3 Eylül 2010 Cuma

Günde 2 Milyar Kez Tıklanan Site: Youtube

Geçen aylarda mahkeme sormuş: “kaç dns ile yotube’ye erişiliyor,” diye. Verilen cevap: “40 yeni dns.” Mahkeme 40 DNS bağlantısını daha yasaklamış, Youtube yasağı için. Ve hala Yotube’ye erişim farklı dns’ler ile mümkün. Yasak, bu hususta bilgisi az olanlar için geçerli.



Video paylaşım sitesi Youtube, bir günde platformunda izlenen video sayısının 2 milyarı geçtiğini bildirdi.



Kuruluşunun beşinci yılını kutlayan YouTube’un resmi blogunda yapılan açıklamada, sitede günlük izlenen video sayısının iki milyarı geçtiği kaydedilerek, bu sayının en büyük üç ABD televizyonunun prime time’da izlenen programlarının neredeyse iki katına yakın olduğu vurgulandı.

Kaliforniya merkezli YouTube’un yöneticileri yaptıkları açıklamada, siteyi kurduklarında ilk beş yıl ayakta kalabileceklerini asla tahmin edemediklerini ve gelecek 5 yılı da hayal etmenin zor olduğunu dile getirdiler.

Site yöneticileri ayrıca, platforma her dakika 24 saatlik görüntü yüklendiğini belirterek, bunun haftada 150 bin adet uzun metraja denk geldiğini ifade etti.

Başlangıçta amatör videoların paylaşılması için tasarlanan YouTube, Google tarafından 2006′da 1,65 milyar dolara satın alınmıştı.

Dünyanın en çok ziyaret edilen üçüncü internet sitesi YouTube, halen 23 ülkede 24 farklı dilde hizmet veriyor.



***





Adalet Bakanı Sadullah Ergin, adli mercilerin, internet sitesi "YouTube"a erişimi engelleme kararını kaldırması halinde, sitenin tekrar açılabileceğini, bu konuda takdirin adli mercilerde olduğunu bildirdi.



Ergin, CHP Adıyaman Milletvekili Şevket Köse'nin, internet sitesi "YouTube" a erişime ilişkin soru önergesine, yazılı yanıt verdi.



Açık kaynaklardan yapılan inceleme sonucunda, bu internet sitesinin, bir çok ülkeyle hukuki ihtilaflar yaşadığını ifade eden Ergin, "Konusu suç olan içerik (URL) bazlı ise, bunu ancak içerik sağlayıcı veya yer sağlayıcının kendisi çıkarabiliyor" dedi.



Ergin, erişimin engellenmesine rağmen, içeriğin, internet sitesinde durduğunu ve çeşitli yol, yöntemlerle bu yayınlara özellikle yurt dışından kolaylıkla erişilebildiğini vurguladı.



İnternette bir yayına yüzde 100 oranında erişimin engellenmesinin, o içeriğin yayından çıkarılmasıyla mümkün olabileceğine işaret eden Ergin, bunun dışında yapılan her türlü işlemin, erişimi zorlaştırıcı önlemlerden ibaret olduğunu kaydetti.



Ergin, bu siteye erişimin engellenmesi kararının; Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanuna muhalefet nedeniyle Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi'nce 5 Mayıs 2008'de verildiğini, bu doğrultuda da Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'nın erişimi engellediğini anımsattı.



Bakan Ergin, adli mercilerce erişimi engelleme kararı kaldırıldığı takdirde, sitenin tekrar açılabileceğini, bu konuda takdirin adli mercilerde olduğunu bildirdi.

Cumhuriyet’e bakışta iki yol Eser KARAKAŞ

Cumhuriyet’e bakışta iki yol Eser KARAKAŞ ekarakas@stargazete.com


30 Ağustos günü bir televizyon kanalına, Atatürk döneminden günümüze Türkiye ekonomisini değerlendirmek için davet edildim, yarım saatlik bir programdı, bir konunun altını özellikle vurgulamayı amaçladım, ama ilginçtir, elektronik posta kutuma çok sayıda eleştiri geldi.



Bu eleştiriler bir zihniyet dünyasını yansıttığı için çok önemsiyorum.



Programın sunucusu bana 1923’den günümüze bir değerlendirme önerdiğinde bendeniz de kendisine mealen şu cevabı verdim: “1923’den 2010’a, hatta 1950’den günümüze ekonomik büyüklüklere baktığınızda çok önemli bir gelişme kendini gösteriyor, bu durum, bardağın dolu tarafı; ancak, aynı süre içinde mukayeseli bir analiz yapmaya kalkarsanız, yani aynı verileri aynı zaman dilimleri içinde, mesela İtalya ile karşılaştırır iseniz, durum öyle pek parlak gözükmüyor, bu da bardağın boş tarafı.”



İşte gelen eleştirilerin kökeninde bu yaklaşım var.



İnsanlar, Cumhuriyet döneminin başarılarını kendi içinde bir gelişme olarak değerlendirmek arzusundalar, mukayeseli bir tabloya bakmayı pek istemiyorlar.



Atletizmde bile başarı sadece zamana, yüksekliğe, mesafeye karşı kazanılan bir başarı değil, yarışma sonucuna, sıralamaya göre değerlendirilen bir başarı.



Ekonomide de durum pek farklı değil.



Cumhuriyet’in ekonomi karnesine kendi içinde baktığınızda ortaya çıkan tablo olumlu görünüyor.



1950 senesinde yaklaşık beş milyar dolar dolayında olan milli gelir bugün 700 milyar dolar civarında.



1970 senesinde bin doların altında olan kişi başına gelir bugün on bin dolara yaklaşıyor.



1968 senesinde tarım sektörünün milli gelir içindeki payı yüzde kırktan fazla iken bugün bu oran yüzde onun dahi altına inmiş bulunuyor.



1950 senesinde kişi başına ihracat 13 dolar iken son kriz öncesi kişi başına ihracat iki bin dolara gelmiş idi.



Yine 1950 senesinde toplam dış ticaret hacmi yani ihracat artı ithalat yaklaşık yarım milyar dolarken yine son kriz öncesi dış ticaret hacmi 350 milyar doları aşmış, yani yedi yüz kat artmış idi.



1950 senesinde ülkemize gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımı sadece beş milyon dolar iken, 2007 senesinde Türkiye 22 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekti; yani yaklaşık dört yüz katı.



Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.



Bu örnekler hoş, insanın gururunu okşuyor ama ne kadar anlamlı, mukayeseli bir çerçevede ne anlama geliyorlar, orası pek net değil.



İtalya’nın kişi başına milli geliri 1950 senesinde neydi, bugün ne kadar, ve bu performans ile bizim büyüme performansımız arasındaki fark nedir, asıl sorulması gereken doğru soru bu.



İtalya 1950 senesinde ne kadar ihracat yapıyordu, şimdi ne kadar yapıyor?



İtalya 1950 senesinde ne kadar doğrudan yabancı sermaye yatırımı çekiyordu, bugün ne kadar çekiyor?



Bu sorulara verilecek mukayeseli cevaplarda İtalya’yı geçtiğimiz gün tüm meselelerin çözümüne çok yaklaşmış olacağız.



Örnek olarak da, kendimize haksızlık etmemek için İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeleri değil, İtalya’yı seçtim; kendimizi de doğrusu Somali, Tunus, Mısır gibi ülkelerle karşılaştırmak istemem.

Ahmet Altan - Sorun

KUM SAATİ 20.08.2010


Ahmet Altan

Sorun


Aslında bugün bizim gazetenin birinci sayfası “sorunun” ne olduğunu gösteriyor bence.

En tepeye bakın.

Faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin kederli hikâyeleri var orada.

Kim öldürdü o binlerce insanı?

Devlet.

Emekli bir korgeneral, o ölümlerin emirlerinin “devlet zirvelerinden verildiğini” açıkça söyledi televizyonda.

Onun altında ne var?

Hantepe’deki kanlı skandal.

Devletin ordusu, baskın ihbarını almasına ve baskını “naklen” izlemesine rağmen kendi askerlerini ölüme terk etmiş.

Onlara yardıma gitmemiş.

Dahası, baskın ihtimali apaçık ortadayken “mevzileri boşaltıp” yolu açmış.

Niye yapmış bunu?

Büyük bir ihtimalle “savaşın ve öfkenin” hiç bitmeden hatta artarak sürmesini sağlamak için.

Manşette hangi haber yer alıyor?

Yedi yaşındaki Hasan’ı “terorist” diye kovalayan “devletin” polislerinin, küçük çocuğun babasını alnından vurması.

Pervasızca çekip vurmuşlar adamı.

Üstelik vuran polisin kimliği de teşhis edilmiş.

Onun altında ne var?

“Devletin” polisinin, jandarmasının, istihbarat birimlerinin bilgisi dahilinde öldürülen Hrant Dink’e bir de ölümünden sonra Dışişleri Bakanlığı tarafından hakaret edilmesi.

Devletin Dışişleri Bakanlığı, “kurbanı” NAZİ’lere benzeten bir savunma hazırlamış.

Dışişleri Bakanı, “ben burada değildim” diye sorumluluktan kaçmaya uğraşıyor.

Bakan “burada” olmadığında Dışişleri canının istediğini yapabiliyor demek.

O savunmayı kim yazdı?

O savunmayı yazan hakkında ne işlem yapıldı?

Dahası, “ölümünü engellemediğiniz” Hrant Dink davasında ne demeye bir de kurbanı aşağılayarak savunma yaptınız da davadan çekilmeyi düşünmediniz?

Onun altında, “devletin” HSYK’sının Ergenekon ve faili meçhul soruşturmalarının savcılarını değiştirmek için çırpınması yer alıyor.

Baştan aşağı acılarla, ölümlerle, rezaletlerle, skandallarla dolu bir haberler toplamı.

Bütün bu skandalların altındaki imza ise hep aynı.

Devlet.

İnsanları faili meçhule kurban eden, savaşı uzatabilmek için askerlerini ölüme terk eden, yedi yaşındaki çocukları terörist diye kovalayıp babasını vuran, Hrant Dink’i “NAZİ”lere benzeten hep aynı devlet.

Devlet, “teorik” olarak sorunları çözmek için vardır.

“Pratik” olarak ise bizim ülkemizde “sorunları” yaratmak ve sürdürmek için var.

Bugün Türkiye bir savaşla çalkalanan, acılar çeken, insanları öldürülen bir ülke.

Hepsinde de devletin parmak izi.

“Kaos” bitmesin diye uğraşan bir devlet olur mu?

Hatay Dörtyol’da yaşanan felaketin altından da “kontrgerilla” çıkmıştı.

Devletin içindeki bir “güç” ülkede “iç savaşı” kışkırtmaya çalışıyordu.

Bana sorarsanız, Türkiye’de sorunun kaynağı belli.

Bu ülke, her şeyden önce devletini düzeltmek zorunda.

Askerini, polisini, jandarmasını, istihbaratını, yüksek yargısını bir düzene sokmak zorunda.

Yeni bir anayasa hazırlayıp yeni bir devlet tarif etmek, yeni kadrolar oluşturmak zorunda.

Çağdaş bir ülkede “halk” iktidardadır, bizim ülkemizde “devlet” iktidarda.

Ve, iktidarda kalabilmek, halkı “kul tayfası” halinde tutabilmek için cinayete de, katliama da, faili meçhule de, savaşa da razı.

Bu ülkede yaşanan tartışmaların odak noktası “devlettir”.

İnsanların fikirlerini, meşreplerini, “taraflarını” belirleyecek olan da “devletin” bu yapısı hakkındaki tercihleridir, bu zorba, baskıcı, kanlı olaylara görevlilerinin karıştığı devlet yapısını sürdürmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

Soru bu kadar basit.

Değişmesini isteyenler, açık, net ve kısa bir cevap verirler.

Değişmesini istemeyenlerin ise “ama”larla dolu uzun açıklamaları vardır.

Şöyle dikkatle bir dinleyin, kimin bu kanlı yapıdan yana olduğunu rahatlıkla anlarsınız.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Genelkurmay açıklaması

KUM SAATİ 22.08.2010


Ahmet Altan

Genelkurmay açıklaması


Bizim ordu, gerçek bir ordu olsaydı, zaten bugün bu ülkede savaş yaşanmazdı.

Ordu, siyasete müdahale etmez, Kürt meselesinin demokrasi içinde çözümünü engellemez, işleri çığrından çıkartmazdı.

Darbe yapıp Diyarbakır Cezaevi’ni Kürtler için bir cehenneme çevirmezdi.

Kendi içlerinde “illegal” yapılar oluşturup insanları sokaklarda öldürmezdi.

Barış ihtimali belirdiğinde “33 asker” faciasını yaşatmaz, insanları kışkırtmazdı.

Ordu ordu olsaydı, mesele kendi doğal mecrasında akar, Kürtlerin dillerini konuşması yasaklanmaz, hoşnutsuzluklarını siyaset içinde anlatmaları engellenmezdi.

Ama bizim ordu, ordu olmak istemedi, ordudan başka bir şey oldu, siyasete müdahale etti, Kürtlere, dindarlara, solculara baskı yaptı, ülkeyi bir kışlaya çevirmeye uğraştı.

Yıl 2010, hâlâ “darbe planları”, andıçlar, lahikalar çıkıyor ordunun içinden.

Daha önce de birkaç kere yazdım, bir ordu siyasetle uğraşmaya başladığında onun “askerliği” biter, askerî yeteneklerini kaybeder.

Dün Genelkurmay Başkanlığı, Hantepe baskınıyla ilgili bir açıklama yayınladı.

Hantepe’deki çocukları “bile bile ölüme bırakmadıklarını” anlatabilmek için nasıl “beceriksiz” olduklarını, askerî yeteneklerini nasıl tümden kaybettiklerini anlatmak zorunda kalmışlar.

Askerî yeteneklerini kaybettikleri zaten belli de açıklamadaki birçok iddiaları ne yazık ki gerçeklerle uyuşmuyor.

Mehmet Baransu da yazdı zaten, ona gelen “Heron görüntüleri” içinde “çatışma öncesi” görüntüler de yer alıyor.

Sadece baskın sırasında yaşananlar değil, Hantepe’nin baskın öncesi hali, PKK’nın ilk atışları o görüntülerde var.

Heronlar, Hantepe baskını sırasında başka yerdeyse, o görüntüler nasıl alındı?

Ben, Genelkurmay Başkanlığı’na bir soru sormak istiyorum önce.

Hantepe baskınının olduğu gece çekilen bütün Heron görüntüleri elinizde, değil mi?

“Heronlar baskından önce PKK’lıları görmedi” iddianızı kanıtlamak için o geceki bütün Heron çekimlerini yayınlayabilirsiniz, değil mi?

“Biz o geceki görüntüleri sildik” derseniz pek inandırıcı olamazsınız.

Rica etsem, o gece Heronların nerelerde olduklarını, saatleri ve koordinatlarıyla açıklayabilir misiniz lütfen?

Bunlar işin “Heronlar Hantepe baskınına gelen PKK’lıları görmedi, biz onları ancak baskın başladıktan sonra gördük” iddiasıyla ilgili sorular. Ama sorular bu kadar değil elbette.

Genelkurmay diyor ki, “Heron görüntüleri otuz noktadan izlenmedi.”

Peki, kaç noktadan izlendi?

O gece Heronların yaptığı çekimler kaç noktadan izleniyordu?

Hantepe’ye baskın yapıldığı anlaşıldıktan sonra helikopterler havalanmış ama Çığlı Suyu Vadisi’nde sis ve toz bulutu olduğu için vadiyi geçememiş.

Geçemediği için de Hantepe’ye ulaşamamış.

Orgeneral Başbuğ, daha önceki bir baskında askerlere neden yardım gönderilmediği sorulduğunda, “yağmur yağdığını” söylemişti.

Siz, yağmur, sis, kar olduğunda bütün yeteneklerinizi kayıp mı ediyorsunuz?

Bakın, şu son üç yılda yaşanan bütün büyük karakol baskınlarında, baskına uğrayanlara yardım gitmedi.

Dağlıca, Aktütün, Sarıyayla, Gediktepe, Hantepe hep aynı kaderi yaşadı.

Hiçbirine yardım gitmemesi tuhaf değil mi?

Üstelik bu baskınların hepsi daha önceden istihbarat tarafından bildirilmişti.

Genelkurmay açıklamasında, Hantepe baskınını yapan PKK’lıların elindeki “doçkalardan” bahsediyor, bu silahların ağırlığı 175 kilo, o silahlar o tepeye, hiç kimseye, hiçbir Heron’a görünmeden nasıl ulaştı, bu konuda bir şey söylemiyor.

Hantepe’de yaralanan bir çocuk, baskından önce “ön mevzilerin boşaltıldığını” anlatmıştı, bu konuda da bir açıklama yapılmıyor.

Hatırlıyor musunuz, Dağlıca’da da aynı şey olmuştu, ön mevziler baskından önce boşaltılmıştı. Başkalarını bilemem ama ben bütün bu yaşananlara baktığımda, ordunun bir bölümünün “savaşın hiç bitmemesini” istediğine dair derin bir kuşkuya kapılıyorum.

Bunu yapmayın.

Yaşanan bu garipliklerin sorumlularını bulup, hesap sorun.

Artık bitsin bu savaş, bu düşmanlık, her ölümle insanların içine yerleşen bu keder ve öfke bitsin.

Barışa bir imkân tanınsın.

Eller tetikten çekilsin.

Bir de konuşarak deneyelim sorunları çözmeyi.

Barışı konuşmak, çocukların nasıl ve neden öldüğünü konuşmaktan daha iyi değil mi?

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Maksatlı ve manipüle edici...

KUM SAATİ 24.08.2010


Ahmet Altan

Maksatlı ve manipüle edici...


Başlıktaki sözlerin muhatabı biziz, bizim gazete. “Maksatlı ve manipüle amaçlı” olarak BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın sözlerini çarpıtmışız.

Önce bu konuda BDP’nin açıklamasını okuyun: “Taraf Gazetesi bugünkü sayısında ‘Başbakan’dan bir söz bekliyoruz’ manşetiyle yer alan haberde Eş Genel Başkanımız Sayın Selahattin Demirtaş’ın ‘Başbakan’ın söz vermesi halinde boykottan vazgeçeriz’ dediğini ileri sürmüştür. Haberin içeriği ne yazık ki çarpıtılmıştır. Sayın Eş Genel Başkanımız, gerek habere konu Diyarbakır’daki basın toplantısında, gerekse de toplantının hemen ardından Taraf’a verdiği demeçte böyle bir ifade kullanmamıştır. Eş Genel Başkanımız, BDP’nin şartlarını açıklamış, “Başbakan’ın ne söylediği değil, ne yaptığı önemlidir. Söz değil icraat bekliyoruz’ ifadesini kullanmıştır. Bu bağlamda Başbakan’ın sözlerinin kıymeti harbiyesinin olmayacağını belirten Demirtaş, hükümetten somut adım beklediklerinin altını çizmiştir. Taraf Gazetesi’nde bu sözlerin çarpıtılmış olması maksatlıdır, manipüle amaçlıdır. BDP’nin şartları ortadadır, boykot tavrında bir değişiklik yoktur.”

Biz, Diyarbakır’daki Demokratik Toplum Kongresi’ni daha yakından izleyebilmek için yazarlarımızdan Melih Altınok’u Ankara’dan “bölgeye” gönderdik.

Melih orada Demirtaş’la da görüştü.

O görüşmeyi de manşet yaptık.

BDP’nin itiraz ettiği manşet ne?

“Başbakan’dan bir söz bekliyoruz”

Manşetin altında ne yazıyor?

“BDP Genel Başkanı Demirtaş, referandumda ‘evet’ oyu için şartlarını açıkladı: Erdoğan yeni bir anayasa sözü verirse boykottan vazgeçeriz.

Demirtaş’ın asıl “tekzip” ettiği cümle de, “Erdoğan yeni bir anayasa sözü verirse boykottan vazgeçeriz” cümlesiymiş.

Peki biz Demirtaş’ın hangi sözlerini böyle yorumlayıp manşet yapmışız, bir de o sözleri okuyalım:

“Hükümet, eğer referandumda Kürtlerin ‘evet’ oyunu istiyorsa, BDP’nin taleplerini dikkate aldığını göstermeli. Başbakan Diyarbakır’daki mitinginde demokratik ve sivil bir anayasa yapılması için çalışmalara başlayacağına dair somut bir güvence vermeli. Bu zor bir şey değil. Ancak bu yönde güçlü bir çıkışına şahit olmadık.”

Ben biraz taşkafa olabilirim, lafları tam anlamayabilirim, onun için bir de size sorayım:

“Hükümet eğer referandumda Kürtlerin ‘evet’ oyunu istiyorsa BDP’nin taleplerini dikkate aldığını göstermeli.

Başbakan Diyarbakır’daki mitinginde demokratik ve sivil bir anayasa yapılması için çalışmalara dair somut güvence vermeli” ne demek?

Bu söz, “Başbakan Diyarbakır’da yeni bir anayasa için söz verirse ‘evet’ oyunu alır” anlamına gelmiyor mu?

Eğer gelmiyorsa, o zaman siz söyleyin, ne anlama geliyor?

Bence bu söz tam da bizim söylediğimiz anlama geliyor.

Ama anladığım kadarıyla “vazgeçeriz” gibi “kesin” bir laf söylememize karşı Demirtaş.

İyi de “Kürtlerden evet oyu almak için Başbakan söz vermeli” dediğinizde, bu, “söz verdiğinde ‘evet’ oyu alır” demek değil mi, BDP’li Kürtlerin “evet” oyu vermesi için de “boykottan” vazgeçmesi gerekmiyor mu?

Biz, BDP’ye de, başkanına da gereken saygıyı gösterip sözlerini manşet yaptık, karşılığında da “maksatlısınız, manipüle ediyorsunuz” cevabını aldık.

Bakın, biz “faili meçhul” cinayete kurban giden insanların hikâyelerini anlatıyoruz günlerdir, o insanların hesapları yargıda sorulamadı, bunun en temel nedenlerinden biri “yüksek yargının” yapısıydı.

Bu yapıyı değiştirecek, bu ülkede yaşayan Kürtleri de Türkleri de güvenceye kavuşturacak anayasal değişiklikleri sonuna kadar destekliyorum ben.

AKP ile BDP, yeni bir anayasa konusunda anlaşırsa, bu anayasa değişirse, demokrasinin ve hepimizi güvenceye kavuşturacak yeni bir hukuksal yapının kapısı açılırsa çok sevinirim.

Bir “maksadım” varsa, maksadım budur.

Ama bunun için hiç kimsenin lafını, birilerini “manipüle etmek” için çarpıtmam.

Kürt halkının büyük çoğunluğuyla ters düşen, Kürt “sivil toplum kuruluşlarıyla” çelişen, 12 Eylül hukukuyla hesaplaşmak isteyen Kürtlerin sandık başına gitmesini istemeyen BDP’li politikacıların manevraları bana fazla “kıvrak” geliyor son zamanlarda.

Bu yüzden saygısızlaşıp kabalaştıklarını düşünüyorum.

Ben BDP’li politikacılardan da, hoyratlıklarından da sıkıldım, çocuğum yaşındaki birinden hakaretler işitmek de hoşuma gitmiyor, yazıişlerindeki arkadaşlarımın neredeyse tümü karşı çıktı ama ben bundan sonra BDP yönetiminden demeç istemiyorum.

Biliyorum bu gazeteciliğe aykırı, bu yüzden tiraj da kaybedebiliriz ama ben o kadar da iyi bir gazeteci değilim, iş hakarete geldiğinde tiraj falan da umurumda değil.

BDP, “maksatlı” olmayan, 12 Eylül anayasasının değişmesini istemeyen gazetelerle konuşsun.

Yolu da açık olsun.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Anayasa ve Apo

KUM SAATİ 25.08.2010


Ahmet Altan

Anayasa ve Apo


Küçük bir akvaryuma konmuş iri bir balık gibi Türkiye.

Sürekli olarak akvaryumunun kenarlarına çarpıyor.

Yaralanıp bereleniyor.

Büyük, hareketli, renkli, güçlü, taleplerinin ve dertlerinin farkında, bunları dile getiren, çözüm arayan, tartışan, gelişen bir toplum yaşıyor burada.

Bu toplum, gelip gelip “devletin” duvarlarına tosluyor.

Özgürleşmeyi, büyümeyi, çeşitlenmeyi yasaklamış bir devlet bu.

İki önemli ayağı var bu “eskimiş” devletin. Biri ordu, biri yüksek yargı.

Ordunun aslında gerçek bir ordu olmadığı, askerlik dışında işlerle uğraştığı, aklını “kendi iktidarına” taktığı, bu iktidar için her şeyi yapabileceği, darbeler, lahikalar, andıçlar hazırlayabileceği ortaya çıktı.

Kendisini yenilemekte direnmesi, gerçekleri kavrayamaması, gücünü abartması, sonunda toplumun orduyu geriletmesine ve siyaset sahnesinin dışına atmasına neden oldu.

Gelişimin önünde tek bir güç kaldı, yüksek yargı. Bu yeni anayasa değişikliği, yüksek yargının, toplumun büyümesini engelleyen duvarlarını yıkacak.

Bu yargının “hukuk dışı” gücü de geriletildiğinde Türkiye’nin önü açılacak.

Bizim Rasim Ozan’la konuşan Başbakan Erdoğan, “yeni bir anayasa” sözü verdi.

Aslında bu sözü de vermek zorunda.

Bugün Türkiye’yi ve burada yaşayan her ırktan, her dinden, her mezhepten, her sınıftan insanı temsil etmeye aday bütün partiler, topluma “yeni” anayasalarını sunma göreviyle karşı karşıya.

Eski usul hamasetle, laf çakıştırmayla Türkiye’nin sorunlarını çözmek mümkün değil, sorunlara çözüm getirmeyen partilerin yaşaması da “eşyanın tabiatına” aykırı.

Yaşamak isteyen her parti, yeni bir dünyanın, yeni bir Türkiye’nin şartlarına uymaya, bu yeni Türkiye’nin sorunlarına çözümler önermeye mecbur.

Topluma ayak uydurmak istiyorsanız, yeni bir “devlet inşa edilmesinde” rol almak zorundasınız.

Yeni bir devlet inşası için yapılacak siyasi yarışta yer almayacak bir parti, Türkiye’nin geleceğinde kendisine yer bulamaz.

Türkiye’nin “yeni bir devlet” kurmasında rol almayan, “eski devleti ve eski yapıyı” savunan her partinin er geç sahneden çekileceğini göreceksiniz.

Bu ülke, yeni bir anayasa ve yeni bir devlet yapacak.

Buraya kadar söylediklerim aklın ve mantığın icabı.

Ama toplumlar, aynı insanlar gibi, sadece akıldan değil aynı zamanda duygudan da oluşuyorlar ve bazen “duygu” aklı yok edebiliyor.

Türkiye için de en büyük tehlike, tam bir akvaryumdan kurtulup büyük denizlere açılmaya hazırlanırken, duygusal nedenlerle intihar etmesi.

Yirmi beş yıldır bir savaş yaşıyor bu ülke, bunun biriktirdiği korkunç bir öfke ve intikam isteği var Türklerde Kürtlerde, bu duygusal birikimi yok sayamazsınız.

Üstelik, “eskiyi” koruyabilmek için bu duygusal birikimi alabildiğine sömüren güçler de bulunuyor iki yanda.

Artık herkes biliyor ki ordu PKK’yı yenemez, bu mümkün değil.

PKK da orduyu yenemez, bu da mümkün değil. Bu gerçek, “iki tarafı” da huysuzlaştırıyor.

Biz bu duygusal barikatı nasıl aşacağız?

Bunun ilk adımı savaşı ve ölümleri durdurmak.

Bu, “iki tarafın” anlaşmasıyla gerçekleşebilir.

Anlaşma için de “kuvvetli bir irade”, silahlılara “sözünü dinletebilecek” bir karizma gerekiyor.

Kürtlerin “silahlı güçlerini” temsil edebilecek tek bir isim var bugün, Apo.

Cevat Öneş, Lale Kemal’e, Apo’yla yapılan görüşmeleri açıklamış, bugün okuyacaksınız, Cumhurbaşkanı Gül de dolaylı sözlerle bu görüşmeleri doğruladı.

Bunların sürmesi gerekiyor.

“Kürtlerin özerkliğinin” de bu “pazarlık masasında” yer almasından daha doğal bir şey olamaz, yeni bir Türkiye kurulduğunda bu, herkes için yeni bir hayat biçimi demek.

Bu toplum tazelenecekse, herkes için, her açıdan tazelenecek.

Bunu yapmayabiliriz, her çözüm arayışını reddedebilir ve hep birlikte kendimizi “eski” yapının içine hapsedip, başımızı küçük akvaryumun duvarlarına vura vura yok oluruz.

Ama bir de yaşamak var.

Yepyeni bir devlet ve yepyeni bir toplumla, herkesin mutlu ve özgür olacağı bir hayatı yaşamak. Hayat da, ölüm de bu toplumun önünde duruyor.

Kendi geleceğimizi de, çocuklarımızın geleceğini de biz belirleyeceğiz.

Kendi geleceğimizi belirleme gücünü kader bizim elimize verdi.

O gücü taşıyacak bilek ve akıl varsa yaşarız, o akıl yoksa hep birlikte savrulur gideriz.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Siyasetin güzelliği

KUM SAATİ 26.08.2010


Ahmet Altan

Siyasetin güzelliği

Bana sorarsanız, son zamanlarda siyasetteki en önemli gelişmelerden biri CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Doğu ve Güneydoğu illerine gitmesidir.

Türkiye’nin normalleşmesi ve barışı bulabilmesi için çok büyük bir adım bu.

Kılıçdaroğlu’nun oralara gitmesi, oradan da “oy” istediği anlamına geliyor.

Siyaset de zaten bu demek.

Ama AKP’den başka “Türkiye’nin bütününden oy isteyen” başka bir parti yoktu.

CHP ile MHP sadece batıdaki Türklerden, BDP de sadece Kürtlerden oy isteyen “bölgesel” partilerdi.

Eğer “bir kesimin, bir bölgenin” oyuna talipseniz, yalnızca o kesimin hoşuna gidecek sözler söyler, o kesimin içini soğutacak laflar eder, o kesimin beğeneceği politikalar izlersiniz.

“Diğer kesimlerin” talepleri, duyarlılıkları, sıkıntıları sizi ilgilendirmez.

Bütün ülkeyi kucaklayan büyük partilerin olduğu ülkelerde böyle “bölgesel” partiler bir sorun yaratmaz.

Ama ülkede “savaş” varsa, “birbirine kızan, duyguları çok farklı iki kesim” bulunuyorsa ve “iki taraftan” da oy isteyen yalnızca bir parti sahnedeyse “barış” şansı çok zayıflar.

İki taraftan da oy isteyen partinin “uzlaşma” arayışlarına, “bölgesel” partiler, “sadece kendi kesimlerinin” isteklerini ve duygularını dile getiren sert çıkışlarla engel olur.

Uzun zamandır biz bunu yaşıyoruz.

Eğer Kürtlerden ve Türklerden oy isteyen “ikinci” bir parti olsaydı, AKP’nin “Kürt açılımı” böyle cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi sahipsiz kalmazdı, “diğer” parti de bu açılımı destekler ve bunu daha ileriye götürmeye uğraşırdı.

Bildiğiniz gibi öyle olmadı.

CHP ve MHP, bu girişimi “Türklere ihanet” olarak değerlendirdi, eski adı DTP olan BDP de “bunun Kürtleri kandırmak için yapılmış yetersiz bir hamle” olduğunu söyledi.

Aynı anda bütün kesimlerin oylarını kaybedeceğinden korkan AKP de duruverdi.

Şimdi Kılıçdaroğlu, Türklerle birlikte Kürtlerin de oyuna talip olduğunda siyasetin görüntüsü değişir.

CHP, Kürtlerin varlığını, isteklerini, dertlerini gündemine almak zorunda kalır.

Bunlara çözüm bulmak için uğraşır, yeni öneriler getirir.

Türk seçmenlerine de “barışın önemini”, barışın hayatlarına neler katacağını anlatır.

Zaten Kılıçdaroğlu, Doğu’ya giderken konuşma biçimi de değişiyor.

Hürriyet gazetesinden Fatih Çekirge’ye verdiği cevap da bunu gösteriyor zaten.

Çekirge soruyor:

“Başbakan ‘devletin bazı organları PKK unsurlarıyla temas edebilir,’ dedi. Siz ne diyorsunuz?”

Kılıçdaroğlu cevap veriyor:

“Devlet bu tür temaslar yapabilir. Eğer bu temasların terörü bitirme ihtimali varsa elbette olabilir.”

Kılıçdaroğlu, “ama bunu iktidarda kalmanın bir yolu olarak ve referandumda evet oyu alabilmek için kullanmak büyük hatadır” dedikten sonra sözünü şöyle bitiriyor:

“Öcalan’la MİT’in, Adalet Bakanlığı’nın görüştüklerini biliyoruz. Bunda bir şey yok.”

Şimdi burada iki önemli laf söylüyor Kılıçdaroğlu, birincisi “terörü bitirmek” adını verdiği “barış” için PKK ve Apo ile görüşülmesine karşı çıkmadığını belirtmesi.

İkincisi ise, bu görüşmelerin, “iktidarda kalmanın ve referandumda evet oyu almanın bir yolu olarak kullanılmaması gerektiğini” söylemesi, bu sözleri de, bu “görüşmelerin siyasette oy getireceğine” inandığını gösteriyor.

Barış için yapılacak görüşmelere izin vermenin “yararlı olduğuna ve bu girişimin oy getireceğine” inanan bir siyasetçi, bu görüşmeleri ve barış arayışlarını destekler.

Kullanmaktan çok korktuğu “Kürt” kelimesini de rahatlıkla telaffuz etmeye alışır yakında Kılıçdaroğlu.

Bu ülkede Türklerle Kürtlerin birlikte yaşadığını kabullenir ve onların “ortak” çıkarlarını bulmak için çabalar, bu ortak çıkarın barışta yattığını anlar ve oylarını “barış” yoluyla arttırmak için düzenler politikasını.

Kılıçdaroğlu, daha önce de yaptığı gibi, bugün söylediği sözlerden yarın Ankara’ya dönünce vazgeçebilir, bu önemli değil, önemli olan Kılıçdaroğlu’nun, partisinin Kürtlerin de oylarına ihtiyacı olduğunu fark etmesi, gerçeği görmesi.

CHP, hayatın gerçeklerine ayak uydurmaya çabalıyor bence.

Bunlar, yürümeyi yeniden öğrenmeye uğraşan bir adamın biraz korkak ve sarsak ilk adımları ama yakında CHP yürümeyi öğrenir.

Ve, CHP yürürse, Türkiye koşar.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan- Siyasetin güzelliği

KUM SAATİ 26.08.2010


Ahmet Altan

Siyasetin güzelliği


Bana sorarsanız, son zamanlarda siyasetteki en önemli gelişmelerden biri CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Doğu ve Güneydoğu illerine gitmesidir.

Türkiye’nin normalleşmesi ve barışı bulabilmesi için çok büyük bir adım bu.

Kılıçdaroğlu’nun oralara gitmesi, oradan da “oy” istediği anlamına geliyor.

Siyaset de zaten bu demek.

Ama AKP’den başka “Türkiye’nin bütününden oy isteyen” başka bir parti yoktu.

CHP ile MHP sadece batıdaki Türklerden, BDP de sadece Kürtlerden oy isteyen “bölgesel” partilerdi.

Eğer “bir kesimin, bir bölgenin” oyuna talipseniz, yalnızca o kesimin hoşuna gidecek sözler söyler, o kesimin içini soğutacak laflar eder, o kesimin beğeneceği politikalar izlersiniz.

“Diğer kesimlerin” talepleri, duyarlılıkları, sıkıntıları sizi ilgilendirmez.

Bütün ülkeyi kucaklayan büyük partilerin olduğu ülkelerde böyle “bölgesel” partiler bir sorun yaratmaz.

Ama ülkede “savaş” varsa, “birbirine kızan, duyguları çok farklı iki kesim” bulunuyorsa ve “iki taraftan” da oy isteyen yalnızca bir parti sahnedeyse “barış” şansı çok zayıflar.

İki taraftan da oy isteyen partinin “uzlaşma” arayışlarına, “bölgesel” partiler, “sadece kendi kesimlerinin” isteklerini ve duygularını dile getiren sert çıkışlarla engel olur.

Uzun zamandır biz bunu yaşıyoruz.

Eğer Kürtlerden ve Türklerden oy isteyen “ikinci” bir parti olsaydı, AKP’nin “Kürt açılımı” böyle cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi sahipsiz kalmazdı, “diğer” parti de bu açılımı destekler ve bunu daha ileriye götürmeye uğraşırdı.

Bildiğiniz gibi öyle olmadı.

CHP ve MHP, bu girişimi “Türklere ihanet” olarak değerlendirdi, eski adı DTP olan BDP de “bunun Kürtleri kandırmak için yapılmış yetersiz bir hamle” olduğunu söyledi.

Aynı anda bütün kesimlerin oylarını kaybedeceğinden korkan AKP de duruverdi.

Şimdi Kılıçdaroğlu, Türklerle birlikte Kürtlerin de oyuna talip olduğunda siyasetin görüntüsü değişir.

CHP, Kürtlerin varlığını, isteklerini, dertlerini gündemine almak zorunda kalır.

Bunlara çözüm bulmak için uğraşır, yeni öneriler getirir.

Türk seçmenlerine de “barışın önemini”, barışın hayatlarına neler katacağını anlatır.

Zaten Kılıçdaroğlu, Doğu’ya giderken konuşma biçimi de değişiyor.

Hürriyet gazetesinden Fatih Çekirge’ye verdiği cevap da bunu gösteriyor zaten.

Çekirge soruyor:

“Başbakan ‘devletin bazı organları PKK unsurlarıyla temas edebilir,’ dedi. Siz ne diyorsunuz?”

Kılıçdaroğlu cevap veriyor:

“Devlet bu tür temaslar yapabilir. Eğer bu temasların terörü bitirme ihtimali varsa elbette olabilir.”

Kılıçdaroğlu, “ama bunu iktidarda kalmanın bir yolu olarak ve referandumda evet oyu alabilmek için kullanmak büyük hatadır” dedikten sonra sözünü şöyle bitiriyor:

“Öcalan’la MİT’in, Adalet Bakanlığı’nın görüştüklerini biliyoruz. Bunda bir şey yok.”

Şimdi burada iki önemli laf söylüyor Kılıçdaroğlu, birincisi “terörü bitirmek” adını verdiği “barış” için PKK ve Apo ile görüşülmesine karşı çıkmadığını belirtmesi.

İkincisi ise, bu görüşmelerin, “iktidarda kalmanın ve referandumda evet oyu almanın bir yolu olarak kullanılmaması gerektiğini” söylemesi, bu sözleri de, bu “görüşmelerin siyasette oy getireceğine” inandığını gösteriyor.

Barış için yapılacak görüşmelere izin vermenin “yararlı olduğuna ve bu girişimin oy getireceğine” inanan bir siyasetçi, bu görüşmeleri ve barış arayışlarını destekler.

Kullanmaktan çok korktuğu “Kürt” kelimesini de rahatlıkla telaffuz etmeye alışır yakında Kılıçdaroğlu.

Bu ülkede Türklerle Kürtlerin birlikte yaşadığını kabullenir ve onların “ortak” çıkarlarını bulmak için çabalar, bu ortak çıkarın barışta yattığını anlar ve oylarını “barış” yoluyla arttırmak için düzenler politikasını.

Kılıçdaroğlu, daha önce de yaptığı gibi, bugün söylediği sözlerden yarın Ankara’ya dönünce vazgeçebilir, bu önemli değil, önemli olan Kılıçdaroğlu’nun, partisinin Kürtlerin de oylarına ihtiyacı olduğunu fark etmesi, gerçeği görmesi.

CHP, hayatın gerçeklerine ayak uydurmaya çabalıyor bence.

Bunlar, yürümeyi yeniden öğrenmeye uğraşan bir adamın biraz korkak ve sarsak ilk adımları ama yakında CHP yürümeyi öğrenir.

Ve, CHP yürürse, Türkiye koşar.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Fethullahçılar ve Avcı

KUM SAATİ 27.08.2010


Ahmet Altan

Fethullahçılar ve Avcı

Çok sık duyduğumuz sözler var.

“AKP’liler, devleti ele geçirmeye çalışıyor” gibi ya da “Fethullahçılar devleti ele geçirmeye çalışıyor” gibi.

Devlet “birilerinin” sahip olduğu ve “birilerinden” koruduğu bir kale anladığım kadarıyla ve bu “kalenin” ele geçirilmesinden korkuyorlar.

Kim bu “kalenin” sahipleri, niye onlar devleti “yönetiyorlar” da “diğerleri” devleti “ele geçirmeye” çalışıyor?

CHP “devleti ele geçirmeye” çalışmıyor mesela, ordu da devleti ele geçirmeye çalışmıyor, yüksek yargı da devleti ele geçirmeye çalışmıyor, onlar hakkında “devleti ele geçirmeye çalışıyorlar” diye bir söz duymadım.

Ama AKP’lilerle Fethullahçılar devleti ele geçirmeye çalışıyor.

Devlet, bu ülkenin bütün vatandaşlarının “yönetmeye talip olabileceği” bir şey değil demek ki, sadece bazılarının yönetebileceği, diğerlerinin ise “ele geçirebileceği” bir şey.

Dün Roni Margulies bu konuda muhteşem bir yazı yazmıştı.

“Bir general, bir emniyet müdürü ‘evet ben Fethullahçıyım’ derse ne yapılması öneriliyor” diyordu, “işten mi atmak gerek adamı? Hapse mi atmak gerek?

İnançları nedeniyle atılması gerek, öyle mi?

Başka kimleri atmak gerek peki? Beğenmediğimiz inançlara inanan herkesi atalım mı?”

Fethullahçıların inançlarının ne olduğunu, diğer Müslümanlardan farklarını bilmiyorum, “ılımlı İslam” oldukları söyleniyor, ne olursa olsun, neticede bir “inanç” değil mi bu?

İnançlarından dolayı insanları suçlayacak mıyız?

“İnanç”, suç mu?

“Fethullahçılık” diye bir suç yok ama Fethullahçı olmak “suçlu” olmak anlamına geliyor neredeyse.

Ve, bu “sihirli” sözcük her şeyi açıklıyor, “Şemdinli’de kontrgerillanın izini yakalayan savcı Fethullahçıymış” diyorlar.

Bunu söyledikleri anda, kontrgerillanın kitapevi bombalaması önemsizleşiyor, onları yakalayan savcının Fethullahçı olması önem kazanıyor.

Aynı şeyi Ergenekon için de yapıyorlar, Ergenekon’u soruşturan savcılar da Fethullahçıymış... Demek ki Ergenekon kötü bir şey değil, Fethullahçı olmak gibi “korkunç” bir kimliğe sahip adam onları sorguladıysa, biz onları aklamalıyız.

Bu yaklaşım, dikkatleri “suçluyu” yakalayanın “inancına” çekip, suçun kendisini saklamaya yarıyor ve Fethullahçılık lafı bu garip mekanizmanın işletilmesinde çok sık kullanılıyor.

Emniyet’in, istihbaratın, ordunun içinde çok sayıda Fethullahçı olduğu artık biliniyor ama bu adamları “inançlarından” dolayı suçlayamazsınız, karalayamazsınız, eğer “cemaatlerinin çıkarı” için yasadışı işler yapıyorlarsa, bunu yakalar, belgeler, yargılarsınız.

“Kötü bir şey yapacaklar” diye niyetlerini sorgulamak, “niyetlerini” suçlamak “faşizme” girer, hukuk ise “kötü bir şey yaptıklarında” yakalayıp “belgelemektir”.

Fethullahçılık konusu en son Hanefi Avcı’nın, Fethullahçıları suçlayan kitabıyla gündemin ilk sırasına yerleşti.

Avcı, Susurluk’un ortaya çıkmasında büyük rol oynamış, dürüstlüğü bilinen, istihbarat kökenli bir polis görevlisi, Fethullahçıların “suç” işlediğini biliyorsa, belgeliyorsa, gereğini yapıp yargıya gitmesi gerekmez mi?

Belgesiz suçlama benim kuşkulandığım bir yöntemdir.

Ama Avcı’nın iddiaları arasında beni en çok şaşırtan Fethullahçıları suçlaması değil, Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak, cinayetten sonra Ertuğrul Özkök’ün ısrarla işlediği tezi tekrarlayıp, bunun “bir örgüt işi” olmadığını söylemesi.

Jandarma’nın, Emniyet’in, İstihbarat’ın bu cinayeti daha önceden bilmesi, raporlar tutması, cinayeti kışkırtanlar arasında bir jandarma “muhbirinin” bulunması Avcı’ya neden bu kadar normal gözüküyor, ben pek anlamadım.

Ortadaki belgelere rağmen Dink cinayetinin ardındakileri “aklayan” Avcı, ortaya belge koymadan Fethullahçıları suçluyor.

Ben kimsenin kimseyi “inançlarından” dolayı suçlama hakkına sahip olduğuna inanmam, insanlar inançlarında özgürdür, her inançtan, dinden, mezhepten, ırktan insan da bu devleti yönetmeye talip olabilir.

Bu inancından dolayı “suç” işlerse yakalarsınız ama sadece o inancından ötürü suçlayamazsınız. NAZİ Almanya’sında Yahudi “inancına” sahip olmak “suçlu” olmak ve cezalandırılmak için yeterliydi, ayrıca suç işlemelerine gerek yoktu.

İnsanları sadece “inançlarından” dolayı suçlayacağımız bir NAZİ Türkiyesi mi yaratacağız burada, sadece Fethullahçı oldukları için insanları “suçlu” mu ilan edeceğiz?

Ben çocukken aynı şey “komünistlere” yapılırdı, “düşüncelerinden” dolayı “suçlu” ilan edilirler ve “devleti ele geçirmeye çalışmakla” suçlanırlardı.

Bu faşizm hiç bitmeyecek mi burada?

“Devleti ele geçirmeye” çalışmak gibi suçlar uydurup, inançları ve düşünceleri “suç” kapsamına sokmaktan hiç bıkmayacak mıyız?

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Çatlarken

KUM SAATİ 28.08.2010


Ahmet Altan

Çatlarken



Türkiye, olgun bir nar gibi çatlıyor.

İçindeki binlerce tane, kurumuş kabuğu çıtırtılarla kırıyor.

Başka türlüsü de mümkün olamazdı zaten.

Düşünsenize, taa Turgut Özal döneminden bu yana, neredeyse yirmi beş yıldır sürekli değişiyor Türkiye.

Ekonomisi değişiyor, sınıfsal yapısı değişiyor, ulaşımı değişiyor, iletişimi değişiyor, medyası değişiyor.

Büyüyor, çeşitleniyor, çoğalıyor.

İçinde büyüdüğü “kalın ve sert” kabuğa artık sığmıyor.

Doğanın yasası böyle.

Büyüyüp, çoğalarak yeni narlar yaratacak tohumlara dönüşecek tanelerle, onları birarada tutan kabuk arasındaki çatışma kaçınılmaz.

O taneleri içinde tutabilmek için, taneler büyüdükçe sertleşip katılaşan kabuk da sonunda kırılacak.

Eskiye ait ne varsa, ordu, yargı, devlet zengini burjuvazi, devlet yandaşı siyaset, merkez medya, çatırdıyor.

Eskimiş kabuğun içine yapışık “eski” muhalefet bile çatlıyor.

CHP’nin başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bizim Markar Esayan’ın deyimiyle “CHP’nin dayandığı devlet gücünü kaybedince” halka gitmek, halka hitap etmek ve onların isteklerine kulak vermek zorunda kaldı.

Henüz partisini değiştiremese, hatta partisinden tepki alsa bile, kendini yenileyerek, daha önce CHP’den duymadığımız sözleri rahatlıkla telaffuz ediyor.

“Muğlalı Kışlası’nın adı değişsin” diyor, “seçim barajı düşsün” diyor, “Apo’yla görüşülebilir” diyor, “genel af” diyor.

AKP’yi ciddi biçimde “kontrpiyede” bırakacak çıkışlar yapıyor.

Kılıçdaroğlu’dan bu çıkışları beklemeyen AKP, Kılıçdaroğlu’ya aynı ciddiyette cevap veremiyor ve sık sık demagojiye başvuruyor.

Halbuki, Kılıçdaroğlu’nun bu önerilerini ciddiye almaları, karşı çıkıyorlarsa, bu karşı çıkışlarını “suçlayarak, aşağılayarak” değil, bir mantık çerçevesinde anlatmaları gerekiyor.

Eğer Kılıçdaroğlu, bu çizgisini sürdürür ve hangi amaçla olursa olsun ciddi öneriler dile getirirse, AKP’yi de daha “ilerici” ve daha ciddi bir parti olmaya zorlar.

AKP, “Muğlalı Kışlası’nın adını niye değiştirmediğini”, “genel affa niye karşı çıktığını”, “seçim barajını niye düşürmediğini” ikna edici bir biçimde açıklamaya ya da bu öneriler doğrultusunda hamleler yapmaya mecbur kalır.

Böyle bir gelişme Türkiye’nin yararına olur.

Bu ülkedeki Kürtleri, türbanlıları, demokratları “keşfeden” CHP, hem AKP’nin “ulusal” politikalar izlemesini kolaylaştırır, hem de onun politikalarının “sınırlarını” keyfince çizmesini engeller.

Siyasette sağlıklı bir çatışma yaşanır.

Kılıçdaroğlu’nun “kurumuş kabuktan, taze bir taneye” dönüşme

çabalarına ne yazık ki Kürt siyasetçileri ayak uyduramıyor.

BDP Başkanı, kendisiyle aynı fikirde olmayan Kürt sivil toplum kuruluşlarını “ahlaksızlıkla, işbirlikçilikle, Diyarbakır’ı temsil etmemekle” suçluyor.

Dün yeni konuşmasını okuduğumuz Apo, daha da ileri gidip bu “kuruluşları” tehdit ederek, bu politikayı izleme “cesaretini nereden buluyorlar” diyor.

Baskıcı Türk devletinin kendi halkına karşı benimsediği tehditkâr ve aşağılayıcı üslubu şimdi Kürt politikacıları aynen Kürt halkının bir kesimine karşı kullanıyor.

Eğer bu “eski” model davranışları tekrarlarlarsa, onlar “tane” değil, “kabuk” olur ve çatlarlar.

“Benimle aynı fikirde olmayan haindir” anlayışı eskimiş bir anlayış.

Ve, hiç kimse kendi halkıyla kavga edemez, kimse kendi halkını yenemez.

Unutmayın ki sadece Türkiye değil, “Kürdistan” da değişiyor, oranın da ekonomik yapısı, sınıfsal yapısı, arzuları, düşünceleri değişiyor.

Türkiye’nin bütününde çatlayan kabuk Güneydoğu’da da çatlıyor.

Bu toplum Kürt’üyle Türk’üyle olgunlaştı.

Ve, olgun bir nar gibi çatlatıyor kabuğunu.

Bir zaman, kurumuş kabukla çoğalan taneler arasındaki “çelişkileri ve çatışmaları” yaşayacağız, zaman zaman bu çatışmalar ürkütücü boyutlara da ulaşabilir ama sonuç değişmez.

Artık Kürt, Türk, Sünni, Alevi, solcu, sağcı olmak değil, “kuruyan kabuğun parçası ya da olgunlaşıp çoğalmış tanelerin parçası” olmak belirleyecek hayattaki asıl duruşumuzu.

Kabuğun çatlaması, çatlamamak için direnmesi ve çatlarken çıkardığı sesler korkutmasın sizi.

Doğanın yasası bu.

Olgunlaşan nar, kabuğunu çatlatır.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Yargısız

KUM SAATİ 29.08.2010


Ahmet Altan

Yargısız


Devlete karşı işlenmiş suçlar diye bir fasıl vardı bizim ceza yasasında.

Ama, “devletin işlediği suçlar” diye bir fasıl yoktu.

Çünkü “devletin işlediği suçları engellemek” gibi bir amaç yoktu.

Tam tersine.

Koramiral Kıyat’ın, HaberTürk televizyonunda açıkladığı gibi, “cinayetlerin işlenmesi için bizzat devletin zirvesi emir vermişti” bir zamanlar.

Güneydoğu’da görev yapan birçok subay ve polis de bu emirlere sorgusuz sualsiz uymuş, binlerce insan sokaklarda vurulup öldürülmüştü.

“Devlet için adam öldürmeye” başlayan subaylarla polisler kısa zamanda birer “mafya elemanına” dönüştüler.

Bir yandan “devlet adına” deyip canlarının istediklerini öldürüyorlar, bir yandan da “bak seni de öldürürüz” diyerek haraç topluyorlar, bir yandan da uyuşturucu kaçakçılığına bulaşıyorlardı.

Kısa zamanda Güneydoğu, Kürtler için bir cehenneme, Türk görevliler için de bir “suç cennetine” dönüştü.

Devlet, kendi eliyle Güneydoğu’da “ölüm mangalarının” dolaştığı, “uyuşturucu kartellerinin” kurulduğu bir Latin Amerika “cumhuriyeti” oluşturdu.

Kürt halkı uzun tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı o dönemde.

Devlet ise toprağa gömülmüş bir ceset gibi çürümeye başladı.

Çürüme başladığı zaman çok hızlı yayılır.

Kaçınılmaz olarak yargı da bu çürümeden payını aldı.

Suçlular yakalanmıyor, eskaza yakalanırsa serbest bırakılıyordu.

Devletin ve yargının içindeki “dürüst” insanlar ise gidişattan fevkalade şikâyetçiydiler.

Jandarma Astsubay Hüseyin Oğuz, hayatını ortaya koyarak bu “suç çetelerinin” en beterlerinden biri olan Yüksekova Çetesi’ni ortaya

çıkardı.

Başında bir binbaşının bulunduğu çeteyle ilgili olarak, çete üyelerinden bir itirafçı da olup biten her şeyi anlattı.

Yüksekova Çetesi, on altı faili meçhul cinayetten sorumlu tutuluyordu.

Haraç, gasp, uyuşturucu, “yaptıkları” diğer işlerdi.

Yakalandılar.

Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ağır cezalara çarptırıldılar.

Yargıtay, cezaları bozdu.

Aynı günlerde “çete reisi” olmaktan yirmi beş yıl hapse mahkûm edilmiş olan binbaşı emekliye ayrıldı ve ortadan kayboldu.

Sonra, dava o mahkemeden bu mahkemeye dolaştırıldı.

Sonunda da “zamanaşımına” uğratılarak sanıkları cezalardan kurtarıldı.

Dün, zamanaşımının son günüydü ve biz bu haberi manşet yaptık.

Bu davanın “asla zamanaşımına uğrayamayacağını” söyleyen hukukçular var ama görünen o ki “yüksek yargı” onların bu iddialarını ciddiye almıyor.

Yüksekova Çetesi davası, buna benzer birçok davanın en ünlülerinden biri ama tek çete ve tek suç değil.

Ortada öldürülmüş binlerce insan var.

MHP eski Başkan Yardımcısı Şevket Yahnici’nin Neşe Düzel’e yıllarca önce söylediği gibi “polis arabalarının eskortluğunda kaçırılmış” tonlarca uyuşturucu var.

Devleti, devlet görevlilerini ve “devlet için işlenmiş suçları” kutsal ve dokunulmaz gören bir yargı var.

Yargı, hesap sormadığında, “devlet için suç işlenebileceğine” inandığında suçu önlemek, insanların hayatını güvenceye almak mümkün değil.

Unutmayın ki Şemdinli’de “kitapçı bombalayan” astsubaylar hakkında iddianame hazırlayıp, bunların “emir komuta zinciri içinde” yapıldığını söyleyen genç savcıyı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “emriyle” görevden men etti.

Aynı kurul, bugün de Ergenekon davasını soruşturan savcıları görevlerinden almaya uğraşıyor.

Böyle bir “yüksek yargıya” sahip olduğunuzda Yüksekova Çetesi’nin üyelerini nasıl yakalayıp mahkûm edecek, yeni çetelerin kurulmasını nasıl önleyecek, Şemdinli’de astsubayların kitapçı bombalayıp insanları havaya uçurmasını nasıl durduracaksınız?

12 eylülde yapılacak Anayasa referandumunun en önemli maddelerinden biri, Şemdinli savcısını görevinden atan, Ergenekon’u ve “faili meçhulleri” araştıran savcıları yerlerinden kaydırmaya uğraşan HSYK’nın yapısını değiştirmek.

O yapı değişmeden, “devletin suç işlemesini” engellemek çok zor gözüküyor.

Şimdi söyleyin, bu yapının devamını istiyor musunuz?

Yüksekova Çetesi’nin on altı insan öldürmüş üyelerinin ceza almadan kurtulmalarını istiyor musunuz?

Şemdinli’de olduğu gibi askerlerin rahatça insanları bombalamalarını istiyor musunuz?

İstemiyorsanız, Anayasa değişikliğine “evet” demeniz gerekiyor.

Ya da bu “değişikliğe” karşı çıkar ve Yüksekova Çetesi gibi çetelerin asla cezalanmayacağı bir yapıyı sürdürürsünüz.

ahmetaltan111@gmail.com

2 Eylül 2010 Perşembe

ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLECEK MADDELERİ

Siyasi partilerin mali denetimini Sayıştay yapacak. Partiler hakkında kapatma davası açılmasına TBMM de oluşturulacak bir komisyon karar verecek.




Teklif taslağında, öngörülen düzenlemeler şöyle:



Madde (1): Anayasanın kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinde değişiklik yapılıyor.

Maddenin, kadınlar ve erkekler eşik hakları sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür şeklindeki 2. maddesine bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler, gibi özel süratle korunması gerekenler için alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz hükümleri ekleniyor.



Madde (2): Anayasanın, özel hayatın gizliliği başlıklı 20. maddesinde değişiklik yapılıyor.

Maddeye, Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasına isteme hakkına sahiptir. Bu hak, kişinin kendisi ile ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile işlenebilir hükmü ekleniyor.



Madde (3): Anayasanın seyahat hürriyeti başlıklı 23. maddesinde değişiklik yapılıyor.

Buna göre, vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle ve hakim kararına bağlı olarak sınırlandırabilecek.



Madde (4): Anayasanın Ailenin korunması başlıklı 41. maddesinde değişiklik yapılıyor.

Maddenin başlığı, ailenin korunması ve çocuk hakları şeklinde değiştiriliyor, maddeye, çocukların korunması konusunda hükümler ekleniyor. Maddeye eklenen hüküm şöyle: Her çocuk, yeterli himaye ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, çocuk istismarı, cinsellik ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.



Madde (5): Anayasanın, toplu iş sözleşmesi hakkı başlığını taşıyan 53. maddesinde değişiklik yapılıyor. Buna göre, memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı tanınıyor.



Madde (6): Anayasanın, siyasi partilerin uyacakları esaslar başlıklı 69. maddesi değiştiriliyor.



Buna göre, siyasi partilerin mali denetimi Sayıştay tarafından yapılacak.



Siyasi partiler hakkında kapatma davası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı nın talebi üzerine, TBMM de grubu bulunan her siyasi partinin 5 er üye ile temsil edildiği ve Meclis Başkanı nın Başkanılığında oluşturulacak komisyonun üye tam sayısının üçte 2 çoğunluğu ve gizli oyla vereceği izin üzerine açılacak dava sonucunda Anayasa Mahkemesince karar bağlanacak. Komisyonun bu kararı, yargı denetimi dışında olacak. Reddedilen izin başvurusunda ileri sürülen sebepler, hiç bir şekilde yeni bir başvuruya konu olamayacak. Siyasi parti gruplarında ve TBMM de izin konusunda görüşme yapılamayacak ve karar alınamayacak. Partilerin kapatılma davasında devlet yardımında yoksun bırakılma, bağlı olduğu kapatma davasının ve kararın usulüne tabi olup tek başına dava konusu yapılamayacak.



Kapatma davasında, partililere verilen siyasetten men edilme süresi 5 yıldan 3 yıla indiriliyor.





CHP ve MHP den AK Parti ye: Hayır



AK Parti tarafından hazırlanan Anayasa değişikliği paketi yarın muhalefet partilerine sunulacak.



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında Anayasa değişiklik paketindeki son düzenlemeleri görüşmek üzere Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İçişleri Bakanı Beşir Atal, AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ bir araya geldi. AK Parti Genel Merkezi nde düzenlenen toplantı sonrasında Anasaya taslağının netleşti.





CHP den kesin cevap: Hayır



Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek AK Parti Ankara Milletvekili sıfatıyla, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, anayasa değişikliği taslağını sunmak üzere CHP Grubunu ziyaret etti.



Heyeti, CHP Grup Başkanvekilleri Hakkı Suha Okay ve Kemal Kılıçdaroğlu, kapıda karşıladı.



CHP grubu adına açıklama yapan CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, CHP olarak baştan bu yana söylediğimiz sözleri tutacağız. Anayasa değişikliği için Ak Parti ile birlikte çalışmayacağız. Baştan beri de ifade ettik. Bu çalışma hükümetin kendi çalışmasıdır. TBBM de değil Başbakanlık ta, AK Parti genel merkezinde hazırlanmış bir taslaktır. Biz geniş katılımlı bir anayasa isterken, bahse konu bu çalışma AK Parti nin kendi ürünü olmuştur" açıklamasını yaptı.



MHP, anayasa değişikliğinin bir sonraki dönemde yapılmasını istiyor



Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), AK Parti nin hazırladığı anayasa değişikliği taslağına destek vermedi. Bu konuda Uzlaşma Kurulu nun oluşturulmasını şart koşan MHP, değişikliğin ise 24. döneme kalmasını istedi.



Başbakan Yardımcı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ın yaptığı uzlaşma ziyaretinin ardından konuşan Şandır, anayasa değişikliğini istediklerini, ancak bunun için daha önce öne sürdükleri şartlarda destek verebileceklerini söyledi. Bunun için Meclis Başkanı nın bir anayasa uzlaşma komisyonu kurmasının ve bu komisyonun hazırlayacağı metnin görüşülerek millete götürülmesini istediklerini belirten Şandır, bu değişikliğin de gelecek seçimlerin ardından kurulacak 24. parlamento döneminde ele alınmasını istedi.





BDP, Anayasa değişikliği konusunda yapıcı olacak



BDP Grup Başkanvekili Ayla Ata Akat, Anayasa değişikliği taslağı konusunda yapıcı bir muhalefet ortaya koyacaklarını söyledi.



Başbakan Yardımcı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ın yaptığı uzlaşma ziyaretinin ardından konuya ilişkin soruları yanıtlayan Akat, taslak hakkında bilgi edindiklerini söyledi.



Metin üzerinde çalışma yaptıktan sonra görüşlerini kamuoyu ile paylaşacaklarını ifade eden Akat, Anayasa değişikliği konusunda yapıcı olacaklarını söyledi.



Anayasa değişikliği konusunda kendilerinin de kırmızı çizgileri olduğunu kaydeden Ata, bunları Anayasa Komisyonu nda gündeme getireceklerini söyledi.



Ata, mevcut Anayasa nın toplumsal ihtiyaçlara cevap veremediğini, bu yüzden tümden olmasa bile kısmi olarak değişikliğin önemli olduğunu ifade etti.





DSP, AK Parti ye komisyon önerdi



AK Parti nin anayasa değişiklik paketini içeren taslağını sunduğu DSP nin Genel Başkanı Masum Türker anayasa değişikliği komisyonu kurulmasını önerdi.



Başbakan Yardımcı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve AK Parti Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ dan oluşan AK Parti heyeti, anayasa değişiklik paketini içeren taslağı DSP ye sundu. DSP Genel Başkanı Masum Türker ile görüşen heyet daha sonra DP lideri Hüsamettin Cindoruk ile görüşmek üzere partiden ayrıldı.



Görüşme sonrası bir açıklama yapan DSP lideri Türker, anayasa değişikliği için bir komisyon kurulmasını önerdi. Türker şöyle konuştu: 12 Eylül ün dayattığı seçim barajının muhakkak ele alınması ve bu konuda değişiklik gerekiyor. Baraj muhakkak aşağı inmeli."

31 Ağustos 2010 Salı

Ahmet Altan -Aleviler

KUM SAATİ 31.08.2010


Ahmet Altan

Aleviler



Yazıyı Paylaş:





Ahmet Altan köşe yazılarını web sitenize ekleyin





Bugün okuyacaklarınız sanırım sizi epeyce sarsacak.



Savaşın ne olduğunu bilmiyorsunuz çünkü.



Savaştan söz ediyorsunuz ama o savaşta yaşanılanlardan haberiniz yok.



Öldürmenin savaşın içinde bir salgın hastalığa döndüğünü, insanları vahşileştirdiğini, o vahşetin insanlardan tüm topluma yayıldığını bilmiyorsunuz.



Güneydoğu’da savaşan bir askerin anlattıklarını okuyun.



Okuyun ve düşünün bence.



Düşünürseniz, barışa ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha iyi kavrayacaksınız.



Herkesi etkileyen bir şiddet ve düşmanlıktan nasıl hastalandığımızı daha iyi göreceksiniz.



Bu ülkede şiddet, zorbalık, hoyratlık yayıldıkça yayılıyor.



Herkes hoyratlaşıyor.



Devlet burada yaşayan bütün insanları ezerken, ezilenler de birbirini

eziyor.



Bunu durdurmak zorundayız.



Kürt, Alevi ve solcu olan bir zamanların efsanevi gençlik liderlerinden Salman Kaya’nın dün Neşe Düzel’le yaptığı çok etkileyici bir konuşma vardı.



Kaya, yaşadığı işkenceleri ve duyduğu nefreti anlatıyordu.



Şimdi, o nefreti aşıp barış arıyor.



Toplumun bütün kesimleri arasında gerçekleşecek bir barış.



Sıcak savaş “Kürtlerle devlet” arasında sürüyor ama bu ülkede bir de yaşanan “soğuk savaşlar” dizisi var.



Sünnilerle Aleviler arasında yaşananlar mesela.



Sivas, Maraş, Gazi olaylarının Alevilerde yarattığı büyük travmanın, bir zamanların “ilerici” Alevilerini bugün nasıl “tutucu” hale getirdiğini görüyorsunuz onun cümlelerinde.



Aleviler yeniden böyle kıyımlarla karşılaşmaktan korkuyorlar ve bu korku onları “ordu yandaşlığına” kadar sürüklüyor.



Çünkü AKP’ye güvenmiyorlar.



Kaya, bu “güvensizliğin” üstesinden gelmenin aslında çok zor olmadığını da söylüyor.



İki şey istiyor Aleviler.



Birincisi, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi.



İkincisi, okullardaki zorunlu din derslerinin kaldırılması.



Bunu Sünniler kabul etmiyor.



Hem kendi Sünni seçmenlerinden korkan, hem de kendi içindeki

Sünni refleksleri kıramayan AKP bu iki isteği de yerine getirmiyor.



Alevilerin isteklerinde kabul edilmeyecek ne var?



Neden cemevleri ibadethane olarak kabul edilmesin?



Ben bunu yazdığım zaman Sünni okuyuculardan gelen mailleri biliyorum, “ama Ahmet Bey, Alevilik din değil, onun ayrı ibadethanesi olamaz” diyen mailleri.



Katoliklik, Protestanlık, Ortodoksluk da ayrı ayrı dinler değil ama hepsinin ayrı ibadethanesi var.



Deyin ki Alevilik, din değil, mezhep değil ama o insanlar kendilerine ait bir ibadethane olmasını ve bunun devlet tarafından kabul görmesini istiyorlar.



Bunu kabul etmek, kime ne zarar verir?



Önemli olan, onların istekleri değil mi?



Unutmayın, “başörtüsünü” yasaklayanlar da başörtüsünün “Kuran’da yeri olmadığını” söylüyorlar.



Kendi “yasakçılıklarına” Kuran’dan destek arıyorlar, bunun ne kadar samimiyetsiz bir yaklaşım olduğunu hepimiz biliyoruz.



Kendileri “başörtüsü” yüzünden acı çeken Sünniler, neden benzer bir acıyı Alevilere çektiriyorlar?



Ne olur cemevleri onların “ibadethanesi” olsa?



Bunu reddetmek, dinin “hoşgörüsüne” uygun mu gerçekten?



Ya “zorunlu” din dersi?



Aleviler çocuklarının “zorla” Sünniliği öğrenmesini istemiyorlar, bunda diretmenin, Alevilerdeki korkuyu sürekli beslemenin anlamı ne?



İsteyen çocuğuna Sünniliği öğretsin, isteyen Aleviliği, hangi çocuğun hangi dini ve hangi mezhebi öğreneceğine neden “devlet” karar veriyor?



Hem “devletin baskısından” yakınır, hem de o “devlet baskısını” size benzemeyenlere karşı kullanırsanız, bu inandırıcılığınızı ve güvenilirliğinizi zedelemez mi?



Bu toplumda niye herkes kendine benzemeyene karşı “silahlı ya da silahsız” bir şiddet uyguluyor?



Hepimizin eşit olduğunu, hepimizin eşit haklara sahip olduğunu kabul etmek çok mu zor?



Eğer “güçlü olan istediğini” yapar inancını benimserseniz, sonunda “en güçlü olan” hepimizi ezer ki yıllardan beri yaşanan da budur.



Ve, savaş hiç bitmez o zaman, “sıcak” ya da “soğuk” bir savaş sürer gider, hep birlikte hastalanırız biz de.



ahmetaltan111@gmail.com

Bu üçgenden çok fail çıkar - BAHAR KILIÇGEDİK - Istanbul - 31.08.2010

Bu üçgenden çok fail çıkar - BAHAR KILIÇGEDİK - Istanbul - 31.08.2010






ERGENEKON Savcısı Zekeriya Öz’ün bir yıldır sürdürdüğü soruşturma kapsamında, ‘Ölüm üçgeni’ olarak anılan Adapazarı-Bolu-Sapanca bölgesinde işlenen beş faili meçhul cinayet dosyası tekrar açıldı.









Ergenekon’un tutuklu sanığı Emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanı olduğu dönem “Ölüm üçgeni” olarak anılan Adapazarı-İzmit-Bolu arasında faili meçhul cinayetlere kurban giden beş kişinin dosyası tekrar incelemeye alındı. Bu dosyalar arasında Kürt işadamı Behçet Cantürk’ün öldürülmesi de bulunuyor.



Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz tarafından yaklaşık bir yıldır sürdürülen soruşturma kapsamında 1993-1994 arasında bölgede faili meçhul kalan ve kaza süsü verilerek gerçekleştiği iddia edilen cinayetlere ilişkin ilginç bilgiler ortaya çıktı. İncelemeye alınan dosyalardan bazılarında yer alan Adli Tıp ve olay yeri tutanaklarındaki çelişkilerin, ölüm olayının kaza süsü verilerek yapıldığı iddiasını doğruladığı tesbit edildi.





Gizli tanık ayrıntılı anlattı

İkinci Ergenekon iddianamede ifadesi yer alan gizli tanığın anlatımları Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ü harekete geçirdi. Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, gizli tanık Poyraz’ın anlatımları üzerine çok sayıda Kürt işadamının ölü bulunduğu Adapazarıİzmit- Sapanca bölgesindeki cinayetlere ilişkin soruşturma başlattı. Gizli tanık Poyraz’ın Ergenekon’un ikinci iddianamesinin ek delil dosyaları arasında yer alan ifadesinde de bu cinayetlerde Sedat Peker ve Veli Küçük’ün parmağı olduğunu iddia etti. Poyraz’ın cinayetlerin arka planına ilişkin ayrıntılar anlatması üzerine Savcı Öz, Veli Küçük’ün Kocaeli İl Jandarma Alay Komutanı olduğu dönemde “Ölüm üçgeni” olarak anılan bölgede öldürülen Kürt işadamlarının dosyaları yeniden açarak soruşturmayı derinleştirdi.





“Peker’in adamı anlattı”

Gizli tanık Poyraz, organize suç örgütü lideri olmaktan hükümlü Sedat Peker’in, içkili bir ortamda aleyhinde konuşan Tolga Atalay’ı (Peker) Muğla’nın Datça İlçesi’ne götürüp öldürttüğünü iddia etti. Sedat Peker’in çocukluk arkadaşı olan Tolga Atalay’ın mahkeme kararıyla soyadını değiştirdiğini anlatan Gizli tanık Poyraz, Atalay’ın öldürülmeden önce kendisinden yardım istediğini de öne sürdü.





“Bizim teşkilatın işiydi”

Poyraz, kendisini telefonla arayan Atalay’ın şunları söylediğini de iddia etti: “Abi belki yetişirsin belki yetişemezsin, Sedat Peker benim kalemimi kırmış. Biz seninle uzun süredir dostuz, sen benim abimsin, beraber çok koşturduk, bu teşkilat içinde senin bilmediğin daha çok olaylar oldu. Bunları bilmeni ve senin de kendine dikkat etmeni istiyorum. Sedat Peker, Veli Küçük’le beraber hareket edip, bizi kullanarak çok işler yaptı, tıpkı senin de bildiğin gibi Nihat Yazıcı, Zarif İlhan ve Halim Kırnap’ın öldürülüp yok edilmesi gibi çok olaylar oldu. Bu olaylar çok daha büyüktü. Sapanca kavşağına atılan cesetlerin tamamı bizim teşkilatın işiydi, ben de bu olayların bizzat içerisinde yer aldım. Bu öldürülüp atılan şahıslardan birisi Behçet Cantürk’tü. Beni bu olaylarda o kadar çok kullandılar, şimdi de kalemimi kırdılar ve belki beni infaz edecekler, sen benim abimsin, bir süre sonra sıra sana da gelebilir, kendine dikkat et.”



Poyraz ifadesinde “Konuşma içinde Behçet Cantürk’ün ismini en az 5- 6 defa telaffuz etti. Bu şekilde konuşurken ‘abi kapı açılıyor’ dedi ve telefon kapandı” dedi.





Küçük’ün kızı da ‘araştırın’ demişti

Ergenekon’un üst düzey yöneticisi olmakla suçlanan emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün kızı ve avukatı Zeynep Küçük de birinci Ergenekon davasının altıncı duruşmasında “ölüm üçgeni”ni gündeme getirmişti. Babasının Kocaeli’de görev yaptığı sürede faili meçhul cinayetlerin arttığı iddialarına ilişkin açıklama yapan Küçük, söz konusu dönemde Adapazarı-Boluİstanbul hattında işlenen faili meçhul cinayet olup olmadığının savcılıktan sorulmasını istemişti. Zeynep Küçük basına yaptığı açıklamada suçlamaların tamamının “dedikodudan ibaret” olduğunu ileri sürmüştü.





Cinayetler Susurluk Raporunda da vardı

Veli Küçük 19 Ağustos 1993 ile 15 Ağustos 1996 tarihleri arasında Kocaeli İl Jandarma Komutanı olarak görev yaptı. “Ölüm üçgeni” ve “Şeytan üçgeni” olarak da adlandırılan Adapazarı-İzmit-Bolu hattında işlenen cinayetler 14 Ocak 1994’te işadamı Behçet Cantürk ve şoförü Recep Kuzucu’nun polis kimliği taşıyan kişilerce öldürülmesiyle başladı. 25 Şubat 1994 tarihinde Cantürk’le ilişkisi olduğu öne sürülen avukat Yusuf Ekici ise Ankara çıkışında ölü bulundu. 28 Mart 1994’te bölgede iki yeni ceset daha bulundu. İstanbul Aksaray’da oto galeri sahibi olan Liceli Fevzi Aslan ve yeğeni Salih Aslan yazıhanelerinde, yine polis olduklarını söyleyen kişilerce gözaltına alındı. Bir gün sonra cesetleri, Kınalı-Sakarya TEM Otoyolu’nun Hendek gişelerine yakın bölgede bulundu.



İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından yapılan balistik inceleme sonucu, Cantürk cinayetinde kullanılan silahla Fevzi ve Salih Aslan’ı öldüren silahın aynı olduğu ortaya çıktı. 3 Haziran 1994’te Cantürk’e yakınlığı ile bilinen ve Cantürk’ün kimler tarafından öldürüldüğünü bilen Savaş Buldan, yakın arkadaşı Adnan Yıldırım ve Hacı Kara, Düzce Yığılca yakınlarında ölü bulundu. 2 Mart 1995’te kaçırılan MİT elemanı Tarık Ümit de bölgede infaz edilenlerden biri oldu. Eski Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’nda bölgeyle ilgili şu ifadeler yer almıştı: “Uyuşturucu trafiğinde geçiş noktası olan Kocaeli’de çetelerin ortaya çıkışı, Jandarma Alay Komutanı Veli Küçük, Emniyet Müdürü Nihat Camadan ve Affan Keçeci’nin adlarının çeşitli olaylara karıştırılmış olması, yorum ve spekülasyonları artırmış, bölgenin ‘şeytan üçgeni’ olarak adlandırılmasına sebep olmuştur. Bölgeyle ilgili olarak kapsamlı değerlendirmelere başvurulmaması, adı çeşitli iddialara karıştırılmış görevliler hakkında tatminkâr açıklamaların ve soruşturmaların yapılmaması, çetenin varlığının en büyük delili olarak algılanmasına yol açmıştır.”

BİR ASKERİN SAVAŞ İTİRAFLARI - TUĞBA TEKEREK - Istanbul - 31.08.2010

BİR ASKERİN SAVAŞ İTİRAFLARI - TUĞBA TEKEREK - Istanbul - 31.08.2010






Trabzonlu er, savaşta insani değerlerini nasıl yitirdiğini anlattı: Kürtler’i zaten sevmiyordum Köylerini yaktık, yıktık. Öldürdükçe arkası geldi. 16 yıldır yaşadıklarımı üzerimden atamadım









Güneydoğu’da savaşırken 1984’ten bu yana ölen asker, polis ve korucuların sayısının altı bini aştığından bahsediliyor. Yaralananlardan ise pek bahsedilmiyor.



“Medya ‘3 şehit, 6 yaralı’ der. İsmini söylemez ama yaralanmış dediğinin kesin bir yeri kopmuştur, ya kolu yoktur, ya bacakları ya da gözü.” Böyle özetliyor durumu kendisi de gazetede ufak bir habere konu olmuş, iki bacağını Güneydoğu’da kaybetmiş Faruk Baştürk.



Bir de bir yerleri kopmayanlar ama kopmuş parçaları görenler var. Mermiler başının hemen üzerinden geçenler ya da ölen arkadaşları için tabut çakanlar. İntikam duygusuyla kulak kesenler, istemeye istemeye köy yakanlar, kurşun vızıltıları arasında ne hissedeceğini bilemeyenler.



Ve sonra gazetelerin siyaset sayfalarından üçüncü sayfalarına düşen haberler: “Şırnak’ta mayına basıp iki bacağını iki gözünü kaybeden 26 yaşındaki Hüseyin Ümit tedavi sürecinde intihar etti.” “Zonguldak’ın Çaycuma ilçesinde Şafak Köksal adlı genç, şiddetli geçimsizlik yaşadığı karısıyla birlikte aynı aileden 6 kişiyi öldürdü. Askerliğini Hakkari Çukurca’da yapmış olan Köksal, aileyi yolda pusu kurarak katletti”



Rakamlar kesin değil ama şu anda Güneydoğu’da aktif çatışma bölgesindeki operasyonel birliklerde 200 bin asker var. 1984’ten bu yana bölgede çatışmış askerlerin sayısı kaba hesapla 5 milyonu buluyor.



Devletin ilgi alanına bu gençlerden sakatlık oranı yüzde 40’ın üzerinde olup da ‘vazife malülü’ sayılanlar giriyor. (Güneydoğu’da bir savaş olduğu kabul edilmediği için orada sakatlanan askerlere ‘harp malülü’ değil ‘vazife malülü’ deniyor.) Vazife malüllerine sakatlık derecelerine göre artan oranda tazminat veriliyor, emekli maaşı bağlanıyor. Şansı yaver gidenler işyerlerinde gazi kadrosunda kendilerine bir yer bulabiliyorlar.



Güneydoğu’da savaşmış askerler arasında “Bu vatan için canım feda” diyenler de var, “Bir daha gidersem namerdim” diyenler de... Bir kısmı “Askeriye bize sahip çıktı” diyor, bir kısmı kendisini “kullanılıp bir kenara atılmış” gibi hissettiğini söylüyor. Ama hemen hemen hepsinde bir haksızlığa uğramışlık duygusu var: “Biz orada öldük öldürdük, burada televizyonda ‘üç şehit, beş yaralı’ kapat geç. Bu kadar mı değersiz”



Bu yazı dizisinde Güneydoğu’da savaşmış askerlerin orada ve sonrasında neler yaşadıklarını kendilerinin ve yakınlarının ağzından aktarmaya çalışacağız.



*******

Ali Altay “Ne varsa geçmişinde öyledir insanlar” diyor. Ali’nin albümünde anne babasının siyah beyaz resimleri, gülümseyen çocukluk fotoğrafları, haşarı liseli fotoğrafları var. Bir de ölü insan resimleri... Güneydoğu’da askerlik yaparken öldürdükleri ve sonra şiddet uyguladıkları PKK’lıların resimleri.



Ali Altay “Her katil cinayet mahalline dönmek ister” de diyor; “Bu bir hesaplaşmadır. Ben de Güneydoğu’ya gitmeyi çok düşünüyorum”. Nitekim benimle yaptığı konuşmada Güneydoğu günlerine epey zorlu bir yolculuk yaptı Ali. Hayatında ilk kez gördüğü bir kişiye ‘kulak’lı, bebekli, mayınlı hikayeler anlattı. Geçmişine şimdi sizin elinizde tuttuğunuz bu sayfayı da ekledi.



» Ne zaman askere gittin?



Kasım 94’te. 94-95 en hareketli dönemdi, ben de o dönem Bitlis’te komandoydum.



» Gitmeden önce neredeydin, ne yapıyordun?



Ben Trabzon doğumluyum. Ortaokulu bıraktım, 17-18 yaşında İstanbul’a geldim. İstanbul metrokent, orada bir fırsatın varsa, burada bin fırsatın var, ben de özgürlüğüne düşkün bir insanım. İstanbul’a gelirken burada hiç tanıdığım da yoktu. Kendi şartlarımı oluşturdum, geldim. Askere gitmeden önce gündüz kafede gece aynı gruba ait barda çalışıyordum.



» Nasıl bir aileden geliyorsun?



Babam işçi emeklisi, biz 6 kardeşiz. Kendimi bildim bileli, Trabzonluyuz, milliyetçi insanlarız. Dedem Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış bir insan.



» Askere gidişin nasıl oldu?



Askere severek gittik. İstesem gitmezdim zaten, o dönem İstanbul’da ikametgâhım yoktu. Kurada Isparta Dağ Komando Eğitim çıktı. Yüzde 99 doğuya gitmeye hazırlıklıydım, istiyordum, içimde vardı.



» İlk görev yerin neresiydi? Oraya gidene kadar ruh halin nasıldı?



İlk görev yerim Bitlis Hizan’dı. Trenle İstanbul’dan çıktık, gidiyoruz. Bir tren düşün, ucu bucağı görünmüyor. Üstünde toplar, tanklar var, askeri mühimmat var. Güvenlik nedeniyle gündüz gidiyoruz, gece duruyoruz. Bingöl Genç’e gelene kadar biz hâlâ olayın dalgasındayız. Orada yaşamamışsın ya bilmiyorsun, hamsın. Askeri anlamda da olmamışsın. Teoride birşeyler öğrenmişsin, kendi kendine olduğun yerde bir şeyler yapmışsın. Macera yaşıyorsun, bir çeşit safariye gitmişsin o âna kadar... Ama ne zaman ki Bingöl Genç’e vardık... Vadinin bir tarafında terörist, diğer tarafından asker var, çatışmanın ortasından geçiyor tren, camlar kırılıyor. Bize çelik başlık vermişler, herkes savurup atmış, ben de benimkini koltuğun altına sokmuşum. Çıkartıp takacağım. Ama takılmış, çekiyorum çekiyorum gelmiyor. Olay koptu artık, sınırdasın. Baktım çıkmıyor. Yemin ederim, yattım kafamı orada içine soktum.



» İlk çatışmanı böylece görmüş oldun..



Asıl vadiyi geçtikten sonra, yola bomba koymuşlar, bizden bir önceki tren dere yatağına devrilmiş. O anda anladık ki, hiçbir şey sürpriz değil artık.



» Nerede kaldınız Hizan’da?



Bize Sakıp Sabancı Öğrenci Yurdu tahsis edilmiş. orda kalan az öğrenci varmış, bizim için boşaltılmış. Güzel, konforlu bir yer. Ama binaya girdik, psikolojimiz bozuldu. Orada öğrenciler her yere yazmışlar “Biji Apo” “PKK Büyük” “Yaşasın Gerilla”. Tuvalete gidiyorsun, oturuyorsun, kapıyı çeviriyorsun, arkasında Kürt bayrakları.



» “Biji PKK”yi görünce, orada yaşayan Kürtler için ne hissediyorsun?



Bizde eskiden beri vardır. Karadeniz insanı Kürtleri sevmez, ciddi anlamda sevmez, ne yalan söyleyeyim. Tabii onları görünce psikolojin bozuluyor. Buradan baktığın zaman; “Orada birkaç tane terörist var, halk ayrı”. Ama dışarıdan gördüğün gibi değil. Aslında hepsi bir. Tarladaki de bir dağdaki de bir. Halk onlara terörist falan demiyor, “Oğlumu askere gönderdim” diyor. Oradaki insanların PKK’ya müthiş desteği var. Eskiden bu çok anlaşılmıyordu da şimdi panellerde, mitinglerde, sanal alemde çok rahat görebiliyorsun. 11 milyon Kürt varsa bunun on milyonu rahat PKK’yı destekliyor. Diğer bir milyon da kişisel çıkarları için ayrı düşmüştür.



» Sen de Kürtleri düşman olarak görüp ona göre davranıyorsun o zaman?



18-19 yaşında birisin, çok sağlıklı düşünmeyebilirsin. O dönem öyle düşünüyorsun ama aslında öyle değil. O zaman “Herkesten her şeyi beklemen lazım” diye düşünüyorsun. Bekliyorsun da. Sürpriz de olmadı zaten. Ondan sonra olaylar gelişti.



» Nasıl gelişti?



Dediler ki; âdettendir, buraya gelen her birliğe bir “Hoşgeldin” yaparlar. Biz de “He yaparlar” falan, hâlâ olayın tam ciddiyetinde değiliz. Sonra bir gece “Hoşgeldin” yaptılar. Milli maç var. Herkes gazinoda maç seyrediyor. Biz de bir arkadaşla nöbetteyiz. Yağmur yağıyor, gök gürlüyor. Puslu bir hava. Roket geliyor. Kavak ağaçlarından birine vuruyor, ağaç yarılıyor. Biz yıldırım düştü sanıyoruz.



» Sonra?



Sonra silahlı tacizler başladı. Telsizden anons geçiyorlar: “Sizin tarafa doğru geliyorlar”. Biz iki kişiyiz orada, 20 yaşına daha yeni girmişiz. Oradan şallı şalvarlı geliyorlar. İki kişi 20 kişiye kahramanlık yapacak durumun yok. Can tatlı. Siperde kim duracak? Siper hedef. O kadar kafamız çalışıyor. Siperi terk ettik, bulunduğumuz yerin yan tarafı bataklıktı, yattık suya boynumuza kadar. Geçtiler, kalktık. Taciz ateşiydi zaten baskın değildi.



» Ciddi çatışmalara girdiniz bunun dışında herhalde...



Kimsenin yapamadığını yaptık, istikrar sağladık bölgede. Mesela Kolludere diye bir yer var. Orada, PKK 300-400 kişilik Jandarma Karakolunu tahliye etmiş, Örgüt, bayrağı çekmiş. Kurtarılmış bölge ilan etmiş orayı. Biz duyduk, şok olduk. O derece gelişmiş olaylar. İlk o bölge kurtarıldı bizim dönemimizde. Yüklü bir çıkarma yapıldı oraya.



» Peki bu süreçte psikolojinin yavaş yavaş değiştiğini hissetin mi?



Bölgeye gittiğinde insani değerleri olan bir insansın. Gayet nizami davranıyorsun, prosedürü uyguluyorsun. Ama sonra... İlk JİTEM olayını orda gördüm ben. Biz adamları teslim alıyoruz, helikopterle Jandarma İstihbarat binasına getiriyoruz. Helikopter pisti tepede. Nerden baksan 100- 150 basamak var aşağıya doğru jandarma binasının kapısına. Önce adamları kolunda indiriyorsun. Bunu bir kere yapıyorsun, iki kere yapıyorsun. Ama sonra o kadar insanlıktan uzaklaşıyorsun, yozlaşıyorsun ki...



» Ne yapıyorsun?



Pistin başındasın, adamın kolları bağlı, oradan aşağı yuvarlıyorsun; “Yolluyorum, geliyor, aşağıdan al.” Artık insani değerlerini kaybediyorsun, kontrolden çıkıyorsun. Gerek öldürülme korkusu, gerek onların sana yaptıkları... İlk ben orada anladım bir şeyler kaybettiğimi.



» Aşağıya yuvarladığınız adamlar yaralanıyor tabii...



Kolu bacağı kırılanlar olur ama ölmez, en fazla kırık çıkık olur. O da çok önemli değil zaten.



» Başka neler gördün askerde?



Bana “Senin hemşerin var Trabzonlu, terhis oluyormuş, JİTEM binasında. Onun yerine yerleşirsen operasyona çıkmazsın, rahat olursun” dediler. Benim de bir beklentim yok, ama “Gideyim tanışayım” dedim. Gidiyorsun, yerin altında tutuklular var. İçerisi bir pislik kokuyor, rögar yanından geçersin ya, öyle. Yemişler yapmışlar, yedikleri hücrelere yapıyorlar dışkılarını. JİTEMciler orada. Bir şiddet var içerde, bir şiddet var, böyle bir şey yok yani.



» Senin arkadaş ne yapıyor?



Koridorun sonunda. Çalışıyor, girmiş birine çalışıyor. Kan ter içinde kalmış adam, kalbi duracak nerdeyse. Prosedür gereği, sorgulananın gözü bantlı. Çocuk uyarmış ‘gözbantını açma’ diye. Bu da omzuyla açmaya çalışmış... Bizim Trabzonlu kırmış kafayı zaten. Dolayısıyla fena şiddet var. Ki o dönem herkese... Herkesten şüphelenmek zorundasın, şüpheleniyorsun da zaten. Bizim dönem olağanüstü haldi, belli bir saatten sonra dışarı çıkmak yasak... Vurabilirsin, yolda kimi görürsen gör. Vur emri var çünkü.



» Öyle vurduğunuz birileri oldu mu?



Bir asker vardı mesela... Çocuk askerliğini batıda yapmış, terhis olmuş. Köyüne gelmiş, akşam yan köye kız arkadaşını görmeye gidiyor. Orada herkesin evinde keleş (kalaşnikof silah) var. Yanına kendini korumak için silahını alıyor. Yan köye giderken bizim görüntüye giriyor, silahlı da görünce hiç sorgusuz sualsiz vurursun, vurduk.



» Sen mi vurdun?



O anda herkes ateş ediyor. Bunu “sen vurdun” diye kimse diyemez. Sen oradan ateş ediyorsun o oradan ateş ediyor. Bölgeyi komple tarıyorsun. Biz ilk başta ateş etmedik, bayağı yol verdik ona, bu öncü grup diye, arkadakileri bekliyoruz. Arkadan kimse çıkmayınca bari öncüyü kaçırmayalım, dedik. Vurduk. Ondan sonra soruşturma açılıyor, kimliği ortaya çıkarılıyor. Biz terörist vurduk, diye seviniyoruz tabii. Sonra masum çıktı ama olabilir. İş kazası.



» Başka ‘iş kazası’ oldu mu?



Mesela birini aldık, kamyoncu, kuru gıda getiriyor. Direkt örgüte yardım yataklıktan aldık. Soruşturma bitti, evrakları geldi, bırakıldı adam. Ama bir hafta da arabada yattı, gidemedi. Çünkü o evrakları gelene kadar boş durmuyorsun, adama çalışıyorsun. Bilgi bilgidir diyorsun, taze bilgi istiyorsun, çalışıyorsun.



» Askerlikte seni en çok etkileyen olay neydi?



Köylerin yakılmasına karşıydık. Yakıyorduk yıkıyorduk ama... 80’e yakın köy boşalttık. İnsanlar çaresiz, diyor ki “Nereye gideceğim?” “Ya nereye gidersen git, umurumda değil kardeşim, boşaltacaksın” diyorsun. Yağmalıyorsun, koyunu keçisi var, onu telef ediyorsun, şiddet uyguluyorsun. İlk yaptığında “Aaa yapamam” diyorsun, ikincide “Yapamam” diyorsun, üçüncüde herkesten güzel yapıyorsun. Ama bunları çaresizlikten yapıyorsun. Devlet o bölgede otoriteyi sağlayamıyor, onun için boşaltıyor, sen olsan sen de yaparsın.



» Köy yakmaları sırasında inanılması zor hikayeler anlatıyorlar. Ateşe atılan bebeklerden bahsediliyor. Sen gördün mü böyle şeyler, yaptın mı?



Ben yapmadım ama şiddet var tabii. İnsan psikolojisi bozuluyor orda. Bu tür şeyleri çok fazla yadırgamamak lazım. Dışarıdaki insan yadırgayabilir ama orada psikolojisi bozulmuş insan için çok anormal birşey değil o. Arkadaşını vuran bile var orda.



» Bir de anahtarlığında PKK’lılardan kestiği kulakları taşıyanlar var...



Doktor geliyordu, “Arkadaşlar lütfen ben gittikten sonra kesin kulakları” diyordu. Kestik biz de ama “Anahtarlık yapayım, saklayayım” demedik. Onlar da bizim askerlerin pipisini kesmişlerdi ama öyle deme. Bak mesela buna öldürdükten sonra şiddet uyguladık. (Ölmüş bir PKK’lının fotoğrafını gösteriyor albümünde) Ayaklarından bağlamıştık, sarkıttık yukardan aşağı.



» Hiç kopma noktasına geldiğin zamanlar oldu mu?



Oluyor tabii. Aylardır oradasın, görev yapıyorsun. Bir tarafta milliyetçi duygularla çatışıyorsun bir tarafta ölen insanlar var.Haberlerde bakıyorsun ki, Hülya Avşar’ın gözlerinin haberi yarım saat, ‘Hakkari’de şehit’ altyazı geçiyor, haber bile olmuyor. O kadar değerin var. Bunun ötesi yok yani. Saçma birşey.



» Yanında ölen arkadaşların oldu mu?



Biz en az zayiat veren bölüktük. Bir tane şehit verdik.



» Nasıl oldu?



Telefon hattını kesmişler, tamir etmeye gidiyor, mayın koymuşlar, basıyor o da. Çok kötüydü... Antipersonel mayın... Bastığın zaman kuruluyor, ayağını kaldırdığın zaman da mekanizma çalışıyor, yerden fırlıyor, bel hizana kadar geliyor, orada patlıyor. Dolayısıyla tahrip gücü çok yüksek. Kol bacak... Onu gördük zaten ya... Buradan bakınca film gibi ama orada olunca öyle olmuyor. Kolu kopmuş, bacağı kopmuş, çok hoş bir şey değil.



» Şimdi geriye baktığında bu Güneydoğu’da yaşananlar için ne düşünüyorsun?



Bizim dönemizde Çevik Bir, biz bölgeye gittiğimizde “Hayırlı olsun”a geldi. Bize dediği şuydu: Orada iki tane g... boklu Kürt var, siz dört buçuk ay eğitim aldınız, göz bebeğimizsiniz, çok iyi eğitildiniz. Gerillaya “iki tane g... boklu Kürt” dedi adam. Şimdi de aynı şeyi söylüyorlar. “Vatan sana canım feda”. Üstünde yaşamadıktan sonra, vatan nereye kadar, neye yarar. Tamam vatan uğruna öl ama bu saçmalık. Diyorlar ki 30 yılda 50 bin insan kaybettik. Komik! Ortada hiçbir şey yokken. Ortada harbiden hiçbir şey yok. Abdullah Öcalan bizim toprak talebimiz yok diyor, Türkiye sınırlarını değiştirmek gibi bir talebimiz yok, diyor.



» Askerden sonra devletin sana sahip çıktığını düşünüyor musun?



Burada öncelikle Güneydoğu gazisi arkadaşımla benden iki yıldır tek kuruş kira almayan ev sahibime selam ederim. Ondan gördüğümüz duyarlılığı TSK’mızdan göremedik. Senin yaptığın bir iş vardır, hakkıyla yapıyorsundur, dolayısıyla karşılığını beklersin. Devlet sana bir misyon vermiş, keyfine gitmemişsin ki oraya, safariye de gitmemişsin. Hayatını ortaya koymuşsun. Şu anda Vietnam gazilerine davranışa bak, aldıkları paraya bak, yaşama standartlarına bak, buradaki insanlara bak. Adam karısını asıyor, hızını alamıyor, aileyi komple katlediyor, kayınpeder. baldız, kayınço. Kontrolünü kaybediyor. Çocuk hepsini pusuya düşürüp öldürmüş, asker taktiğini uygulamış. Onu yaşamış orada, öğrenmiş biliyor.



» Senin için tanıdık bir hikaye mi bu?



Tanıdık. Sürpriz de olmadı. Oradan gelen insan ciddi anlamda yaşamışsa, iyi bir askerlik eğitimi almışsa, bir sorun yaşadığında bu sorunu mutlaka şiddetle çözer. Orada görev yapan askerlerin televizyonda konuşmalarına bak, konuşma tarzları çok farklıdır, sert konuşurlar, şiddet vardır onların içinde. Orada görev yapan herkes, subayından erine kadar herkeste vardır bu.



Bir insan uykusuz ne kadar durabilir ki. Maksimum 24 saat durabilirsin. Bizde gece uyuyamazsın. Gündüz uyuyorsun, ama uyuyamıyorsun. Dala kuş konuyor hemen fırlıyorsun. Sonra yatıyorsun, çıt, tekrar kalkıyorsun. Müthiş bir şey, acayip bir psikoloji, 16 sene oluyor. Atamıyorsun hala. Ben hâlâ, yemin ederim, uyurken odama gir, seni nefesinden hissederim, yataktan bir kalkışım vardır ışık hızıyla...



» Demin anlattığın, Zonguldak’taki tüm ailesini öldüren çocuğun ruh haline senin de girdiğin zamanlar oldu mu hiç?



Düşün, kendine bile yapabiliyorsun. Bak (göğsünde karın bölgesinden kalbine uzanan dikiş izlerini gösteriyor).



» Nasıl yaptın?



Bir gece alkol aldım, yaptım. O sırada evdeyim, , bazı özel problemler de var. Dokunsan ağlayacak moddaydım, haberleri izliyorum, “Adam cinnet geçirdi, çocuğunu vurdu kendisini vurdu, karısını vurdu” diyor. Ben de kendimi moda sokmuşum; sıkayım bir tane gideyim. Kalbime sıktım. Büyük de bir silahtı. Sıkınca sekti, buradan girdi, arkadan çıktı. Dolayısıyla kendine bile yapabiliyorsun, o anda gözün görmüyor. Gönül’ü vurmuşsun, Ahmet’i vurmuşsun, çocuğu var, ailesi var. Hiçbir şey umurumda olmuyor.



» Bu intihar girişimin özel sorunlarınla ilgili görünüşte...



Ama orada yaşadıkların var, psikolojin var. Bu şuna benzer: Sen çok iyi resim yapmayı biliyorsundur ama eline fırça almazsan onu hissetmezsin ya, sonuçta sana resim yapmayı öğretmişler orada. Bize resim yapmayı öğrettiler. İçinde yoksa da resim yapmayı öğreniyorsun.



» Resim yapmak dediğin?



Şiddet... Şiddeti öğreniyorsun orada. Normalde içinde yoktur, kursa gider öğrenirsin. Biz sonuçta orada resim yapmanın kursuna gittik. Sivildeyken şiddet yapan bir insan değildik. Silahı alıp kafana sıkmak çok zor bir şey gibi gelmiyor artık. Çünkü yapmışsın, sıkmışsın.



» Asker dönüşünde kabus görüyor muydun?



O zaman görüyordum ama uzun zamandır görmüyorum. Mayına basan arkadaşımız vardı ya, onu çok gördüm. Kolu bacağı kopmuş, gözünün önünden gitmiyor, bunlar kalıyor hafızanda. Ne yaparsan yap geçmişinden kurtulmazsın. Ne varsa geçmişinde artık öyledir insanlar. Hani derler ya “Her katil mutlaka cinayet yerine gelir”, insanın kendiyle hesaplaşmasıdır o. Ben Güneydoğu’ya gitmeyi de çok düşünüyorum.



» Askerliğin bittiğinde ne hissettin?



Bittikten sonra da enteresan bir şey var; boşlukta kalıyorsun. Havaalanına gelmişsin, sivilsin. Artık arınmışsın, silahını falan herşeyini bırakmışsın. Spor ayakkabılarını, kot pantolonunu giyiyorsun, o anda bir şey hissediyorsun, bir boşluk hissediyorsun. Sanki üzerinden bir yük kalkmış, çok hafifsin ama bir acayip... Ayakların gelmiyor. Oradaki yaşam tarzını benimsemişsin artık bir şekilde.



» İstanbul’a geldikten sonra nerede çalıştın?



O sırada doğuda komando görevi yapan askerlere çok güzel para veriyordu güvenlik şirketleri. Ben de güvenlik şirketinde çalışmaya başladım.



» Bir şekilde silahla bağın kopmadı yani...



Kopmadı. Birgün şöyle bir şey oldu. Beşiktaş’ta yemeğe çıkmışız, iş arkadaşları falan. Birkaç tane abla var yanımızda, evli. İki tane maganda laf attı. Ben “Nasıl laf atarsın ha” diye bir girdim. Bir dayak yedim kırolardan, bir dayak yedim. Beşiktaş’ta güzel bir kafedeyiz, şemsiyelikler falan var. Artık gözüm dönmüş, şemsiyenin borusu vardır, metal ve ağır bir boru, vurdun mu düşüyor. Bir tanesine bir vurdum, dağıldı, yıkıldı. Ötekine bir tane, olayı iki dakikada çözdüm.



» İşyerinden ne dediler bu duruma?



Oradan değil de ikincisinden benzer bir olay yüzünden atıldım. Beni simit almaya gönderen doktoru vuracaktım. Mesele çıkmasın diye simidi aldık, demesen mi ‘Bu sabah simidi, git öğle simidi al.’ Psikolojin bozulmuş bir kere, her şeyi şiddetle çözmeye çalışıyorsun. İhtilafa düşmüş olabiliriz, medeni insanlar ne yapıyorlar, ya mahkemeye gider ya da konuşur hakkını arar. Ben “mahkeme, konuşayım, falan, filan, amaaan...”



» Kadınlarla ilişkilerin değişti mi?



Askere gitmeden önce çok duygusaldım, mektuplar yazıyordum, şiirler yazıyordum. Ben şiir yazıyordum kızlara.



» Şimdi?



Şimdi nerdeeee. Pat pat. Askerden sonra bitiyor artık.



» Evlendin mi?



İki kere evlendim, iki kere boşandım, bir tane oğlum var.



» Niye bitti evliliklerin?



Hep antisosyalliğimden. “Bugün dışarı çıkalım.” Ay niye çıkalım, ben istemiyorum.



» Şiddet var mıydı ilişkilerinde?



Vardı. Bir kız arkadaşımla olan olayı anlatayım: Sinemaya gitmiştik. Onu harbiden çok seviyordum ama. Kavga çıktı kıskançlık yüzünden. Otoparkta kavga ediyoruz. İki tane vurdum zaten, yüzü gözü dağıldı. Öyle çok uzun bir şiddet değildi ama dozu yüksekti.



» Askerden önce de öyle kavgalara karışan bir tip miydin?



Kavgaya karışmak falan hiç yoktu, askerden önce çok sakin bir insandım ben. Şiddete meyilli değildim ama şimdi şiddete meyilliyim yani. O yüzden pek fazla dışarı çıkmamakta yarar var.



» Şimdi nedir ruh halin?



Üç aydır depresyondayım, içime kapanıyorum, evden dışarı çıkmıyorum. Evliliklerimi bitirdikten sonra da kapatmıştım kendimi. Askerden önceki halimle kıyaslıyorum, hiç kopmazdım böyle. Şimdi o kadar bağlı değilim hayata. Bedavadan yaşıyoruz.



» Niye bedavadan?



Depresyona girdiğin zaman hiçbir şey umurunda olmuyor ya. Yakıyorsun her şeyi. Bir boşluktasın artık. Hiçbir şeyden zevk almıyorsun.





Masa değil tabut çakıyoruz

» İlk çatışma gördüğünde koltuğun altında kafana başlığı geçirdiğini anlattın. Sonra kulak kestiğinden bahsediyorsun. Bu iki resim arasındaki karelerde neler var?



Sürekli bombalıyorsun abi, sürekli sıkıyorsun, attığın silahın haddi hesabi yok. Namlu bitiyor silahta, namlu değişiyorsun. Takılıyorsun. 100 bin mermide namlu bitiyor, o derece asılıyorsun, takır takır. Gece çatışmalarını izliyorsun ya televizyonda ışıklı ışıklı. Önde giden ışıklı mermiyle arkada giden ışıklı mermi arasında 5 tane de gözükmeyen var. O derece çalışıyorsun.



» Süreç içinde olanları sorguluyor musun?



İlk gittiğinde batıda gördüklerin var: “Vatan Millet Sakarya”. “Allah Allah” saldırıyorsun. Ama bir süre sonra “Biz burada ne yapıyoruz abi ya?” diyorsun. Saçma sapan bir şey: İki kişi onlar vuruyor, üç kişi sen vuruyorsun. Eskiden Trabzon’da vardı, tavuğun bizim bahçeye girdi, küt. Seninki bizim bahçeye girdi, küt. Doğuda savaş hala öyle devam ediyor. Benim şu andaki düşüncelerimle o zamanki düşüncelerim arasında dağlar kadar fark var. Savaşarak bitecek birşey değil bu...



» Orada yaşadığın, sana “Abi biz burada ne yapıyoruz” dedirten somut bir olay oldu mu?



Hergün bir olay yaşıyorsun. Sürekli cenazeler geliyor. Sürekli... Düşün, meslek soruluyor; “Marangoz var mı?”. Marangoza ne yaptıracaksın, masa sandalye yapacak değil ya tabut çakıyor insanlar sürekli. Bunu anlayacak kadar zekisin, o bile senin psikolojini bozuyor. Sivildeyken hiçbir zaman ölümle yaşam arasındaki sınırda değilsin, orada kaldığın gece ya da gündüz sürekli o sınırdasın. Dolayısıyla bir gün, iki gün, üç gün... Üzerinde sürekli o baskıyla yaşamaya başlıyorsun.





Kimse yaşadığı herşeyi anlatmaz...

Şimdi 19 yaşında olsan, askere aynı heyecanla gider misin?



Gitmem valla, gidersem namerdim.



» Oğluna askerlikte Güneydoğu çıkarsa ne yaparsın?



Güneydoğu’ya askere gitmesini tabii ki istemem, belki de askere hiç yollamam.



» Kime oy veriyorsun?



Ben BDP’ye vereceğim vallahi. Türkiye’nin partisi olsunlar artık.



» Ciddi mi söylüyorsun?



Ciddi söylüyorum. Kürtleri sevmezdim, nefret ediyordum. Kürtleri de seviyorum artık.



» Güneydoğu’da askerken yaşadığın herşeyi birilerine anlattın mı, yoksa hiç anlatamadığın şeyler var mı?



Kimse yaşadığı herşeyi anlatmaz ki. Kadın kocasından şiddet görür, mahkemeye gider bir kısmını anlatır, bir kısmını anlatmaz. Anlatamıyorsun... Sonuçta yaşıyorsun, sonra hesaplaşıyorsun. Amerikan filmlerini izlersen Vietnam filmlerinde adam geliyor, kendisiyle hesaplaşıyor. “Ben yaptıklarımdan hiçbir zaman gurur duymadım” diyor. “Benim hatam düşünmeden gitmek oldu” diyor, “Şu anda olsa gitmem” diyor, “Siz de gitmeyin” diyor. Bugüne kadar Güneydoğu’dan gelen kimse çıkıp da “Gitmeyin” demedi.



» Sen diyorsun şimdi...



Ben diyorum.





O çevreyle Facebook’ta yazışıyorum

» Askerdeyken yaptıkların için kendini suçluyor musun?



Öyle bir suçluluk duygusu yok içimde. Orada bir görev verildi, sen kendi başına yapmadın bunu. Zaman zaman şiddet de gördüm, şiddetin dozunu da artırdım, işin kuralı o. Ama sonuçta devlet oraya götürüyor seni, ‘Haydi haydi haydi’ diyor, ondan sonra salıyor topluma. Rehabilitasyon merkezleri olması lazım, devletin bu insanları rehabilite etmesi lazım.



» Tedavi görmek için devlet kurumlarına başvurdun mu?



Niye ben başvurayım ki? Bu devletin yapması gereken bir şey. Ben kendi inisiyatifimle gitmedim ki Güneydoğu’ya. Ben bunu kendimle ilgili söylenmiyorum, bu toplumsal bir sorun, kendimle ilgili birşey istediğim yok. Oraya gidip gelen binlerce insan var.



» Kendin psikologa gittin mi?



İhtiyar bir psikologum vardı. Ucuz diye gidiyorum, adamın kulakları duymuyor, bağıra bağıra anlatıyorsun. Bir seans parasına üç seans gidiyorsun. En son kız arkadaşımla ilgili mevzuda gitmiştim. Geçen bir gittim, Beyoğlu’nda ofis mofis kalmamış.



» Öcalan’ın geçmişinden, PKK’nın kuruluşundan falan bahsediyorsun. Bu konularda çok okudun mu?



Tabii. Orada birşeyler yaşadın, o birşeyler senden birşeyler aldı. Ben niye kaybettim bunları diyorsun ve araştırma içine giriyorsun. Okuyorsun. O çevreden yazıştıklarım var nette artık, öyle düşün.



» Nasıl buldun onları?



Face’den (Facebook) dostluk kuruyorsun, birini ekleyince diğerleri “ A bunun arkadaşıymış” diyor, onlar da seni ekliyor. Tabii ben orada görev yaptığımı falan söylemedim, “Tarafsızım” dedim. Onların ideoloji tarzı ne, düşünceleri ne, kafalarındaki ne, onu anlamaya çalışıyorum. “Aptalca bir şey sizin davanız” diyorum, “Yok öyle değil” diyorlar.

29 Ağustos 2010 Pazar

E. Fuat Keyman - Yeni Akıl ve sosyal demokrasinin geleceği

Makale numarası: 2280
İzleyici : beğenilen olmayı denedim
Sürüm 1.01
Yayınlanma Tarihi : 2008/05/05 11:33:25
Okunma: 481
E. Fuat Keyman

Yeni Akil ve Sosyal demokrasinin geleceği

CHP Kurultayı , kendisini rejimi Koruma misyonuyla sınırlamış , kazanma ve Türkiye'yi yönetme iddiası olmayan , üstelik Boyle BİR iddiayı dile safra getirmeyen Deniz Baykal yönetiminin kendi gücünü pekiştirmesiyle sonuçlandı seçim . Ayşe beklenen AMA üzerinde düşünmemiz gereken BİR sonuçtu .Rakiplerini seçim sandığında yenemeyen , Türkiye'yi iyi ve adaletli yönetme iddiasını hic dile getirmeyen , Türkiye'nin tümünü kucaklayamayan ve sadece rejimi Koruma misyonunu ken ¬ disine Bildiri Konuları Paper Topics etmiş BİR CHP, gerçekten rejimi koruyabilir mi ?Gerçekten Türkiye'yi siyasi otoriterleşmeden ve ahlaki muhafazakârlaşmadan kurtarabilir mi ? Gerçekten toplumsal kutuplaşmaya , endişelere ve güvensizliklere Karşı öncelikle özen olabilir mi ? İktidara gelemeyen , iktidarı Spor Şube Müdürlüğü Sürekli Sağ partilere bırakan BİR CHP, Türkiye'de siyasi , ekonomik ve toplumsal istikrar ve güvenin sağlanmasına katkıda bulunabilir mi ?Ayşe soruların yanıtı CHP bağlamında olmamı Click " Hayır ",AMA Sosyal Demokrasi ve özgürlükçü sol bağlamındaysa , aşağıda açımlayacağım "Yeni Akil "projesiyle "tebessüm vardı ".CHP Kurultayı'ndan çıkan GERÇEK sonuç , Kurultay kazanan (Arka arkaya 10 defa )AMA seçim kazanamayan (Arka arkaya bes defa) BİR CHP Yönetimi , ve yanıma nedenle de CHP seçmeni ve Demokrat kesimler içinde giderek pekişen hoşnutsuzluk ve CHP'den seçim kazanma beklentisi . Ayşe beklentinin , Türkiye'yi anlamada ve yaşadığımız sorunlara Çözüm aramada bize sözlük, verecek BİR"Yeni AKIL" la karşılanabileceğini düşünüyorum .

Yeni Akil ProjesiTürkiye'de Sosyal demokrasiyi iktidara getirmek Click kendisine başlangıç Noktası olarak ," Üretim - kimlik - Çevre üçgeni" nde toplumu anlama ve toplumsal sorunla Çözüm Bulma girişimini alır .Bugünün dünyasında ve Türkiye'de insanların Temel gereksinimleri Üretim - kimlik - Çevre temelinde oluşuyor. İnsanca Yaşam , yoksulluğa , Sağlık ve Eğitim alanlarında yoksunluğa ve işsizliğe Karşı mücadeleyi gerekli kılar .İnsanca Yaşam , insanların kendi farklılıklarını yaşayabildikleri , birbirleriyle ilişkilerini farklılıklara Saygı temelinde kurdukları BİR yaşamdır ve toplumsal Yaşam içinde farklılıklar arasi birarada yaşama haklar - özgürlükler - sorumluluklar temelinde anayasal güvence altına alınır. İnsanca Yaşam , insan - Doğa ilişkisinin temelinin doğayı fade etmek Aliyormusun, tam tersine doğayı korumak ve Temiz tutmak oldugu anlayışı uzerine kurulur .

Bugün Zengin ile fakir arasındaki Refah ve Yaşam kalitesi ayrımının cok ciddi oranda BİR olumsuzluk gösterdiği farklı kimliklerin birbirleriyle ilişkilerinin ötekileştirme temelinde kurulduğu ve doğanın Spor Şube Müdürlüğü Sürekli kirletilerek fade edildiği BİR Türkiye içinde yaşıyoruz . Boyle BİR Türkiye , Spor Şube Müdürlüğü Sürekli ekonomik Kriz risklerine , siyasal istikrarsızlıklara ve toplumsal kutuplaşmalara GEBE BİR Türkiye'dir . Ayşe bağlamda da, yanıtlamamız gereken Temel Soru ,nasil BİR Türkiye istiyoruzsorusudur .İstikrarsızlık ve şiddet sarmalı içinde yaşayan mi , yoksa iyi , adaletli ve demokratik BİR Türkiye mi istiyoruz? Eger yanıtımız ikincisi üzerindeyse , o Zaman Yeni BİR düşünce tarzına gereksinimimiz var . Ayşe düşünce Tarzi ,devlet-toplum/birey ilişkilerine insan odaklı Bakar , toplumsal Refah ve istikrarı , ürem - kimlik - Çevre sorunlarına kalıcı Çözüm bulmak temelinde oluşturmaya çalışır .Türkiye'yi met Tarz düşünce içinde anlama ve toplumsal sorunlara Çözüm Bulma girişimi ,Yeni AKILolarak nitelenebilir .

Yeni Akil ve örgütlü Toplum

Üretim - kimlik - Çevre sorunlarını çözerek ekonomik , siyasal ve toplumsal istikrar yaratmak , Türkiye'de topluma da farklı BİR Yaklaşımı gerekli kılar .Yeni AKIL, toplumsal yaşamın Turu ne olursa Olsuncemaatleşme temelinde örgütlenmesine Karşı çıkar. Bununla Birlikte ,Yeni AKILiçinde toplumsal Yaşam , ne sadece birey ne de sınıf temelinde görülür . Aksine demokratik , adaletli , Özgür ve sorumlu toplumsal Yaşam "örgütlü BİR yaşamı "gerekli kılar .

Örgütlü Toplum ,bugünün dünyasında ve Türkiye'sindeÜç boyutluBİR nitektaşıyor :

(A)Emekçileri ve çalışanları temsil eden Emek örgütleri ,

(B)Aktif vatandaşlar olarak toplumsal sorunların çözümü Click gönüllü çalışan bireylerden oluşan sivil Toplum örgütleri ,

(C)İşveren sınıfların ekonomik Aktor ve Baskı Grubu olarak hareket etmesini simgeleyen girişimci örgütler , sanayi ve ticaret odaları . Örgütlü yaşamı Güçlü BİR Toplum , istikrarlı ve Güvenli BİR toplumdur .BİR toplumda örgütlü Yaşam güçlendikçe o toplumda Genel Güven ve farklılıkların BİR arada Yaşam olasılığı da artar. BİR toplumda örgütlü yaşamın Üç boyutlu yapısı içinde gelişmesi ne kadar engellenirse , o toplumda cemaatleşme , toplumsal kutuplaşma ve farklı kimliklerin birbirlerini ötekileştirmesi de o kadar artar .Dahası , Bir toplumda örgütlü Yaşam ne kadar güçsüzse , o toplumda öfke , kızgınlık , endişe ve geleceğe Karşı güvensizlik o kadar artar. Bununla Birlikte ,BİR toplumda örgütlü Yaşam ne kadar güçlüyse , o toplumda " düşünüyorum , eleştiriyorum , Aktif Vatandaş olarak çevremi dönüştürüyorum , öyleyse varım " anlayışı da toplumsal ilişkilerde o kadar güçlenir. Ayşe nedenle de , Bir toplumda ya da Türkiye'de siyasi ve ekonomik istikrarın önkoşulu , toplumsal güvenin Örgütlü toplumun güçlendirilmesi yoluyla inşasıdır .Yeni Akil Projesi, Üretim - kimlik - Çevre sorunlarının çözümü Click , Emek örgütlerinin , sivil Toplum örgütlerinin ve İşveren - girişimci örgütlerin , hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle oluşturdukları işbirlikleri içinde Güçlü oldukları BİR örgütsel yaşamı ve met Yaşam uzerine Insa edilmiş BİR toplumsal güveni varsayar .


Demokrasi ve ekonomik Kalkınma

Türkiye'nin iyi ve adaletli Yönetimi , Üretim - kimlik - Çevre üçgeninde toplumsal Sorunları çözme girişimi ve örgütlü toplumun güçlendirilmesiyle Genel güvenin inşası yoluyla gerçekleşebilir . Ayşe bağlamda da,devlet-toplum/bîrey ilişkilerinde demokrasinin derinleştirilmesi Türkiye'de iyi ve adaletli Toplum yönetiminin BİR ayağının , DİĞER ayağının da sürdürülebilir ekonomik ve insani Kalkınma olduğunu söyleyebiliriz.Yeni AKIL, demokrasinin derinleşmesini ve ekonomik kalkınmanın insan temelinde sürdürülebilir kılınmasını , Türkiye'nin iyi ve adaletli yönetiminin hareket Tarzi olarak Görür .

Üretim - kimlik - Çevre ekseni , örgütlü Toplum - toplumsal Genel Güven ilişkisi , demokrasinin derinleşmesi ve sürdürülebilir ekonomik Kalkınma : Tum met boyutlar içindeYeni AKILile Türkiye'yi anlamak ve toplumsal sorunlara Çözüm bulmak girişimi bize cok önemli BİR saptama yapmak olasılığını verir . Türkiye'de olmamı yaşadığımız rejim Sorunları , toplumsal kutuplaşma riski , Bir arada yaşama olasılığının zayıflaması toplumsal , terör ve şiddetin güçlenmesi , ekonomik istikrarsızlık , siyasete Siyaset DİSİ , yoksulluk , işsizlik , muhafazakârIaşma vb müdahale . sorunlar , özünde BİR Veri Aliyormusun, aksine BİR "sonuç "tur . Laiklik sorunu BİR Veri Aliyormusun , Bir sonuçtur .Kurt sorunu BİR Veri Aliyormusun BİR sonuçtur . Muhafazakârlaşma BİR Veri Aliyormusun BİR sonuçtur . Ekonomik ya da siyasal istikrarsızlık BİR Veri Aliyormusun BİR sonuçtur . Terör ve şiddet BİR Veri Aliyormusun BİR sonuçtur .Tum met sorunlar , Türkiye'nin kötü , adaletsiz ve otoriter siyasi yönetiminin sonuçlandır .

Ayşe saptama met Sorunları kendi içlerinde çalışmama ya da kendi içlerinde taşıdıkları Özgün nitelikleri görmeme anlamına gelmez . Şüphesiz ki met sorunların her birinin özgünlüğü ve hepsinin birbirleriyle ilişkisi incelenmelidir . Ayşe Çözüm Click gerekli BİR girişimdir , AMA unutulmamalı ki , olmamı yaşadığımız sorunlar her şeyden bir kez ve özlerinde Türkiye'nin modernleşme ve demokratikleşme serüvenine damgasını vurmuş kötü , adaletsiz ve otoriter yönetim anlayışlarının BİR sonucudur .

Tam da met nedenle Yeni BİR Siyaset anlayışına ,Yeni Akil 'bir gereksinimimiz var .Sosyal Demokrasi ve özgürlükçü sol olan Yeni Akil ile Türkiye'yi anlama ve toplumsal sorunlara Çözüm Bulma girişimine girerse , 2011'de Türkiye'yi yönetme kapasitesi ve iddiasına Sahip olabilir. Buna karşın , seçim kazanma iddiası olmayan ve kendisini rejimi Koruma misyonuyla sınırlamış BİR CHP'ninkendi misyonunda safra başarılı OLMA şansı azdır. Eger rejimi Koruma misyonu seçimlerde en fazla yüzde 20'lik oy oranına BİR karşılık geliyorsa met da seçimlerde 80 oyun yüzde merkez destan bırakılması demektir . Tam da met nedenledir ki ,otoriterleşme Türkiye'de olmamı , Bir taraftan , siyasi alanda siyasetin Siyaset DİSİ mekanizmalarla denetlenmesi , yani siyasî otoriterleşme sorunu , DİĞER taraftan da toplumda muhafazakârlaşmanın yaygınlaşması , yani toplumsal ve ahlakî sorunu eşzamanı yaşanıyor. Bugün her türlüsüne Karşı çıkarken , demokratikleşmeyi ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı savunmalıyız otoriterleşmenin . Ayşe Savunma , dolayısıylaYeni AKILSosyal ile demokrasiyi ve özgürlükçü Alışıl seçim kazanma konumuna getirmek , Türkiye'de gereksinim içinde olduğumuz istikrar , Güven ve BİR arada yaşamayı olası kılacaktır .