21 Ağustos 2010 Cumartesi

Solcu musun, Kemalist mi? / Mehmet ALTAN

Solcu musun, Kemalist mi? / Mehmet ALTAN




Bugün 17 Ağustos depreminin on birinci yıldönümü... Ben Ankara rejiminin kara yüzünü bir kez de o felaket sırasında gördüm... “Siyasetçi-bürokrat-müteahhit” üçgeninin avantacılığı o kadar ölüme rağmen kapatılıverdi...

Herkes olup biteni kabullendi, ölenler öldüğü ile kaldı... Bugün o şiddette bir depremin sonucu da 17 Ağustos’tan farklı olmaz...

***

Gündemdeki diğer başlıklar içinde tabii ki PKK’nın eylemsizlik ve çatışmasız alanlara çekilme kararı var...

Taraf Gazetesi’nde bu karar alınmasın diye hükümete karşı çırpınanların hikâyesini de okudum.

Umarım daha ileri bir barış sürecinin önünü bu kez kesemezler...

***

Notlarım içinde üzerinde durulması gereken bir başka konu, kimsenin üzerinde fazla durmadığı ama çok önemli olan ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki Hilary Clinton başkanlığındaki toplantı...

Ve hemen ardından dünkü Financial Times’daki haber var.

Belli ki dengeler sarsıldı ve bugünkü mevcut anlayışla da toparlanmasında zorluk var.

***

İnsanı gittikçe siyasetten soğutan ilkel tartışmaları bir yana koyarsak, dünün en önemli sosyal haberi işsizlik oranlarındaki iyimser gelişme oldu.

Türkiye İstatistik Kurumu işsizlikteki düşüşün Mayıs ayında da sürdüğünü açıkladı. Geçen yılın Mayıs ayında yüzde 13,6 olan işsizlik bu yılın aynı döneminde yüzde 11’e geriledi.

Türkiye genelinde işsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 536 bin kişi azalarak 2 milyon 846 bin kişiye düştü. Kentsel yerlerde işsizlik oranı 3,1 puanlık azalışla yüzde 13,4, kırsal yerlerde ise 1,4 puanlık azalışla yüzde 6,4 oldu.

Bu olumlu gelişme, birkaç zaman evvel açıklanan ama nedense “siyasi kavga” yapanların aldırmadığı bir başka temel göstergeyi, Türkiye’deki gelir dağılımı araştırmasını anımsattı...

***

İstatistik Kurumu’nun son araştırmasına göre Türkiye’de gelir dağılımında değişim gözlenmedi.

En yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkı, 2008’de, bir önceki yılda olduğu gibi 8,1 katta kaldı.

“Eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelirleri”ne göre oluşturulan yüzde 20’lik gruplarda, en yüksek gelire sahip son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,7, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 5,8 oldu.

Bu araştırmaya göre nüfusun yüzde 16,7’si yoksulluk riski altında.

***

Türkiye’de ortalama yıllık hanehalkı kullanılabilir geliri 2008’de 19 bin 328 TL, ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelir ise 8 bin 372 TL olarak belirlendi.

İstanbul bölgesi, 11 bin 881 TL ile ortalama yıllık eşdeğer hanehalkı kullanılabilir geliri en yüksek bölge oldu. Bunu, 9 bin 852 TL’lik ortalama gelir ile Doğu Marmara Bölgesi izledi. En düşük ortalamaya sahip bölge ise 4 bin 193 TL ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi oldu.

***

Türkiye’de köhnemiş rejimi savunan ve “kışlacılık” yapan Kemalistler kendilerini “solcu” diye yutturuyor...

Bunların ne “sosyal sorunlarla”, ne de “halktan nefret eden tek parti zihniyetiyle” dertleri var, zaten mevcut yapı değişmesin diye yırtınıyorlar.

Tek meseleleri var: AK Parti gitsin de, nasıl giderse gitsin...

***

Vahim olan şey bu zevatın kendini “solcu” sanması ya da öyle yutturması...

Çünkü sol, sosyal sorunlara ve anti demokratik rejimlere hassasiyetle yaklaşır... Mevcut köhne ve çarpık yapıya karşı çıkmadan ve “değişimi” rejim temelinde esas hedef yapmadan solculuk olmaz...

Böyle bir anlayış da “siyasetin sığ sularına değil, temel değişime” endekslenir...

Mesele AK Parti üzerinden değil, sosyal ve siyasal çarpıklıkları giderme arzusu üzerinden tartışılır...

Altını kalın kalın çizmekte fayda var...

Sözde gazeteler, sözde gazeteciler / Eser KARAKAŞ

Sözde gazeteler, sözde gazeteciler / Eser KARAKAŞ




Geçenlerde bir gün, Türkiye’nin önemli gazetelerinden birinin eski genel yayın yönetmeni Türkiye’nin daha özgür, daha zengin bir ülke olabilmesi için senelerdir uğraş veren, bu uğraş süreci içinde de yine aynı gazetenin eski bir yazarı tarafından “liboş” gibi çok üst düzey, çok nitelikli, gazetenin genel nitelik çizgisiyle uyumlu nitelendirmelere muatab kılınan bir kesimden “sözde liberaller” diye bahsediyordu.

Bir-iki satır aşağıda da hızını alamayan aynı eski genel yayın yönetmeni, yeni köşe yazarı yine aynı kesimden “faşist” olarak bahsediyordu.

Bu tür çok nitelikli, çok içerikli, derin sosyolojik analizler içeren nitelemelere, mesela aynı gazetenin eski bir yazarının “liboş” nitelemesine yanıt üretmek özünde bir tenezzül meselesi.

Tenezzül etmemekte yine ve hala yarar görüyorum ama bir saptamayı da yapmaktan kendimi alamıyorum.

Türkiye’de yaygın çıkar ilişkileri ağının en “düşman” olduğu dünya görüşü hiç kuşkusuz liberalizmdir.

Bu çıkar ağına bir biçimde takılmış olanlar için komünizm, siyasi islam, devletçilik, hatta ayırılıkçılık, vs. gibi görüşler liberalizme oranla hep ikinci derece konulardır zira yaygın ve yerleşik çıkar ilişkilerine darbe vurmaya aday en güçlü entegre görüş liberal görüştür.

Bendeniz bu “sözde liberal”, “liboş” gibi çok değerli, çok derinlikli ifadeleri bu açıdan değerlendirmeye yatkın bir kişiyim.

Ancak, birilerinden “sözde liberal” gibi çok nitelikli, çok üst düzey ifadelerle bahsedebilen bir gazeteci, bir gazete acaba son günlerde nasıl bir mesleki sınav veriyor?

Bugün Gazetesi geçtiğimiz günlerde olağanüstü bir habercilik yaptı ve iki yüksek rütbeli subayın bir PKK grubunu imha edilmekten nasıl kurtarmak istediğini sayfalarına taşıdı.

Haberin mahrecinin Milli İstihbarat Teşkilatı olması da meseleyi daha ilginç kılıyor; mahreç derken kastım, iki subay arasında geçen konuşmanın MİT’in dinlemesine takılmış olması.

Bugün’ün bu çok önemli haberini Taraf gazetesi de, her ciddi gazetenin yapması gerektiği gibi, görüyor ve konuyu biraz daha araştırıyor.

PKK grubunun iki TSK subayı tarafından (adları, rütbeleri vs. her şey veriliyor) kurtarılmaya çalışıldığı tarih en azından olayın kendisi kadar ilginç zira bu çok “ulusalcı-ergenekoncu” telefon konuşmasından yaklaşık on gün sonra o karanlık Dağlıca baskını gerçekleşiyor.

Dağlıca baskınında çok sayıda şehit veriyoruz, baskın sırasında, öncesi ve hemen sonrasında çok ilginç gelişmeler yaşanıyor, Genelkurmay sonuçlarını, başka soruşturmalar gibi, hala öğrenemediğimiz bir soruşturma açıyor.

O tarihlerde aklı başında herkes bu Dağlıca meselesinden pis kokular geldiğini de söylüyor ama olayın nedense arkası pek gelemiyor.

Bugün Gazetesi’nin bu çok önemli haberi sonrasında da Genelkurmay’dan şu ana kadar “çıt” yok.

Milli Savunma Bakanı ise, kanımca, “özrü kabahatinden büyük” bir açıklama ile yetiniyor.

Devlet ricalinin olaya yaklaşımı önemli ama basının bir kesiminin yaklaşımı kanımca devlet ricalinin yaklaşımından da ilginç.

Ancak, kendi tabirleriyle, “sözde gazete, sözde gazeteci” olarak nitelendirilebilecek bir kesim bu çok önemli olayı kaç gündür ısrarla görmezden geliyor.

Aynı sözde gazete, sözde gazeteci Hrant Dink öldürüldüğünde de “meseleyi abartmayın, bu olay gençlerin kurduğu bir çetenin işidir” diyebilecek kadar misyoner olduğunu göstermiş idi.

Dağlıca skandalı belki daha da büyük bir lokma ve bu nedenden de kendilerini anlayışla karşılamak şart.

DİSK, Kemal Türkler ve referandum / Eser KARAKAŞ

DİSK, Kemal Türkler ve referandum / Eser KARAKAŞ




İlginç konular yan yana geldi.

12 Eylül’de anayasa değişikliği referandumu var.

DİSK kurumsal olarak, üyeleri nasıl oy kullanır bilinemez, referandumda hayır oyu yönünde tavır alıyor.

Ve DİSK’in 12 Eylül 1980 öncesi Genel Başkanı Kemal Türkler’in katil zanlısı Ünal Osmanağaoğlu cinayetten otuz sene sonra yargının elinden zaman aşımı nedeniyle yakayı kurtarıyor.

Rahmetli Kemal Türkler’in kızının “Babam gözümün önünde öldürüldü, on sekiz yaşında idim, katil Ünal Osmanağaoğlu’dur, gördüm” beyanını da bir kenara yazalım.

Meseleleri belirli bir mantık çizgisinde ele almaya çalışalım.

DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler 12 Eylül 1980 faşist darbesinden hemen önce öldürülmüştür.

12 Eylül öncesi cinayetlerin çok büyük bölümü devlet cinayetleridir.

Çok büyük bir ihtimalle Kemal Türkler cinayeti de bir devlet cinayetidir.

Bu cinayet devlet cinayeti olmasa idi otuz sene sonra zaman aşımının devreye girmesi çok zor olur idi.

Aynen 16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi önünde gerçekleşen katliamın sanıklarının da zaman aşımı nedeniyle yakayı kurtarmaları gibi.

16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamının sorumluları nasıl zaman aşımından yakayı kurtardılar ise şimdi de Kemal Türkler davasının sanığı yine zaman aşımından yakayı kurtarmaktadır.

Bir dava yargıda otuz senede sonuçlanamaz ise bu normal bir durum değildir; daha doğrusu devletin koruması olmadan bu mümkün değildir.

Kemal Türkler’in katil zanlısı da yargıda yaşanan çok ilginç paslaşmalar, ihmaller (!) sonrası zaman aşımı nedeniyle yakayı kurtarmaktadır.

İlginç tüm “zaman aşımı nedeniyle kapatılan dosyaların” arkasında yargının karanlık koridorları vardır.

Yargının da en üst idari organı nedir?

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’dur (HSYK)

12 Eylül referandumu HSYK’nın oluşumunu değiştirmekte midir?

Evet.

Samimiyetinden ve dürüstlüğünden hiç kuşku duymadığım DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi ise referandum sürecinde hayır propagandası yürütmektedir.

Aynı DİSK Başkanı Süleyman Çelebi iki gün önce de Kemal Türkler’in kızı ile birlikte cinayetin zaman aşımına uğramasını eleştirmiştir.

Sayın Süleyman Çelebi’nin, HSYK’nın yapısı ve bazı cinayetlerin, katliamların zaman aşımına uğraması arasındaki ilişkiyi görememesini gerçekten ilginç buluyorum.

Sayın Süleyman Çelebi’nin, HSYK’nın kimi üyelerinin Mustafa Duyar’ın öldürülmesi (Sabancı cinayeti) olayı ile ile mevcut ilginç bağlantılarını da duymamış olması düşünülemez.

Sayın Çelebi bu konuda bilgi sahibi değil ise ünlü gazeteci Sayın Can Dündar’a bir telefon açması yeterlidir.

Ve DİSK 12 Eylül referandumunda hayır oyu propagandası yapmaktadır.

Sayın Çelebi’nin selefi Sayın Rıdvan Budak da 28 Şubat kepazeliğinin baş destekçilerinden biri idi.

Yoksa yeni DİSK’in derin devletle ilişkisi bu kadar güçlü mü?

Olabilir, ama bu durumda da Kemal Türkler’in kemikleri doğrusu çok sızlar.

Sayın Koşaner’e bir yurttaştan samimi öneriler / Eser KARAKAŞ

Sayın Koşaner’e bir yurttaştan samimi öneriler / Eser KARAKAŞ




Dün ve daha önce Sayın Koşaner’in Genelkurmay Başkanlığı’na geliş yöntemini eleştiren yazılar yayınladım.

Sayın Koşaner’in elijibilitesi düzeyinde başka orgeneral ve oramiraller arasından Bakanlar Kurulu’nun siyasi tercihini kullanarak bir ismi Cumhurbaşkanı’na sunmasının mevcut anayasal düzen içinde daha doğru olduğunu düşünüyorum (denizciler ve havacıların neden Genelkurmay Başkanı olamadıklarını anlamakta zorlanıyorum).

AB üyesi bir Türkiye’de ise Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı tarafından tayin edilmeli.

Bunlar daha soyut konular; bugünkü durum ise 30 Ağustos’da Sayın Koşaner’in görevi devralacağını gösteriyor.

Kendisine bu çok zor görevde bir yurttaş olarak başarılar diliyorum.

Ve bir yurttaş olarak da kendisine bir-iki naçiz öneride bulunmak istiyorum.

Sayın Koşaner, lütfen, göreviniz süresince TSK’yı her anlamda siyasi ilişkilerin ve hedeflerin dışında tutunuz.

Bugün gelinen noktanın en çok TSK’ya ve dolaylı olarak Türkiye’ye, ülkenin dış güvenliğine zarar verdiğini lütfen iyi analiz ediniz.

TSK mensuplarının uzun vadede siyaset dışı, bir hukuk devleti ordusunun mensupları olabilmeleri için askeri liselerden başlayarak harp okullarında ve harp akademilerinde müfredatı, eğitim metodolojisini mutlaka dış denetime açınız.

Bu doğrultuda harp okullarına, toplumun daha üst gelir ve prestij gruplarından TSK’ya öğrenci almaya çalışınız.

Genç subayların gelecek vizyonları devlet başkanlığı, cumhurbaşkanlığı değil, mesela ingiliz komutanların Falkland savaşındaki mesleki performanslarına sahip olmak olsun.

30 Ağustos gibi törensel tarihlerde yapacağınız konuşmaları lütfen askeri konularla sınırlamaya büyük özen gösteriniz, topluma siyasi mesajlar vermekten MUTLAKA kaçının, bu zorunluluğu kuvvet komutanlarınıza da iletin.

Kötü bir örnek istiyorsanız, 2006 senesinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahanoğlu’nun Deniz Harp Okulu geleneksel meç kuşanma töreninde yaptığı konuşmayı istetiniz, okuyunuz ve bir daha bu tür skandallara TSK içinde olanak vermeyiniz.

TSK mensuplarına ve özellikle genç öğrenci ve teğmenlere TSK’nın asli ve hatta yegane kutsal misyonunun ülkenin dış güvenliğinin üretilmesi olduğu gerçeğini her fırsatta aşılayınız.

Anayasada ve yasalarda çağdaş bir hukuk devletine yakışmayan sivil-asker ilişkilerini yansıtan düzenlemelerin temizlenmesi doğrultusunda sivil yönetimle uyumlu bir çizgi izleyiniz.

Lütfen, 2008 senesinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geldiğiniz zaman yaptığınız türden konuşmaları, mesela post modernizmin ülke güvenliğine zarar verebileceği temalı konuşmaları tekrarlamayınız; Türkiye’nin bir felsefi yaklaşımı hedef alan bir komutan görme konusunda çok istekli olmadığını iyi görünüz.

Ve ordunun militer etkinliğini yükseltiniz.

Bunu yaparken de toplumla bu konuları, önlemleri paylaşınız, farklı görüşlere açık olunuz.

Tüm bunları yapabilir iseniz, göreceksiniz, görevi bırakır iken, çok daha çağdaş, çok daha etkin, çok daha hukuk devleti ordularına uygun bir TSK devredeceksiniz.

Ve işte o zaman göğsünüzü gere gere “Ne mutlu bana” diyebilirsiniz.

Hürriyet, Dörtyol ve yandaş basın / Eser KARAKAŞ

Hürriyet, Dörtyol ve yandaş basın / Eser KARAKAŞ




Kabahat muhtemelen bende zira hala Hürriyet gazetesini ciddiye alıyor ve okuyorum.

Neden “kabahat hala bende” dediğimin somut bir örneğini vermeye çalışacağım.

Dörtyol olaylarının detaylarını okurlarımız biliyor, bu nedenden bir kez daha anlatmıyorum.

Dört polisin şehit edilmesinde kullanılan arabası gasbedilen MHP Belediye Meclis üyesi Bestami Kılınç olaydan sonra uzun bir açıklama yapıyor, tüm açıklamaları videoyo çekiliyor ve bu açıklamalar 31 Temmuz günü gazetelerin manşetlerine yansıyor.

Hürriyet gazetesinin 31 Temmuz günkü manşetinde de Bestami Kılınç’ın bir sözü var: “Keşke ben de ölseydim”.

Allah gecinden versin zira Bestami Bey’in konuşmasına bu ülkenin çok ihtiyacı var.

Bestami Bey, videolara da yansıyan konuşmasında, dağa doğru çıkarken önce Jitem görevlilerini gördüğünü, bir-iki laf ettiklerini, sonra yola devam ederken PKK elemanları tarafından arabasının gasbedildiğini söylüyor.

Bu ifadeler videoda var.

Ancak, Hürriyet gazetesi nedense bu hikayenin Jitem ayağını görmezden geliyor, 31 Temmuz günkü nüshada bu bölüm hiç yer almıyor.

Gazetenin manşete çektiği konu Bestami Bey’in olaydan duyduğu üzüntü nedeniyle ölmek istediği.

Daha sonra olayar başka bir görünüm alıyor, MHP’li Bestami Bey’in Jitem’le çok iç içe biri olduğu anlaşılıyor; Bestami Bey bir tür Erhan Tuncel (Hrant Dink cinayeti).

Hürriyet gazetesi meselenin en can alıcı noktası olan Bestami Bey-Jitem buluşması ya da karşılaşmasına 31 Temmuz günü neden değinmiyor?

Bu buluşmayı Hürriyet gazetesi yönetimi önemli görmedi ise ortada çok ciddi bir gazatecilik hatası var demektir ama bendeniz

bu ihtimali çok ciddiye almıyorum zira bu hatayı gazetecilik bölümleri birinci sınıf öğrencileri bile yapmaz.

İkinci ihtimal ise bu konuyu, dört polisin şehit edilmesinden hemen önce Bestami Bey-Jitem buluşmasını Hürriyet’in bırakın ön plana çıkarmak, gözlerden saklamak istemesi.

Açıkçası bu ihtimal bana çok daha güçlü görünüyor ama bu ihtimalin güçlü olması da başlı başına bir skandal.

Oysa aynı gün, Taraf gazetesinin başlığı “Dörtyol’da Jitem parmağı” olarak atılmış.

Star gazetesinin manşeti de “Baskın öncesi tuhaf bir buluşma” şeklinde.

Star ve Taraf gazetelerinin olanakları, kadroları, tecrübeleri, haber ağları Hürriyet gazetesinin olanakları yanında çok cılız kalır.

Üstelik Hürriyet gazetesi yazarları bu son iki gazete ve daha da başkaları için son zamanlarda yandaş basın nitelemesini hiç çekinmeden kullanabiliyorlar.

ANCAK, 31 Temmuz günkü gazetelerin ve özellikle bu üç gazetenin, Hürriyet, Star ve Taraf, manşetlerine baktığınızda ortada başka ama çok daha ciddi bir sorunun varlığı göze çarpıyor.

Star, Taraf ve başka gazeteler için, doğru ya da yanlış, yandaş basın nitelemesi yapılıyor; burada kullanılan yandaş kelimesi siyasi iktidarla yakınlık anlamında.

Peki Hürriyet gazetesinin 31 Temmuz günkü manşeti nasıl bir yandaşlığa işaret ediyor acaba?

Bu yandaşlık karanlık güçlerle, Jitem’le, insanların birbirini kesmesi için düzenlenen pis komplolarla, Çorum’la, Kahramanmaraş’la, Madımak’la, bir kayalık yüzünden yunan savaşı çıkarmak isteyenlerle mi yandaşlık acaba?

31 Temmuz günkü Hürriyet gazetesi manşeti doğrusu çok öğretici.

TSK bir anonim şirkettir / Eser KARAKAŞ

Ünlü sözdür, teşbihte (benzetme) hata olmaz.

Bu ifadeye birilerinin kızabileceğini tahmin ediyorum, açmaya çalışacağım ama TSK gerçekten bir anonim şirkettir (TSK AŞ).

TSK AŞ’nin bir Hissedarlar Genel Kurulu vardır; bu Genel Kurul’da hepimiz (seçmenler) bir bölü elli milyon değerinde hisseye (oy) sahibiz; TSK AŞ’nin son Genel Kurulu da 22 Temmuz 2007’de toplandı ve ve dört sene için genişletilmiş bir Yönetim Kurulu (TBMM) ile icracı Yönetim Kurulunu (hükümet) belirledi.

TSK AŞ’nin icracı Yönetim Kurulu Başkanı da Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Hissedarlar (seçmenler) Genel Kurulu bu sene içinde bir kez daha toplanacak, yeni genişletilmiş (TBMM) ve icracı (hükümet) yönetim kurullarını, yönetim kurulu başkanını belirleyecektir.

Anonim şirketlerde yönetim kurullarının esas görevi hissedarların (seçmenler) çıkarlarını kollamaktır; TSK AŞ’nin Yönetim Kurulu’nun görevi de hissedarların dış güvenlik ihtiyacının kaliteli bir biçimde üretilmesini denetlemektir.

TSK AŞ’nin bir de Genel Müdürü ya da son senelerin popüler tabiriyle bir CEO’su vardır, ismi de Orgeneral Sayın İlker Başbuğ’dur.

Her anonim şirkette olduğu gibi TSK AŞ’nin Genel Müdür ya da CEO’sunu (Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları) Yönetim Kurulu (hükümet) tayin eder.

İyi işleyen anonim şirketlerde Yönetim Kurulu şirketin muhasebe müdürlerinin, muhasebe müdür yardımcılarının (binbaşı, yarbay, albay) kim olacağına karışmaz, bu isimleri doğrudan Genel Müdür (Genelkurmay Başkanı) tesbit eder ve atamasını yapar.

TSK’nın sahibi seçmenlerdir (elli milyon), seçmenler TSK AŞ’yi yönetmek için bir Yönetim Kurulu ve Yönetim Kurulu Başkanı seçmişlerdir, bu isim de şimdilik Sayın Erdoğan’dır ve Yönetim Kurulu Başkanı’nın yönettiği Yönetim Kurulu da (siyasi otorite) TSK AŞ’nin profesyonel yöneticilerini belirlemede tek yetkili, meşru, yasal organdır.

Oysa, TSK AŞ’de tuhaf durumlar (teamüller) yaşanabilmekte, görevi bırakacak Genel Müdür (CEO) mutlaka kendisinden sonra görevi devralacak genel müdürü ve hatta daha sonraki genel müdürleri de belirleyerek gitmek istemekte, iş burada da kalmamakta, görevi bırakan genel müdür, Yönetim Kurulu’nun TSK AŞ’nin yöneticiliklerine kimin geleceğine karışmamasını istemekte, Yönetim Kurulunu bir noter olarak görmektedir.

Sayın Yönetim Kurulu Başkanı da (Başbakan Erdoğan) doğrusunu yapmakta, TSK AŞ’nin en üst düzey yöneticilerini seçmek, hissedarlar (seçmenler) adına bizim işimizdir demektedir.

TSK AŞ’nin Yönetim Kurulu Başkanı’nın (Erdoğan) asli işi elli milyon küçük hisse sahibinin çıkarlarını korumaktır; Genel Müdür (Başbuğ) ise yönetimde kendi kliğinin kalmasını istemektedir.

Her kurumda sön sözü hisse sahipleri söyler ve söylemelidirler.

Son YAŞ tartışmalarının özü de budur.

İki dünya / Eser KARAKAŞ

İki dünya / Eser KARAKAŞ




Pazartesi geceleri Mehtap TV’de Mehmet Altan, Şahin Alpay ve bendeniz Akıl Defteri isimli bir programda (21.00) haftanın iç ve dış gelişmelerini yorumluyoruz.

İzleyicileri bilemem ama bizlerin çok severek yaptığımız bu programda Şahin Alpay, sağolsun, haftanın gelişmelerinin çok güzel bir özetini yapıyor ve bizlere veriyor.

Geçtiğimiz Pazartesi gecesi (9 Ağustos) Şahin yoktu ve bu özeti bendeniz, gazetelere, internet sitelerine bakarak yaptım.

Maaşallah, gündem çok yoğun, konu sıkıntısı pek çekilmiyor.

Bu hafta kendi derlediğim konu başlıklarına program öncesi bir göz atarken bir konu çok dikkatimi çekti.

Karşımızda iki farklı dünya var.

Birinci dünyanın haberleri, manşetleriyle ikinci dünyanın haberleri, manşetleri çok farklı.

İkinci dünya, birazdan açacağım, birinci dünyada yaşananlardan bağımsız yolunu tutmuş, gidiyor.

Birinci dünya ise, değişim sancılarının bence çok belirgin olmasına rağmen, hala patinaj yapıyor.

Her iki dünyaya ilişkin örnekleri isterseniz Türkiye’den, isterseniz Türkiye dışından seçebilirsiniz, işin özü, analizin mantığı değişmiyor.

Bir bakalım, geçtiğimiz hafta Türkiye’de en çok neler konuşulmuş.

YAŞ kararları hiç kuşkusuz Türkiye’de geçtiğimiz haftanın temel konusu.

YAŞ dediğiniz asker bürokratların terfilerine, tayinlerine, emekliliklerine karar veren bir mekanizma; bu konunun 2010 Türkiye’sinde haftanın ana konusu olması gerçekten

çok düşündürücü.

YAŞ’tan sonra konuşulan konular ise Balyoz davası (bir askeri darbe planı), TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin değiştirilmesi, terör, verdiğimiz şehitler, Ramazan ayında muhtemel bir ateşkes, Dörtyol rezaleti, fali meçhul (!) cinayetler, Heron’ların ulaştırdığı bilgilere rağmen karakol saldırılarına müdahale edilememesi, düzeyi üzücü bir referandum tartışması, Hasan Iğsız Paşa’nın kaderi, Cumhurbaşkanı’nın eşininin elini sıkmayan protokol paşaları, referandumda partisinden farklı bir pozisyon alacağını açıkladı diye partisinden uzaklaştırılan milletvekilleri, vs.

Konular doğrusu çok iç açıcı değil.

Öte yandan, Google isimli şirketin piyasa değerinin 114 milyar dolara yükseldiği haberini alıyoruz.

Google nedir?

İnternet üzerinden bir arama motoru.

Ve piyasa değeri 114 milyar dolar, yani Türkiye milli gelirinin yaklaşık yüzde 18’i.

Başka bir ifadeyle beş adet Google’ın, yani beş adet arama motorunun değeri Türkiye’nin bir senede ürettiği tüm mal ve hizmetlerin piyasa değerine eşit.

Bu tuhaf eşitliğin üzerinde ciddi ciddi düşünmek zorunda herkes.

Acaba, bu konuları aşsak, sivil-asker ilişkilerini daha çağdaş hale getirsek, devletin idari yapılanmalarını tabu olarak görmesek milli gelirimiz on ya da yirmi Google etmeye başlar mı?

Bence bu soru haftanın sorusudur

Sayın Ekşi’nin ‘Her şey tartışılır mı’ yazısı / Eser KARAKAŞ

Sayın Ekşi’nin ‘Her şey tartışılır mı’ yazısı / Eser KARAKAŞ




Son ayların hiç kuşkusuz en tuhaf ve en komik yazısını 5 Ağustos günü Hürriyet Gazetesi’nde Sayın Oktay Ekşi, Türkiye’nin amiral gemisinin (!) başyazısı olarak kaleme aldı.

Sayın Oktay Ekşi’nin 5 Ağustos tarihli bu ilginç yazısının başlığı “Her şey tartışılır mı?” idi.

Aşağıda Sayın Ekşi’nin “Her şey tartışılır mı” başlıklı yazısından italik ve bold olarak bazı alıntılar yapıyorum.

“Hani “Her şeyi tartışalım, ne var bunda” diyenler var ya... Onlara da gidip “Ailenizin sorununu komşunuzla tartışıyor musunuz?” diye sorun.

Eğer “Evet, eşimle aramızdaki ihtilafı biz herkesle tartışırız. Nitekim mahalleli, demokratik bir anlayışla hangimizin haklı olduğunu söyler” diyebiliyorsa, bizim de Osman Baydemir’den Mesut Barzani’ye kadar herkese “Türkiye’de federatif bir yapı olmalı mı olmamalı mı?” sorusunu yöneltip yanıt istememiz doğru olur.”

Bu yazı için Sayın Ekşi’ye gerçekten çok müteşekkirim zira Sayın Ekşi bu yazısıyla bazı kesimlerin kavramları iyi bilmeme nedenli akıl karışıklığı meselesini çok net bir biçimde sergilemiş oluyor; kötü niyet konusunu, bilinçli çarpıtma ihtimallerini konu dışı kabul ediyorum zira Sayın Oktay Ekşi gibi tecrübeli, Hürriyet Gazetesi başyazarı bir gazeteciye bunları kondurmam, yakıştırmam.

Sayın Oktay Ekşi, anlaşılan, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir’in federal bir idari yapılanma tercihi çağrıştıran konuşmasını yersiz bulmuş, bu konuların toplumda tartışılmasını isteyen kesimlere sinirlenmiş ve “Her şey tartışılır mı?” başlıklı bu ilginç makalesini kaleme almış.

Sayın Ekşi’ye, yanılmıyor isem kendileri bir hukuk fakültesi mezunudurlar, yani haddim olmayarak, üyesi hatta kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyi (AİHM) çerçevesinde ifade özgürlüğü kriterlerini, mesela ünlü Handyside (1976) kararını hatırlatmak isterim; bu karar çağdaş bir ifade özgürlüğü hukuksal çerçevesini benimseyen ülkelerde tartışmanın sınırlarını çok net belirler, üstelik bu karar Anayasa’mızın 90. maddesi son paragrafına göre artık (2004) iç hukukumuzun da bağlayıcı bir unsurudur.

Anlaşılan yüksek yargıçlarımız gibi Sayın Ekşi de bu alanı görmezden geliyor.

ANCAK, Sayın Oktay Ekşi’nin 5 Ağustos tarihli yazısında ifade özgürlüğünün ne demek olduğunu anlamamış olmaktan da öte bir tuhaflık, hatta komiklik var.

Sayın Oktay Ekşi, federal bir idari tercihi yansıtan görüşlerin tartışılmasını normal bulmaz iken, aile içi tartışmaların da uluorta konuşulmaması gereğini örnek(!) olarak gösteriyor.

Bendenizin de bu aşamada pili bitiyor, tükeniyorum.

Görebildiğim kadarıyla Sayın Oktay Ekşi’nin toplumsal konuları analiz aletleri kutusunda “kamusal alan-özel alan” gibi bir ayraç bulunmuyor ve bu çok ilginç ve komik analiz hatası nedeniyle devletin idari yapılanmasına ilişkin, tanım gereği kamusal alana giren bir tartışma ile aile içi bir tartışmayı (özel alan) aynı kefeye koyabiliyor.

Sayın Ekşi’yi okuduğum zaman Ekşi ve benzerlerinin, mesela Anayasa Mahkemesi yargıçlarının türban meselesi konusuna yaklaşımlarındaki entelektüel sefaleti, kamusal alan-özel alan, hizmet üreten-tüketen ayırımını neden yapamadıklarını daha net görüyorum.

Görüldüğü gibi mesele ifade özgürlüğü konusunda çok düşük standartlara sahip olmaktan da vahim bir durum.

Sabah-akşam çağdaşlık, muasır medeniyet diye diye somut, gerçek bir çağdaşlık çerçevesinin (Handyside kararı, kamusal alan-özel alan ayırımı, vs.) dışına düşmek böyle bir şey olsa gerek.

Eğitimde sil baştan (tabula rasa) / Eser KARAKAŞ

Eğitimde sil baştan (tabula rasa) / Eser KARAKAŞ




Eğitim sektörünü, sorunlarını, çözüm yöntemlerini sıfırdan ele almanın zamanı geldi de geçiyor.

Niye böyle bir radikal cümle kurduğumu açmaya gayret edeceğim.

Eğitimin, okul öncesi döneminden, doktora aşamasına kadar bir amacı olmalı.

Ve bu amaç da çağın gereklerine uyumlu olmalı.

Bizler ise 1923 sonrası bir amaç fonksiyonu (hedef) tanımlamışız, bu amaç fonksiyonunun 1923’de bile yavaş yavaş kendi çağının gerisinde kalmaya başlamasına kafa yormadan mevcut sistemin (temel ideolojisi 1923) 2010’da bile sürmesini istiyoruz.

Ve çok nafile bir iş yapıyoruz.

Geçen hafta dünyanın en büyük şirketleri açıklandı.

Ve bu süreçte, 2010 Ağustos ayında, dünyanın piyasa değeri en büyük şirketinin Google olduğunu öğrendik.

Google’un tüm hisselerini ele geçirmek isterseniz 114 milyar dolar vermek zorundasınız.

Bu da, hisselerin değerinin artmayacağı varsayımıyla.

Google dediğimiz bir arama motoru, yaratıcıları iki öğrenci, yaklaşık sıfır sabit maliyetle kurulmuş bir şirket.

En büyük sermaye yaratıcılık, yeni bir şey düşünebilme becerisi.

Yani eski köye yeni adet getirmenin fazileti.

Türkiye ekonomisi ise, işler iyi giderse, 2010 senesinin sonunda bir trilyon TL’lik bir milli gelire ulaşacak.

Bu da, cari dolar kurundan (bir dolar eşittir 1.5 TL) yaklaşık 650 milyar dolarlık bir büyüklük demek.

Milli gelir demek bir ülkenin bir sene içinde ürettiği tüm mal ve hizmetlerin katma değerlerinin bütünü, toplamı.

Başka bir ifadeyle, kimse alınmasın, Türkiye’nin bir senede ürettiği tüm mal ve hizmetlerin katma değerlerinin toplamı ancak altı adet Google şirketi ediyor.

Türkiye’de eğitim sektörüne kafa yoranların cevap vermesi, cevabını araması gereken temel soru neden bizde gençlerin bir Google arama motoru yaratmayı akıl edememeleri.

Yukarıda belirtmiş idim, Google’un kuruluşu için gerekli sabit sermaye yatırımı adeta sıfır.

Yani konu bir parasal sermaye birikimi eksikliğine indirgenemeyecek bir konu.

Ama, Google yaratma meselesi özünde yine bir sermaye birikimi konusu ama beşeri sermaye birikimi konusu.

Bu beşeri sermaye birikimi meselesi de daha fazla bilgi asla demek değil.

Ama mutlaka özgürce düşünebilme becerisi birikim demek.

Ailede, sokakta, televizyonda ve esas okulda yaratıcılığı, farklılaşmayı, aykırı olmanın bir fazilet olduğu düşüncesini iğdiş eden sistemlerden Google yaratan gençlerin çıkması mümkün değil.

Google yaratabilecek çapta özgür düşünen gençlerin yetişmediği ülkeler ise 21. yüzyılı ıskalayacaklar, aksini düşünmek çok büyük saflık.

Daha somuta inmemi ister misiniz?

Her sabah çocukları “varlığım türk varlığına armağan olsun” diye bağırtan, liselerde Milli Güvenlik ve din derslerini, üniversitelerde de Devrim Tarihi derslerini zorunlu kılan bir sistemden Google yaratıcılığı çıkmaz, çıkamaz.

Mevcut öğretmen ve öğretim üyesi profilinden de.

Ya eğitimde tabula rasa (sil baştan) yapacağız, ya da 21. yüzyılı da kısır tartışmalarla geçireceğiz.

13 Eylül günü ne yazmalı? / Eser KARAKAŞ

13 Eylül günü ne yazmalı? / Eser KARAKAŞ




Referanduma yaklaşık bir ay kaldı. Bendeniz de şimdiden 13 Eylül günü köşe yazarları ne yazacaklar diye düşünmeye başladım.

Ben daha önce 12 Eylül referandumunda “evet” oyu kullanacağımı açıkladım.

Ancak, kendi tercihimden de bağımsız olarak, 12 Eylül anayasa referandumunda evet oylarının daha fazla çıkacağını düşünüyorum.

Bu düşüncem, tekrar ediyorum, kendi tercihimden bağımsız bir durum.

Kendimce kullandığım bir tür siyasi aritmetik, detaylarına girmiyorum, bana bu tür bir sonucun çıkmasının daha muhtemel olduğunu söylüyor.

Şayet, 12 Eylül günü hayırlar daha çok çıkarsa da, açık açık yanıldığımı söylerim.

Ve neden yanıldığım konusunda da uzun uzun düşünürüm, arkadaşlarımla konuşurum, bir sonuca varmaya gayret ederim.

Ancak, 13 Eylül Pazartesi günü asla yazmayacağım şeyler vardır.

Bunları yazmayı ayıp sayarım.

Mesela muhalefet halkı, seçmenleri kandırdı demem.

Seçmenleri kolayca kandırılabilecek bir kitle olarak görmek elli milyon seçmeni aptal yerine koymak demek olabilir ve çok ayıptır.

Ama, 12 Eylül referandumunda evetler daha yüksek çıkar, üstelik de arada ciddi bir fark olursa, acaba bugün meşru bir biçimde hayır propagandası yapanlar, hayırların büyük oranda evet oylarını geçeceğini öngörenler ne yazacaklar, doğrusu çok merak ediyorum.

Acaba yine “bu bidon kafalılar”, “bu karnını kaşıyan adamlar” edebiyatı devam edecek mi?

Siyasal iktidarın yine kömür, yiyecek dağıtarak oy satın aldığını mı yazacaklar?

Yoksa, potansiyel bir askeri darbeyi de meşrulaştırmak için, bu halkın çıkarlarını doğru yerde arayamadığını mı söyleyecekler?

Türk aydınlanması tamamlanmadan (?) demokrasinin anlamsız olduğunu mu yazacaklar?

Sonuçtan oylama yöntemini mi sorumlu tutacaklar?

Yoksa yine Atlantik ötesi güçlerin bilgisayarlara girerek sonuçları manipüle ettiklerini mi iddia edecekler (bakınız 22 Temmuz 2007 seçimleri)?

Ama aklıma daha iyimser ihtimaller de geliyor.

12 Eylül referandumunda hayır oyu kullanan, hayır propagandası yapanlar arasından, evetler kazanırsa, acaba birileri çıkıp, “biz ciddi bir siyasi analiz hatası yaptık, yapıyoruz” diyecek mi?

Böyle birileri çıkabilir ise, referandum sonrasında muhalefet iki cepheye ayrılır.

Birinci cephede yine “halkı kandırdılar”, “ bu halk zaten adam olmaz” diyenler olur.

İkinci cephede ise “nerede hata yaptık?” diyenler.

İkinci muhalefet cephesi referandum sonrası genel muhalefet çizgisine egemen olabilirse Türkiye ve AK Parti için çok hayırlı olur.

Siyasi yarış çok daha kaliteli ve zorlu hale gelir.

Birinci cephe yine muhalefete egemen olmayı sürdürür ise Başbakan Erdoğan’ın işi genel seçimlerde çok kolaylaşır.

22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi ve sonrası birileri çıkıp “2004-2007 büyümesi hormonlu büyümedir (!)” gibi inciler döktürmese, 28 Nisan sabahı “bu muhtıranın her satırına katılıyoruz” demese idi, Başbakan Erdoğan referandum sürecinde daha zorlanırdı diye düşünüyorum.

12 Eylül’de hayır çıkarsa ben açık açık siyaseten yanıldığımı söylerim.

Hayır çıkacağını iddia edenler, evet yüksek çıkarsa, ne derler, doğrusu bilemiyorum

Yargıtay ve Dışişleri’nin anayasa ihlalleri / Eser KARAKAŞ

Yargıtay ve Dışişleri’nin anayasa ihlalleri / Eser KARAKAŞ




Yargıtay ve Dışişleri Bakanlığı anayasa ihlallerini sürdürüyorlar.

Hrant Dink’in kalleşce katline giden süreci Yargıtay’ın anayasa ihlali niteliğindeki o hukuk dışı kararı başlattı.

Dışişleri de 15 Ağustos tarihli açıklamasında (!) “AİHM’e yönelik Hükümet görüşü salt hukuki ve teknik unsurlar temelinde hazırlanmıştır” diyerek Yargıtay’ın açık anayasa ihlalini tekrarlamakta, üstlenmektedir.

AK Parti iktidarının en başarılı reformu hiç kuşkusuz Anayasa’nın 90. maddesi son paragrafında 2004 senesinde yaptığı değişikliktir.

Şayet kafalar örümcekli değilse, bu anayasa değişikliği sonrası AİHM’in ünlü 1976 tarihli Handyside kararı TCK 301’in bir hukuk normu olarak üzerindedir.

AİHM’in Handyside kararı orada durur iken, TCK 301’i uygulamak açık anayasa ihlalidir, çok ilkel bir yorum tekniğidir.

Dışişleri bürokrasisinin kendi hükümetlerinin yaptığı (2004) Anayasa 90. madde değişikliğini görmezden gelmeleri de çok ilginçtir ve düşündürücüdür.

Anayasa 90. madde ve Handyside kararı ortada durur iken Yargıtay kararına gönderme yaparak “savunma salt hukuki ve teknik unsurlar temelinde hazırlanmıştır” diyebilmek şayet iptidai bir hukuk dışı ulusalcılık değilse Anayasa 90’ı ve kendi hükümetini ciddiye almamaktır.

Dışişleri bürokrasisi savunmasında ısrarlı ise zaten kamusal nitelik taşıyan savunma metnini Bakanlığın internet sitesine koysun, vatandaşla paylaşsın ve böylece Dışişleri’nin “Dink en değerli aydınlarımızdan biriydi” ifadesinin samimiyetini herkes görsün.

AİHM’e intikal etmiş Dink davası gibi bir davada zaten en doğru yol hiç savunma yapmamak olmalı idi; İstanbul Valiliği’nde bir Vali Yardımcısı ve iki MİT elemanı (isimleri biliniyor) tarafından açıkça uyarılan (!) Hrant için “koruma istemediği için kendisine koruma tahsis edilmemiştir” demek hem mantığa hem de, kimse kusura bakmasın, etiğe pek uygun düşmemektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin her aşamasında büyük vebal altında olduğu Hrant Dink cinayetinde savunma vermesi “özrün kabahati aşması” gibi bir durumu ortaya çıkarmaktadır; Türkiye Cumhuriyeti bu davada “ortada açık bir devlet zafiyeti var, bu durumda savunma vermiyoruz” diyebilse idi bendeniz Türkiye Cumhuriyet yurttaşı olmaktan daha fazla gurur duyuyor olacaktım.

Hrant Dink meselesinde benim aklım hep Anayasanın 90. maddesi ve Handyside (AİHM 1976) kararında; Hrant’ı 301’den mahkum eden Yargıtay hakimlerine naçiz önerim odalarına astıkları Atatürk resimlerinin yanına bir de büyük puntolarla 90. madde son paragraf ve Handyside kararının tercümesini assınlar, az bir ihtimal ama belki bir işe yarar.

Bir Yargıtay hakiminin ya da insan hakları konularıyla ilgili dairede çalışan bir Dışişleri bürokratının Anayasa 90’ı ve Handyside kararını bilmemesi olanaksız (bilmiyorlarsa ilk işleri istifadır); bunlara rağmen Yargıtay 301’den Hrant’ı mahkum edebiliyor, Dışişleri de savunmasında bu karara ısrarla gönderme yapıyorsa işin içinde hukuk ötesi başka şeyler var demektir.

Bu “başka iş” de tarafsız bir yargı için 12 Eylül’de kullanılacak evet’in en sağlam gerekçesini oluşturmaktadır.

İkinci Yeni’nin doğumu, ölümü - Mehmet ALTAN

İkinci Yeni’nin doğumu, ölümü - Mehmet ALTAN




“‘Nereden çıktı bu gemi... Denizin değil, hüznün üstünde...’ Edip Cansever öleli on bir yıl olmuş... Dün ölüm yıldönümüydü. Hüzün denizlerinde gemisiz dolaşmak isteyen mısraları da...

... dostları gazetelere verdikleri ilanlarda kullanmışlardı.

Altında bir de minik bir ibare:

‘Edip Cansever’i onbirinci ölüm yıldönümünde sevgiyle, özlemle anıyoruz.’

Bir şairimizin ölüm yıldönümü nedeniyle de olsa, gazetelerde kırpık şiirlere rastlamak, Metin Göktepe’yi döve döve öldürenleri bir buçuk yıldır yargı önüne çıkarmayan, Susurluk’u kapatan, siyasal tepişmeleri mide bulandırıcı bir şarlatanlığa çeviren bir bataklıkta taze bir soluk aldırıyor insana.

Üstelik bir iki gazetede ‘Geçmişte Bugün’ ya da ‘İz Bırakanlar’ gibi köşelerde de Edip Cansever’e yer vermişlerdi.

Şairleri anımsamak, çoktandır unuttuğumuz bir şeydi...

***

‘Geçmişte Bugün’ Edip Cansever’i şöyle tanıtıyordu:

‘Şair Edip Cansever öldü. ‘Yerçekimli Karanfil’, ‘Kirli Ağustos’, ‘Şairin Seyir Defteri’ gibi eserleri var (Doğumu: İstanbul, 8 Ağustos 1928.)’

‘İz Bırakanlar’ köşesini hazırlayan Metin Ateş ise daha cömertti. Bölümü olduğu gibi Edip Cansever’e ayırmıştı.

Tek başıma ‘sabah ayinini’ andıran, kısa bir ‘anma töreni’ düzenledim Edip Cansever’e...

***

Baba mesleği olan antikacılıkla hayatını kazanması, ilk şiirini yayınladığı onaltı yaşından beri şiire ihanet etmemesi, Bodrum’da tatil yaparken geçirdiği beyin kanaması sonucu İstanbul’da ölmesi...

Gazetelerin biraz ‘cimrice’ davrandıkları şaire sayfalarını cömertçe açan ansiklopediler onun ‘şiir serüvenini’ şöyle anlatıyordu:

‘İkinci Yeni Akımı’nın özgün örneklerini verdi.

... Şiirinde zamanla sevinç yerini bunaltıya, toplumsal dengesizlikleri eleştirme kaygısı bireyin ‘yakıcı umutsuzluğuna’ bıraktı.

‘Dize işlevini bitirdi’ diyerek şiirinin yeni konumuna ve dokusuna elverişli biçimler aramaya başladı, şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar kullandı. Kişinin kendisiyle konuşmasını temel aldı.

... Yaşam ve dünya onun için boğucu hale gelmişti. Haksızlıklar, sahtelikler, budalalıklar kişinin yakasını bırakmamaktaydı.

Ona göre şiir yazmak böyle bir dünyaya müdahale, bir çıkış yoluydu.’

Türkiye, kendisi farkına varmasa da, aslında genç insanların ülkesi.

Duyguların yıpranmadığı ama arzulanan ölçüde de ifade edilemediği bir dönemdir, gençlik dönemi...

Sıkışıklık ‘şairlerden ödünç alınan dizelerle’ atlatılır. Şiirler ‘yazanların değil kullananların’ olur...

Aşka şiir eşlik eder...

Galiba ‘ederdi’ demek daha doğru...

***

Neden?

Çünkü Edip Cansever’i anarken ‘İkinci Yeni’ şiirinin öncülerinden olduğu söylenir...

Şimdi ‘İkinci Yeni Şiiri’nin tadını çıkaracak, bunun keyfini yudumlayacak bir ortam görebiliyor musunuz?

İkinci Yeni ‘dilin alışılmış kalıplarını yıkmak, söz dizinini zorlamak, değiştirmek ya da bozmak’ peşindeydi...

İkinci Yeni ‘şiiri her şeyi anlatabilme sanatı’ olarak görür bunun ‘dilde iç ses olarak nasıl yansıyacağını’ araştırırdı.

İkinci Yeni ‘hayal gücüne, duyguya, soyut ses uyarlamalarına’ dönüktü, ‘öykü öğesini’ dışlardı.

İkinci Yeni ‘bireyin toplumdaki yalnızlığını, sıkıntılarını, çevreye uyumsuzluklarını’ kendisine rehber seçmişti.

İkinci Yeni ‘siyasal, sınıfsal, ideolojik kimliği’ yanında, insanı daha çok ‘insani özelliklerini’ öne çıkararak şiirine dâhil ederdi.

***

Edip Cansever, 1947 yılında yayınladığı ilk şiir kitabı ‘İkindi Üstü’nde, ‘varlıklı ve her şeye yaşama sevinciyle bakan avare bir gencin duygularını’ öne çıkarıyordu.

Çünkü o zaman on dokuz yaşındaydı.

‘Hiç böyle ısınmamıştım;

Daldaki vişneye,

Vitrindeki aydınlığa,

Salça kokusuna mutfağımın,

Akan dereye, uçan buluta,

Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.’

***

Daha sonraları o ‘sevinçler’ ödünç hale gelecekti.

‘Bir ağaç sürüsünün üstünden

Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden

Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş

Votka bardağımın içine

Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.’

***

Sonra aradaki farkı gene kendi yansıtır:

‘Zamanla değil, bir yerde

Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum

Geçiyorum ilk şeklimi tüketerek

Ağır ağır yanan bir tuğla harmanını

Billurdan sarkaçlarıyla.’

***

Aşkların şiirlerle uyandığı bir ülkede, hiç olmazsa ‘ölüm yıldönümlerinde’ gençler sevgililerine Edip Cansever’in ‘gençliğin avare tutkularını’ anlatan şiir kitaplarını hediye ederlerdi.

Onlardan ezbere mısralar okumayı denerlerdi.

Gençliklerini daha iyi yaşamış olurlardı.

Çünkü daha sonraları, şimdi tüketmekten sakındıkları yaşam kıvancı iyice gölgelenecek.

Bir tuğla harmanında bugünkü şekilleri tükenecek.

Tükenirken, hiç olmazsa ‘şiirsiz aşklar’ yaşamasınlar.”

***

“Aşklarını şiirsiz yaşayan gençlik” başlıklı bu yazıyı on üç yıl önce, Edip Cansever’in 11. ölüm yıldönümünde, 29 Mayıs 1997 tarihinde yazmışım...

Bugün ise doğum günü...

Yaşasaydı 82 yaşında olacaktı...

“Zamanla değil, bir yerde

Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum”

Dünya ve günlük hayat - Mehmet ALTAN

Dünya ve günlük hayat - Mehmet ALTAN




Rusya bu yıl son 130 yılın en sıcak yaz aylarını yaşıyor. Sıcak büyük bir kuraklığa... Kuraklık da eşi menendi görülmemiş yangınlara dönüştü. Örneğin... Ülkede 24 saatlik bir süre içerisinde...

...403 yeni yangın çıktı ve bunlardan ancak 292’si söndürülebildi.

Son bir kaç günde Rusya’nın 14 bölgesinde binlerce kişi evsiz kaldı.

Yangınlarda son haftalarda ölenlerin sayısı da 50’ye yükseldi.

***

Rusya Federasyonu Başkanı Dimitri Medvedev, orman yangınlarıyla ilgili olağanüstü toplantıya katılmak üzere Soçi’deki tatilini yarıda keserek Moskova’ya döndü.

Yangınlar nedeniyle Başkent Moskova duman bulutuyla kaplandı; dumanlar, metro hattının bazı kesimlerine kadar ulaştı.

Görüş mesafesi, sürücüleri araçlarının farlarını devamlı açık tutmaya zorlayacak kadar daraldı.

Kremlin yönetimi, kilit önem taşıyan yerlerin nasıl korunacağı konusunu da tartıştı.

Bunların başında Moskova yakınlarındaki Federal Nükleer Araştırma Merkezi geliyor. Merkezdeki bazı radyoaktif maddelerin güvenli bir başka alana nakledildiği açıklandı.

Bu arada...

Medvedev, orman yangınlarının Moskova’nın güneyindeki bir askeri üsse ulaşmasını engelleyemeyen üst düzey iki deniz kuvvetleri komutanına kınama cezası verirken, bir dizi önde gelen yetkiliyi de görevden aldı.

Yangınlarda Kolomna deniz lojistik üssüyle buradaki çok sayıda araç ve özel ekipmanın bulunduğu depolar tahrip olmuştu.

Biz hala koltuk kavgası yapan generallerin hükümete posta koyması ile uğraşa duralım...

***

Haftalardır yangınlarla mücadele eden Rusya, önce kuraklık, ardından alevlerin ekinlere büyük zarar vermesinin sonucunda tahıl ihracatını askıya alacağını açıklayınca, dünyanın gözü de, kulağı da Moskova’ya çevrildi.

Rusya, dünyanın en büyük tahıl üreticilerinden biri ve üçüncü büyük ihracatçı durumunda. Öyle ki geçen yıl ürettiğinin yaklaşık dörtte birine denk gelen 21,4 milyon ton tahıl ihraç etmişti.

Putin’in “ihracatı askıya alma” açıklaması buğday fiyatlarının neredeyse son iki yılın en yüksek düzeylerine çıkmasına yol açtı.

Fiyatlar bu son açıklamaya dek bu yaz içinde zaten yüzde 70 oranında artmıştı.

Financial Times, Rusya’yı vuran kuraklık nedeniyle tahıl ürünlerinin uluslararası piyasalardaki fiyatının 1973’ten bu yana en hızlı artışı kaydettiğini aktarıyor.

Tahıl fiyatlarındaki artış ekmekten, hayvancılığa ve içki sektörüne kadar geniş bir alanda etkisi olabilecek bir gelişme.

Hükümet şimdiden 2010 yılında tahıl mahsulleri için hasat öngörüsünü 97 milyon tondan 70-75 milyon tona indirdi.

Ülkede rekor düzeyde seyreden sıcaklıklar nedeniyle kuraklık ve son haftalarda hızla yayılan yangınların, ekinlerin yüzde 20’sini yok ettiği tahmin ediliyor.

***

Rusya’daki felaketi...

Tahıl fiyatlarındaki çok hızlı artışı yazıya dökerken dünyadan ve “yönetilenlerin” günlük hayatından ne kadar kopuk yaşadığımızı bir kez daha gördüm.

Günlük hayat derken...

Tekirdağ’ın Çorlu İlçesi Atatürk Çok Programlı Lisesi’nde ücretli öğretmenlik yapan evli ve iki çocuk babası, 44 yaşındaki Ahmet Fazlı Elçi, yaz aylarında maaş alamadığı için, 40 TL karşılığı okula gelen kitapları hamallık yaparak taşıdığı sırada kalp krizi geçirerek öldü.

Ekmeğini taştan çıkarmaya çalışıyordu...

***

Peki, ekmek fiyatları ne olacak?

Türkiye Fırıncılar Federasyonu Genel Başkanı Halil İbrahim Balcı, Ramazan ayında fiyatı 1,5 lira olarak belirlenen pideye zam yapılmayacağını, ancak Ramazan sonrasında ekmeğe zammın gündeme geleceğini açıkladı.

Üstelik bu açıklama dünya buğday borsalarındaki alt üst oluştan önceydi.

***

Dünyanın nasıl küreselleştiğini bu kez de Rusya’daki kuraklığın sofralardaki ekmeği anında etkilediğini görerek yaşıyoruz...

Ankara’nın köhnemiş statükosu ne ekmeğinin peşinde ölen öğretmene, ne Rusya’daki orman yangının Chicago Borsası’ndaki yumruğuna aldırmadan devlet imkânlarıyla eski usul hot zot yaparak yaşamak istiyor...

Hâlbuki geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye...

Ramazan’da caz caiz midir? Mehmet ALTAN

Ramazan’da caz caiz midir? Mehmet ALTAN




Ramazanın ilk sahuruna kalktık, ilk iftar ise bu akşam. Ağustos ayına denk geldiği için Ramazan’da oruçlu geçen süre yaklaşık 16 saate yaklaşıyor. Hal böyle olunca Sağlık Bakanlığı devreye girdi, sağlık öğütleri veriyor:

Sahura kalkılmaması ya da sahurda sadece su içilmesi yaklaşık 15-16 saat olan açlık süresini 20 saate çıkarmakta, bu da açlık kan şekerinin daha erken düşmesine ve buna bağlı olarak günün daha verimsiz geçmesine neden olmaktadır.”

***

Sağlık Bakanlığı “beslenme” konusunda öğütler vere dursun, dilenerek beslenme metodunu yaşam biçimi haline getiren dilenciler şimdiden İstanbul’u kuşatmış bulunmakta...

Falih Rıfkı ne dermiş:

-Burada hırsızlar ve dilenciler var...

Erzurum’a çevre illerden dilenci akını başlayınca belediye harekete geçmiş ve dilenci toplama operasyonu başlatmış...

Daha ilginci gecekondu semtlerinde kiraladıkları evlerde kalan ithal dilenciler, yerli dilencilerin de tepkisini çekiyormuş...

Dilencilere karşı fazla bir cezai müeyyide uygulayamayan zabıta ise günü birlik topladığı duygu tacirlerine Kabahatler Kanunu’na muhalefetten para cezası yazıp bırakıyormuş.

***

Dilencilerin durumu bu...

Onlara alışkınız...

Ama alışkın olmadığımız ve ilk kez ağırlayacaklarımız ise dünyaca ünlü Müslüman caz sanatçıları...

Hakan Erdoğan Productions’ın Ramazan ayı vesilesiyle bu yıl ilk kez gerçekleştirdiği “Ramazan’da Caz”, Müslüman caz sanatçılarının en büyüklerini ağırlıyor.

Ahmad Jamal, Anouar Brahem, Abdullah Ibrahim, Dhafer Youssef Ramazan’da İstanbul’da olacak...

***

İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’na sormuşlar:

Ramazan ve caz müziği bağdaşır mı?

Şöyle cevap vermiş:

“Pekâlâ bağdaşır. Ramazanın bir ibadet, kulluk boyutu var, bir de eğlence boyutu var. Karagöz, meddah, ortaoyunu gibi. Din zaten inanç, medeniyet ve kültürün toplamından oluşan bir şey. Müzik esasen helaldir, haramlığı istisnaidir. Caz da pekâlâ dikkate değer, makbul bir müzik türüdür.”

Hoşuma gitti, çünkü bu yorum bana yakın zamanda kitaplaştırdığım “kent dindarlığı” kavramını anımsattı.

***

Anımsattı çünkü...

Kent dindarı, bir inancın ulviyetinden kendine kimlik çıkarmaya soyunmayan insandır.

İnancı inanç olarak kabul eden, inanç olarak yaşayan, bunu kültür olarak algılayan ama sosyal bir ilişki ağında bir taraf, bir kimlik olarak bundan rant beklemeyen insandır.

Kent dindarı bir şekilde daha doymuş, gün görmüş ve bu inancı, kendi ulviyeti açısından kişiselleştirmiş, kültür olarak algılamış, daha gelişmiş insandır.

Tekke ve zaviyelerin kapanması dinin kültürel, edebî, güzel sanatlar boyutlarını yoksullaştırdı.

Din, sadece bir inanç değil. Bu aynı zamanda muazzam derin bir kültürdür.

Kent dindarları, bu inancın kültürel boyutlarını, içtenliğini, ulviyetini, derinliğini hazmetmiş insandır.

Hem “Ramazan’da Caz”a, hem de bunun “caiz” olduğu yorumuna sevindim.

Epeydir kent dindarları kavramının dünyada da bir şekilde zorda olduğunu düşünüyorum.

Çünkü İslamiyet Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde.

***

“Kent dindarlığı” kavramına yeniden döneriz...

Şimdilik hayırlı Ramazanlar...

Bu bir HSYK hikâyesidir - Mehmet ALTAN

Bu bir HSYK hikâyesidir -  Mehmet ALTAN




7 öğrencinin katledildiği 16 Mart davası 2008’de zamanaşımı nedeniyle düştü. Müfettişler ‘ihmal var’ dedi. Ancak HSYK, davayı zaman aşımına uğratmakla suçlanan yargıçları ‘suçsuz’ buldu.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in de katıldığı HSYK Yaz Kararnamesi toplantıları gündemde en önde koşuyor. Ve dedikoduların bini bir para...

Söylenen o ki, devlet içi cinayet ve darbe girişimlerini ortaya çıkarmaya çalışan her dürüst hukukçuya ciddi “iyilikler” düşünülmekte.

***

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yaz kararnamesinde yapacağı atamalar tartışılırken, Anayasa Mahkemesi Raportörü ve Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Osman Can’ın yaptığı önemli ve ilginç bir tespitini okudum.

Doğan Öz cinayetinin yargı eliyle kapatılmasını anımsatan Osman Can: “HSYK olmasaydı, 17 bin faili meçhul olmazdı” diyor. Ve şöyle devam ediyor:

“Birinci, ikinci ve üçüncü faili meçhuller işlendiğinde adliye aktörleri harekete geçse bu sayı 17 bin olmaz 5 veya 6’da kalırdı.”

***

12 Eylül Darbe Lideri Kenan Evren’i yargılamak istediği için Adana Savcısı Sacit Kayasu’nun cezalandırılmasından, şimdi CHP’nin yargılama sözü verdiği eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt hakkında iddianame yazdığı için Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten men edilmesine kadar hukuksal skandalların haddi hesabı yok...

HSYK’nın yapısını değiştiren Anayasa değişikliklerine muhalefet edenler bunların üzerinde hiç durmuyor. Bu listeye kamuoyunun bilmediği bir tanesini de ben eklemek istiyorum...

***

Beyazıt’ta 30 yıl önce 16 Mart’ta yedi öğrencinin öldüğü, otuzundan fazlasının yaralandığı katliamın davası, 2008 yılında, aynı Kemal Türkler davası gibi, kamuoyunun gözleri önünde zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle düşmüştü.

Böylesine vahim bir katliam davasının nasıl ve neden düştüğü mahkeme tutanakları incelenince aydınlanıyordu. Mahkeme tutanaklarına göre, bombayı getiren dönemin Ülkü Ocakları Başkanı Abdullah Çatlı’ydı... Bomba atıldıktan sonra saldırganları kovalayan polislere bir komiser muavini “geri dönün” emri vermişti.

O, “dönün” diyen müdür, Emniyet içinde hızla tırmanmış, Terörle Mücadele’nin başına geçmişti.

Abdullah Çatlı’nın telefon kayıtları incelendiğinde, ölmeden önce o şube müdürü ile beş kez konuştuğu ortaya çıkmıştı.

***

16 Mart Katliamı Davası sırra kadem bastığında, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e şu soruları yöneltmiştim: “Sayın Bakan, bu kadar önemli bir dava, kimler tarafından ve nasıl bir himaye görerek zamanaşımına uğratıldı?

Ölenler bakan, milletvekili, emniyet müdürü ya da general olsaydı, dava aynı akıbete uğrar mıydı?

Oralarda, kimler tarafından ve nasıl işlendiğini bildiğimiz katliamları koruyarak Ergenekon adına gözdağı veren ve yargıdan daha güçlü olan birileri mi var? Cevaplarsanız çok sevineceğim.”

Şahin, işin peşine düştü...

Geldiği noktayı bir televizyonda şöyle özetledi:

“16 Mart davasının zamanaşımından düşmesini müfettişler incelediler, rapor hazırladılar. Raporda ‘bir ihmal söz konusu’ denildi.

Biz de disiplin yönünden ihmalde bulunan yargıçlarımızla ilgili karar vermesi için dosyayı HSYK’ya sevk ettik. Kurul başkanı olarak, yargıçlarımızın savunmalarını istedim. Savunmaları geldikten sonra bir ‘ihmal var mı, savsaklama var mı’ HSYK değerlendirecek, yasa neyi gerektiriyorsa o yapılacak.

Dosya şu anda Yargıtay’dadır. Yargıtay zamanaşımından düşmesini inceleyecektir.”

***

Mehmet Ali Şahin’in Adalet Bakanlığı döneminde müfettişlerin “ihmal” bulduğu raporlarına dayanarak HSYK’ya sevk ettiği yargıçlar hakkında ne karar verildi? Onu yeni öğrendim.

HSYK, 16 Mart Katliam Sanıkları Davası’nı zaman aşımına uğratmaktan “ihmalkâr” davranmakla suçlanan yargıçları “suçsuz” bulmuş...

***

16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nden çıkarken üzerlerine devlet himayesindeki kişiler tarafından bomba atılıp öldürülenler, yaralananlar sizin çocuklarınız olabilirdi...

Bir el yargı süresince katilleri korusaydı...

Ve sonunda da dava zaman aşımına uğrasaydı...

Davayı zaman aşımına uğratan yargıçları da, aleyhlerine Adalet Bakanlığı müfettişleri raporuna rağmen HSYK aklasaydı, bu devlete, adalete ve HSYK’ya nasıl bakar, ne düşünürdünüz?

Yaz kararnamesi konusunda HSYK’ya yönelik dedikodular maalesef durduk yerde çıkmıyor...

***

Emekli Koramiral Atilla Kıyat geçenlerde 1993 ila 1995 yılları arasındaki “faili meçhullerin” devlet politikası olduğunu söylemişti.

Gerçek bir yargı ve hukuksal vicdan cinayete ortak olabilir mi? Ya da cinayet devlet politikası haline gelebilir mi? Atilla Kıyat açıklamaları ertesinde hep sorduğum soruyu yeniden soruyorum:

“Katiller mi güçlü, hukuk mu?”

Ve maalesef hep aynı cevabı veriyorum:

“Devlet himayeli katillik” daha güçlü...

Ölen bebeklerin havuzlu villaları - Mehmet ALTAN

Ölen bebeklerin havuzlu villaları - Mehmet ALTAN




Bugün açıklanacak olan üniversiteye yerleştirme sonuçları... Jandarmada sessiz sedasız devir teslim töreni...

AK Parti’nin iftar davetinden dışlanan İsrail Büyükelçisi...

Tüm Türkiye’nin beklediği ve özlediği ateşkes tartışması...

Ve gittikçe artan bir hızla seviye kaybeden siyasi polemikler...

***

Hizmetin “yol, su”, polemiklerin de “havuzlu villa” düzeyinde seyrettiği bu sıcak ve nemli ortamda siyaset fazlaca itici görünüyor.

Hâlbuki...

Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın kimsenin dönüp bakmadığı ama benim şahsen yıllar boyu peşinde koştuğum bir müjdesine rastladım.

Şöyle diyordu:

“Dünyada en çok kullanılan 3 sağlık göstergesi vardır. Bunlar; ortalama yaşam süresinin artması, anne ve bebek ölümlerinin azalmasıdır...

Anne ölümleri 1998’de yapılmış son araştırma vardı. Bu araştırmada yüz binde 70 idi. Bugün anne ölümleri yüz binde 15-16’lara kadar geriledi.

Bebek ölümleri 1998’lerde binde 43 idi.

Bu sene bebek ölümlerini binde 10’un altında bekliyoruz.

Bu da en gelişmiş ülkeleri yakalama noktasına geldiğimizi gösteriyor.”

***

Bu çok sevindiriciydi çünkü Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz sekiz amaçtan oluşan “Türkiye Binyıl Kalkınma Hedefleri 2010” raporunu tanıtırken, daha iki yıl önceki durumu rakamlarla şöyle resmediyordu:

“Türkiye’de bebek ölüm hızı 2003 yılındaki binde 29 seviyesinden 2008 yılında binde 17’ye gerilemiş, yine aynı dönemlerde üç yaş altı ölüm hızı binde 37’den binde 23,9’a düşmüştür.

Anne ölüm oranları da 2005 yılında yüz binde 28,5 iken, 2008’de yüz binde 19,4’e gerilemiştir.”

Uluslararası örgütler de bu verileri doğrulamakta... UNICEF rakamlarına göre 2004-2008 döneminde bebek ölüm oranı 1000 canlı doğumda 17’dir.

Bir önceki dönemde ise bu sayı 29 idi.

Neonatal ölümler, yani yeni doğanlar bebeklerde ölüm oran 1000 canlı doğumda 13’tür.

***

Türkiye, “bebek ölüm oranlarında” çok başarılı bir süreç yaşıyor ama keşke ana muhalefet de Avrupa Birliği’nde bebek ölüm oranının binde 4 ila 5 arasında değiştiğini hatırlatarak başarıya katkı sağlasa...

Böylece çok gerçek bir gündem tartışılıyor olabilirdi...

Türkiye çok yakıcı ama umut veren bir temel konusunu görmüyor...

Hatta pespaye “havuzlu villa” tartışmasının çeyreği kadar bile görmüyor...

***

Peki, dünyanın gittiği hedef üzerinden bizdeki mevcuda bakıyor mu?

Küresel marka stratejileri ve finansal danışmanlık şirketi Millward Brown’nun her yıl yayımladığı Brandz listesi, piyasa değeri açısından dünyanın en büyük markalarını sıraladı.

Larry Page ve Sergey Brin’in 1998 yılında Stanford Üniversitesi’nde doktora yaparken kurdukları Google, aradan geçen 12 yıllık sürede baş döndürücü bir hızla büyüyerek 114 milyar dolarlık marka değeri ile dünyanın değerli markası...

İkinci kim?

Google’ı 86 milyar dolarla IBM, 83 milyar dolarla Apple, 76 milyar dolarla Microsoft ve 68 milyar dolarla Coca-Cola izledi.

Kısacası Brandz listesinin ilk sıralarını teknoloji şirketleri almış...

Çünkü “Sanayi Dönemi” geride kalıyor...

Peki, bizim “en büyük beş yüz firmamız”da “teknoloji şirketlerimiz” nerede?

Ve, dünya sıralamasında “Sanayi Sonrası Toplumu”na uygun kaç teknoloji şirketimiz var?

Nihayetinde bu sorularda toplumun zenginleşmesi, katma değer üretmesi, yoksulluğu, işsizliği ve mesleksizliği aşmak için en önemli sorular...

Siyasette bu da yok...

Doğrusu, düzeyi “havuzlu villa” olan bir zihinsel algının zaten Google’u algılaması ve bunun üzerinden bir Türkiye vizyonu ortaya koyması da pek olanaklı gözükmüyor...

***

Siyasetin gündeminde...

Başarılı bir seyir izleyen ama AB ortalamalarına göre hala çok yüksek olan bebek ölümleri de yok...

Dünyanın en önde koşan marka değeri yüksek şirketleri arasında esamemizin okunmaması da...

İçerisi de yok, dışarısı da...

Ne var?

Ankara düzeyinde itiş kakış var...

Bozkırın yolsuzluk konusunda bile en ileri ufku “havuzlu villa”...

Boş yere söylemiyorum ülkenin en çok “tahıl üreten” kentinden Başkent olmaz diye...

Kime ve neye güvenmeliyiz? Mehmet ALTAN

Kime ve neye güvenmeliyiz? Mehmet ALTAN




“İnsanların hem kendi aralarında, hem de toplum kurumlarına karşı minimum bir güveni olmadan, ne ekonomik faaliyetler, ne siyasi meşruluk, ne de sosyal düzen ayakta durabiliyor...

İngiliz filozof John Locke, insanoğlunun tabiata bağımlılıktan medeni topluma geçişini, halk ve siyasi yetki arasındaki ‘güven’in belirmesine oturtuyordu.

Peki, bugün durum nedir, hala böyle mi?

***

Bugün daha ziyade ‘genelleşmiş bir kuşku toplumu’ çağında bulunduğumuz görülüyor.

‘Vatandaş’ olduğu için siyasi meşruiyetin temelini oluşturan ‘demokratik birey’, bilhassa genç nesiller, kurumlara saygı ve güven duyabilmek için, sadece kendilerine geçmişten miras bırakılmış bir güvenin bulunmasının yeterli olmadığını düşünüyor.

Birey, yasaların tatbikinin, kurumlara ve siyasi kararlara herhangi bir meşruluk verdiğini de zor kabulleniyor.

‘Homo democraticus’ bunların bütününü eleştirmek istiyor.

Kendi benliğinin kimseye benzemezliğini, her şeyi kendisinin ölçüp biçebileceğini söylüyor.

Neticede, gelenek ve yasallık kanıtlarının meşruluğu zayıflamış bulunuyor.

Sosyologlar tüm kurumların çöküşünü gözlemliyorlar.

***

Demokratik insan, tüm gerçekliği ve buna bağlı olarak alınan tüm kararları eleştirmeyi arzuluyor; aynı zamanda bilirkişilerin ileri sürdüğü, ‘bir’ değil ‘milyonlarca şeye’ de inanmaya mahkûm olmaya devam ediyor.

Bilimsel ve teknolojik ilerleme, gündelik yaşam düzenini ve insanların çoğunluğunun anlayış kapasitesini aşmış bulunuyor.

Bu demokratik düzen içerisinde gözlemlenen gerilim, siyasetle ilgili olarak, meşru demokratik kurumlara saygılı fakat eleştirel bakan bir yurttaş tipini yaratıyor.

***

Sanki Tocqueville ‘Amerika’da Demokrasi’ adlı eserinin ikinci bölümünde bu durumu hissetmiş ve şöyle yazmıştı:

‘Onun bunun dediği milyonlarca şeye inanarak, gerçekleri belirlemekten çok tahmin eden büyük bir düşünür düşünemeyiz (...) bu yüzden, her halükarda, yetkinin, ahlaki ve entelektüel dünyada bulunması zorunludur. Bunun yeri değişken olsa da gereklidir.’

İki asır sonra, bu analizin ne kadar doğru ve isabetli olduğunu görüyoruz.

Demokrasi ideallerine, bilimsel düşünceye ve eleştirel bir güven duyabileceğimiz en uygun yol, aklın yoludur.

Bu yol, mutlak göreceliği ve her şeyin aynı değerde olduğu fikrini reddeder.

Sabırlı, mütevazı, çalışma ve düşünceye dayanan, deneyüstü bir gerçeğe değil, fakat bilimsel, yani kısmi ve geçici gerçeklere varmayı sağlayan, akılcı bilginin gelişmesine bağlı, zor bir yoldur.

***

Geçen yüzyılda, Alman düşünür ve sosyolog Georg Simmel, modern insanın varlığının ‘100 adet’ ilişkiye dayandığını yazalı beri, insanları yakından veya uzaktan birbirine bağlayan ağlar sürekli çoğaldı.

Bilimsel bilginin evrenselliği ve paranın dolaşımı sayesinde, insanlar sınırların da ötesinde, birbirlerine bu denli yaklaşmamışlardı. Herkes diğerinin yetkisine güven duymak zorunda. Bu anlamda, hiçbir zaman, güvenin, sosyal, yerel ve uluslararası düzenin bu denli, temelini oluşturduğu görülmemiştir. Fakat unutmayalım, bu bağımlılık nesnel ve aynı zamanda soyuttur. Minimum bir öznel güvenin desteğini görmeden, biçimsel kalmaya mahkûm değil midir? Bu soyut bağlar insanlar arasındaki ilişkilerin tadını ve anlamını yitirdiler; bu ilişkileri sadece imgeler arasındaki alışverişe indirgediler; bu ise insan faaliyetlerinin sonu olabilir.

Öznel güven nesnel güveni takip etmiyor. Tüm entelektüel otonomilerini ve her şeyi sırf kendileri için eleştirebilme yetkilerini kullanan demokratik bireyler, bundan böyle kime güveneceklerini bilemiyorlar. Kendi kanılarının diğerlerininkine bedel olduğunu düşünmektedirler.

Tocqueville, her şey kanıdır demiyor muydu?

Kime ve neye güven duymalıyız?

Maalesef, öznel güven kararnameyle buyrulmuyor.”

***

Yukarıda özetlediğim düşünceler, 2001 ile 2010 yılları arasında Fransa Anayasa Konseyi üyeliği de yapan sosyolog Dominique Schnapper’ın “yeni dünya tartışmaları” çerçevesinde hazırladığı “kime güvenebiliriz” başlıklı sunumuydu.

Tam tercümesini “ikincigrup.com”da bulabilirsiniz...

Ben sadece “Yeni Dünya” neler tartışıyor bilesiniz istedim.

Kim bilir belki bizdeki sığlık sizi de bunaltmıştır...

Babamın o yazısı / Mehmet ALTAN

Babamın o yazısı / Mehmet ALTAN




Geçen gün televizyon kanallarından biri benim “eski Ramazanlarımı” sordu... Anlattım... Bir de her Ramazan anımsadığım babamın bir yazısından söz ettim.

Sözünü ettiğim yazı sadece babamın Edirne’deki ilk hatırladığı Ramazan’ı çocuk gözünden hikâye etmekle kalmaz, yazarlık açısından anlatımı hiç de kolay olmayan bir sahneyi de içerir...

***

O yazının benim anılarımdaki önemi sadece babam, babamın çocukluğu ve yazarlık açısından anlatımı zor bir paragraftan ibaret değildir...

O anlatımı zor sahnenin ağabeyimin bir yazısına da konu olup dolayısıyla bizim ailede kuşaklar arası gizli bir yazı iletişiminin simgesi olmasıdır.

Ağabeyim bunu bir yazısında şöyle anlatmıştı:

“Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.

Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.

Hala o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.

Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.”

***

O sahne ve o çocuk “en iyi biçimde” nasıl anlatılır?

Tabii ki babamın anılarına döndüm...

Son on yıllık Ramazan yazılarını bir kez daha taradım...

Kendi çocukluğundan “torununun çocuğuna” görünmez bir ağ atan ve “o sahneyi” de içeren geçen yılki Ramazan yazısında karar kıldım:

“Bendenizin ilk hatırladığım ramazanlar, 1930’larda Edirne’ye kadar uzanmakta.

O tarihlerde bendeniz, 3-4 yaşlarında falan olmalıyım.

O yaşlardaki çocuklarda zaman zaman, büyüklerle de bir işbirliğini başarma çabasının gösterileri çıkar ortaya.

Edirne’deki ramazanlarda iftar yaklaşırken bir yer sofrası hazırlanırdı.

Önce yere geniş bir örtü serilirdi.

Örtünün de ortasına tersine çevrilmiş 4 ayaklı alçak bir tabure konurdu.

Ve taburenin de üstüne; koskocaman yuvarlak, kalaylanmış bakırdan bir tepsi...

Bendenizin büyüklerle işbirliği yapma çabasının konusu, Üçşerefeli Camii’ndeki kandillerin yanmasını gözleyerek:

-Kandiller yandı, diye haber vermekti.

Kendimce yüklediğim görev o kadar da kolay değildi.

O zamanki Hükümet Konağı’nın tam karşısındaki, kapısına çift taraflı birkaç basamakla çıkılan beyaz evin ön pencereleriyle, Üçşerefeli Camii’nin minareleri aynı hizada gibiydi.

Bendenizin, minare şerefelerinden birinde kandillerin nihayet yandığını görebilmem için; minderin üstüne çıkıp, pencerenin camına yanağımı yandan iyice yapıştırarak, epey beklemem gerekiyordu.

O sırada herkesten önce yer sofrasına bağdaş kurarak oturmuş olan babaannem, dualar mırıldana mırıldana orucunu bozmaya hazırlanırdı.

Ve de iftar olduğunu haber veren topun patlayışı, yanağım yandan cama dayanmış, kandillerin yanmasını gözleyen bendenizle, inatçı bir rekabete girişirdi.

Ben tam:

-Kandiller yandı, diye bağıracağım sırada patlardı.”

***

1932 yılının Edirne’sinden 2010 yılı İstanbul’una...

O tarihlerdeki herkesten önce yer sofrasına bağdaş kurarak oturmuş dualar mırıldana mırıldana orucunu bozmaya hazırlanan babamın babaannesinden onu hiç anımsamayan bu yaşımdaki bana...

Babamın beş yaşından “torununun çocuğu” Leyla’nın beş yaşına...

Babam sayesinde öğrendiğimiz ve galiba artık bu diyarların epeyce yabancısı kalan yazarlık dünyalarının temrin çalışmaları...

***

Bazen öyle olur...

Size birisi gelir “eski Ramazan’ları” sorar...

Uzun uzun anlatırsınız...

Bir de her Ramazan anımsadığınız babanızın bir yazısından söz edersiniz...

Sözünü ettiğiniz yazı sadece babanızın Edirne’deki ilk hatırladığı Ramazan’ı çocuk gözünden hikâye etmekle kalmaz, yazarlık açısından anlatımı hiç de kolay olmayan bir sahneyi de içerir...

Ama...

O yazının sizin içinizdeki coşkulu tınısı o sınırlı bir iki cümleye sığmaz ve muhataba ulaşmaz... Aceleciliğin katlettiği bir maktul gibi ortada kalır...

Huzursuz olursunuz...

O zaman yazı imdada yetişir...

Ve o maktul yeniden canlanır...

***

Ve bizim ailede kuşaklar arası gizli bir yazı iletişiminin simgesi olan soru da baş köşedeki yerini alır:

“Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu” nasıl anlatırsın?

12 Eylülcülere sorular... Mehmet Altan

12 Eylülcülere sorular... Mehmet Altan


Bir yanda, Hrant Dink’in anonslu bir cinayete kurban gitmesine, AİHM’e yazdığı savunmada neredeyse “oh oldu” diyen Dışişleri Bakanlığı’nda bir grup bürokrat var…

Öte yanda, Sümela Manastırı’nı 88 yıl sonra, Hıristiyan âleminde “Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü” olarak kabul edilen ve kutsal sayılan bu günde ilk kez Rusya Federasyonu’ndan, Yunanistan’dan, Gürcistan’dan, ABD’den ve Türkiye’nin çeşitli kentlerinden gelen çok sayıdaki Ortodoks Hıristiyan’ın katıldığı ve Fener Rum Patriği Bartholomeos’un yönettiği ayine açan Kültür ve Turizm Bakanı var…

***

Bir yanda askeri bürokrasi atamalarında yetki kullanan Cumhurbaşkanı ve Başbakan var…

Diğer yanda Hantepe’deki Heron skandalını soran gaziye “o videonun koordinatları başka yerden alınmış” diye üfüren bir Savunma Bakanı var…

***

Bir yanda hükümetle “toplu görüşmeye” oturan memur sendikaları var…

Ama diğer yanda 12 Eylül’ün koyduğu ve şimdiki anayasa paketinde kaldırılmaya çalışılan kamu personelinin elini kolunu bağlayan “toplu sözleşme” yasağı var…

Kısacası...

İçinde ahengi olmayan, bir yüzü ileriye, diğer yüzü ise geriye bakan, asıl büyük kavgayı kendi içinde veren garip bir devlet yapılanmasından ağır derecede mustaribiz...

***

Ben, AİHM’e, beni utandıracak yüz karası bir savunma vermeyen…

İnsanlarına din, ırk ve mezhep ayrımı yapmayan…

Askeri personel ile diğer kamu çalışanları arasında hiçbir fark bırakmayan…

Ordu kurumunu denetlemek yerine şehit ailesine palavra sıkmayan...

Kamu kesiminin yarattığı değer karşılığı kadar hak talep ettiği, lokavt ve grevin geçerli bir hak olarak kullanıldığı bir demokratik toplu sözleşme düzenine erişmiş bir devlet istiyorum…

Bundan taviz vermeyen tutarlı bir hükümet istiyorum…

Bunun yolu nedir?

***

12 Eylülcülere göre AK Parti’yi devirmektir…

Bana göre 12 Eylül rejimini berhava etmektir.

Bu nedenle...

Oylanacak olan anayasa paketini ben “yetersiz, sınırlı, ürkek” ama 12 Eylül rejimine yönelik bir ayar olarak görüyorum ve bu adımın daha radikal bir değişim ateşini yakacağını düşünüyorum…

12 Eylülcüler ise referandumu AK Parti nefretini dindirecek bir arena olarak algılıyor…

***

Unutmayın…

12 Eylül darbesinde;

650 bin kişi gözaltına alındı.

1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi için idam cezası istendi.

517 kişiye idam cezası verildi.

Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı.



İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.

71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.

388 bin kişiye pasaport verilmedi.

30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.

14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.

300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.

937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.

23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.

400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi.

300 gazeteci saldırıya uğradı.

3 gazeteci silahla öldürüldü.

Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

39 ton gazete ve dergi imha edildi.

Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

14 kişi açlık grevinde öldü.

16 kişi -kaçarken- vuruldu.

95 kişi -çatışmada- öldü.

73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi.

43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.

Askeri rejimin bize bıraktığı ağır miras bu…

Referandumda AK Parti karşıtlığı yapmaya kalkışılırken, nispi özgürlükler getiren ve 12 Eylül rejimini hafiften budayan pakete “hayır” demek, yukarıdaki kara bilançoya ve dolayısıyla 12 Eylül rejimine “evet” demek değil mi?

Otuz yıldır bu siyaset kurumu sayesinde bizi kuşatan ve bunaltan bu askeri zihniyete meydan okumanın yolu köklü bir rejim değişiminden mi geçiyor yoksa AK Parti’yi yıkmaktan mı?

AK Parti’yi yıkmaktan geçtiğini düşünüyorsanız, 12 Eylül rejimini tuz buz edeceğini söyleyen ve bunu yerine getireceğini söyleyen bir alternatif aday var mı?

Var ise hep beraber peşine takılalım…

Neşe Düzel - Hasan Bülent Kahraman: ‘Hayır diyenler, bürokrat aydınlar’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 19.07.2010


Neşe Düzel

Hasan Bülent Kahraman: ‘Hayır diyenler, bürokrat aydınlar’
“Geç kalmış ulus-devletin demokratı da böyle oluyor! Kürt, Ermeni ve türbanlıyla eşit olmak istemiyorlar. Kendi kimliğini ilgilendirmeyen konuda demokrat olmak kolaydı tabii eskiden.”



“Türkleri, Kürtlere karşı ayaklandırma projesi başladı. Öcalan da bunun içinde. “Türk’le Kürt birlikte olmak zorunda mı” diye soran bazı yazarlar da projeye dâhiller.”



“İki tür faşizm var. Sokak faşizmi, devlet faşizmi. Faşizme ortam hazırlamak için önce örgütler kullanılır. Sonra devlet faşizmi gelir, sokak faşizmini hapse atar.”



* * *



NEDEN HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Anlaşıldı ki, 12 Eylül darbe Anayasası’nın ruhunu değiştirecek olan Anayasa referandumu siyasette büyük bölünmeler yaratacak. Siyasi partilerin tabanları parti yönetimlerinin kontrolü dışına savrulmaya başladı bile. Parti yönetimlerinin kararını benimsemeyen taban, “evet” ve “hayır” diye ikiye kırıldı. Sosyal gruplar, zümreler, yargı, iş dünyası, basın, aydınlar, demokratlar, milliyetçiler, solcular, muhafazakârlar, Kürtler ikiye bölündü. Peki, niye kimse tek parça halinde kalamadı? “Hayır” diyen niye “hayır” diyor? “Evet” diyen niye “evet” diyor? Sağcı veya solcu, 12 Eylül’ün işkencesinden geçenler, MHP ve CHP yönetiminin kararına uyup 12 Eylül darbecilerinin anayasasına kolayca “hayır” diyecekler mi? Boykot kararı alan Barış ve Demokrasi Partisi, Anayasa’nın değiştirilen hangi maddelerini Kürtlerin hak ve özgürlüklerine aykırı buluyor? Kürtler, BDP’nin tutumunu nasıl değerlendiriyor? 12 Eylül Anayasası’na kırk yıldır karşı olan aydınlar şimdi niye bölündüler? Neden bazı aydınlar Anayasa değişikliğine “hayır” diyor? Toplumun her kesiminde yaşanan bu siyasi parçalanma referandumdan sonra da sürecek mi? Referandumdan “evet” çıkarsa ne yaşanacak, “hayır” çıkarsa ne olacak? Referandumdan sonra ülkede nasıl yeni bir siyasi şekillenme ortaya çıkacak? Bütün bunları anlamak için Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset bilimci, yazar, sanat eleştirmeni Hasan Bülent Kahraman ile konuştuk. Türkiye’de siyasi sistemi sağıyla ve soluyla çok yakından izleyen ve araştıran, sosyal demokrasi, milliyetçilik, Milli Görüş ve AK Parti üzerine kitaplar yazmış olan Hasan Bülent Kahraman, felsefe, modern Türk edebiyatı, Türkiye popüler kültürü üzerine de çalışmalar yapıyor. Hasan Bülent Kahraman’ın Türk Siyasetinin ‘Yapısal Analizi’ kitabının üçüncü cildi yeni yayımlandı.

* * *

NEŞE DÜZEL: Bu anayasa referandumu, siyasette büyük kırılmalara yol açacakmış gibi görünüyor. Önce milliyetçilerden başlayalım... MHP referandumda “hayır” derken, Büyük Birlik Partisi “evet” demeye karar verdi. Birçok MHP’linin de “evet” diyeceği söyleniyor. Milliyetçiler arasındaki bu bölünme nereden kaynaklanıyor?

HASAN BÜLENT KAHRAMAN: Milliyetçiler arasındaki bölünme, Anayasa değişikliğinden çok daha eski bir tarihte başladı. İlk bölünmeyi, BBP’nin kazada ölen Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu getirdi. Şöyle anlatayım... Devlet, 1975’te başlayan iç savaşta, sokaktaki bir takım ülkücüleri kullandı. O ülkücüler devlet tarafından kullanıldıktan sonra 12 Eylül’de hapse atıldılar. Bu durum onlarda bir türlü inanamadıkları, kabul edemedikleri bir krize yol açtı. Oysa anlayamadıkları bir şey vardı.



Neydi anlayamadıkları?

Faşizmin daima iki türü vardır. Bir, halk faşizmidir. Yani ‘sokak faşizmi’dir. İki, ‘devlet faşizmi’. Önce, faşizme ortam hazırlamak için birtakım örgütler kullanılır. Sonra da faşizmin ikinci türü olan ‘devlet faşizmi’ gelir. Devlet faşizmi, kullanmış olduğu sokak faşizmini ortadan kaldırır, onu hapislere tıkar. Çünkü devlet faşizmi iktidarı sokakla bölüşmez. Sokak faşizmi biraz mafya türü bir örgütlenmedir ve devlet faşizmi, bu kontrolden çıkmış gücün kendisi için tehlikeli olacağını düşünür.



Niye MHP kendisini hapse atan 12 Eylül’ün anayasasını savunuyor şimdi?

Devlet faşizmi iki temel üstüne oturur. Bir, kendine bağlı bir bürokratik diktatorya kurar. İki, toplumu homojenleştirir. Devlet faşizminin kurduğu toplumda etnik, dinsel, dilsel, sınıf farklılıkları reddedilir. 12 Eylül Anayasası da böyledir. 12 Eylül Anayasası, bürokratik hegemonya ve homojen toplum yaratma ülküsüdür. Gerçek şu ki, sokak faşizminden gelen milliyetçi kanatlar, 12 Eylül’ü hiç bir zaman içlerine sindiremediler. Bu yüzden onlar şimdi referandumda “evet” diyorlar. Devletin kurumsal yapısıyla özdeşleşmiş olan MHP ise referandumda “hayır” diyor. Çünkü MHP, sonradan devletle ortak oldu. Ordu ve bürokrasiyle iç içe geçti ve devletin bürokrasisinin bir parçası haline geldi.



Peki, 12 Eylül’de işkence gören milliyetçiler MHP’nin bu ‘hayırcı’ tavrını nasıl değerlendiriyor?

Dehşet içinde izliyorlar, kabul edemiyorlar. MHP’nin üst yönetimiyle tabanı arasına müthiş bir kopukluk girdi. MHP ilk defa tabanını tutamıyor. Tabanla yönetim arasında şu anda ciddi bir problem var. Tabanın bir bölümü CHP’ye ve AK Parti’ye gidiyor.



Aynı kırılma Kürt kesiminde de görülüyor. Barış ve Demokrasi Partisi BDP de referandumu boykot ediyor. KADEP ve HAKPAR ise “evet” diyor. Ayrıca MHP’de olduğu gibi birçok BDP’linin de “evet” diyeceği söyleniyor. Kürtler neden bölünüyor?

Kürtlerin neden bölündüğü sorusunun tek kelimelik cevabı ‘demokrasi’dir. Büyük eksiklikler ve belirsizlikler olsa da, her şeye rağmen Kürtlerin, Türkiye’de var olmak için 1983’ten beri ileri sürdükleri şartların önemli bir bölümü AK Parti döneminde gerçekleştirildi. Mesela Kürtçe televizyon, anadilde konuşmak, Kürtçe isim koymak, Kürt meselesinin kabulü ve Kürt açılımı tartışmaları... Bütün bunlar...



Evet...

Bütün bunlar, Kürtlerin 1983’ten beri süregelen temel arayışlarının karşılanması ve taleplerin artık demokratik yoldan karşılanacağının anlaşılması demektir. İşte bu durum Kürtlerin şiddetten kaçması, uzak durması sonucunu doğurdu. Bütün hadise budur. On sene evvel PKK’ya ve Öcalan’a karşı böyle direnen Kürt aydınları kitlesi ya da bir Kürt tabanı var mıydı? Yoktu. Ama Abdullah Öcalan, demokratikleşme başladıktan sonra büyük bir hata yaptı.



Ne yaptı?

Demokratikleşme başladıktan sonra PKK’yı devreye soktu. PKK’nın uyguladığı şiddet üzerinden bazı siyasal sonuçlar elde etmeye çalıştı. Bu kendiliğinden de olmadı. Demokratikleşmeyi engellemek, yeniden militer bir çözüm önermek ve AK Parti’yi yıpratmak için Türkiye’nin derin devleti devreye girdi.



Kürt halkı bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyor?

Şimdi Kürt halkı yani taban, şu anda PKK şiddetini anlamsız görüyor. “Yahu biz, bu şiddetin sonucunda istediğimiz bazı sonuçları elde ettik, bazılarını ise elde etmedik. Ama bu süre içinde kırk bin kişi öldü. Ve hâlâ da asker olarak, PKK militanı olarak ölmeye devam ediyor. Artık yeter! Şurada bir duralım, nefes alalım. Bundan sonrası, artık demokratik mücadeleyle gerçekleştirilecek yeni bir proje!” diyorlar. Şiddetten büyük ölçüde uzaklaşan Kürt taban artık şiddet yoluyla alınabilecek hakların alındığını, yolun sonuna gelindiğini düşünüyor. Ayrıca Kürtler şu anda ilerisi için yeni bir siyasal talepte bulunmaya da hazır değiller. Şu da unutulmamalı. Son 15 yılda İstanbul’a 7,5 milyon nüfus göç etti.



Bunun ne kadarı Kürt kökenli vatandaşlar?

Neredeyse tamamı Kürt. Şehirlere gelen bu yeni nüfus, Türklerle Kürtler arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel entegrasyonu sağlıyor. Demokratik mücadele bilincinin doğmasına imkân hazırlıyor. Nitekim bu yeni gelen nüfus şehirlerin merkezlerine dökülüp olay çıkarmadı.



Öcalan son avukat görüşmelerinde, böyle giderse orta şiddette bir savaşın yaşanacağını ve şehirlerde de şiddetin başlayacağını söyledi hep. Sizce mümkün değil mi?

Bugüne dek, Kürtleri Türklere karşı ayaklandırmak suretiyle bir sonuç elde edemedi. Her şeye rağmen Türk-Kürt ayrışması olmadı. Şimdi yeni bir proje başladı. Türkleri Kürtlere karşı ayaklandırma projesi bu. Öcalan da bence böyle bir talebin içinde. “Türklerle Kürtler bir arada yaşamak zorunda mı” diye soran basındaki bazı yazarlar da bilerek ya da bilmeyerek bu projenin içinde yer alıyorlar. Kürtler ve Türkler birlikte yaşamalı mı sorusunu sordunuz mu, o soru zaten ‘yaşamasın’ anlamına gelir ve bu ırkçı bir taleptir. 1984’ten beri devam eden 40 bin kişinin öldüğü bu savaşta bile bu soruyu ne Kürtler sordu ne de Türkler.



BDP, bu anayasa değişikliğindeki hangi maddeyi Kürt çıkarlarına aykırı buluyor?

Hiçbir maddeyi Kürt çıkarlarına aykırı bulmuyor. “Anayasa’nın tamamı değiştirilmediği için değişikliği reddediyoruz” diyor. Bu anlaşılabilir bir mantık değildir. Anayasa’nın tamamını değiştirmek ayrı bir projedir. Onu ben de istiyorum ama niye bu değişikliğe “hayır” diyeyim? Daha demokratikleştirilmiş bir anayasayla yola devam etmek daha iyi değil mi? Cemal Süreya’nın bir benzetmesi vardı. “Arı su içeceğim diye susuzluktan ölmek bu” derdi. BDP’nin içine düştüğü durum bu.



12 Eylül Anayasası gibi çok ciddi bir konuda BDP’nin bu tutumu Kürtler tarafından nasıl karşılanıyor?

Kürtlerin bölünmesi şeklinde karşılanıyor. Tahminim şu ki, Kürtlerin önemli bölümü, BDP’nin boykotuna rağmen “evet” diyecek. Daha komünel bir toplumsal yapısı olduğu için Güneydoğu’da boykota uyulur ama Batı’da uyulmaz. Kürt meselesi dediğimiz zaman artık sadece Güneydoğu Anadolu’yu odak almaktan da vazgeçelim artık. Fırat’ın doğusu deniyor. Acaba Fırat’ın batısında kaç milyon Kürt yaşıyor? Dünyanın en büyük Kürt şehri İstanbul oldu. Artık Batı’daki sosyo-ekonomik bölüşümü de işin içine katmadan Kürt meselesini anlamak ve çözmek mümkün değil. AK Parti’nin en büyük başarısı da Kürt meselesini bu noktaya getirebilmesi oldu. Büyük şehirlere göçen kitleyi, yerel yönetimler aracılığıyla sisteme ve şehre entegre etti AK Parti.



En rahat parti CHP gibi gözüküyor. Ama gene de 12 Eylül’de işkenceden geçmiş birçok CHP’linin değişikliğe “hayır” demekte zorlanacağı söyleniyor. Bütün CHP’liler rahatça “hayır” diyebilecek mi?

Kolayca “hayır” diyecekler. Klasik olarak “ben CHP’liyim” diyen herkes referandumda “hayır” diyecek. Çünkü CHP 1993’ten itibaren Deniz Baykal’ın yönetiminde tamamen bir devlet partisi haline getirildi. Açık konuşmak lazım. CHP’ye üye olan, CHP’nin saflarında yer tutan insanlar CHP yönetiminden farklı düşünmüyorlar. Bugünkü CHP, Baykal’ın mirasını sürdürüyor ve “AK Parti’den gelen her şey kötüdür” diyor.



CHP bu değişime niye “hayır” dediğini ikna edici bir biçimde anlatabilecek mi?

CHP’nin bir tek argümanı var. “Bu anayasa değişikliğiyle AK Parti Türkiye’de kendi iktidarını kuruyor” diyor. Referandumu, hükümetin onaylanması veya reddedilmesi şeklinde bir değerlendirmeye dönüştürmek istiyor. CHP hâlâ siyasetin anlamını kavrayamadı. Devletle birlikte hareket ediyor ve “hayır” diyor. Anayasa değişikliğiyle bürokratik hegemonyanın kırılmasına karşı çıkıyor.



Aydınlar da ikiye ayrıldı? Onların bir kısmı “hayır” diyor bir kısmı “evet.” Aydınlar niye bölündü?

Gerçek aydınlar “evet” diyor. Sisteme entegre olmayı kendine varlık nedeni seçmiş olan aydınlar ise “hayır” diyor. Oysa sisteme entegre olmuş olan birine aydın denemez. Onlar sonuç itibarıyla ‘bürokrat aydın’dır. Çünkü aydın olmak, özgün, bağımsız ve muhalif olmaktır. Tabii şunu da açıklamak gerekir.



Neyi?

AK Parti’ye taraf olmak, politikalarından olumlu gördüklerini desteklemek, aydınları sistemin bir parçası haline getirmiyor. Zaten dikkat edin, demokrat aydınlar, AK Parti’nin sistemle zıtlaşan politikalarını hep desteklediler. AK Parti sistemle bütünleştiğinde ise ondan uzaklaştılar. Mesela 2007 seçimlerinden sonra AK Parti’nin AB sürecinde frene basması, AK Parti’yle aydınlar arasında büyük bir kırılma yarattı. Şu asla unutulmamalı. Bir parti demokrat aydınlarla zıtlaşıp, bağını kopardıktan sonra artık iflah etmez.



Niye bazı aydınlar Anayasa değişikliğine “hayır” diyor?

Bir bölümü, sistemin bugünkü haliyle devam etmesini istediği için “hayır” diyor. En vahim durumda olanlar bunlar. Diğer grup ise AK Parti’nin sosyo-politik gerçeğini bir türlü algılayamıyorlar. Onu hâlâ din devleti kurmak isteyen bir parti olarak onu niteliyorlar.



Bu değişikliğin reddedilmesinden demokrasi açısından nasıl bir yarar bekliyorlar?

Onlardan, neden “hayır” diyeceklerine dair ikna edici ve inandırıcı bir cevap henüz gelmedi. “Bu değişiklik yetersiz, onun için ben bu değişikliği reddediyorum” diye bir mantık olmaz ki. Siz yapılan değişikliği kabul edip, sonra daha fazlasını talep edersiniz. Değişikliği reddettiğinizde, daha fazlasını talep etme şansınızı da ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Ama şu bir gerçek ki... İnsanların demokrat olması çok zor. Kendine demokrat diyen aydınların demokratlıklarının sınırı bugüne dek çok ölçülüydü. Doğrudan kimliğini ilgilendirmeyen konularda demokrat olmak kolaydı.



Demokrat olmak şimdi neden kolay değil?

“Türkiye, eşit vatandaşlarındır” dediğin zaman hadise zorlaşıyor. Şimdi aydınlar, kişisel demokratlıklarının sınırını ilk kez daha geniş bir alanda sınıyorlar. Kürt’le, Ermeni’yle, Rum’la eşit olmak istemiyorlar. Eşit olmayı kabul etmek demek, kendinizi dönüştürmek demektir. Kürt isyan etti, Ermeni dedemi kesti, Rum işgal etti diyor ve onlarla eşit olmak istemiyor. Ayrıca kendisi gibi Müslüman ve Türk olan türbanlıyla da eşit olmak istemiyor. Çok geç kurulmuş bir ulus-devletin sonuçları bütün bunlar.



Ulus-devletin geç kurulmuş olması nasıl bir sonuç veriyor?

Geç kalmış ulus-devletin demokratı böyle oluyor işte. Bakın... Burası ulus-devletini, Batı’daki örneklerinden en az yarım asır sonra kurdu. Üstelik o dönemde çok büyük bir şanssızlık oldu. 1923’te Türkiye devleti kuruluyor, Avrupa’da örnek alacağın bir tek demokrat ülke bulunmuyor. Örnek olarak önünde sadece faşizm bulunuyor. 1924’te İtalya’ya, 1933’te de Almanya’ya faşizm geliyor. Kimse saklamasın... 1923’te CHP otoriter bir partiyken, 1930’da totaliter, faşist, ırkçı, şoven bir parti oluyor. Biz bütün bu tarihî bagajın, yükün birkaç sene içinde kalkmasını istiyoruz. Kolay değil bu.



“Hayır” diyecek olanlar daha sonra siyasette nelerle karşılaşacaklar?

Referandumda “hayır” diyenler, kısa bir süre sonra bu “hayır”ın politik bir “hayır” olduğunu söyleyecekler. “Biz aslında Anayasa değişikliğine ‘hayır’ demedik. AK Parti hükümetine ‘hayır’ dedik” diyecekler. Zaten işler şu anda oraya doğru gidiyor. CHP, bunun, Anayasaya değil de ‘AK Parti’ye hayır’ kampanyası olacağını şimdiden iyi kötü söylemeye başladı.



“Evet” diyenler nelerle karşılaşacaklar?

“Evet” oyunu aldıktan sonra AK Parti’nin işi zorlaşacak. Eğer ben bu değişikliği yetersiz buluyor ve buna rağmen “evet” diyorsam, bu referandumdan sonra AK Parti’nin yakasına, “ben seninle referandumda bir uzlaşmaya gittim. Şimdi bana 2011 seçimlerinden sonra Anayasa’yı daha kapsamlı değiştireceğini taahhüt et bakalım” diye yapışacağım demektir. Biliyorsunuz, 2007 seçimlerinden sonra AK Parti büyük hata yaptı ve sivil anayasa tartışmalarını ve hazırlıklarını getirip türbanda boğdu.



Referandumdan nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

Yüzde 50 civarında “evet” oyu bekliyorum. Şunu kabul edelim ki, MHP türü partiler, Türkiye gibi hızlı değişen bir toplumda bugüne dek sürdürdükleri siyasetin sonuna geldiler. Türkiye, Özal’dan beri iki buçuk partili bir modele oturtuldu. CHP ve AK Parti var. Bir de buçuk parti olacak. MHP, buçuk parti olmak için haddinden fazla büyük. Hiçbir şey söylemeyen, proje önermeyen, sadece “teröre hayır” diyerek ayakta duran bir parti, bugüne kadar aldığı oyu artık alamaz. Bundan böyle buçuk partinin oyları BDP, MHP ve Saadet arasında bölünecek. Muhtemelen hiçbiri barajı geçemeyecek. Ancak bağımsız milletvekilleri çıkararak siyasete entegre olacaklar. Türkiye’de seçim, önümüzdeki yıllarda işte böyle geçecek.



Referandumda “evet” çıkarsa, yargıdaki değişikler hayatımızı nasıl etkiler?

“Evet”ten sonraki Türkiye’nin daha demokratik bir Türkiye olacağına hiç şüphe yok. Bu değişiklikler yetersiz olsa da, daha demokratik bir mantık yargının içine yerleşecek.



Referandumdan ya “hayır” çıkarsa? O zaman ne olacak?

Referandumdan “hayır” çıkmasını konuşmak bile istemiyorum. Çünkü “hayır” çıkarsa, otoriter sistem güçlenecek. Dolayısıyla otoriter sistemi ayakta tutan asker, bürokrasi ve yargı kuvvet kazanacak. Her askerî darbe Türkiye’yi nasıl on sene geri götürmüşse, bu referandumdan “hayır” çıkması da bir askerî darbe gibi on sene geri götürür ülkeyi.



neseduzel@gmail.com

Neşe Düzel - Hüseyin Yıldırım: ‘Hürriyet Diyarbakır cezaevini övdü’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 26.07.2010


Neşe Düzel

Hüseyin Yıldırım: ‘Hürriyet Diyarbakır cezaevini övdü’

“Hürriyet’in Diyarbakır muhabirini benimle röportaj yapması için cezaevine getirdiler ‘Diyarbakır cezaevi güllük gülistanlık’ diye yazdı. Bu haber 1982 baharında yayımlandı.”



“Beni ip sarılı bir makaraya götürdüler. İpin ucunu halka yapmışlar. Çok affedersiniz... çok affedersiniz... İpi cinsel organıma geçirdiler. Biri ipi tutuyor, biri çekiyor. Çok utandım.”



“Diyarbakır polis soruşturma bölümünde her odadan işkence çığlıkları geliyordu. Radyoda Evren konuşuyordu. “Türklerin karakterinde işkence yoktur” diye bağırıyordu Evren.”



* * *



NEDEN HÜSEYİN YILDIRIM

12 Eylül Anayasası’nda yapılacak değişikliklerle ilgili tartışmalar tırmanarak sürüyor ve konu her geçen gün doğru bir mecraya oturuyor. Çünkü bu tartışmalar sırasında olması gereken oluyor ve 12 Eylül’de insanlara çektirilen acılarla ve ‘darbeyle’ hesaplaşma da gündeme geliyor. 12 Eylül Anayasası’nın temelini oluşturan darbe sürecinde özellikle Diyarbakır cezaevinde yaşanan korkunç işkenceler sık sık tartışmalara konu oluyor. Özellikle BDP’nin darbe anayasasının değiştirilip değiştirilmemesinin oylanacağı referanduma ‘boykot’ çağrısı yapması, o dönemde işkence görmüş birçok insanın, anayasa tartışmalarına kendi anılarıyla katılmalarına yol açıyor. Biz de hem Diyarbakır cezaevini, hem Kürt politikasını, hem de PKK’yı yakından izleyen, bilen ve tanıyan Hüseyin Yıldırım’la 12 Eylül döneminin hukukunu, mahkemelerini, uygulamalarını, Diyarbakır zindanlarını, PKK’yı, Öcalan’ı, lider kadrosunu, PKK’nın kuruluşunu, Suriye’yi, Bekaa’yı, Öcalan’a muhalefeti, PKK’nın dünkü ve bugünkü politikalarını konuştuk. İlk gün Avukat Yıldırım’ın poliste ve cezaevinde yaşadıklarını okuyacaksınız. Avukat Hüseyin Yıldırım bir dönem Abdullah Öcalan’ın çok yakınında yer aldı. Şam’a Bekaa’ya gidip geldi. Hatta bir ara PKK’nın Avrupa sorumlusu olarak tanındı. Daha sonra Öcalan’la yolları ayrıldı, Hollanda’da suikast girişimine uğradı. Avukat Hüseyin Yıldırım halen İsveç’te yaşıyor.

* * *



NEŞE DÜZEL: Siz hangi yıl Diyarbakır hapishanesine girdiniz?

HÜSEYİN YILDIRIM: Ben Diyarbakır cezaevine 1981 yılının kasımında girdim ve on bir ay kaldım. O cehennemden 1982’de çıktım. Zaten ben 10 Kasım 1981’de Diyarbakır cezaevine götürüldüğümde de ayaklarımın üstünde duramıyordum.



Niye?

Çünkü poliste çok ağır işkence görmüştüm.



Neden dolayı tutuklandınız?

Silvan-Siverek’te PKK sorumluluğu yapmış Mehmet Karasun diye Bingöl-Kiğılı bir öğretmen vardı. O kişi, kod adı olarak Tuncelili Hüseyin’i kullanmış. Beni, o diye tutukladılar. Oysa devletin bütün kurumları onun gerçek kimliğini biliyordu. PKK iddianamesinde de zaten o kişinin hüviyeti açıkça yazıyordu.



Tutuklandığınızda ne iş yapıyordunuz?

Avukattım. Türk ve Kürt solundan tutuklananların yüzde sekseninin avukatı bendim o dönemde. O sıralarda Diyarbakır rahattı, daha 12 Eylül olmamış, askerî cunta gelmemişti. Ülkede en ağır işkence Elazığ’da yapılıyordu. Naci kod adlı bir MİT görevlisi, 1800 Evler denilen yerde korkunç işkenceler yaptı. Sonra o kişi Diyarbakır’a geldi ve bana da işkence yaptı.



İşkence yapan devlet memurlarının da mı kod adları vardı?

Evet... Onlar, çok korunurlar. Zabıt tutarlar, zaptın altına imza olarak hiçbir isim yazmazlar, “zabıt müncisi” yani “zaptı tutan” yazarlar. İz bırakmazlar. Avukatlık yaptığım sırada mahkemelere çıkarılan tutuklular öyle kötü durumdaydılar ki, işkenceden geçtikleri apaçık ortadaydı ama mahkemeler bu işkencelere seyirci kalıyordu. Ben 12 Eylül 1980 cuntası döneminde sadece Elazığ’da değil, Diyarbakır, Konya, Ankara-Mamak her yerde duruşmalara girdim. O şehirler arasında gittim geldim. Çok doldum! Gördüğüm feci manzaralara itiraz ettim. Mahkemelere karşı direndim. Ben, Mehdi Zana’dan Şerafettin Kaya’ya, Selim Dindar’a üç bin kişinin avukatıydım. Zaten o yüzden de bir komployla tutuklandım.



Nasıl tutuklandınız?

Beni, Diyarbakır cezaevine bir müvekkilimi görmeye giderken gözaltına aldılar. Diyarbakır Birinci Şube’ye götürdüler. Uygulama şöyleydi. Önce polis soruşturması yapılıyordu. İşkence orada başlıyordu. Sonra poliste işkence görenler, biraz kendilerine gelsinler diye bir süre bekletiliyordu. Sonra savcılığa gönderiliyor ve tutuklanıp cezaevine konuluyordu.



Poliste ne yaşadınız?

Yedi günde beni bitirdiler. Gözlerimi bağlayıp, beni önce tavana asıp çarmıha gerdiler ve elektrik şoku verdiler. 16 ya da 17 Ekim 1981 tarihiydi. Polis soruşturma bölümünde her odadan işkence çığlıkları geliyordu ve o sırada radyo açıktı, Evren konuşuyordu. Evren radyoda, “Türklerin karakterinde işkence yoktur” diye bağırıyordu. Evren’in o sözleri işkence çığlıklarına karışıyordu. Bir gün gene gözlerim bağlıydı... Gene işkence görmüştüm ve vücudum ateş içindeydi. Zaten her an işkence yapılıyordu.



Size ne soruyorlardı?

Hiçbir şey. Sadece konuş diyorlardı ve küfrediyorlardı. Biri odaya geldi ve bana “merhaba Hüseyin Bey” dedi. Anlamıştım, üst düzey biriydi, ya MİT’ti ya da ordudandı. İşkenceden sinirlerim çok gerilmişti. “Neden benimle gözlerim açık konuşmuyorsunuz? Neden korkuyorsunuz?” dedim.



Ne cevap verdi?

“Hüseyin Bey, siz Tuncelililer neden devlete bu kadar düşmansınız?” dedi. “Ne verdiniz, ne istiyorsunuz? Katliam uyguladınız, onun hesabını verin” dedim. Hiç tepki göstermedi. “Böyle yanlışlıklar olur. Şimdi söyleyeceğim, seni serbest bıraksınlar” dedi ve gitti.



Sonra ne oldu?

Bir, iki saat sonra biri koluma yapıştı, göz bağımı çözdü. Kırmızı suratlı asker elbiseli iriyarı biriydi. Bana vurdu da vurdu. Kafamı kırdı, dişlerimi kırdı. Dişlerim ağzıma saplandı. Kafamı tuvaletin içine bastırıyor ve sifonu çekiyordu. Tam boğulmak üzereyken, kafamı klozetten çıkarıyordu. Bir saatten fazla sürdü bu işkence. Her tarafımdan su gibi kan akıyordu. İşte yedi gün poliste böyle işkence gördüm. Doktor hastaneye gönderilmemi istedi ama götürmediler. O beş gün gözaltı bölümünde biraz kendime geleyim ve işkence belli olmasın diye tuttuktan sonra, beni mahkemeye çıkardılar. Uygulama öyleydi zaten. Hâkim, beni tutukladı.



Sizi Diyarbakır cezaevine mi götürdüler?

Ringo denilen demir kafesli bir cezaevi aracı vardı. Beni onunla Diyarbakır cezaevine götürdüler. Daha aracın kapısı açılmadan, bahçede “geldi geldi” diye bir çığlık koptu. Ellerinde odunlarla bir grup işkenceci aracın etrafını sarmışlardı. İşkencesiyle ünlü, cezaevi iç güvenlik amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, elleri cebinde karşımda duruyordu. Beni ağır sopalarla dövdüler. Sonra Yıldıran, “Hadi aslanlarım, Avukat Bey’e helva yedirin” dedi.



Helva yedirin ne demek? İşkence yapın mı demek?

Evet. Diyarbakır cezaevinde ilk günüm böylece başladı. Beni büyük bir salona götürdüler. Dört tarafında duvara dizilmiş hücreler bulunan ortası açık dört katlı bir yer. Bu açık alanın orta yerinde lağım akıtıyorlar. Demir parmaklıklı hücrelere ise merdivenlerle çıkılıyor. Hücredekiler birbirlerini görmüyor ama işkenceciler dört tarafta herkesi görüyor. Bana, “soyun” dediler, soyundum. Allah Allah diye üstüme sopalarla saldırdılar. Epey dövdükten sonra beni lağımın içinde bir aşağı bir yukarı sürüklediler. Sonra biri başımı bacaklarının arasına aldı ve uzun süre sopalarla arkamdan vurdular. Nereye vuracaklarını biliyorlar. Sinirlerin geçtiği yerlere vuruyorlar. Ciğerlerim ağzıma geldi ve bayılmışım.



Bitti mi?

Sonra elbiselerimi ateşe verdiler ve sırtüstü o ateşe yatırdılar. Daha sonra beni duvarın dibindeki bir makaranın önüne getirdiler. Makarada ip sarılıydı. İpin ucunu halka yapmışlar. Çok affedersiniz... İlk kez anlatıyorum bunu... Çok affedersiniz. İpi benim cinsel organıma geçirdiler... Biri ipi tutuyor ve çekiyor. O zaman çok utandım. Bu çok ağır geldi.



Lütfen ağlamayın... İsterseniz anlatmayın, başka bir konuya geçelim.

Siz istediğinizi yayınlayın ya da yayınlamayın. Ama ben içimdekileri boşaltmak istiyorum. Her taraftan işkence sesleri geliyordu. Ben, “kafama bir kurşun sıkın bunu yapmayın” dedim. İpi bırakmam için ellerime tersten sopalarla vuruyorlar. Bütün parmaklarım kırıldı, ayak topuklarım kesildi. Sonunda iri yarı bir onbaşı, “ben bu kadarına yokum” dedi ve fırlayıp beni kucakladı. Beni beşinci hücreye götürdüler ve kenefe koydular.



Aman Tanrım...

O işkencelerden sonra ben şuna inandım. Yeryüzünde en dayanıklı canlı insandır. Akşam oldu, nöbetçi bana acıdı ve beni lağımın içinden betonun üstüne çıkardı. Bana bir sigara verdi. O da bir askerdi. Size söyleyeyim, o cehennemin içinde melekler de vardı. Sabah oldu “ulan avukat” diye gene geldiler. Beni lağımın içine gene yatırdılar. Öyle dövdüler ki bayılmışım. Zaten bir müddet sonra acıdan göğsün tıkanıyor ve bağırman da kesiliyor. Kendime geldiğimde ayaklarımdan akan birikmiş simsiyah kanı gördüm. Yavaş yavaş ayaklarımı içime doğru çektim ve betonun üstüne yattım.



Her işkence gören yaşadıklarını bu kadar ayrıntılı hatırlar mı?

Hiçbir zaman unutmaz. Hiçbir şeyi unutmaz. Orada ölüm bir an önce gelsin istedim. Diyarbakır cezaevinde herkesi böyle imtihan ettiler. Ben dört aydan fazla hücrede kaldım ve dört ay her gün işkence gördüm. Bir de hücrelere kedi büyüklüğünde fareler saldırıyordu.



Ne!!!!

Birini kovuyordun, diğeri geliyordu. Fareler üstümüzde dolaşıyordu. O işkenceci Yüzbaşı Esat, ben kilo kaybettikçe, bana “şişmanlamışsın yahu” diyordu. Benim bütün parmaklarım kırıldı. Bakın... Hâlâ düzelmediler. Çenem ortadan ikiye bölündü. Bakın... Dizlerime çok vurdular. Bakın... Doktor falan yok, kendi kendine kaynadı çenem de bütün kemiklerim de... Dedim ya... Cehennemde melekler de vardı. İhtiyar lakaplı bir çavuş, cebine kendi yemeğini koyuyordu ve gizlice bana cebinden çıkardığı tahta kaşıkla içine ekmek doğranmış çorba ve et yediriyordu. Beni, dışarıdaki gelişmelerden haberdar ediyordu. “Seninle ilgili dünyada büyük tepki oluşmuş” diyordu. Uluslararası Af Örgütü falan ayağa kalkmıştı.



Diyarbakır cezaevinde aylarca hücrede tutulduktan sonra koğuşa götürüldünüz. Kimlerle aynı koğuşta kaldınız?

Ben dört ay hücrede kaldım. Beni tutuklandıktan dört ay sonra koğuşa götürdüler. Ahmet Türk ve eski CHP ve ANAP milletvekili Nurettin Yılmaz’la aynı koğuşta kaldım.



Koğuşta işkence yapılıyor muydu peki?

Her sayımda yumruklarla, sopalarla dövüyorlardı. Lağım temizletiyorlardı. Ahmet Türk ve ben zayıftık, erken yere düşüyorduk. Nurettin Yılmaz inadına düşmek istemiyordu. Unutmam... Çok saygı duyduğum Ahmet Türk bir gün karyolasının kenarına oturmuş gözleri dolu dolu... “Ahmet Bey üzülmeyin, bunun sonu ölüm değil mi?” dedim. “Hüseyin Bey ben işkenceden dolayı üzülmüyorum. Çok kötü küfrediyorlar, çok ağırıma gidiyor” dedi. Bir gün yine elimize uzun süpürgeleri verdiler, bizi lağıma götürdüler. Lağımı temizledikten sonra bize “koğuş vaziyeti al, uygun adım istikamet koğuş, marş” derlerdi ve biz de süpürgeleri silah gibi omzumuza alıp, yürürdük. Bir gün...



Evet, o gün ne oldu?

Yine Nurettin Yılmaz önde ben ortada, Ahmet benim arkamda gidiyorduk ki, kısa boylu bir onbaşı, “ulan bunlara gıcığım var” deyip havada uçtu ve Nurettin’in göğsünü postallarıyla ezdi. Tekmeyle öyle bir savrulduk ki arka arkaya üçümüz de yere yıkıldık.



Nurettin Yılmaz daha sonra ANP milletvekili oldu değil mi?

Evet. Daha önce de CHP milletvekiliydi. Şimdi BDP Disiplin Kurulu Başkanı. Diyarbakır cezaevinde bir de o işkenceci yüzbaşının “emret komutanım” diye tutuklulara tekmil verdirdikleri Jo adında bir köpeği vardı. İstediklerinde, bizi, ona ısırtıyorlardı. O sıralarda artık Uluslararası Af Örgütü, benimle ilgili büyük bir kampanya başlatmıştı. Türkiye’ye protesto yağıyordu. Ara sıra beni havalandırmaya çıkarıp elime top veriyorlardı.



Niye?

Bir helikopter tepemde durup resmimi çekiyordu. Zira “Bakın hiçbir şeyi yok. Top oynuyor” demek için böyle mizansenler yapılıyordu. Bir gün Hürriyet gazetesinin Diyarbakır’daki muhabirini benimle röportaj yapması için cezaevine getirdiler. Sonra gitti, “Diyarbakır cezaevi güllük gülistanlıktır. Hüseyin Yıldırım bile sağdır” diye yazdı. 1982 baharında yayımlandı bu haber.



Peki, tam olarak siz ne durumdaydınız?

Bir gün bir gardiyan bana, “Senin hakkında, onu yaşatın diye Ankara’dan talimat gelmiş. Şimdi Ankara’dan gelen doktor, seni muayene edecek” dedi ve beni doktora götürdü. Doktor, “soyunun, muayene edeceğim” dedi. Ben perdenin arkasında soyundum. İçeri girdiğinde korktu. Etrafındakilere, “Bu, burada mı böyle oldu” diye sordu. Sadece kemik kalmıştım. İçeri 75 kilo girmiş, 43 kiloya düşmüştüm. Doktor bana günaşırı serum verdirdi ve bana can öyle geldi.



Cezaevinden çıktığınızda ne yaptınız?

Önce annemi görmek istedim. Eve gittim. Beni tanımadı. Bana, “Hüseyinimi bırakmışlar, beni, Hüseyinimin yanına götür” dedi. “Ben de o çarşıda, gel seni götüreyim” dedim ve koluna girdim. Ayaklarım yara içinde, yürüyemiyorum, o benden hızlı yürüyor. Bana, “Ne oldu, hasta mısın sen?” dedi. Yürüdük ve çarşıda kalabalığın yanına geldik. Annem hâlâ oğlunu arıyor. Kalabalıktan biri, “Hüseyin senin kolunda” deyince, annem uyyyyy diye çığlık atıp kendi yüzünü tırmalamaya başladı. Zaten büro arkadaşlarım da beni tanıyamadılar. Aynada kendimi gördüğümde ben de ürkmüştüm. Bir gün yüzbaşı gülerek bana ayna verdi. “Bak ne kadar yakışıklı oldun” dedi. Korkunçtu. Gözümün altındaki deri, bir et parçası halinde sarkmıştı.



Hapishanede ya da çıktığınızda devletten herhangi biriyle bir temasınız oldu mu?

Sıkıyönetim komutanının adli müşaviri Ahmet Beyazıt’la karşılaştım. Hiçbir şey olmamış gibi sarıldı, öptü beni. “Böyle şeyler olur, tekrar duruşmalara girersin” dedi. Beni Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak’la görüştürmek istedi. Beni ona götürdü. Kemal Yamak elimi sıktı. “Geçmiş olsun, böyle şeyler olur. Devlet zor durumda” falan diye konuştu. Sonra da, “ben senin aileni araştırdım, seninki çok iyi bir aile. Sen peygamber soyundan geliyorsun” dedi. Ben de “Paşam ben Arap değilim, ben Kürdüm” dedim. “Böyle şeyleri söylemekten men ederim sizi” diye bağırmaya başladı ve benden, cezaevindeki açlık grevinin bitirilmesi için tutuklularla görüşmemi istedi.



Görüştünüz mü?

Görüştüm. Açlık grevinde ölenlerin tabutlarını daha sonra ağlayarak ben indirdim. Zaten kısa süre sonra bir gece iki hâkim büroma geldiler. “Senin hakkında yeni kararlar alındı. Bu gece Diyarbakır’ı terk et” dediler. Ben o gece Diyarbakır’ı ağlayarak terk ettim. Suriye’ye geçtim, Şam’a gittim.



PKK’ya ne zaman katıldınız?

Ben hiçbir zaman PKK’ye katılmadım. Diyarbakır’da direnen insanların her zaman kalbimde yeri oldu. Onların anısını kutsal bir emanet olarak saklıyorum ama, ben Apoculuğa hayır diyorum. Ben hiçbir zaman PKK’li olmadım.



Nasıl olmadınız? Siz bir dönem PKK’nın Avrupa temsilcisi değil miydiniz? Sizi Diyarbakır’dan yurtdışına kim çıkardı?

PKK çıkardı. Zaten beni PKK’den başka dışarıya kim kaçırsın ki! O dönemde başka örgütler bana geldi de, ben mi onları istemedim?



Neyse... Sizinle PKK’yı konuşacağız. Önce Şam’da ne yaptınız?

Beni PKK’liler, Şam’da Öcalan’ın çevresine götürdüler. Ben Diyarbakır cezaevinde ve mahkemelerde her şeyi görmüş bir avukattım. Dünya kamuoyunu yakından tanıyordum. Ayrıca dünya kamuoyunda benimle ilgili kampanyalar vardı. PKK’liler, dünyaya anlatacaklarımın kendilerine yarayacağını biliyorlardı. Ben Şam’a gittiğimde, Öcalan ve karısı Kesire oradaydı. Kandil’deki yönetimin hepsiyle karşılaştım zaman içinde.



Kimlerle tanıştınız?

Cemil Bayık, Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Mustafa Karasu... Karayılan’ı ise çok daha sonra gördüm. Çünkü o, çok eski bir PKK’li değildir. Öcalan, Cemil Bayık’a, “Avukat Bey’i diğer örgütlerle de tanıştır. Yarın öbür gün, bizimle niye görüştürmediniz demesinler bize” dedi. Cemil Bayık önüme düştü, Şam’daki bütün Kürt ve Türk örgütleriyle görüştürüldüm. Şam’da her örgütün ayrı evi vardı. PKK’nın üç ayrı evi vardı.



Öcalan’la nasıl tanıştınız?

Beni bir eve götürdüler ve orada beni Öcalan karşıladı. Onunla ilk kez orada karşılaştım. Bir müddet sonra bana “hadi gidelim” dedi. Bir başka eve gitmek için sokağa çıktık. Öcalan beni uyardı: “Yolda yürürken aramızda on beş, yirmi metre mesafe kalsın avukat” dedi.

neseduzel@gmail.com

YARIN...

Kesire Öcalan’la nasıl tanıştı? PKK’dan ne zaman, niye ayrıldı? Abdullah Öcalan’la neler yaşadı? Görüşlerini PKK’dan ayrılmadan söyleyebiliyor muydu? Ne zaman suikasta uğradı? Nasıl kurtuldu? Hangi konularda Öcalan’a muhalefet etti? Öcalan, “Ergenekon bizim de içimize sızmıştı” derken ne demek istiyordu? PKK’nın bugünkü hedefi ne? Öcalan’ın hedefi ne? BDP nasıl bir çözüm istiyor? PKK demokrasi içinde bir çözümü kabul eder mi?