13 Aralık 2010 Pazartesi

Oya BAYDAR - Ortaya Karışık


27.07.2010
Konu kıtlığının çekilmediği şu cennet vatanımızda benim gibi haftada bir yazanlardansanız, yazı günü gelince bunca konu arasından hangi birini seçeyim diye kıvranırsınız. Bu hafta tam öyle oldu. Yüreğime oturan, öfkemi kabartan, kafamı karıştıran, ya da eski- yeni dostlarla da ilgili olduğu için kederlendiren, duygulandıran, düşündüren ne varsa hepsine değinmek istedim.


35. Maddeyi Kaldırma Yarışı

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu iktidara TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini değiştirme çağrısında bulundu. Meclis Başkanı dışındaki AKP sözcüleri önce kendilerini pek toparlayamadılar, ama Başbakan resti görünce hizaya girdiler. Ne güzel işte! Birbirini mat etmek¸ köşeye sıkıştırmak için de olsa, 27 Mayıs’tan bu yana bütün darbelerin sözde hukuki dayanağı olan ayıplı bir madde daha devlet kitabından ayıklanacak. Yalnız unutulan bir nokta var, hatırlatayım. Bu maddenin iptaliyle ilgili olarak BDP aylar önce Meclis Başkanlığı’na vermişti yasa değişikliği teklifini. CHP neden o zaman üç maymunu oynadı da şimdi aklına geldi bu madde? AKP neden o zaman konuyla ilgilenmedi. Cevabı basit; ne AKP ne CHP konuya demokrasi ve sivilleşme meselesi olarak yaklaşıyor, onlar el el üstünde kimin eli var oyunu oynuyorlar. Olsun; vesayetçi statükocu sistemi gerilettiği ölçüde bu oyundan yanayım. Bu doğrultuda her adım atanı alkışlıyorum. 


Vatan Haini Oranında Birinci Sırada

Referandum kampanyası başladı ya, dünyanın vatan haini oranı en yüksek  ülkesinde yaşamakta olduğumuzu bir kez daha hatırlayıp dehşete kapıldım. Meydanlardan, kürsülerden vatan haini nutukları yükseliyor. Ülkenin bir yarısını temsil edenler öteki yarıyı temsil edenlere vatan haini diyor, öteki yarısının çığırtkanları da bu yarıyı vatan haini ilan ediyor. Meydanları dolduranlar da aynı şeyleri tekrarlayınca nüfusun toplamı vatan haini oluyor. 

Bildiğim yaşadığım hiçbir başka ülkede (ki bunların sayısı pek az değil) nüfusun tamamının vatan haini olduğuna rastlamadım. Oralarda farklı siyasetlerden, farklı görüşlerden, farklı taleplerden söz edilir, kıran kırana siyasal mücadele verilir, ama vatan hainliği çok farklı bir kavramdır, böyle peynir ekmek gibi kullanılmaz. Hata ile günah, yanlış ile suç, farklı düşünce ile ihanet bir kez birbirine karıştırıldı mı, istemeden bilmeden insana ve halka ihanetin ortasında bulursunuz kendinizi. 


Evren’in korkusu:  Suç ve Ceza

Evren Paşa’yı bir korkudur almış. Kabadayılık yapıyor; beni yargılamaya kalkışırlarsa bu zevki onlara tattırmam, kendim bir kurşun sıkarım kafama, diyor. Önce paşayı rahatlatalım: Evren’in yargılanmasını, onun demokrasiye ve insanlığa karşı suç işlediğinin kanıtlanıp mahkum edilmesini en fazla isteyenler bile onun gibi “asmayalım da besleyelim mi?” diyecek tıynette ve vahşette değillerdir. Anayasa taslağı kabul edilip de 12 Eylül Anayasası’nın geçici 15. maddesi kalkarsa, Evren’in ve sorumluluğu paylaşan ölü veya diri diğer bütün darbecilerin yargılanması için elimden geleni yaparım. AMA, suçlulukları kamu önünde tescil edildikten, yani darbenin suç olduğu herkesin anlayacağı biçimde tasdik edildikten sonra, kıllarına halel gelmeden evlerinde veya mezarlarında istirahat buyurmaları için de çabalarım. İhtiyarları süründürmenin benim vicdanımda yeri yok. Onlarca insanın kanına girmiş, hayatları karartmış, insanları işlerinden, yurtlarından etmiş, toplumsal dokuyu parçalamış, Diyarbakır hapishanesinin, Mamak’ın sorumluluğunu taşımış da olsalar, kısasa kısas ve intikam duygularıyla hiçbir yere varılamayacağını bilirim. İntikam değil yüzleşme ve yargılama merhem olur acılara.

Ama bir şey daha var: Elimde yetki olsa sadece Evren ve şürekâsıyla yetinmem. Demirel’den başlayarak Sezer’e, Gül’e ve  gelmiş geçmiş bütün Genelkurmay başkanlarına kadar, kimler bu zatı Çankaya’larda, Cumhuriyet balolarında, Genelkurmay resepsiyonlarında saygın kişi olarak ağırlamışsa; kimler resim adı altında pazarladığı onun bunun tablosundan aşırma boyamaları büyük paralara satın almak için kuyruğa girmişse, hangi medya mensubu bu zata saygınlık kazandırma, yıkama yağlama operasyonlarına çanak tutmuşsa, onları da “yardım ve yataklık”tan yargılarım. 


İdamlara Ağlamak

En yürek dağlayıcı, en derin, en önemli konuları nasıl sulu zırtlak hale getirdiğimizin ve neden çözemediğimizin son örneği, Başbakan’ın AKP grup toplantısında 12 Eylül idamlarını hatırlatırken ağlaması ve bu sahneye Kılıçdaroğlu’nun, Bahçeli’nin, onlardan geri kalmamaya çalışan BDP sözcülerinin verdiği tepkiler oldu. Gözyaşlarının timsaha mı yoksa Oscar ödülüne layık bir aktöre mi ait olduğunu tartışıp duruyoruz.

Ben diyorum ki, keşke referandum kampanyasında malzeme olarak kullanmazdan çok önce, on yıllar önce, hep birlikte ağlayabilseydik darağaçlarında ölüme gönderdiğimiz çocuklarımıza. Keşke sadece onların ailelerinden değil, bu vahşet için bütün toplumdan özür dileyip bağışlanma isteseydik. Ve diyorum ki hiç değilse bugün, dağlarda, ileri karakollarda, Doğu’da Güneydoğu’da akan kanı durdurabilmek için hemen acilen birşeyler yapabilseydik de yıllar sonra bir başbakan, başka bir kampanyada, içinden gelerek ya da kampanya malzemesi olarak kullanmak zorunda kalmasaydı gözyaşlarını.


12 Eylül’le hesaplaşmak

Şu anayasa referandumunda ister evetçi, ister hayırcı, ister boykotçu olalım, 12 Eylül Anayasası’nda yapılmak istenen değişikliklerin 12 Eylül’ü tarihe gömeceği, o zihniyetle tam bir hesaplaşma olduğu yanılgısına düşmüyoruz her halde.

“Yetmez ama evet” demiştim geçen yazıda. “Yetmez” tarafı buydu işte. Referanduma sunulan değişiklikler, ordu-statükocu devlet vesayetini bir ölçüde geriletmeyi, hak arama yollarını genişletmeyi, millet iradesinin birbirini seçip duran kastlaşmış yargı kurumlarına üstünlüğünü sağlasa da (ki evet’im bunlaradır) yetmez. 12 Eylül’le hesaplaşma, o rejimin bütün kurum ve kuruluşlarını, 12 Eylül Anayasası’nın yurttaşın haklarını devlet karşısında korumak yerine devleti yurttaştan koruyan, yurttaşı tehdit sayan özünü değiştirmekle olur. YÖK’ü kaldırmakla, seçim ve siyasal partiler yasalarını temelden değiştirip demokratikleştirmekle olur. Vatandaşlığı Türklük üzerinden tanımlayan ruhuna dokunmakla, yani yepyeni, sivil, demokratik bir anayasayla olur. 


Evetçiler Hayırcılar

Bölünüyoruz diye korkmayın; bölünme, daha doğrusu karpuz gibi ortasından yarılma, çoktan gerçekleşti. AKP’nin iktidara gelmesi, kendi derin iktidarlarını korumak için herşeyi göze almış olanları tetikledi. Mersin provokasyonu, Bayrak mitingleri, Hrant’ın öldürülmesi, darbe planları, vb. bu tırmanışın basamakları oldu. Ergenekon davalarıyla bu kıran kırana iktidar savaşında yeni bir evreye varıldı, cepheleşme ve yarılma keskinleşti, derinleşti. Askeri savaş stratejisinin özü cepheleştirmedir, bu başarıldı ve ne yazık ki solu da etkiledi. Ulusalcı CHP’ci sol bir yana, Marksist-sosyalist solun  bağrına da hançer gibi saplandı.

Şimdi sol içinde birbirimizle evetçiler-hayırcılar kavgası yapıyoruz. En yakın çevremde, en yakın arkadaşlarım arasında akıllarına fikirlerine, vicdanlarına kendimden fazla güvendiğim hayırcılar var; benim gibi “Yetmez ama Evet” diyenler var; “işte budur” diyen tartışmasız evetçiler var. Tek tornadan çıkmış değiliz; kararlarımızda özel tarihimiz, çevremiz, mensup olduğumuz veya reddedip koptuğumuz ideolojik yapıların izleri, kişisel sempati veya nefretlerimiz rol oynuyor. Farklı düşündüğümüz, farklı karar verdiğimiz için birbirimizi karalamayı içime sindiremiyorum. İnternet sitelerinden izlediğim atışmalar; bölünmüşlüğümüzü derinleştiren, karşılıklı güveni aşındıran suçlamalar; hemen yapıştırılan AKP’li ya da Ergenekoncu yaftaları keder veriyor. 

Herkes bildiğince, aklınca, gönlünce takılsın, yeter ki kendi hür iradesiyle, şu veya bu cephenin  askeri olmadan takılsın diyorum ben. Referandum bir irade beyanıdır, irade özgür karar demektir. İrademize AKP düşmanlığının da, muhalefet yandaşlığının da ipotek koymasına izin vermeyelim; ister evet, ister hayır, ister boykot, nasıl oy kullanırsak kullanalım, yeter ki özgür olalım

Oya BAYDAR - Dün’le Yarın Arasında


10.08.2010
Dün’le yarın arasında bugün var. Dün, acılarıyla sevinçleriyle, iyisiyle kötüsüyle yaşanmış, bitmiştir. Yarın, ne getireceği bilinmese, hatta korku duyulsa da bağrında umudu barındırır. En güç olan bugünü yaşamaktır, bugünle baş edebilmektir. Bitenle başlayacak olan, ölenle doğacak olan arasındaki o eylem ve karar zamanı...

Bir an gelir, eski toplumun bağrında olgunlaşan çelişkiler, eskiyi yıkacak, en azından dönüştürecek yeni toplumsal güçlere, yeni düşüncelere yol verir. Eski; toplumu cendere içinde tutan, nefes almasını engelleyen dar bir gömleğe dönüşür. O gömlek orasından burasından patlamaya başlar. Yeni ise henüz ortaya çıkmamıştır, meçhuldür, ne olacağı belli değildir, bu yüzden de hem kuşku hem de umuttur. İkisinin arasında, kaosu ve çatışmaları da barındıran bir geçiş dönemi yaşanır.

20. yüzyılın son çeyreği, 21. yüzyılın ilk on yılında dünya ve Türkiye, tam da böyle bir değişim, dönüşüm döneminde. Birkaç yüzyıldır egemen olan düzen şimdi dünyaya da Türkiye’ye de dar geliyor. Eskimiş, çürümeye yüz tutmuş, çok yerinden yamalı ve artık yama tutmaz olmuş bir düzen bu. Ne ki, eskinin yerini alacak toplumsal yapılar, düşünceler ve normlar henüz ufukta belirmiş değil. Dünyada ve ülkemizde yaşanan trajik altüstlükler, çatışmalar, savaşlar, bunların hepsi geçiş döneminde yaşanan doğum sancıları. Ama doğacak olan nurtopu gibi yeni bir insanlık mı yoksa teknolojinin kapitalizmden olma çocuğu bir hilkat garibesi mi? Bunu da bilmiyoruz.

Yeni’nin oluşup, şekillenip pekişmesi öyle birkaç günün, birkaç yılın işi değildir. Alttan alta süren kesintisiz bir gelişmedir bu aslında. Niceliğin niteliğe dönüşmesi, yani adım adım giden değişimin bu adımların birikimiyle birden ortaya çıkması uzun bir süreci kapsar.


Geçiş Dönemleri Sancılıdır

Geçiş dönemleri sancılı, çalkantılı ve çatışmalıdır. Dünyayı bir yana bırakıp kendi ülkemize bakacak olursak, bir süreden beri yaşadığımız toplumsal çatışmalar,  kimilerimizin geçmişe takılıp kalmaları, kimilerininse yeniyi kuruyoruz sanısıyla birikimi tahrip etmeye çalışmaları, kavram kargaşası, akla kara arasında onlarca gri ton bulunduğunu unutmamız, şaşkınlığımız ve şaşkınlığımızın ürünü olan kafa karışıklığımız, sapmalarımız, hepsi geçiş döneminin sarsıntılarıdır.

Ama, bu kaosa ve gerginliklere rağmen geçiş dönemleri geleceği hazırlayan verimli dönemlerdir.

Değişimin yönünü; yani söz konusu değişimin insanların refahına, mutluluğuna, özgürlüğüne doğru olup olmayacağını, değişim güçlerinin niteliği belirler. Ülkemizde yaşamakta olduğumuz sancılı dönemin başlıca sorunu: bir yanda, Türkiye’nin önünün açılmasına direnen eski düzenin güç odaklarının değişimin zorunluluğunun, önüne geçilmezliğinin ve yönünün bilincine varamamaları; öte yanda, değişimin taşıyıcısı gibi görünen güçlerin bu taşıyıcılığın gerektirdiği ufka, birikime, tercihlere sahip bulunmamalarıdır. Yeni liberal (neo-liberal), yeni muhafazakâr (neo-con) sınırlar içinde dolanmaları; ulus devleti aşan bir yurttaşlık ve toplum vizyonuna sahip bulunmamaları, kısaca soyundukları misyonun hakkını verebilecek donanım ve güçte olmamalarıdır.


Somutlamak İçin Birkaç Örnek

Türkiye toplumunun değişip dönüşmesinin ilk koşulu; vesayetçi, inkârcı, statükocu devlet sisteminin ve ideolojisinin zayıflaması ve sona ermesidir. Bir zamanlar, Marksist-Leninist öğretide “devlet aygıtının parçalanması ya da yıkımı” diye bellediğimiz, TCK’nın -o zamanlarki- 142. maddesinden yıllarca hapis yememek için de türlü çeşitli dil cambazlıklarına başvurup yumuşak şekilde söylemeye çalıştığımız olgunun kendisi olmasa da bir adımıdır.

İktidarda, bu adımı kendi varlıklarının ve iktidarlarının devamı için zorunlu sayan, bunda da haklı olan AKP, çevresinde de değişim amacına yönelen başka güçler var. Onlarcası arasından son örnek, bir haftadır yüreğimizi hoplatan, “Anneciğim, korkuyorum!”lar yaşatan Yüksek Askeri Şura ve ordu üzerinde sivil otoritenin tesisi süreci. Siyasal iktidar yasalardan aldığı yetkiyi kullanarak askeri vesayet sistemine bir ucundan dokunmak, bir tırmık atmak istiyor. Muhalefetten, “Ordunun teamüllerine dokunuyorsunuz, yıkıcılık yapıyorsunuz” çığlıkları yükseliyor. Burada teamül denilen şey sivil iktidar üzerinde vesayet kurmaya, iktidarı gerektiğinde darbe ile düşürmeye dayanan anlayış. Bu örnekte, yedeğine milliyetçi faşizan siyasal hareketleri almış olan “sol”, bizzat kendisinin ordu ve devlet karşısındaki ilkesel ve ideolojik hattına, kendi teamülüne ters düşüyor. Vesayet sistemine dokunmaya çalışan geleneksel sünni Müslüman sağ güçler ise, demokratik meşruiyet adımlarını hukuk çerçevesinde sürdürmekte güçlük çekiyor, “Adalete bir kez parmak atmakla, hukuğu bir defa delmekle bir şey olmaz” zihniyeti içinde, ordu komuta kademesini yeniden düzenleme yetkisini kullanırken tutuklamalar, serbest bırakmalar, bunlar üzerinden pazarlıklarla amacına ulaşmak için ilkesellikten ayrılıyor.


Bir Başka Örnek: Demokratik Özerklik

Zor bir geçiş dönemini kazasız belasız atlatmaya çalışırken karşımıza çıkan bir başka gelişme son zamanlarda Kürtler'in siyasal talepleri arasında öne çıkan demokratik özerklik. İktidarıyla muhalefetiyle, bu sözü duyan her siyasal kesim, kırmızı görmüş boğaya dönüyor ya da kendi müşterilerine karşı öyle görünmek zorunda kalıyor. Başta CHP, solun önemli bölümü de MHP ile birlikte, “Açılım dediniz, memleketi bölüyorsunuz” diye feryatlar koparıyor. Oysa biz değil miydik bunca yıl ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan ve bu ilkeye eleştiri yöneltmeye cüret edenleri pasifizmle, halkların kardeşliğine kama sokmakla suçlayan? “Yerinden yönetim”le “demokratik özerklik”in ilişkilerini çelişkilerini soğukkanlılıkla tartışmadan Kürt hareketine yüklenirken, şu geçiş döneminde sol bir kez daha boşlukta asılı kalıyor, ard arda dizdiği ezbere formüllerin ve içi kof sloganların ipine tutunup havada sallanıyor.
Söylemek istediğim, yaşadığımız bu sancılı ve uzun süreceğe de benzeyen geçiş döneminde, sağ- sol, değişimci-tutucu, dönüştürücü- parsacı, dramatik biçimde birbirine karışıyor.

Dönüştürücülüğe soyunan ya da sürüklenenlerin  köklerinden ve özlerinden gelen tutuculuğu, muhafazakârlığı; devrimci, dönüşümcü olması gerekenlerin  köhnemiş çürümüş olana sıkı sıkıya yapışmaları; tutucuyu devrimci, devrimciyi tutucu görünüme bürüyor. Taraflar, kavramlar, konumlar ve fikirler birbirine girip kördüğüm oluyor.

Eski yıkılıyor, on yıllar içinde yeni bir dünya, yeni bir Türkiye gelecek. Ezberlerimiz, bizleri değişimin ve dönüşümün parçası olmaktan alıkoyuyor, statükonun koruyucu papağanları kılıyor. Yeni’nin, yeniyi yaratmakta vizyonları ve güçleri sınırlı, ayaklarında muhafazakârlığın ve ubudiyetin  prangaları olan güçler tarafından temsil ediliyor görünmesine neden oluyor. 

Biliyorum, ya da hayır, umut etmek istiyorum:Yeniyi kurabilme yetisinde ve gücünde bir hareket er geç oluşacak. Yarın çok farklı bir dünya, çok farklı bir Türkiye olacak. Şimdi en zor günü, yani bugünü yaşıyoruz. Zincirlerini koparmış, ezberleri aşmış yeni bir sol vicdan hareketi için “halâ umut var, kardeşim!”

Oya BAYDAR - Masumiyetini Yitiren Ülke


17.08.2010
İş yapan hata yapar sözü doğrudur; hatalar yapmış bir kuşağın üyesiyim ben. Yaşayan, hele de uzak ufuklara uçmaya çalışanlar hata yapar. Ama, bugün ayrı yerlere düştüklerimiz de dahil, benim kuşağımın solcuları, devrimcileri, daha yaşanası bir dünya için, daha özgür ve aydınlık bir Türkiye için yola çıktıklarında dağarcıklarında umut ve masumiyet vardı. Umut ve masumiyet kirlenmeyi engeller. Kötü adamlar her yerde bulunur; ama günahlarıyla sevaplarıyla, doğrularıyla yanlışlarıyla, kendisini de zedeleyen vahim hataları ve güneşi zaptetmeye yönelen pervasız cesaretiyle, benim kuşağım temiz bir kuşaktı. Umut ve masumiyet çağının çocuklarıydık biz.

Hani sık sık sorduğumuz “Bize ne oldu?” sorusu var ya, şimdi bunun cevabını bulduğumu sanıyorum: Toplumca ve ülkece masumiyetimizi yitirdik. Kötü insanlar olduk, habis olduk. Sevgisiz, vicdansız, kaskatı olduk. Düşmanlar belledik, daha doğrusu düşmanlar bellettiler bize, cephelere böldüler. Askeri strateji barışmayı, uzlaşmayı, diyalogu reddeder. Cepheleştirir ki, tüm güçleri oraya toplayıp karşı cepheye yüklenebilsin, karşı cephedekileri imha edebilsin. Askeri stratejinin kurbanları olduk... 

Vicdan yazılarına yorum yazan tıklayıcılara, yazdıkları satırlar hakaret dolu ve incitici de olsa cevap vermemeyi ilke edinmiştim. Adam/kadın görüşünü, tepkisini bildiriyor, hakkı değil mi? Beğenmek, yandaş olmak kadar beğenmemek, katılmamak, karşı olmak, fikrini söylemek de herkesin hakkı.

Ama kendi uydurduğu yalanı, kişiliğinizi yıpratmak için yaptığı tahrifatı, hiç söylemediğiniz, hiç düşünmediğiniz şeyleri size atfetmek de hakkı mı? Küfretmek, nefret söylemi geliştirmek de hakkı mı?

Türkiye’nin bunca sorunu, bunca önemli güncel gelişme varken, haftada bir kullanma ayrıcalığım olan bu köşeyi neden böyle bir konuya ayırdığımı sorabilir, hatta eleştirebilirsiniz. İçim acıyor da ondan. Yanlış anlamayın, kendime değil; masumiyetlerini bu kadar yitirmiş, bu kadar nefretle doldurulmuş, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt edemez hale getirilmiş ve kendi doğrusu dışında bir başka fikre bırakın ifade özgürlüğü tanımayı, varlığına bile tahammül edemeyen, gereğinde yalanlarla, katli vaciptir diye yok etmeye soyunan bir zihniyetin insanlarımızı esir alabilmesine içim acıyor. 

Yüzlercesi arasından, bu yazıyı tetikleyen sadece birkaç örnek: Bir süre önce bir tıklayıcı, yazımda tek bir sözcüğün bile doğru olmadığını söyledikten sonra, “Tabii AKP destekçisisin, çünkü oralardan nemalanıyorsun”, gibi bir satırla bitirmişti tık’ını. Canım sıkılmış, iki satır yazmak geçmişti içimden. Yakışık almaz, diye düşünmüştüm sonra. Otuz yıldır romanlarımdan aldığım telif ve bir de SSK emeklisi maaşım hariç hiçbir yerden, -ne otuz yıl sonra yazmaya başladığım Taraf’tan ne T24’ten -tek bir kuruş almadığımı yazmayı ayıp saymıştım. Bir zamanlar Sovyetlerden ruble aldığımızı ciddi ciddi söyleyenleri hatırlamıştım. Çünkü sadece satılmışlar insanların ve fikirlerinin satın alınabileceğini düşünür.

Sonra merak ettim, sadece bana mı böyle yalan, haksız, salakça ve anlamsız saldırılar geliyor tıkçılardan diye. Olabilirdi, çünkü ezberlerinin bozulmasına olanak tanımayan, aslında ezberlerine ve kendilerine güvenmeyen, bu yüzden de farklı düşünenden ölesiye korkan taşlaşmış kafaların varlığını biliyordum. Onların kafalarının bulanmaması, soru sormaya başlamamaları için her türlü namussuzluğu mubah sayan ağababalarını da iyi tanıyordum. Daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, T24’te ve başka gazetelerin internet sitelerinde yazarlara gelen okur yorumlarına baktım. Aman Allah, halime şükredeyim! Bana yazılanlar iltifat gibi kalır neredeyse. Kabalık, tahrifat, okuduğunu anlamamak hadi neyse; ama düpedüz yalanlar, bu yalanlara dayalı hakaretler, kişiliğe saldırılar, kin kusmalar... 

Kalemle yazılan baltayla sökülmez derdi eskiler. Şimdi daha da beter; internet ortamında yazılan en keskin balta olan zamanla da sökülmez. Bilgisayarcı oğlumla dertleşirken, “Senin internet ortamından hoşlanmadığını, bu işi beceremediğini biliyorum, canın sıkılmasın diye söylemek istemedim, ama mademki açtın konuyu, hele bir şuralara gir” deyip birkaç adres verdi bana. Bir de “Googel’a girip adını yaz, bak neler çıkıyor” dedi. İlk kez girip baktım; övgüler falan vardı, güzel, ama birkaç tık ötede şunları okuyunca, gençlerin terimiyle “koptum abiler!” Irak savaşını, Amerikan işgalini desteklediğim, Bilgi Üniversitesi’ndeki bir toplantıda bu desteğimi ifade ettiğim yazılıydı. 11 Eylül’den sonra “Terörün gücüne de gücün terörüne de hayır” diyerek kurduğumuz, ABD’nin Irak’ı işgaline, Irak savaşına karşı her kesimden onbinlerce insanın  katıldığı mitingler düzenlemek için canımızı dişimize taktığımız, 1 Mart tezkeresinin Meclis’ten geçmemesi için
Meclis kapılarında sabahlayıp, milletvekillerinin, parti yöneticilerinin kapılarını aşındırdığımız Barış Girişimi’nin kurucularından ve sözcülerinden biriydim. Ve her kim ise o utanmaz ve düzenbaz, bu satırları yazabiliyor, adına internet sitesi denilen bir yerlerde de bu yalanlarla tarihe not düşülüyordu!

Okur yorumlarına göz attığımda, -sadece kendiminkilere değil başka yazarlara gelen yorumlara da- bazen acaba yazı mı karıştı diye sayfanın üstüne çıkıp bakma ihtiyacı duyduğum oluyor.

Örneğin AKP’yi eleştiren, daha doğrusu AKP’nin sınıfsal tabanını sergileyip sınırlılıklarını anlatan bir yazının altına, okur, tabii AKP’den nemalandığınız için böyle yazıyorsunuz diyebiliyor. Ya da referandumda ne yönde oy vereceğini açıklayanlara gelen yorumlara bakıyorum ve yine acaba bir yanlışlık mı var diyerek yazının aslına dönme ihtiyacı duyuyorum. Dikkatimi çeken şey: bu türden tıklamaların sahiplerinin kendi doğrularından başka doğru olamayacağına inançları, başkalarının doğrularına, değerlerine, düşüncelerine,  ne dediklerini anlamaya bile çalışmadan, karşıdakini kendi kafasındaki kutulardan birine yerleştirip büyük bir saygısızlıkla ve saldırganlıkla karşı çıkmaları. Hayır, karşı çıkmak da değil küfür etmeleri; ötekinin inancını, düşüncesini, değerini, kutsalını ayaklar altında çiğnemekten çekinmemeleri.

Son örneklerden biri: Bülent Arınç kendisiyle yapılan bir röportajda Ergenekon davalarından tutuklu Balbay, Özkan, Haberal gibi sanıkların tutukluluklarını vicdanına sığdıramadığını söylüyor.

Okur habere öyle bir yorum yapıyor ki, ruh sağlığınız yerindeyse kanınız donuyor. Söyleyen Arınç olduğu için herhal, bakın Arınç bile böyle söylüyor deyip bir haksızlığa karşı çıkmayı sürdüreceğine adamlar tutuklu kalsın, yatsınlar içerde diyor neredeyse. Yani aslında kendinin hiçbir fikri, hiçbir özgürlükçü demokratik talebi yok, sadece karşı cephedekine hıncı, düşmanlığı var.

Bu ülkede bir kesim var ki hep onlar doğru, onların düşünceleri, değerleri tartışmasız. Her şey siyah beyaz onlar için. Ya siyahlardan yanasınız, ya beyazlardan. Hele bir düşünelim acaba başka türlü olabilir mi; yüzleşelim ezberlerimizle, sorgulayalım, belki başkalarının da doğruları vardır diyorsanız katliniz vaciptir.

Sonra düşünüyorum: İktidar lideriyle muhalefet liderinin Türkiye’nin  önemli ve hassas bir döneminde, anayasa gibi bir konuda, senin havuzun benim havuzum; senin kafatasın benim sülalem, senin gömleğin benim pantolonum, senin İşçi Sigortaları emekliliğin benim memur emekliliğimden mek parmak ileri gidemeyen dalaşmalarına şahit olunca, bunları pek yadırgamamak gerek belki de, diyorum kendi kendime. Siyaset ortamının yarattığı yeni kuşaklar umut ve masumiyetten nasiplerini alamayınca, parti liderinin de, tıklayıcının da düzeyi bu oluyor. 

Bana en fazla koyansa,  kimilerinin bu dalaşa sol adına katılmaları. Kendini solcu sanan veya sandırılan kimi zavallıların, etik sınırları aşan saldırıları acıtıyor. Sol’un özgürlükçü, çoğulcu, demokratik özünü yok sayan ve yok eden düşünce despotluğu, mesela şu son referandum sürecinde sözde sol adına uygulanıyor. Ben/biz şöyle düşünüyoruz,  şuna itiraz ediyoruz, şunu yetersiz buluyoruz, bu yüzden de evet/hayır/boykot diyoruz yerine hakaret, karalama, öfke gırla gidiyor. Daha önce de yazdım: Bu anayasa referandumunda evet diyen, hayır diyen, boykotçu arkadaşlarım var. Kimisinin aklına fikrine, etik duruşuna, yurttaş bilincine, hukuk bilgisine kendimden çok güvenirim. Aynı noktada değilsek, bunun psikolojik, bireysel, siyasal bir dolu nedeni vardır. Belki onlar, belki de ben yanılmışımdır, zaman gösterir. Birbirimizi düşman ilan etmek, hasımlaşmak, uzaklaşmak ve saygısızlaşmak neden?

Diyeceğim o ki, solun bir ahlakı ve vicdanı vardır hanımlar-beyler! Bir de umudu ve masumiyeti. Bu iki kavram birbirine sıkı sıkıya da bağlıdır zaten. Bugün kendine sol diyen; yüz elli yıl, seksen yıl, elli yıl öncesine takılıp kalmış, üstüne bir de cepheleştiricilerin balyozunu yemiş zavallı kafalar masumiyetlerini yitirmişlerdir. Çünkü gelecek umutları yoktur, çünkü geleceği kurmak için hiçbir vizyona ve güce sahip değillerdir. Hırçınlıkları ve insansızlıkları da buradan doğmaktadır zaten. 

Oya BAYDAR - Şerefsizlik ve Alçaklık Yarışı


24.08.2010
Aydın Engin’e ve onun gibi düşünen arkadaşlarıma katılmıyorum: Anayasa referandumu, anayasa konusunda demokratik bir tartışma ortamı yaratarak kitleleri siyasal yaşama dahil edip bir adım öteye götürmedi; aksine, yurttaş katılımı ve bilinci açısından bugüne kadar görülmedik bir aşınmaya, yozlaşmaya, lumpenleşmeye yol açtı.

Boy (ben sadece 150 santimim, hiç konuşmamam gerekir Arınç’ın ölçülerine göre), soy (benimki epeyce karışıktır, sayısız vatan hainliklerimden tahmin edebileceğiniz gibi), yüzme havuzu (bende havuzlu villa yok, ama Marmara adasında denizin üstünde derme çatma evim var) derken, iş geldi sünnetçi Çiçek’in, (utanmayalım, eşyayı adıyla analım) “çük” muhabbetine dayandı. Referandum gibi, herkesin kendi tercihi, kendi özgür iradesiyle oy kullanacağı bir konuda Başbakan’ın, TÜSİAD ve diğer örgütleri görüş açıklamaya zorlayan “taraf olmayan bertaraf olur” sözünün, “yetersiz ama evet” tavrımı derinden sarstığını ve tepki oyuna dönüştürebileceğini de eklemem gerek.

1960’taki 27 Mayıs ordu müdahalesinden beri, yani yarım yüzyıldır siyasal gelişmeleri izlemiş, gözlemci ya da aktör sıfatıyla içinde yer almış biri olarak, şu son zamanlardaki siyasal çirkefleşmenin, düzeysizliğin, saygısızlığın bir benzerinin bugüne kadar yaşanmamış olduğuna yeminli tanıklık edebilirim. 

Kimse sevinmesin, kimse alınmasın: Bu yozlaşmada, bu lumpenleşmede, bu siyasal kültür aşınmasında meydanlarda bağırışanlardan hiçbiri ötekinden daha temiz, daha düzeyli, daha az sorumlu değil. Al Tayyip Erdoğan’ı, vur onunla aşık atmaya çalışan “umutsuzluğumuzun son umudu!” Kılıçdaroğlu’na; al Bahçeli’yi, vur Kürt siyasetinin şahinlerine... Şu ana kadar kimse villa, havuz, boy, soy, sünnet, şerefsizlik, alçaklık söylemlerinin mek parmak ötesinde birşeyler söylemiş, bir çözüm, bir öneri dile getirmiş değil.

Ve siz; miting meydanlarında, televizyon ekranlarında, gazete manşetlerinde en hamasi, en içeriksiz, en yalan, en pespaye söylemleri tekrarlayan sözde liderler, hemen arkanızda duran hınk diyicileriniz, parti ileri gelenleriniz; bu ülkenin kanadığının, lime lime olduğunun, kinle nefretle dolduğunun, ölüme yattığının ne kadar farkındasınız? Ya da umurunuzda mı bu dağılma, bu kavga, bu kan? Sadece o lanetli, o Allahın belası iktidar tutkusu mu sizleri bu kadar şuursuz, bu kadar gözü dönmüş ve bu kadar budala kılan?

Evet, bu bir öfke ve isyan yazısı. Türküyle Kürdüyle, bu topraklar üzerinde yaşayan halkların, hepimizin kaderine hükmedenlerin sorumsuzluğuna, bireysel ve örgütsel iktidar hırslarına ve çapsızlıklarına duyduğum öfkenin ve hiçbir şey yapamama çaresizliğinin yarattığı isyanın dile geldiği, belki de yazılması yanlış olan, kendini sakınmayan, karnından konuşmayan bir yazı. Taa yürekten gelen, vicdanın isyanını dile getiren yazılar hep yadırganır, yanlış sayılır zaten. Olsun! Yanlışlarıma bir yanlış, günahlarıma bir günah daha katayım. Belki bir tek muktedir duyar benim gibilerin çığlığını. Ve belki bütün oy hesaplarından, iktidar tutkusundan kopup insanı hatırlar; siyasetin değil vicdanın gözüyle bakmayı dener.

Türkiye’nin; çözülmedikçe aş ve iş’ten demokrasi sorununa kadar hiçbir sorununun çözülemeyeceği Kürt sorununun geldiği noktada, havada uçuşan “alçaklık, şerefsizlik” hakaretleri yazdırdı bu yazıyı. Gelişmeleri kısaca özetleyelim: Minicik, titrek bir umut doğuyor; PKK ateşkes ilan ediyor. Kandil iktidar odağından Karayılan acele açıklama yapıyor: “Artık açıklamakta mahzur yok, hükümet / devlet bizimle görüştü” diyor; gücümüzü anladılar, pazarlığa yanaştılar, demeye getiriyor.

Karayılan kendi tabanına mesaj veriyor, kendini güçlü gösteriyor, silah bırakmayı pazarlıkta sağlanmış bir taviz, bir zafer olarak sunuyor ve Türk milliyetçiliğinin meşrebini iyi bildiğinden, AKP’yi köşeye sıkıştırmaya, referandum sürecinde zayıflatmaya çalışıyor. Bu sözler medya-iletişim ortamına düştüğü andan itibaren, yeminli Kürt düşmanı savaş lobisi ve onun kuyruğundaki MHP ve CHP tarafından nasıl kullanılacağını pekalâ biliyor; asla bir dil sürçmesi, bir boşbağazlık değil. Hemen ardından, MHP’nin hükümete yönelik “PKK ile alçakça pazarlık, dize gelme, evet oyları için cumhuriyeti yıkıma götürme” salvosu başlıyor. MHP’yi kerteriz alan Kılıçdaroğlu geri kalır mı!

Hemen repliğini veriyor: PKK ile neler görüşüldü, pazarlık nedir? Aç, açıkla, vb... Erdoğan’ın cevabı ise içler acısı. Kürt silahlı hareketiyle, PKK ile, “bunlar” dediği Kürt liderliği ile görüşüldüğünü yemin billah reddederken (Pinokyo olsaydı burnu uzardı),  “ Bu şerefsizliği yapanlar, bu alçakça iftirada bulunanlar, hesabını vereceklerdir” diye kükrüyor.

Oysa, ülkeyi kan ve kin götürürken, hükümet olarak, iktidar olarak ve daha da önemlisi muhalefet olarak yapmanız gereken tek şey o “alçaklık” dediğiniz adımı cesurca atmaktır. Dünyanın her yerinde benzer sorunları çözmek, kanı durdurmak ve ülkenin birliğini, halkların huzurunu sağlamak için başvurulan yöntemi denemek: Diyalog, tartışma, uzlaşma yoluna girmektir.

Alçaklık, şerefsizlik, namussuzluk, satılmışlık, vb., türünden hakarete varan sözcüklerin peynir ekmek gibi tüketildiği şu referandum ortamında, Kürt sorununa ne bahasına olursa olsun, kiminle görüşmek gerekiyorsa onunla görüşüp uzlaşma zeminde çözüm aramamak bu ülkeye karşı işlenmiş en büyük suç ve gerçek alçaklıktır. Bu cesareti gösterebilecek bir iktidar veya muhalefetin olmaması bizleri hiç hak etmediğimiz bu düzeysiz siyaset ortamının mağdurları kılıyor.  

Benim çaresizlikten doğan isyanım buna işte. Eğer ülkede kanın durması, özgürlüklerin genişlemesi, bunca zamandır mağdur edilmiş, zulme uğratılmış Kürt halkının eşit yurttaşlık haklarının tanınması ve taleplerinin konuşulmaya başlanması için devlet ve iktidar adım atmıyorsa, diyaloğa girmiyor, bunu şerefsizlik sayıyorsa, ve o ülkenin muhalefeti, iktidarı bu yönde adımlar atmadığı için değil de atmış olabileceği için alçaklıkla itham ediliyor, eleştiriyorsa, bana göre gerçek alçaklık budur. Ve bu alçaklık payını, ne yazık ki iktidar ve muhalefet eşit bölüşmektedirler. Temennim, bu anlamda bir “alçaklık” yarışına girmeleri, barışı sağlama “alçaklığını” yaparak yükselebilmeleridir. 

Oya BAYDAR - 'İyi' İçin Yarışmak


31.08.2010
İyi’nin ve doğru’nun tanımı zordur; doğru’nun tanımı ise, zorluğu bir yana, haksız ve imkânsızdır da. Haksızdır, çünkü güçlünün değer yargısını hakim kılar. Muktedirin doğrusu herkesin doğrusu kılınmaya çalışılır. Ötekilerin kendi düşünce, inanç ve değerlerinden süzülen doğrular münafıklık, sapma, ihanet sayılır. Doğru görecelidir, ideolojiktir, cemaatçidir. Birinin doğrusuyla ötekinin doğrusu -aynı kavramları kullandıkları, aynı sözcüklerle ifade ettikleri zaman bile- çatışır. Farklı inanç, kültür, sınıf ve ideolojilerin çatıştıkları ortamlarda mutlak doğrular vaaz etmek ve mutlak doğrular adına kavgaya girmek ister istemez bir inancın, bir ideolojinin kendi doğrusunu ötekinin doğrusuna hakim kılmak için güç kullanımına, zorbalığa, diktatörlüğe, en hafifinden mahalle baskısına başvurmasına yol açar.

İyi kavramı da kuşkusuz bir yanıyla özneldir; senin iyinle benim iyim aynı olmayabilir. Ama, iyinin üzerinde anlaşılabilecek somut bir gerçekliği de vardır. İyi, insanla ve canlıyla daha bire bir ilişkili bir kavramdır ve doğru’nun ahlaki-ideolojik çerçevesine sığmayan daha geniş ve insancıl bir özü vardır.

Epeyce uzak bir geçmişte kalmış sekiz sömestrelik bir felsefe eğitimiyle çizmeyi aşıp felsefecilerin alanına girmek istemem ama, bence “iyi” On Emir’den bu yana, toplumsal bir varlık olan insanın soyunu devam ettirip geliştirmesi, maddi-manevi zenginleşmesi için zorunlu davranış normlarıyla belirlenir: Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, iftira atmayacaksın, komşunun malına kem gözle bakmayacak, haset etmeyeceksin, vb... Çok özetleyecek, süzüp süzüp bir cümleye indirgeyecek olursak: insanı ve canlıyı yok edecek, tahrip edecek, maddi-manevi varlığına zarar verecek şeylerden kaçınacaksın. Bu davranış normları iyidir, tersi kötüdür. Meseleye böyle bakarsak iyi ve kötünün, insan/canlı odaklı, çok daha temel ve daha az tartışmalı bir kavram olduğunu görürüz.

..............................

Cephelerin komutanları ve silahşörleri dışında büyük çoğunluğumuzun şikâyetçi olduğu bu cepheleşme ve çatışma ortamında işleri biraz basitleştirip, her birimiz için farklı anlamlarla yüklü cepheleştirici, ayırıcı doğrular yerine daha yalın, daha insani, daha evrensel iyiler peşinde koşmaya ne dersiniz? Ne olur siyasetçilerimiz ve hepimiz, kendi doğrularımızda tepinmek yerine ortak iyileri yaşama geçirmeye çalışsak. Biliyorum, kimileri “Böyle sazan siyaseti olmaz, siyasal mücadele iyi niyeti ve saflığı kaldırmaz”, diyecekler ve kendi doğrularını herkese gerekirse zorla kabul ettirmek için gerçek ve sanal meydanlarda anlamsız ve tüketici bir savaşı sürdürecekler. Oysa, tıpkı başka bir dünya gibi insanın iyiliğine ve mutluluğuna odaklı, diyalog ve uzlaşmaya yönelik başka bir siyaset de mümkün.

Son gelişmelerden birkaç örnek: AKP “açılım” dedi; ağzına yüzüne bulaştırsa da Kürt meselesinin çözümünde bir adım atmaya niyetlendi. Karşısındaki milliyetçi/ulusalcı muhalefet cephesi “Ülkeyi bölüyorlar, İmralı’ya af çıkaracaklar, ihanet, rezalet” diye kıyameti kopardı, AKP pıstı. Zaman geçti, referandumda hayır için Kürt oyları avına çıkan CHP lideri, daha sonra her zamanki gibi çark etse de genel aftan söz etti; bu defa AKP lideri, “Sana mı düştü, genel af ne demek! Öcalan’a af getirmek istiyorsunuz” falan diye yağıp gürlemeye başladı. CHP açıklama yaptı, AKP’nin 2006’da fiilen Öcalan’a af anlamına gelecek bir düzenleme yapmak istediğini bunu da kendilerinin kahramanca engellediklerini açıkladı.

Özetle, genel af da dahil, kim bu sorunu çözecek yarışı yerine neden bu sorunu çözmeye çalışıyorsunuz dalaşı başladı. Şimdi ben soruyorum: Bu ülkenin insanları için, hepimiz için iyi olan nedir? Sorunun çözümü değil mi? Kanın durması, insanların özgürleşmesi, bunun için bir af çıkarılmasına ihtiyaç varsa af çıkarılması değil mi? Peki neden “iyi” için yarışmak yerine “iyi”yi yok etmek, karalamak, tahrip etmek için yarışıyorsunuz? 

Bir başka örnek, idam cezasının kaldırılması meselesi. İdam gibi ilkel bir uygulamanın kendi iktidar ortaklığı döneminde kaldırılmasının onurunu taşıması gereken MHP, aslında idamın kaldırılmasına nasıl da karşı olduğunu, nasıl zorlandığını falan anlatmak için yırtınıyor. Devlet Bahçeli’nin darağacını hatırlatan düğümlü bir urganı seçim meydanlarında sallayarak oy istemesinin iğrençliği hâlâ hatırlarda. Buna karşılık, “Devr-i iktidarınızda başardığınız çok az sayıda iyi işlerden biri idamın kaldırılmasıdır”, demesi gereken Tayyip Erdoğan ne yapıyor? İdamı siz kaldırdınız, Apo’yu siz kurtardınız diye yükleniyor MHP’ye. Yani insanın, ülkenin yararına olan, insanlığın temel şartı ve iyi’si “öldürmeyeceksin” normuna uyduğu için.

Güncelden bir örnek de referanduma sunulan anayasa değişikliği maddeleri: Kafanızın, vicdanınızın bastığı maddeler olabilir, basmadığı maddeler olabilir; tavrınız kendi meşrebinize göre evet, hayır, boykot olabilir; ama yeminli hayırcıların bile, çoğunun demokratikleşme ve sivilleşme yolunda önemli adımlar  olduğunu kabul ettikleri bu değişiklikleri, bunları AKP yapıyor diye külliyen reddetmek, kötülemek, AKP’ye kızıp yorgan yakmak niye? İyi’de buluşulamaz mıydı, daha iyi için yarışılamaz mıydı? Örneğin maddeler oylanırken Meclis’i boykot etmek yerine muhalefetin de ileri, iyi ve gerekli bulduğu maddelerin oylamasına girilip, evet oyu kullanılıp, bunların referanduma sunulmasına gerek kalmadan yasalaşması sağlanamaz mıydı? Muhalefet ve yandaşları anayasa değişikliklerinin paket halinde sunulmasına kesinlikle ve haklı olarak karşı çıkıyorlar, ama o paketi dağıtma ve sakıncalı gördükleri maddeleri ayırma olanakları varken bu yola gitmeyip toptan reddiyeciliği siyaset sandıklarını unutuyorlar.

Diyeceğim o ki, şu sıralarda Türkiye siyasal arenasında yarış, iyi için değil kötülükte birbirini aşmak için yapılıyor. Genel affı ben çıkaracağım, insan hayatını ve bireyi devlete karşı da ben koruyacağım, özgürlükleri ben genişleteceğim, vb. yerine; neden genel affı ağzına alıyorsun, neden idam etmedin, neden demokratik hak ve özgürlükleri genişletiyorsun diye saldırıyor taraflar birbirlerine.

Ve bizler, bu ülkenin yurttaşları ve seçmenleri, bu kötülük yarışında taraf oluyor, hatta amigoluk yapıyoruz. Oysa bir kez, “İyi için, yani sadece yaşam ve özgürlük için mücadele edin birbirinizle; kötülük yarışında size tek bir oyumuz, hiçbir desteğimiz yok” diye haykırabilsek, belki o zaman cephelerin dar ve tüketici çemberlerini aşıp iyi’de buluşabilir, siyaseti de farklı bir yola yönlendirebilirdik.

Oya BAYDAR - Gamlı Baykuş Diyor Ki:


07.09.2010
Ben eskilerin “gamlı baykuş” tabir ettikleri kötümserlerdenimdir. İşin kötüsü, benim gamlı baykuş çığlıklarıyla haber vermeye çalıştığım kötümser öngörülerim çoğunlukla doğru çıkar. Böyle durumlarda yakın çevremdekiler iyimser temennilere dayanan hayalleri yıkıldığı için kızarlar bana, “bilici kadın mısın nesin,” diye takaza ederler. Olguları kendi tercihlerimize göre eğip bükmeden, kendi eksiğimize yanlışımıza iltimas geçmeden, çok acıtacak bile olsa gerçek durumla yüzleşmekten kaçınmadan gözlemleyip değerlendirirsek geleceği de o kadar açık seçik görme olanağı doğuyor. Benim biliciliğim de bundan ibaret.

Bugün, içimdeki gamlı baykuş yine ürkütücü şeyler söylüyor: Önümüzdeki günlerin zor ve acılara gebe olacağını çığırıyor. Toplumcak, bugünü aratacak bir yarılma, çatışma, çözülme sürecine, düşünsel ve siyasal kaosa doğru gidiyoruz. Bu süreci engelleyebilecek, yumuşatabilecek, Türkiye’yi normalleştirebilecek toplumsal siyasal odaklar (iktidarıyla, muhalefetiyle birbirlerinden aşağı kalmadan) inanılmaz bir sorumsuzluk, pervasız bir saldırganlıkla; biz ne yapıyoruz, topluma aşıladığımız bu düşmanlık ve cinnet hali hepimizi nereye sürüklüyor sorusunu sormadan, bir amok koşusu tutturmuş gidiyorlar. 

Halk oylaması olmaktan uzaklaşıp kıran kırana ve kanlı bir iktidar savaşına dönüştürülmüş şu referandum sürecinde yaşananlar, kısa dönemde tamiri olanaksız tahribat yarattı bu toplumda. Farklı oya, farklı görüş, düşünce ve değerlendirmeye tahammülsüzlük hali; meydanlarda küfürleşen iktidar ve muhalefet liderlerinin çapsızlıkta ve saldırganlıkta birbirleriyle yarışan söylemleri; her türlü kandırmaca yutturmacanın, tahrifat ve yalanın mubah sayılması ve daha acısı taraftar toplaması siyasal ortamı zehirledi, nefes alınamaz hale getirdi. Şimdi referandum mitinglerinde, ülkenin yarısına diğer yarısı yuhalatılıyor, sonunde herkes birbirini yuhalamış oluyor. İzliyorum; ne Erdoğan ne Kılıçdaroğlu, “Hayır, yuhalamak başkasının fikrine saygısızlıktır, ilkelliktir, bunu yapmayın” demiyor, aksine yuh seslerini artırıcı söylemler kullanıyor ve o yuh naralarıyla şişiniyorlar. 

Ama şu huzurunuzdaki baykuşu daha da gamlı kılan son birkaç örnek var ki, içimdeki küçük umut kırıntılarını da silip süpürüyor. “İlle de yarin gülü yaralar beni” misali: AKP’nin topları, CHP’nin taşları, MHP’nin vahşi kurt ulumaları değil, sosyalist solun, feminist hareketin bir kesiminin, kendilerine devrimciliği yakıştıranların, gözümüz gibi korumaya çalıştığımız Kürt siyasal hareketinin dikenli gülleri yakıyor baykuşun canını.  Örnek mi? “Yetmez ama evet” toplantılarına hayırcı soldan gelen yumurtalı, boyalı, yumruklu saldırganlık, bu saldırganlıklara muhatap olan hukukçuların, yazarların, sanatçıların, aydınların kendi fikirlerini açıklayacakları toplantılara katılmaktan daha fazla gerginlik olmasın diye, saldırılara muhatap olmamak için  vazgeçmeleri... 

Benim sol kuşağım, çok uzun yıllar boyunca, bütün toplantılarının Ülkücüler, Komünizmle Mücadele Derneği militanları, Kanlı Pazar’ların yaratıcısı, o zamanlar milliyetçi-mukaddesatçı denilen bindirilmiş güruhlar ve benzerleri tarafından basıldığını yaşamış, bu saldırılar karşısında yolundan dönmemiş, inanç ve düşünce özgürlüğü için mücadele etmiş bir kuşaktır. Yıl 2010: Kaç kuşaktan beri bunca acı yaşandı; demokrasi, özgürlük diyerek bunca zulme, baskıya direnildi ve şimdi kendine sol diyen, devrimci olduklarını haykıran, geleneğe bağlı olduklarını söyleyen birileri, sol ve devrimcilik adına kendilerinden farklı düşünenlerin, örneğin referandumda “evet” ya da  “Yetmez ama evet” diyenlerin toplantılarını basıyor, konuşmacılara yumurta, boya, yumruk atıyor. 1960’ların 70’lerin zorbalarından ve düşünce zaptiyelerinden görevi devralmışlar sanki. 

Münferit bir olay diyebilirsiniz; umarım öyledir, umarım bağlı bulundukları örgütleri, ağabeyleri onlar adına toplumdan özür diler, bu türden davranışları cesaretlendirmekten kaçınırlar. Ama bir de şu birbirimize karşı kullandığımız dile, üsluba bakalım. Muhalefet ve iktidarın toplumun kimyasını ve ruh sağlığını bozan düşmanca, aşağılayıcı, yok edici, soy-boy- mezhep-tıynet üzerinden süren,  insana mide bulantısı ve utanç veren dillerini bir yana bırakıyorum. Ama eril iktidar dilinden şikâyetçi olanların, sosyalist solun ağırlıklı kesimlerinin, hayır’cı köşe yazarlarının, boykotçu Kürt siyasal hareketinin kimi sözcülerinin referandumda oylanacak değişikliklere evet oyu kullanacağını ilan etmiş olanlara karşı kullandıkları dile bakıyorum ve gamlı baykuşlukla yetinmeyip artık “Ört ki ölem; vurun bu baykuşu, o da rahat etsin siz de” diyorum.

Hiçbir örgüt, grup ve üst akla bağlı olmaksızın tümüyle kendi aklım ve vicdanımla, yurttaş hakkımı kullanarak “yetmez ama evet” diyen benim gibilere “sol”dan reva görülen sıfatlar “sazan”dan (Sezen Aksu için  sazan-Sezen benzetmesiyle söylenmişti) başlıyor kandırılmış’a, cahil’e, yandaşa, satılmışa, vatan hainine, yalakaya, bunamışlığa, darbeciliğe (!), sivil diktaya çanak tutmaya, Kürt düşmanlığına varıyor. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu evet diyenlerin solculuğunu kendi terazisinde tartma ve yargılama hakkını kendinde buluyor, evet diyen sanatçının sanatçılığından, aydının aydınlığından şüphe ettiğini meydanlarda haykırıyor. O ve onun gibiler hepimizi yargılama hakkına sahipler, çünkü onların doğrusu, tek ve tartışmasız. Eril erkek diline ve iktidarına karşı çıkan bazı feminist arkadaşlarımız, evet demeye niyet edenleri, bu niyetlerini dile getirmeye -eğer benim gibi ar damarı çatlamış değillerse-kolay kolay cesaret edemeyecekleri biçimde  aşağılıyor ve eril iktidar diliyle dövüyor.

Bir köşe yazarımız evetçilere -herhalde düşünce fukaralıkları ve budalalıkları ya da ahlak düşkünlükleri yüzünden- acıdığını söylerken, bir başkası “yetmez ama evet”i iki yüzlülük ve budalalık olarak niteliyor. Mahalle baskısından çok söz edilen bu ülkede ne yazık ki son zamanlarda en ağır mahalle baskısı bizim mahallelerde uygulanıyor. Doğrunun tekeli bendedir tavrı, yüksekten bakmak ve haddini bildirmek üslubu, bizim buralarda da Tayyip Erdoğan’a taş çıkartacak düzeye varıyor. O korkunç “taraf olmayan bertaraf olur” ya da “bertaraf ederiz” söyleminin sol versiyonu...

Bu köşeyi okuyanların sanırım tümünün hatırlayacağı ve teslim edeceği gibi, burada kendi oy tercihim dışındaki hiçbir tercihe karşı bir kez bile en hafif bir itham sözcüğü kullanmadım. En yakın çevremde, aklına fikrine kendimden fazla güvendiğim en yakın arkadaşlarım, en güvendiğim hukukçular, bilim insanları arasında hayırcılar, boykotçular var; ben böyle düşünüyorum ama belki de onlar doğrudur, referandumda alınacak tavrı bir kan davası haline getirmeyelim” diye defalarca yazdım. Ama, “evet” oyumu açıkladığım için karşılaştığım imadan saldırıya doğru giden dolaylı veya doğrudan tepkiler hiç de benimkine benzer olmadı.
İşte baykuş asıl bu yüzden, yani içine sürüklendiğimiz düşmanlık, katılık, birbirimizin düşüncesine, tercihine saygısızlık ve gün be gün derinleşen cepheleşme, yarılma, atomlara ayrılma ortamı yüzünden bu kadar gamlı.

12 Eylül bitecek, 13, 14 ve bilmem kaç Eylül olacak. Referandumun sonucu ne olursa olsun; ister başabaş, ister ağırlıklı evet, ister ağırlıklı hayır, isterse de umulmadık oranda boykot, referandum sonrasında bu ortam gevşemeyecek, aydınlanmayacak, daha da bulanacak. Süreç boyunca derinleşerek yaşanan düşman cephelere ayrılma, birbirinin yüzüne bakamayacak, en azından aradaki güven ilişkilerini derinden sarsacak ve buluşmaları engelleyecek sosyal psikolojik atmosfer daha da ağırlaşacak. Bu atmosferden iktidar çıkarmaya çalışanların her biri, referandum sürecinde girdikleri dönüşsüz yollar yüzünden kendi pozisyonunda daha da sertleşecek. Kürt hareketi, içinde beliren ayrışmaların su yüzüne çıkmasının da getirdiği sertleşmeyle keskin ve uzlaşmaz tavrını pekiştirecek, barış ve uzlaşma uzun bir süre için hayal olacak.

Çatışmalar yeniden başlayacak ve evlatlarımız ölmeye, halklarımız düşmanlaşmaya devam edecek. Türkiye’nin önünü tıkayan en önemli ideolojik saplantı olan Kürt düşmanlığı, şoven faşizan milliyetçilik güçlenecek. Vesayetçi zihniyet, demokratik rejime ve halka duyulan güvensizlik, seçkin muktedirlerin üst perdeden çıkan sesleri, tam da aşıldığını sandığımız bir dönemde güç kazanacak. En önemlisi, şu yaşadığımız iki üç aylık süre boyunca, aynı cephede oldukları sanılanların bile aralarına sokulan kamaların açtığı yaralar cerahatlenecek. Böyle diyor gamlı baykuş tünediği daldan. 

Ne olur, bilici kadın yanılsa bu defa, şu kötü gamlı baykuş sussa. 1968’in o unutulmaz sloganıyla, ne olur “gerçekçi olsak ve imkânsızı hayal etsek”. Bir mucize olsa, silkip atsak kinleri, düşmanlıkları, 21. yüzyıl dünyasında incir çekirdeği doldurmayan bu kavgaları. Köklerimizdeki despotizme, içimize işlemiş “tek doğru benimki” büyüklenmesine, birbirimize haddini bildirme tutkusuna, çatışkı ve uzlaşmazlığın devrimcilik olduğu saplantısına yenilmesek! 

Tayyip Erdoğan’dan, Bahçeli’den, Kılıçdaroğlu’ndan, benzerlerinden bana ne! Onlara da seslenmek, derdimi anlatmak isterdim, ama dinlemezler bu gamlı baykuşu. Benim sözüm bizlere, yola birlikte başladıklarımıza, birlikte yürüdüklerimize... Yeni bir dünya, yeni bir Türkiye arayışında, özgür tartışma ve diyalog ortamında buluşmak hiç mi mümkün değil? Yoksa sosyalizm ve ütopyamız -oraya varmak için çıktığımız yollardaki bütün yanılgı ve yenilgilerimize rağmen- özgürlüğün, barışın, adaletin adı değil miydi? 




Oya BAYDAR - 'Biz, Bu Ülkenin Yaşlıları'


22.09.2010
İlk imzaladığım bildirinin üzerinden en az kırk beş yıl geçmiş olmalı. Yüreğim ağzımda, gözüm poliste, yaptığım işin bilinci ve gururuyla ilk dağıttığım bildiri daha da eski yıllara gider. Yirmili yaşlarda, başında kavak ve devrim yelleri eserken, insan bir gün gelip de “Biz, bu ülkenin yaşlıları” diye başlayan bir bildiri imzalayacağını, o bildirinin her harfinin, her sözcüğünün bir kuşağın umutlarının, sevinçlerinin, acılarının, anılarının, zafer ve yenilgilerinin izdüşümü olacağını aklına bile getirmez.

İki gün önce yaşlıların, ülkemizde sürüp giden savaşa karşı çığlık niteliğindeki seslenişleri yankılandı. Bazı gazeteler, bazı televizyonlar yer verdiler görüp geçirmişliğin dinginliğini taşıyan bu çığlığa. Yaş ortalamasını altmışbeşliklerin düşürdüğü, benim de aralarında orta bir yerde bulunduğum yaşlılar (Dikkat isteriz! İhtiyarlar değil yaşlılar) şöyle diyorlardı basın toplantısında okunan bildiride:

“Biz, bu toprağın yaşlı insanları, günler gördük, acılar yaşadık. (.....) Kentlerde kırlarda ölümün kol gezdiği yıllar yaşadık. Kardeşi kardeşe kırdırdılar; katliamlar düzenlendi; binlerce ölü verdik, analar ağlar oldu. Üzerimizden darbeler geçti. Gözaltına alındık, sorgulandık, işkenceden geçtik; cezaevlerinde, sürgünlerde yıllar geçirdik. Ama yüreğimizi karartmadık. Bu ülkeye, bu güzelim dünyamıza barışın, demokrasinin, adaletin, eşitliğin egemen olacağı günlere inancımızı yitirmedik. Çünkü hayatımızı, emeğimizi bu amaca adamıştık.

(.....) Ama ne yazık ki bu ahir ömrümüzde, bugün yüreklerimiz kendi evlatlarımızın acısıyla yanıyor.

(.....) Biz, Türkiye’nin yaşlı insanları, biz yakın tarihin tanıkları ömrümüz sona ermeden konuşmaya karar verdik. Barış sürecinin başlatılması için bir kez daha elimizi taşın altına koyuyoruz. Bu çıkmaz yoldan dönülmesi, silahların susması, Kürt sorununun diyalog yoluyla, müzakerelerle çözülmesi için yola çıkıyoruz. Oluşumunu başlattığımız Barış İçin Yaşlılar Heyeti olarak bu amaçla Cumhurbaşkanı’na, Hükümet’e, iktidarda olsun muhalefette olsun tüm siyasal partilere, Meclis’e sesleniyoruz: Kürt sorununun çözümünden sizler sorumlusunuz. Son günlerde yaşanan talihsiz olayları bahane ederek diyalog yolunu kapatmayın. Savaştan rant devşiren barış düşmanlarına prim vermeyin. Barışın ipeği kozasında örülür.

Kürt siyasal partilerine ve oluşumlarına, sivil kuruluşlarına, kanaat önderlerine sesleniyoruz: Barış için gösterdiğiniz çabaları, aldığınız inisiyatifi kimsenin karartmasına izin vermeyin.

(.....) Uğruna ömrümüzü harcadığımız, gelişmesine canla başla hizmet ettiğimiz; herbirimizin kendi alanında katkılar yaptığı bu güzelim ülkemizde barışın kalıcı olarak inşa edildiğini görmeden ölmek istemiyoruz.”
İşte bunları söylediler Türkiye’nin Türk, Kürt, Ermeni yaşlıları. Yüreğimizde duyarak, bir de “ barışı görmeden ölmek istemiyoruz” cümlesinin hüznüne umut katarak, barışın inşasında biz de varız, dediler.


Çözümle Yıkım Arasında Bir Eşikte... 

Ülkenin, çözülmedikçe diğer sorunların beklemede duracağı birincil sorunu olan Kürt sorununda, şu günlerde çözüm veya yıkım tercihleri arasında olduğumuzun bilmem ne kadar farkındayız. Hükümet, ordusuyla yargısıyla diğer iktidar odakları, en başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere diğer partiler, tek tek milletvekilleri bunun ne kadar farkındalar? Kürt siyaset güçleri ve odakları; BDP, PKK, Öcalan, Kandil, Kürt belediye başkanları, sivil toplum kuruluşları, Kürt kanaat önderleri, demokratları ne kadar farkındalar?

Hepsine seslenen yaşlılardan biri olarak, bütün iktidar hesaplarını ve dar siyaset kalıplarını aşarak çözümle yıkım arasındaki o bıçak sırtı eşikte olduğumuzun farkında olduklarını umut etmek istiyorum. Melun ve menhus kanlı savaş lobilerinin provokasyonlarına karşı her iki tarafın birlikte dikileceklerini umut etmek istiyorum. Bu konuda, son İmralı avukat görüşmelerinde Abdullah Öcalan’ın ağzından aktarılan, “Bu olayı PKK’nin içinden de devletin içinden de birileri gerçekleştirmiş olabilir” ifadesine çok önem veriyorum. “Hedef benimle yapılan görüşmeler de olabilir. Çok anlamlı sonuçları olabilecek görüşmelerdi, tam bu sırada Hakkâri’deki patlama düşündürücü” diye devam ediyor Öcalan. Bu sözler, Hakkâri’deki korkunç olayı kimin yaptığının öneminin kalmadığını, barış sürecini provoke etmek için “birileri”nin iş başında olduğunu bütün açıklığıyla gösteriyor.

Referandum sonuçlarını iyi okursak, halk yüzde 58 evet oyu ve yüzde 6-7 civarında boykot oranıyla, toplam yüzde 65’e varan bir çoğunlukla Kürt sorununun barışçı çözümünden ve ürkek değil gerçek bir Kürt açılımından yana olduğunu ortaya koydu. MHP’nin bölünme fobisi ve savaşçı kanlı çözüm üzerine kurduğu saldırgan kampanya bumerang gibi kendisine döndü. CHP’li ve diğer muhalif seçmenlerin önemli bölümü de, referandumda AKP’ye karşı hayır oyu kullanırken bunu Kürt sorununun barışçı çözümüne karşı bir oy olarak algılamadı. Kürt sorununun barışçı çözümü talebini dile getiren bir çok bildiride, hayır oyu vermiş ya da oylamayı boykot etmiş arkadaşlarımızla imzalarımız yanyana çıkıyor. Demem o ki çözümün arkasında önemli bir kitle desteği var, bunu görmemek tarihi bir fırsatı kaçırmak olur.

Bu destek iktidara, muhalefete, Kürt siyasi hareketine ve yurttaş olarak hepimize görev ve sorumluluk yüklüyor: İktidar artık elini korkak alıştırmamalı. AKP Hükümetinin, Kürt açılımını başlatmasının hemen ardından, Kürt sözcüğünden bile korkup yapılacak reformları “demokratik açılım” hatta “milli birlik projesi” olarak adlandırması; Habur kapısında ilk adımı atar atmaz kendi içinden başlayarak MHP ve CHP’den gelen “Aç, aç, aç” pespayeliklerine ve bölücülük demagojisine hemen teslim olması unutulmadı. Bu defa inandırıcı ve cesur olmak zorunda. Sadece kendi partisel ve siyasal çıkarları için değil; ülkede barışın tesisi, Kürtlerin gasp edilmiş hakları, sözde değil özde adalet için çalıştığına Türk ve Kürt halkını ikna etmek zorunda. Yapabilir mi? Cevabı güç bir soru. AKP’nin ideolojik- kültürel- sınıfsal özü ne kadarına olanak tanıyacak? Bölgenin ve ülkenin zorlayıcı koşulları, kitlelerden olduğu kadar Türk ve Kürt burjuvazisinden yükselen ve giderek yoğunlaşan barış ve demokrasi talepleri  ne kadar etkili olabilecek? Bence AKP bir yıl sonraki seçimlere Kürt sorununa barışçı çözüm getiren, en azından bu yolda önemli adımlar atmış bir siyasal güç olarak girebilirse, kaybedeceğinden çok fazlasını kazanacağını hesaplamalı; dışındaki kadar kendi içindeki muhalefeti de buna ikna edebilmeli.
Muhalefet ise sadece AKP’yi dövmeye, mat etmeye değil çözümün parçası olmaya odaklanmalı. “Açılım”ın söz konusu olduğu günlerde, “konuya girmeyiz bile, bunu konuşmayız” tavrı yerine, “gel beraber açalım” tavrı geçerli olabilseydi, bugün farklı noktada olurduk belki de. Birkaç bin oy fazla alabilmek veya AKP’yi altetmek için miting meydanlarında bağırılan boş söz ve vaadler yerine iktidarın sunduğundan fazlasını, kaba milliyetçilikten arınmış gerçekçi bir programla ortaya koyan bir yaklaşım muhalefete de iktidar yolunu açabilecek bir siyaset olabilirdi. İktidarı olduğundan daha tutucu ve milliyetçi noktalara çeken, çözüme yönelik adımları gerileten bu tarz-ı siyaset, ülkede kanın durmasına, sorunun çözümüne katkıda bulunmadı. Konunun, “Bunlar yapmasın, biz iktidara gelince yapacağız” kaçaklığına da tahammülü olmadığının artık özellikle CHP tarafından anlaşılması gerekiyor. 

Ve nihayet Kürt siyasal hareketi artık silahın, kanın, ölümün getirisi olmadığını; toplumda gerginliği ve dirençleri artıran, güveni aşındıran, haklı da olsa hınç ve hırsla haklılığı anlatılamayan maksimalist taleplerin, “Haydi bastır, gün bu gündür!” siyasetinin, silahlı veya silahsız şiddet yöntemlerinin artık çıkmaz sokak olduğunu anlamalı. Hep sözü edilen barış ve uzlaşma dilinin içselleştirilmesi için bugün her zamankinden fazla olanağa sahibiz, yine de çözüm veya yıkım eşiğinde çok hassas bir dengedeyiz. Ve yıkım sadece Türk siyaset sınıfları ve iktidarının değil, sadece Türklerin değil bütün ülkenin ve Kürtlerin de yıkımı olur. 

“Barışın ipeği kozasında örülür” dedik biz Yaşlılar. Silah ve kem söz kozayı deler, tıpkı kozaya dışardan vurulan darbeler, batırılan iğneler gibi. Biz bu yaşta elimizi taşın altına koymaya hazırız, dedik. Barışın kalıcılaştığını görmeden ölmek istemiyoruz, dedik. Sizler, ellerinde güç ve siyasi irade olan Türkler ve Kürtler; görmeden ölmemize izin vermeyin. Çabalarınızda, yapıcı adımlarınızda arkanızdayız. Artık, bu bıçak sırtı eşikte oyalanmaya, türlü siyasi hesaplarla duraksamaya ve bizleri öbür tarafa gözlerimiz açık göndermeye hakkınız yok.

Oya BAYDAR - Bugünden Tezi Yok!


28.09.2010
Gerçekten de bugünden tezi yok. TESK genel kurulu öncesinde rastlantısal olarak buluşan Başbakan Erdoğan ve CHP lideri Kılıçdaroğlu on, on beş dakika kadar görüşmüşler. “Bugünden tezi yok” diyor Başbakan. “Başörtüsü konusunda hemen ekipleri kuralım, çalışmaya başlayalım,” diye de ekliyor. Bu beklenmedik buluşmada Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir şeyler konuşmuş olmalarını beklerdim ben; onlar başörtüsünü konuşmuşlar. Eh bu kadarı da iyi.

Bir siyasal hareketin, bir partinin talep ve icraatlarında kendi öncelikleri vardır kuşkusuz. Her birinin, bugünden tezi yok, diyerek çözmeye çalıştığı sorunlar da farklı olabilir. Biri için çözümü en acil olan sorun diğeri için çok gerilerde kalabilir, hatta gereksiz ve zamansız sayılabilir. İktidar ve muhalefetin aciliyet ve öneminde birleştiği konular varsa ne âlâ; üstelik bu konular dar parti çıkarlarını ve oy hesaplarını aşıp toplumun talep ve çıkarlarını ilgilendiriyorsa daha da âlâ. Sorunlu, çalkantılı, çatışmalı bir geçiş dönemi yaşayan ülkemizde, hayati ve acil sorunlar sıralamasında anlaşmak bile önemli. 

BDP ile AKP kurmaylarının Parlamentoda buluşup görüşmeleri, -normal bir demokratik işleyişte haber değeri bile olmayan bu olay- Türk Kürt savaş lobileri ve onların kışkırttığı gözü kararmış militanlar hariç bütün ülkede nasıl bir umut ve iyimserlik havası yarattı, yüzler ve sözler nasıl yumuşadı bir anda. Erdoğan’la Kılıçdaroğlu TESK genel kurulu salonuna dost bir edayla yanyana yürüyerek geldiklerinde nasıl içten alkışlandılar...Bazen kendi halimize acıyorum; normalleşmeye, yumuşamaya, diyaloga, insanca bir merhabaya öylesine susamışız ki, bu kadarı bile yüreğimizi ısıtıyor, umudumuzu kabartıyor.

Ama ben yine de şu “bugünden tezi yok” meselesi üzerinde durmak istiyorum biraz. AKP için, sadece partisel çıkarlar ve oy hesabı açısından değil, bu partinin İslami-muhafazakâr referansları, gerek yöneticilerinin gerekse kitlesinin ideolojik çizgi ve düşünce iklimleri açısından da Başbakan için başörtüsü sorunu acil sorunlar sıralamasının en başlarında yer alıyor. Evet; özgürlükler ve katılımcı demokrasi açısından önem taşıyan, çözümü geniş bir kesimi rahatlatacak olan bu sorun artık bitmeli. Öte yandan, bir süredir kılık kıyafet laikliği ile arasına mesafe koyma çabalarını bir adım ileri iki adım geri ritminde sürdürmeye çalışan CHP’nin yeni lideri de, başörtüsünü biz çözeriz, diyerek referandum mitinglerinde ve çeşitli yerlerde vaadlerde bulunuyor.

Yani seçmen tabanını genişletmek ve oy almak için olduğu kadar artık köhnediği, iler tutar yanı kalmadığı açıkça ortaya çıkmış bir yasaklamanın savunucusu olma tutuculuğundan da kurtulmak istiyor. Konuşsunlar, uzlaşsınlar, gerekeni yapsınlar, gerekiyorsa anayasa değişikliğine gitsinler.

Çok iyi, çok güzel.

Pekiiiiii... Özellikle “Bugünden tezi yok” diyen iktidar partisi ve hükümet başkanına ben sormaz mıyım, biz sormaz mıyız şimdi, aynı cevvaliyeti, aynı kararlılığı başka konularda da “bugünden tezi yok” diyerek gösterip göstermeyeceğini. Ve ana muhalefet partisi liderine de sormaz mıyım, sormaz mıyız şimdi, şu yaşadığımız günlerde en az başörtüsü kadar hayati önemde olan aşağıdaki birkaç sorunun çözümü için Başbakan’la görüşüp aynı beşuş (gülen) çehreyle poz verip vermeyeceğini.

Son bir haftadır, Kürt sorununun barışçı çözümü için hummalı bir çaba olduğunu izliyoruz. Bizlere yansıyanın çok ötesinde girişimlerde bulunulduğu, belki de adımlar atıldığı da sır değil. Bu sorunun barışçı çözüm yoluna girmesi -çözülmesi demiyorum, çünkü gerçek çözüme kadar çok yol yürümek gerekecek- başörtüsünde simgelenen hak ve özgürlüklerin kazanılması, yani gerçek demokratik açılımın olmazsa olmaz önkoşulu. O zaman, “Bugünden tezi yok” yapılması gereken ve gerçekleşebilmesi için uzlaşmaya ihtiyaç olan şu maddelere ne dersiniz?

• Seçim barajının 2011 seçimlerinden önce, oy ve iktidar kaygılarına kapılmadan düşürülmesi için bugünden tezi yok biraraya gelmeye ve ortak çalışmaya hazır mısınız? 

• Bir süre sonra zaten hayatın zorlamasıyla değişecek olan yurttaşlığın Türkiyelilik değil sadece Türklük üzerinden tanımlanmasına yönelik o kendisi küçük anlamı büyük değişikliği bugünden tezi yok ortak gündeminize almaya hazır mısınız? 

• Anadili geliştirme ve bunun ön koşulu olan anadilde eğitim/öğrenim  sorununu, yok anadilde eğitim, yok anadilde öğretim, yok resmi dil laf kalabalığı içinde mugalataya getirmek yerine, gündeminize alıp dünyadan örnekler ve bilimsel verilerle değerlendirmeye bugünden tezi yok hazır mısınız?

Bu sorunların çözümü için zaman, tıpkı başörtüsü sorunu gibi çoktan gelmiş de geçiyor. İşin teknik yanı en kolayı, yeter ki çözme iradesi ve samimiyeti olsun, yeter ki iktidar partisi ve onun lideri bugünden tezi yok çözülmesi gereken sorunları sıralarken “kendine Müslümanlık”la sınırlı kalmasın. Ve Sayın Kılıçdaroğlu, çözümün teşvikçisi, hatta zorlayıcısı olsun. 

Son bir söz: Referandum sonuçları hem iktidara hem muhalefete ciddi görevler yüklerken, önlerine yeni fırsatlar da koyuyor. Yüzde 58 evet’e ilaveten, boykot oyları ve hayırcı cephenin içinde yer alan Kürt meselesinin barışçı çözümüne yandaş sol oylar da hesaba katılırsa, yukardaki konularda olumlu adımlar atılmasının AKP’nin zarar değil kâr hanesine yazılacağı ortada. Tıpkı bunun gibi CHP’nin bürokratik ağırlığını ve ulusalcı- faşizan odaklara diyet borcu olduğu vehmini aşarak, bu konulara AKP’yi köşeye sıkıştırmak için değil cesaretlendirmek için kararlılıkla yaklaşmasının partiye çok şey kazandıracağını söylemek de yanlış olmaz.

Yani günümüzde siyasi yöntem olarak geçerliğini kaybetmekte olan yenilgiye mahkum uzlaşmazlık ve rakibini mahvetme tarz-ı siyaseti yerine, “kazan- kazan” yöntemini benimsemek; hepimizin, bütün ülkenin kazanmasını sağlamak...  

Ahmet Altan - AKP ve yumurta

KUM SAATİ 11.12.2010
Ali Bayramoğlu dün Yeni Şafak’ta, AKP için daha önce yaptığı bir tanımı yeniden yayınladı.

“AKP yönetiminin vermeyi sevmesi ama istenmesinden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duyması...”
AKP vermeyi seviyor, kendisinden bir şey istenmesine ise çok öfkeleniyor.
Baktığınızda gerçekten öyle.
Büyük riskleri göze alarak Kürt açılımını, Ermeni açılımını, Alevi açılımını başlatabiliyor, AB yolunda büyük reformlar yapabiliyor...
Ama kendisinden talep edilen hiçbir şeyi de vermiyor, tam aksine öfkeyle reddediyor, bu isteğin “anlamsız” olduğunu söylüyor.

“Kendisi verir ama ondan istenirse öfkelenir.”
Bu, AKP’nin tanımı.
Peki, başka neyin tanımı?
Bu, “ağanın” tanımı aynı zamanda ya da Osmanlı sultanının tanımı.
Neyin, ne zaman, nasıl verileceğine o hükmedecek, sen ondan bir şey istemeyeceksin.
Toplumsal değişimin ritmini, süratini, vasfını belirleyecek bir halk yok, bir hayat yok, değişen koşullar yok, sadece “ağa” var.
Toplumun bütün kesimleri, akıllarını ve iradelerini “ağaya” teslim edecekler, en doğrusunu o bildiği için neyin ne zaman yapılacağına da o karar verecek.
Türkiye, bir yandan AKP’yle müthiş işler yaparken, bir yandan da büyük sürtüşmeler, saçma sapan tıkanmalar yaşıyor.
Bu çelişkinin altında da Bayramoğlu’nun teşhis ettiği “ağalık” sendromu yatıyor.
AKP, kendisi değiştirirken çok güçlü, değişime uyum sağlamakta ise çok yetersiz.
Bir taleple karşılaştığında, o talebi hızla toplumsal bir belaya çevirebiliyor.
İşte en yakın örnek öğrenciler.
Dün gene Yeni Şafak’ta Yasin Doğan imzasıyla yazan Başbakan’ın bir danışmanı, öğrenciler için şöyle diyordu:

“Olaylara karışanların çoğu örgütsel mantıkla hareket etmekte, olay çıkarmayı başlı başına bir amaç haline getirmektedir.”
İyi de, o çocukların amacı “olay çıkarmaksa”, sen onların “amacına” neden böylesine iştiyakla alet oluyorsun, onların amaçlarının gerçekleşmesine neden yardım ediyorsun?
Dolmabahçe’de yürüyen gençler bağırıp çağırsalar, polis tarafından insafsızca dövülmeseler, yerlerde sürüklenmeseler, tekmelenmeseler Türkiye’de bir “öğrenci” olayı patlar mıydı?
Ertesi gün televizyonların naklen yayın araçları profesörlere saldıran gençleri canlı yayınlarda gösterirler miydi?
Bir hükümet, bir toplumun içindeki kesimlerin taleplerini “bu haklı, gösteri yapabilir, bu haksız, gösteri yapamaz” diye ayıramaz.
Başörtü özgürlüğü isteyen de gösteri yapabilir, Kemalist bir düzen isteyen de gösteri yapabilir.
Birine hoşgörüyle, diğerine şiddetle yaklaşamazsın.
Hükümetin öncelikli görevi, insanların özgürce gösteri yapabilmelerini, gösterilerin şiddete dönüşmemesini sağlamaktır.
Gösterilerin şiddetini polislerin saldırılarıyla arttırmak ve polisleri savunmak değil.
Dolmabahçe olayında hükümetin tepkisi, bir siyasinin değil bir “ağanın” tepkisi.

“Sen beni kızdıracak bir iş yaparsan, beni kızdıracak bir şey istersen ben de seni polislere dövdürürüm.”
Dövdürürsün ama “2010 yılının üçüncü çeyreğinde Türkiye’nin Avrupa’nın en hızlı büyüyen ikinci ülkesi” olduğunu bildiren haberin olduğu gün bütün gazetelerin manşetleri yumurtaya ayrılır.
Kendi başarının üstüne, kendi hatanla kezzap dökersin.
Dünya krizdeyken Türkiye böyle hızlı büyüyorsa, böyle büyük bir başarı gösteriyorsa, sen niye bu başarını toplumun ortaklaşa paylaştığı bir sevince ve huzura çeviremiyorsun da bütün ülkeyi kaos içinde gösterecek akılsızlıklar yapıyorsun?
Çünkü sen ağasın.
Bir ülke “ağalıkla” yönetilmez, ne Başbakan Erdoğan bu ülkenin “ağası”, ne de bu ülkede yaşayanlar Erdoğan’ın yanaşmaları.
Erdoğan başbakan mı olacak, ağa mı olacak karar vermeli.
Başbakan olursa, yaptığı ve yapacağı işlerle tarihe geçecek, “ağalıktan” vazgeçmezse, en başarılı olduğu yerde gereksiz bela çıkartacak.
Erdoğan bir karar vermeli.
Ama daha önemlisi, AKP tabanı ve Erdoğan’ın destekçileri onun doğru bir karar vermesine yardımcı olmalı.
Bu da, onun her yaptığını alkışlamakla olacak bir iş değil bence.

Ahmet Altan - Geriden muhalefet

KUM SAATİ 10.12.2010


Genelde bütün Türkiye’nin, özelde ise demokratların ortak bir çıkmazı var.
AKP, bugün Türkiye’nin en “demokrat” partisi.
Ama AKP yeterince demokrat değil.
Deli gömleği gibi zihinlere dolanan bir çapraz bu.
Düşünsenize, bir ülkenin en dinamik, en açık kafalı, en özgürlükçü kesimi olması gereken gençler bile “emekli generallerin” laflarına benzer laflarla muhalefet ediyorlar.
AKP’den daha tutucu ve milliyetçiler.
Dünyayla bütünleşmeye karşı çıkıyorlar.

“Açılımları” geri çekmeye uğraşıyorlar.
Çok haklı bir davanın sözcülüğünü yapan Kürt siyasetçilerle, Alevi siyasetçiler ise kendi insanlarının hak talebini, bu ülkenin bütün ezilenlerini savunacak geniş ve kucaklayıcı bir politikaya dönüştüremiyorlar.
Ezilenlerin yalnızca bir bölümünün davasını savunup, diğer ezilenlerle ilgilenmeyince, bu politikalar ırk ve mezhep şovenizmine dönüyor.
CHP ve MHP ise zaten “dünyalaşmaya” karşı, ulusalcı biz çizgi izliyorlar.
Hiçbir kesin ve kalıcı çözüme kavuşturamasa da, AB reformlarıyla, Kürt ve Alevi açılımıyla, başörtüsü mücadelesiyle, askerî vesayeti gerileten dik duruşuyla AKP, demokrasi tarlasının tek fidesi olarak kalıyor.
Bu tek “demokrat” da, gençleri vahşice döven polislerin şiddetini savunabiliyor.
Genelkurmay’a “yönetmelikler” hazırlatıp Sayıştay denetimlerini anlamsızlaştırabiliyor.

“En” demokratının bile “tam” demokrat olmadığı bir ülkede yaşıyoruz ve toplum bugün AKP’yi demokrasi yarışında zorlayacak, AKP’yi bulunduğu noktadan daha ileriye çekecek bir muhalefet yaratamıyor.
Bu, niye böyle?
Devletin korkunç baskısının artık varlığını sürdüremediği ve gittikçe zayıfladığı bir “değişim” döneminde, yıllarca baskı altında kalmış her grup kendi varlığını ve “kimliğini” kabul ettirme peşinde.
Kendi kimliğini, ancak kendini diğerlerinden ayırarak gösterebiliyor.
Demokrasi herkesi sarmalayacak bir hareketken, biz herkesin “kendini diğerlerinden” ayırdığı bir süreçten geçiyoruz.
Herkesin kendi hakkını savunması demokrasi için çok önemli bir adım.
Ama demokratlık, herkesin hakkını savunmakla, “hak” kavramına “bütün” olarak sahip çıkmakla mümkün.
Demokrasiye doğru, tam demokrat olamadan yürüyoruz.
Demokratsız demokrasi mücadelesi de patlak top gibi, her hamlede biraz havalanıp yol alsa da düştüğü yerde zıplamıyor, çöküp kalıyor.

“Oyunun” bu kadar tatsız olmasının nedeni de bu sanırım.
Bunu nasıl kıracağız, “haklarımızı” ancak ortak bir demokrasi zemininde, “diğerleriyle” birlikte kazanabileceğimizi nasıl anlayacağız?
Bunu nasıl öğreneceğiz?
Herhalde bunu bize hayat öğretecek.
Bu açıdan baktığımızda, Öcalan’ın Gülen cemaatiyle ilişki kurma çabası çok önemli bir girişim bence.
Hak kavgasında, kendine benzemeyenle işbirliği yapmaya çalışmak sık rastlanır bir şey değil bu ülkede.
Öcalan bunu siyasi nedenlerle yapsa da bence siyasi “ihtiyaç” bu noktada demokratik bir tavır yaratıyor.
Aynı şekilde, “Türk” kimliğine “demir elleriyle” sarılan devletin Öcalan’la müzakereye oturması, kendine benzemeyenle bir çözüm araması da demokrasi açsından çok yararlı sonuçlar verebilecek bir adım.
Öcalan’ın girişimi Kürtlerin dindarlarla ilişkisini kuruyor, devletin müzakeresi Türklerle Kürtlerin ilişkisini yumuşatıyor.
Hayat hepimizi demokrasiye doğru itiyor.
AKP’nin iktidarda kalabilmesi için Türkiye’yi zenginleştirmeye, zenginleştirebilmek için dünyayla ilişki kurmaya, dünyayla ilişki kurmak için demokratik değerleri benimsemeye mecbur kalması gibi.
Teorisi olmayan bir demokrasi pratiği bu yaşadığımız.
Teorisi olmadığı, zihinsel bir hazırlık temeline oturmadığı için sekmeler, sıçramalar, geriye dönüşler sıkça ortaya çıkıyor.
Ama bu “pratik”, sonunda kendi “teorisini” yaratır, hepimiz “tek başımıza özgür olamayacağımızı” anlar, bu anlayışımızı da bir düşünce olarak aklımıza yerleştiririz.
Bu hayhuydan olumlu bir sonuç çıkacak.
Zihinsel hazırlığı olmadan demokratikleşen bir toplumda yaşadığımız tuhaflıklar çok da üzmesin bizi, çocukların hayatı “hatalarla” öğrenmesi gibi biz de demokrasiyi hatalar yaparak öğreniyoruz işte.

ahmetaltan111@gmail.com

Eser KARAKAŞ - Eğitimde McKinsey raporu


Eğitim-öğretim süreçleri ve iktisadi büyüme ilişkisi geçmişe, hatta yakın geçmişe oranla dahi çok daha netleştiğinden beri bu alanda ilginç tartışmalara rastlıyoruz.
Ve bu arada da doğru bildiğimiz, doğru olduğunu zannettiğimiz bir dizi kavram da ciddi bir biçimde sorgulanıyorlar.
Dünyada özel kurumlar, büyük şirketler senelerdir, bu yeni bir süreç hiç değil, eğitimle ilgili küresel çalışmalar yapıyorlar, bunları yayınlıyorlar, tartışıyorlar.
Bu özel kurumların belki de en başında senelerdir bu alanda ilginç çalışmalar yayınlayan McKinsey geliyor.
McKinsey daha bir hafta önce, 29 Kasım’da, eğitim-öğretim süreçlerinin kalitesi üzerine, üzerinde düşünülmesi gereken bir Rapor açıkladı; internetten bu Rapor’un sunumunu izleyebilirsiniz.
Aslında elimizde, yine McKinsey’in 2007 senesinde yayınladığı son Rapor da var.
Üç yıl arayla gelen bu iki rapor arasında, benim ilk saptamalarıma göre, bulgular ve sonuçlar düzeyinde çok büyük farklar yok.
Bu kısa köşe yazısında McKinsey’in yirmi ülke/bölgeyi temel alarak yaptığı araştırmanın sonuçlarını özetlemeye çalışacağım.
İlk ilginç sonuç, 2007’de de aynı sonuca varmışlar, eğitim-öğretim süreçlerinin başarısı ile öğrenci başına yapılan özel/kamusal harcama arasında çoğumuzun sandığı kadar net, açıklayıcı bir ilişkinin görülmemesi; eğitime çok para harcamak elbette zararlı değil ama belirli tanımlanmış başarılar için de en kestirme yol galiba hiç değil.
Doğru yöntemler uygularsanız, raporlar bunları tartışıyor, olabilecek en kötü durumdan altı sene içinde temel eğitim çok iyi noktalara gelebiliyor; başta Singapur ve Güney Kore olmak üzere bu alanda büyük başarıların altına imza atan ülkeler var.
Singapur, Hong Kong ve Güney Kore, McKinsey kriterlerine göre, kendilerinden öğrenci başına çok daha fazla harcama yapan ABD ve İngiltere’den çok daha önemli ilerlemeler kaydetmişler.
McKinsey’in “doğru yöntemler uygularsanız altı sene yetebiliyor” saptaması bizde senelerdir söylenen “eğitimin düzelmesi için bir-iki kuşak gerekli” savını boşa çıkarıyor.
Singapur örneğinde bizi çok ilgilendiren/ilgilendirmesi gereken bir konu da, başarılı süreç yönetiminin bu ülkede farklı etnik gruplar arasındaki eğitim başarısı düzey farklarını adeta sıfırlamış olduğu; McKinsey de bu konuda “esnek müfredat” ilkesinin çok önemli olduğunu vurguluyor. Yemin billah, raporda Türkiye’nin adı bile geçmiyor, raporların yazarlarının da Singapur’u bölmek amaçlı çalıştıklarını pek zannetmiyorum.
2007 Raporu’nun 29 Kasım 2010 çalışmasında da ısrarla tekrarlanan ana fikri çok hoş: “İyi eğitimci olmadan iyi eğitim, çok iyi eğitimci olmadan da çok iyi eğitim olmaz”.
McKinsey yeni Raporu eğitim-öğretim iyileşme aşamalarını dörde ayırmış: kötüden (poor) kabul edilebilire (fair), kabul edilebilirden iyiye (good), iyiden çok iyiye (great), çok iyiden mükemmele (excellent).
Kötüden kabul edilebilire geçmenin kriteri büyük öğrenci sayılarının temel, en temel konularda (basics), mesela okuma ve dört işlem konusunda sorunsuzlaşması olarak tanımlanıyor; parantez içinde McKinsey’in kullandığı terminolojiyi veriyorum.
İyiden çok iyiye, çok iyiden mükemmele geçiş ise adeta tümüyle öğretmen kalitesine (McKinsey kalibre diyor) endekslenmiş; iyi öğretmen seçmek, öğretmenlik mesleğinin toplum gözünde değeri, öğretmenlerin gelir düzeyleri, mesleğin çekiciliği, öğretmenlerin meslek içi yetişmesi, meslektaşlardan öğrenmek (peer education) temel kriterler.
Öğretmen geliri konusunda kriter ise öğretmenin senelik net gelirinin o ülkenin kişi başına düşen senelik gelirinin ne kadar üzerinde ya da altında olduğu.
Bu konularda köşe yazısı limitleri yetersiz; daha sonra devam edebilirim.  
İki gün sonra, 7 Aralık’ta, yeni PISA sonuçları açıklanacak, bakalım durum ne gösteriyor?

Eser KARAKAŞ - Kılıçdaroğlu’nun kapasite sınırları


Türkiye’de ve başka demokrasilerde ana muhalefet lideri olmak kolay değildir.
Bu dönemde sosyal demokrat olma iddiasındaki bir partinin başkanı olmak da kolay değildir.
Türkiye’de sosyal demokrat olma iddiasındaki CHP’nin genel başkanı olmak hiç kolay değildir.
Bir biçimde oyları yüzde kırkın altına hiçbir ankette inmeyen sekiz senelik bir iktidar partisine karşı muhalefet yapmak hiç ama hiç kolay değildir.
CHP’yi iktidara taşıyacağını söylemek de kolay değildir.
Hadi söyledin, inandırmak en zor iştir.
Tüm bu zorlukları aşmak için de liderin çapı, kalitesi, meselelere yaklaşımı çok önemlidir.
Türkiye siyasetinin son on beş gününe üç generalin sivil iktidar tarafından açığa alınması ve ertesinde de AYİM kararları damgasını vurdu.
Cuma günü de askeri danıştayın (AYİM-Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) üç generalin açığa alınma kararına karşı yaptıkları itirazı reddettiğini öğrendik.
Hemen arkasından da sosyal demokrat CHP’nin Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu bir demeç patlattı ve aynen şöyle dedi: “Bu yargı tarafsız değil diyenler özür dileyecekler mi? AYİM’in kararı öncesinde çeşitli düşünceleri dile getirenler, bu  karar karşısında çıkıp milletin önüne, halktan özür dileyecekler mi bunu merak  ediyorum”.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri, ne yalan söyleyeyim, bendenizde, kendisinin bu hareketin yükünü taşıyamayacağı izlenimini daha da pekiştirdi.
Sayın Kılıçdaroğlu, anlaşılan, AYİM’e ve daha da genel olarak askeri yargıya, çift başlı yargıya getirilen eleştirilerin özünü pek kavrayamamış.
Kimse askeri yargıyı, mesela AYİM’i, tarafsız davranmaz diye eleştirmiyor; hatta çok sayıda hukukçu dostumdan askeri yargının kararlarının bazılarının normal yargıya oranla daha da evrensel hukuk devleti standartlarına yakın durduğunu işitmişimdir, muhtemelen de öyledir, bir itirazım olamaz.
Ama sorun bu değil ki.
Bir diktatörün tasarruflarının adalete uygunca olmasının o diktatöre siyasi meşruiyet kazandıramayacağı gibi, olağan disiplin suçları dışında kararlar üretebilen askeri yargının da, kararlarının niteliği ne olursa olsun, demokratik hukuk devleti meşruiyeti olamaz; anayasal dayanağı olsa bile.
Sayın Kılıçdaroğlu, kendine sosyal demokrat diyen bir partinin başkanı için AYİM ve daha da genel olarak askeri yargı meselesi askeri mahkemelerin kararlarının taraflı ya da tarafsız mı olmasıdır, yoksa demokratik bir hukuk devletinde mevcudiyet meselesi midir?
Bu kafa ve kavram kargaşası içinde AK Parti’ye muhalefet etmek, hadi ettin, bu muhalefetin ülkeyi daha ileri bir hukuk devletine taşıması olanaklı mıdır?
Sayın Kılıçdaroğlu’nun, kendine sosyal demokrat diyen bir parti liderinin yapması gereken ya bu topa hiç girmemek, ya da illaki girmek isterse, askeri yargının mevcudiyeti üzerinden girmesidir.
Ancak galiba sorun, hem de askeri yargının mevcudiyeti konusunda, kendini sosyal demokrat olarak tanımlamakla CHP Genel Başkanı olmak arasındaki temel çelişkidir.
Bu çelişkiyi çağdaş bir doğrultuda çözmek de daha büyük bir çap ve donanım gerektirmektedir.  
AYİM’in mevcudiyetini sorgulamadan kararlarının tarafsızlığını vurgulamak adil davranan bir diktatöre destek vermek gibidir.