadım. Şimdi bu hak çıktı. İlacını almaya şimdi geldim” dedi. Bu adam hasta çocuğunun ilacını almak için bir yıl beklemiş.



İnsanın bu şehirde ruh sağlığını koruması çok zor olmalı, değil mi?


Ben, elimde alışveriş poşeti taşımaktan utanıyorum. Çocuğu bir yıl ilaç bekleyen biri bu devlete aidiyet duygusuyla nasıl bağlı olabilir ki? Böyle bir toplum var burada. Bugün Öcalan’ı istedikleri kadar öncelikleri olarak koysunlar. Yarın Öcalan’ı serbest bırakın. Üç ay sonra yine çatışmalı ortam ortaya çıkacaktır. Yoksulluğu çözmediğiniz sürece bu kızgınlık, bu öfke dinmez bitmez burada.



Peki, Apo barışı nasıl etkiler?


Örgütün dağdan inmesini sağlar ama bu, Kürt sorununu çözmez, bölgedeki yoksulluğu bitirmez. Bölgede demokrasiyi ve ekonomiyi at başı ilerletmeniz lazım. Çünkü hangi demokratik adımı atarsanız atın, ekonomik refah getirmeyen hiçbir adım bu toplumda huzur yaratamaz. Öcalan’a gelince...



O ne yapabilir?


Bugüne dek onu hiç muhatap almadık ama Öcalan her dönemde haber gönderip bölgede çatışmalar yarattı, eylemler yaptırdı. Bugün de diyor ki, “Ben haber göndereyim, barışı sağlayayım”. Bugüne kadar çatışmaları yaratan haberleri göndermesine engel olmamışsınız. Şimdi bırakın... Barışı sağlamasına da engel olmayın. Bunun yöntemini yaratın. Öcalan dolaylı olarak muhatap alınabilir. Türkiye büyük ülke diyoruz. Büyük ülkeler sorunlarını çözen ülkelerdir. Sorunlarını büyüten ülkeler değildir. Kürtler savaşın bitmesini kesinlikle istiyor.



Kürtlerin en büyük endişesi ne?


Demokratikleşme adımlarının durması. Her olayımız Bursaspor maçı gibi olursa, biz bu ülkede yaşayamayız. Ayrılmayı savunur hale geliriz. Bursa’daki gibi ilişkimiz olacağına ayrılalım, hiç olmazsa öyle huzur içinde yaşarız diye düşünürüz. Barış iklimini oluşturmak için, bölgede yaşananların Türk toplumuna anlatılması gerekiyor. Bölgede yaşananlar Türklerin başına gelseydi ne hissederlerdi, bunu Türkler eğer bir gece düşünseler, Kürt sorununun çözümünde çok önemli bir adım atılmış olur! Ben eczacıyım. Hiçbir siyasi çizgiyle bağım yok. Ben dört defa gözaltına alındım. İşkenceye uğradım. Nasıl olduğunu anlatsam gülersiniz.



İşkenceye nasıl gülebilirim?


1990 başlarında Dicle’de eczacılık yapıyordum. Bir polis, kendisine ilaç vermedim diye beni kafasına taktı. Polis bir şey istedi, siz hayır dediniz. Sizi alıp Diyarbakır’a götürüyordu ve orada işkence yapılıyordu. Bazen Dicle’nin bütün esnafını toplayıp Diyarbakır’a götürüyorlardı. “Bunlar örgüte para veriyorlar” diye suçluyorlar. Ortada ne belge var, ne de bir işaret. Öyle keyfî muameleler yapıldı ki bu ülkede. Türklerin bunları bilmeleri gerekiyor!