15 Nisan 2010 Perşembe

Açılıma yumruk / TARHAN ERDEM

Ahmet Türk yumruklandı!
O dün hastaneden çıkarken, anlayışını özetledi: “Sadece Kürtler değil, Türk halkı da bu olayı hem yüreğinde hem beyninde mahkûm etti”. Herhalde herkesin duymasını ve ibret
almasını istedi!
Ahmet bey, karşılaştığı anlayışsızlıklardan yorulmadı; yıllardır değişmeden, bıkıp usanmadan Kürtlere ve Türklere sabrın bütün halkları selamete taşıyacağını anlatmaya çalışıyor; halkına örnek oluyor. Diğer yanda kendini
yumruklamak isteyenlere de seslenmek istiyor: “Kardeşliği sevgiye dönüştürebilmeliyiz.”
Yüreği ve aklı ön yargılarına prangalılar hariç, Ahmet beyin söyledikleri, inanıyorum, dünyanın her yerinden duyuluyordur. Zincirlerinden kurtulmak istemeyenler, ‘açılım saçmalığı’, ‘kahraman yapılan eşkiya’ gibi sözlerle, olan biteni bir süre daha öfke ve hınçla yazacaklar ve konuşacaklardır!
Samsun olayı adli soruşturmaya alınmıştır. Önceden tasarlanıp, tasarlanmadığı ve olay sırasında seyredenler hakkında, herkes gibi benim de çıkarımlarım var. Bunları yargıçlara bırakıp, yumruğun hedefi hakkında düşünebiliriz.
Bana göre o genç Ahmet beye değil, ‘Kürt açılımına’ yumruk atmıştır.
Aylardır, açılımı ihanetle birleştiren konuşmaların sonucunun bu yumrukta kalmasına sevinmeliyiz.
Galiba üzerinde düşünülmesi gereken şudur: Geçen haziran sonlarından beri, sadece Meclis’te söylenen
bunca ürpertici sözlere inanılsaydı; tepki bir yumrukta kalır mıydı?
Bu kadar tahriki, bir yumrukla geçiştireceksek milletimizle, halkımızla, en eğitimsizinden en yetişkinine
kadar bütün bireylerin hepsiyle öğünebiliriz. Güven içinde olmamız için bu olay bile yeter; halkımız her şeyi doğru değerlendirmektedir.
Ben kimseyi sözleriyle suçlamak istemem; kürsü heyecanı içinde konuşanları değil söylenenleri örnek göstereceğim; okuyun ve karar verin:
“Bu yıkıma neden olanlar, gerekçe hazırlayanlar, sessiz duranlar, göz yumanların, (...) yaptıkları ve yapacakları; açıkça söylüyorum ‘millete, tarihe ve devlete’ ihanettir.
PKK’nın yıllarca dağda savunduğu bütün ihanet fikirleri şimdi iktidar zihniyeti tarafından sözde barış ve demokrasi
süreci olarak ‘Kürt açılımı’ tanımıyla savunulmaya başlanmıştır
Etnik köken farklılıklarına dayanarak milli birliğin temellerini yıkmak, devletin varlığına ve milletin birliğine kastetmek demektir. Bu da ihanetle eş değerdedir.
Türkiye’yi yıkıma götüren (...) bölücü ihanet odaklarının oyununu bozmak vazgeçilmez milli görevimiz ve namus borcumuz olacaktır.”
Sekiz aydan beri halkımız, benzer sözlerle sürekli ayağı kaldırılmak istenmektedir! Son olay Türklerin
ve Kürtlerin, yapılmak istenenleri iyi anladığını, karşı sözleri de doğru değerlendirdiğini göstermiştir.
Ahmet beyin eşi Mülkiye Türk hanım, Akşam gazetesinden Ali Ekber Aktürk’e
bakın ne demiş: “Yitirilen değerler için de ağladım. Çünkü bu yumruk eşime değil, Kürt ve Türk halklarına, barışa, kardeşliğe ve demokrasiye atılmıştır.”
Ben umutluyum, barışa atılan yumruk hiçbir iz bırakmayacaktır.

'Polis çocuğu alnından vurdu'

15/04/2010 02:00

Bir gencin Kuşadası'nın göbeğinde, gündüz vakti sivil polisçe başından vurulmasına tanık olan esnaf konuştu: 'Başına namluyla vurdu. Sonra kaldırdı, başına ateş etti...'

SERKAN OCAK (Arşivi)


İSTANBUL - “Polis çocuğu tutmuştu. Önce ayağına doğru ateş etti. İsabet etmedi. Sonra başına namluyla vurdu. Polis olduğunu o anda bilmiyorduk, ‘Yapma’ diye yalvardık. Çocuğu yerden kaldırdı. Başına ateş etti. Altı yedi sivil polis şahitlik yapmamamız için bize gözdağı verdi...”
‘Çocuk’ önceki gün saat 14.30 sıralarında, Kuşadası’nın göbeğinde sivil bir polis tarafından başından vurularak ağır yaralanan 27 yaşındaki Umut Tamaç. Bu dehşet anlarına tanık olansa, Tamaç’ın yere yığıldığı yerin yakınındaki Yay-Tun Et Galerisi’nin sahibi Mehmet Yaylacı.
Valilikten yapılan ilk açıklamaya göre hakkında ‘yakalama emri’ bulunan Tamaç, polis tarafından götürülmek isteyince bıçak çekti, yaşanan ardebedede polisin silanı ateş aldı.’ Yaylacı’nın Radikal’e anlattıkları ise farklı:
ÇOCUK TESLİM OLMUŞTU: Caddede karşılıklı duruyorlardı. Polis ayakta bağırıyor, çocuk müdahale etmiyor, cevap vermiyordu. Çocuk zaten korkmuştu, gitmek istiyordu. Polis bırakmıyordu, ‘ben seni götüreceğim’ diyordu. Çocuk hiç seslenmiyor, polis ‘Seni öldüreceğim, başıma bela olacaksın’ diyordu. Polis, ikide bir çocuğa seni öldüreceğim’ diyordu. Çocuk da ‘Öldüreceksen öldür, ben buradayım’ diyordu. Aramız iki üç adım bir şeydi. Tabii yanlarına çok yaklaşamadık. Silah var, bize de dönebilir diye. İlk gördüğümden itibaren polisin elinde silah vardı. Çocuğun elinde bir şey yoktu.
YALVARDIM: Çocuk hiç müdahale etmiyordu. Çocuk yürümek istiyordu, hep önüne geçip müdahale ediyordu. Polis önce çocuğun ayağına ateş etti. Denk gelmedi. Yere ateş ettiğinde ben onun polis olduğunu bilmiyordum. ‘Ağabey, yapma yazık günahtır’ dedim. ‘Elinden kaza çıkacak, gerek yok’ dedim. Biz öyle dedikçe kendini havalara soktu. Bizi hiç dinlemiyordu. Ayaktayken yakasını tutmuştu. Silahın namlusuyla kafasına vurdu. Çocuk sırtüstü yere gitti. Polise çok yalvardık, yapma diye yalvardık. Çocuk zaten çelimsizdi. Bu sefer alnına ateş etti. Ayağa kaldırdı, bu sefer kafasına sıkınca çocuk yere düştü.
VURDU, 155’İ ARAYIN DEDİ: Tüm yaşananlar iki dakika içinde oldu. O çocuk pisi pisine vuruldu. Vurduktan sonra bize ‘155’i arayın gelsin’ dedi. Biz de kızdık. 155’i aradık. İki dakika içinde sivil ve diğer polis ekipleri geldi. Yerde bir bıçak vardı. Ama çocuktan düşüp düşmediğini görmedim. Diğer polisler, çocuğu vuran polisi apar topar ekip arabasına bindirerek götürdü. Çünkü buradaki halk vuran polisin üzerine yürümek istedi.
GÖZDAĞI VERDİLER: Esnaf olduğumuz için direkt bizim yanımıza geldiler. ‘Biz olsak, biz de aynı şeyi yapardık’ dediler. Yanımıza gelenler sivildi. ‘Dağılın lan buradan, bizim de çoluk çocuğumuz var’ diye bağırıp çağırdılar. Sonra bizim mekâna geldiler. Gazeteciler de geldi. Gazeteciler bizimle konuşmak isteyince, siviller ters ters bakıyordu. Konuşturmak istemiyordu. Ben polislere ‘Size ifade vermek istemiyorum, savcılığa ifade vermek istiyorum’ dedim. Altı yedi sivil polis vardı. İnsanlara burada gözdağı verdiler. İfade verdirmek istemediler. İnsanlar da başımız ağrımasın diye, herkes geri çekildi. Bunu bütün herkes gördü. İlçe emniyet müdürü geldi, ‘şahit misin’ diye sordu. ‘Kafam yerinde değil’ dedim. ‘Daha sonra düşüneceğim ve ifade vereceğim’ dedim.
VİCDANIM SIZLAR: Savcılığa da mutlaka ifade vereceğim. Vermek zorundayım, Bu vicdanın altında kalamam. Polis vuruyor, yarın bize de aynı şeyi yapabilirler. Aydın Sökeliyim. Burada böyle bir şey daha önce olmadı. İlk kez yaşıyorum. Gözlerimin önünde olduğu için hâlâ şoku üzerimden atamadım. Çocuğun ailesi yarın (bugün) buraya gelecekmiş. Kendi ailesiyle birlikte karakola gitmeden savcılığa giderek ifademi vereceğim. Çocuğu da polisi de tanımıyorum.

Olay sonrası sessizlik
Kuşadası’nı sarsan olayın ardından sivil polis gözaltına alındı. Emniyet polisin kimliğini açıklamadı ve Aydın Valisi Hüseyin Coş’un önceki gün yaptığı açıklama dışında çıt çıkmadı. Coş, “Savcılıkça yakalama emri bulunan bir kişiyi polis memuru almak istemiş. Kişi bıçakla mukavemet edince arbedede polis silahını ateşlemiş. Polis şu an gözetim altında. İddialar adli tahkikat sonucunda açıklığa kavuşacak” demişti.

Abla: Polis olduğunu nasıl bilsin?
Başından polis kurşunuyla vurulan Umut Tamaç, şu anda yoğun bakımda, yaşam mücadelesi veriyor. Yanında ablası Pınar Tamaç var. Kardeşinin iddia edildiği gibi uyuşturucu satmadığını sadece bağımlı olduğunu anlatan abla Tamaç, hakkında da ‘yakalama değil, polis kontrolünde hastaneyi götürme’ kararı olduğunu söyledi. Abla Tamaç, şunları anlattı:
“Uyuşturucu satıcılığından sabıkalı olduğu söyleniyor. Umut’un geçmişte silah yakalatmaktan dolayı bir sabıkası var. Onun dışında sabıkası yok. Uyuşturucu bağımlısı. Kullanıyor ama satmıyor. Şu an yoğun bakımda. Polis kasti olarak kardeşimi vurdu. Birinin uyuşturucu kullanıyor olması gidip onu kafasından vurabilirsiz anlamına gelmiyor. Havaya sıkıp o kurşunun şakaktan girip, yanaktan çıkması diye bir yerçekimi kanunu yok.”

‘Kimlik göstermemiş’
Kardeşinin bu kişiyi polis olarak bilmesinin mümkün olmadığını belirten abla Tamaç, şöyle devam etti: ‘Umut buraya gel’ derken kimliğini göstermeden çağırması, Umut’un onu polis olarak algılaması söz konusu değil. Umut, şizofren tedavisi gördü. Tam olarak tanı konmasa da tedavi oldu. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde uyuşturucu tedavisi gördü. Raporu yok. Hastaneden taburcu oldu. Bir ay önce polisle birlikte kontrole gitti. Düzgün olduğu herhangi bir problemi olmadığı için aynı gün geri bıraktılar. Umut’un her ay Manisa’da hastaneye giderek polis kontrolünde doktor heyetine girmesi gerekiyor. Umut’un suçtan dolayı aranması veya yakalanması gibi hakkında verilmiş karar yok. Uyuşturucu kullanıp kullanmadığına dair hastaneye gidip heyete girmesi gerekiyor. İki ay önce de polisle birlikte gidiyor. Uyuşturucu kullanmadığına karar veriyorlar ve taburcu oluyor. Zorla götürülme kararı var, yakalanma veya araması bulunmuyor.”
Umut Tamaç’ın Kuşadası’nda yalnız yaşadığını belirten Pınar Tamaç, “Annemiz vefat etti. Sorunlu bir çocuk ama bu hiçbir şekilde polisin kafasına kurşun sıkmasını gerektirmiyor. Gerekiyorsa da belden aşağı kullanması gerekirdi” diye konuştu.

Yüksek yargıyı yüksek yargıdan kurtarmak misyonu / İSMET

Yüksek yargıyı yüksek yargıdan kurtarmak misyonu
Yazı Boyutu< Önceki HaberSonraki Haber >İSMET
BERKAN

Türkiye

14/04/2010
ismet.berkan@radikal.com.tr
Yazdır

Arkadaşına Gönder

Yorum Yaz

Arşive Ekle

Haberi Paylaş
Facebook

Mixx

Delicious

Stumble Upon

Twitter

Friend Feed
Google

Digg

Yahoo

Reddit

myspace


Yönetim bilimiyle uğraşanlar bu durumu üniversite yıllarından itibaren yakından bilirler. Aslında aynı durum için askerlikte de güzel bir söz vardır: Yığınakta yapılan hata, diye başlayan... Hatalı kurulan sistemleri o sistemin içinde kalarak düzeltmek imkânsıza yakındır.
Bizim yargı sistemimiz de tam böyle. Baştan yanlış ve kusurlu kurulduğu için olsa gerek, sistemi radikal olmayan adımlarla, parça parça düzeltmeye yönelik her girişim başka başka yanlışlara neden olmuş, bugün de olmaya devam ediyor ve Anayasa değişikliğiyle etmeyi sürdürecek.
Din temelli bir hukuktan laik hukuka geçiş dönemini akademisyenlerin iyi incelemesi gerek.
O geçiş döneminde, gerçek anlamda pozitif hukuka değil de bir dogma hukukundan bir başka dogma hukukuna geçildi.
50’li yıllarda çok partili demokratik hayata hiçbir yasal-anayasal ve insan malzemesi bakımından hazırlık yapılmadan bir gecede geçildiği için de, devlet sistemi pek çok yerden tıkandı, kavga konusu oldu. Bunlardan başlıcası yargı sistemiydi. İdeolojik anlamda taraflı, iktidara her bakımdan bağımlı, emir alan ve uygulayan bir yargı.
1960 darbesi öncesinin ve sonrasının başlıca sloganlarından biri de ‘Hâkim teminatı’ idi. Bu durduk yerde ortaya atılan bir laf değildi; Demokrat Parti, çok partili hayatın iktidarı olduğu halde zaman zaman tek partiymiş gibi, sanki Milli Şef dönemiymiş gibi hareket etti, yargı alanında da beğenilmeyen kararlar veren yargıçların başına gelmedik kalmadı.
1961 Anayasası bu durumu düzeltmeye çalıştı; ama değişiklik kökten değildi, yine palyatifti, parçacı ve o an için sorun olan konuları ortadan kaldırmaya yönelikti. Sorun elbette bitmedi. Evet belki ilk derece hâkimlerin teminatı sağlanmıştı ama bu kez bir yargı aristokrasisi oluştu, ideolojik taraflılık tepeye yerleşti.
Bu sorun bitmedi, bugün alınmak istenen tedbirlere bakıyorum da, bitmez de... Biz sonsuza kadar yargının taraflılığını ve bağımsızlığını konuşmaya devam edeceğiz. Çünkü yığınakta yapılan hatayı hala düzeltmeye çalışıyoruz.
***
Dünkü gazetelerde okudunuz herhalde, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun ‘seçilmiş’ Başkanvekili Kadir Özbek, yapılmak istenen Anayasa değişikliklerini eleştirirken talihsiz bir benzetme yapmış, bir Pakistan örneği vermiş.
Özbek’in örneği şu: 1981’de Ziya ül Hak darbe yapıp yönetime gelince bir Anayasa hazırlattı ve yargıçlardan bu anayasaya sadakat yemini etmelerini istedi ama Pakistanlı yargıçlar bunu yapmadılar.
Elbette yapmadılar; çünkü ne kadar sömürge geçmişten geliyor olursa olsun, Pakistan’da yargı, anglo-sakson gelenekten geliyor ve orada yığınakta hata yapılmadı, sistem daha en başında doğru dürüst kuruldu. Öyle kurulduğu için de daha birkaç yıl önce Pakistan’ın bir başka darbeci lideri silah zoruyla geldiği iktidarını kaybetti.
Ama bir de bizim yığınaktaki hatalarımıza bakın... 27 Mayıs darbesini hukuken meşrulaştıran hukuk profesörleri ve yüksek yargıçlar mı istersiniz, Danıştay toptan kapatılıp yeniden açılırken ağzını açmayanlar mı dersiniz, Genelkurmay karargâhına otobüslere doluşup gidip brifing alanlar mı istersiniz...
Bu talihsiz benzetmeler, yüksek yargının içinde bulunduğu durumu artık saklanamaz bir gerçek halinde önümüze koyuyor maalesef.
İdeolojik taraflılığın yerine hukukun evrensel prensiplerini, militan demokratlığın yerine insan haklarını temel alan bir felsefeyi koyamayan yargının bugün yakınmaya ne kadar hakkı vardır?
Bugün yakınmaya hakkı olan tek topluluk,
bu ülkenin adalet diye inleyen sıradan vatandaşlarıdır ve korkarım gelecekte de inlemeye devam edeceğiz; bir ideolojinin yerine başkasını koymak adaleti sağlamayacak çünkü.

AİHM yargıcı Işıl Karakaş: Anayasa paketinin uzlaşma ve parti kapatmadüzenlemeleri sorunlu, öteki teklifler olumlu


AİHM yargıcı Işıl Karakaş: Anayasa paketinin uzlaşma ve parti kapatma düzenlemeleri sorunlu, öteki teklifler olumlu

4/7/2010 1:46:00 AM


AİHM yargıcı Işıl Karakaş, Anayasa değişikliği paketi ve Türkiye'deki son tartışmalar hakkında BBCTürkçe'den Murat Baykara'nın sorularını yanıtladı; Uzlaşma eksikliği ve parti kapatma düzenlemelerini sorunlu bulan Karakaş'a göre, HSYK ve YAŞ kararlarına yargı denetimi, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması, sendikal düzenlemeler ve Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru olumlu. BBCTürkçe'nin söyleşisi şöyle:


BBC Türkçe: Anayasa değişiklik teklifi ile ilgili olarak en çok tartışılan unsurlardan biri yargı ile ilgili düzenlemeler. Hükümetin bunlarla yargıyı yürütmeye tabi kıldığı eleştirilerine katılıyor musunuz?
Işıl Karakaş: Özellikle HSYK'nın yapısında, eleştirilen hususlardan adalet bakanı ve müsteşarın yer alması meselesinde, diğer Avrupa ülkelerinde de benzer yapıların olduğunu görüyoruz. Yani Fransa'da bu şekilde. Polonya olsun, Hollanda olsun, bir takım Avrupa ülkelerinde bu tarz yapılanmalar var. Yani HSYK'nın yapısında yürütmeden bazı kişilerin olmasının kurulun yapısını özel olarak etkileyeceği kanısında değilim doğrusu. Ama onun dışında seçilme sürecine ilişkin olarak, üye sayısı arttırıldı, bunların seçim süreçleri farklı, ki bu daha teknik bir mesele ve bunun tartışılmasını iç yargı organları mensuplarının daha iyi yapacağını düşünüyorum açıkçası.
Anayasa Mahkemesi'ne gelince, Anayasa Mahkemesi üye seçiminde de, Meclis tarafından seçilmesinde herhangi bir mahsur görmüyorum doğrusu. Bu aslında olması gereken birşey. Ama diğer bakımlardan, örneğin Anayasa Mahkemesi'nin oluşturulma sürecinde cumhurbaşkanının hangi gruplar arasından kaç kişiyi seçeceği meselesi yine teknik bir tartışma. Bununla ilgili olarak mensubu olduğum yargı organında herhangi bir içtihat söz konusu değil.
BBC Türkçe: Eleştirilen belli uygulamaların bazı Avrupa ülkelerinde de olduğunu söylediniz. Ancak bu görüş, 'İyi ama o Avrupa ülkelerinde demokrasi kültürü gelişmiş' itirazıyla karşılaşabiliyor. Bu hukuki açıdan dikkate alınmalı mıdır?
Işıl Karakaş: Demokrasinin standartları bellidir. 47 üyeli Avrupa Konseyi ülkeleri arasında demokrasi standardının aynı olması gerekir. Yani Fransa'da demokrasi kültürü daha yüksek, Türkiye'de daha düşük diye bir savı ben kabul etmiyorum. Türkiye 1949'dan beri Avrupa Konseyi'nin üyesidir. Dolayısıyla demokrasinin Avrupa'daki standarlarını belirleyen bir uluslararası kurumun üyesi olan ve sözleşmelerinin tarafı olan Türkiye'nin demokrasi kültününün diğerlerinden daha az olduğunu düşünmek istemiyorum. En azından bugün, 2010 yılında bu savı ileri sürmemek gerekir.
BBC Türkçe: Anayasa değişikliklerinde çok tartışılan bir unsur da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin de ilgi alanına giren parti kapatmalar. Önerilen değişiklikleri, bu konuda kriterler belirleyen Venedik Komisyonu kararlarıyla uyumlu buluyor musunuz? Işıl Karakaş: Açıkçası ben parti kapatma rejimini demokrasiye aykırı buluyorum. Ama eğer bir parti kapatma sistemi geritiyorsanız ve bununla ilgili değişiklikler yapacaksanız, bunun AİHM'nin içtihatlarına uygun olması gerekir.
BBC Türkçe: Hazırlanan değişlik uygun mu?
Işıl Karakaş: Ben uygun olduğunu düşünmüyorum. Bazı konuları belki olumlu olabilir. Ancak kapatılma sürecinin öncelikle Meclis'te incelenip ondan sonra Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini yargılama ilkeleri açısından doğru bulmuyorum. Başka ülkelerde mesela yüksek yargı tarafından inceleniyor, daha sonra anayasa mahkemesine gidiyor. İspanya'da bu şekilde mesela. Bu olabilirdi, yani Yargıtay tarafından incelenip ondan sonra Anayasa Mahkemesi'ne gidebilirdi. Ama kriterler kesinlikle AİHM'nin getirdiği, yani siyasi partilerin demokrasiyi yok etmemek ilkesi çerçevesinde hareket etmesi zorunluluğu olmalıdır. Bunun dışında getirilen düzenlemelerin Avrupa demokrasisi açısından uygun olduğunu düşünmüyorum.
BBC Türkçe: Anayasa değişiklik teklifinin referanduma gitmesi kuvvetle muhtemel. Pakette de halkoyuna sunulduğunda tümüyle oylanması öngörülüyor. Buna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Işıl Karakaş: Bunun Venedik kriterleri çerçevesinde nasıl yorumlanacağına ilişkin iki farklı yaklaşım var. Ancak Venedik Komisyonu'nun aldığı prensip kararlarıdır bunlar. Yani uyarsanız iyi olur, ama herhangi bir bağlayıcılığı yok. Bunun altını çizmek lazım. Bildiğim kadarıyla Venedik Komisyonu'nun referanduma ilişkin olarak verdiği bir ilke kararı, anayasanın bir bütün olarak referanduma sunulmasında herhangi bir engel olmadığı doğrultusunda. Ancak belirli bir bölümünü sunarken, birbirinden çok farklı unsurlar içeriyor ise, bunların ayrı olarak da oylamaya sunulabileceği yönünde bir hüküm var. Dolayısıyla açıkça engelleyen bir durum yok diye biliyorum. Ben de bir bütün olarak referanduma sunulmasında bir sorun görmüyorum.
BBC Türkçe: Türkiye'de çok tartışılan bir konu da, anayasa değişikliğinin neden bir toplumsal uzlaşmanın ürünü olmadığı ya da olamadığı. AKP bunun toptan bir anayasa değişikliği olmadığını, dahası böyle bir uzlaşmanın daha önce denendiğini ve bunun sağlanamadığını savunuyor. Siz böyle bir uzlaşmanın elzem olduğunu düşünüyor musunuz?
Işıl Karakaş: Gerçekten de anayasa bir uzlaşma metnidir. Uzlaşmanın da ötesinde, anayasanın bir toplumsal pakt özelliği taşıması gerekir. Yani toplumun tüm kesimlerinin, siyasal partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, meslek kuruluşlarının, üniversitelerin katkısıyla hazırlanması gereken bir metin olduğunun düşünüyorum. Türkiye malesef 1982'den bu yana aynı anayasayla yönetiliyor.
Benim görüşüm, bu anayasanın tümüyle değişip bir toplumsal uzlaşma zemininde, bir toplumsal pakt özelliği taşıyacak şekilde yeniden yapılması gerektiğidir. Bakın 16 defa değişti bu anayasa. Bu 17'incisi olacak herhalde. Başlangıcı, yani anayasanın ruhunu oluşturan bölümü değişti, ancak o ruh her yerinde devam ediyor. Otoriter yapı anayasanın iliklerine sinmiş durumda. Dolayısıyla istediğiniz kadar değiştirin, başka bir yerden başka bir maddesi, Avrupa standartlarındaki bir demokrasiye aykırı unsurlar içerebiliyor.
Benim görüşüm bu tarz ufak tefek değişikliklerle, makyajlanarak, 1982 anayasasının otoriter yapısının giderilmesinin mümkün olmadığıdır. Değişiklikler ufak tefek olsa bile, toplumdaki her kesimin ve görüşün üzerinde uzlaşabileceği birşey olmalıdır. Tabii ki herkesin her madde üzerinde uzlaşması söz konusu olmayabilir, ama bir asgari müşterek bulunabilir diye düşünüyorum. Bu olmadan anayasa değişikliği hazırlanmasını doğru bulmuyorum.
BBC Türkçe: YAŞ ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Işıl Karakaş: Şahsi görüşüm YAŞ ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılması gerektiğidir. Çünkü idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine tabiyken bunları dışarıda tutmak hukuk devletine yakışmayan bir düzenlemeydi. Dolayısıyla hepsi olmasa da meslekten ihraca yönelik kararların yargı denetimine açılmasını çok önemli bir gelişme olarak görüyorum.
YAŞ ve HSYK kararlarının yargı denetimine kapalı olması AİHM'nin denetlediği bir konu değil. Mahkeme daha önce buna bakmış ve devletin böyle bir düzenleme yapma yetkisi olduğuna karar vermiştir. Ama hukuk devletinde idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine açık olmalıdır. Hele ki meslekten ihraç gibi önemli bir kararın.
BBC Türkçe: Askerin de sivilin de sivil mahkemede yargılanmasını düzenleyen değişiklik maddesi ise AİHM'yi ilgilendiren bir düzenleme öyle değil mi?
Işıl Karakaş: Evet, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması meselesi defalarca AİHM'ne geldi ve Türkiye mahkum edildi. Mahkeme bunu adil yargılanma ilkesine aykırı buluyor.
BBC Türkçe: Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının tanınması, sizin yani AİHM'nin önüne gelecek başvuruların azalmasıyla sonuçlanabilir. Bu konudaki düzenlemeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Işıl Karakaş: Bu çok önemli bir konu. Vatandaşların Anayasa Mahkemesi'ne, Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlükler ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırılık iddiasıyla anayasa şikayeti yoluna başvurabilmeleri bence çok olumlu bir gelişme. Çünkü Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde en fazla şikayet edilen ikinci devlet.
Ben bu yolla, AİHM'ne gelen başvurularda önemli bir azalma olacağını düşünüyorum. Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlükler ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırılık iddiaları Anayasa Mahkemesi tarafından çözümlendiğinde, problemlerin iç hukukta çözülmesi mümkün olacağı ve uluslararası yargıya taşınmayacağı ümidini taşımaktayım. Bunun denendiği ülkelerden, örneğin İspanya'dan çok daha az başvuru geliyor. O bakımdan, bence bu sendikal haklarla birlikte paketteki en önemli değişikliklerden bir tanesi. Sendikal hakların da çok önemli olduğunu, grev hakkına ilişkin kısıtlayıcı hükümlerin kaldırılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii memurlara yönelik toplu sözleşme de öyle. Bunlar çok gecikmiş düzenlemelerdi.
BBCTürkçe

Çağlar ŞAVKAY - 'hepiniz dışarı'

'hepiniz dışarı'

'Dokunulmayanlar' ( The Untouchables ) 1959 yılından 1963 yılına kadar amerikan televizyonunda gösterilen, 1930 senelerinin Chicago'sunda Al Capone dokunulmazlığı hüküm sürerken, korkusuz, dürüst ve kanunlara bağlı polis komiseri Eliot Ness alias Robert Stack' ın kanundışılara olan mücadelesinin anlatıldığı diziydi.

TRT yıllarında, siyah beyaz ekrandan hatırlıyorum.
1987 yılında, senaryosunu David Mamet in kaleme aldığı, Brian de Palma yönetiminde, Al Capone' un Robert de Niro, Kevin Kostner'in Eliot Ness, Sean Connery ve Andy Garcia'nın öteki korkusuzlar rolünü üstlendikleri filmi de çoğumuz hatırlarız.
Bugün Türkiye'sinde, onca belge, onca kanıt, onca şahitlik; vesayet rejiminin bütün bu anayasa ve hukuk suçlarına dair doğrunabilirlik bilim kurullarında tescil edilmişken, Yargı, Yüksek Yargı, Hukuk adamı veya GenelKurmay, kullanılabilir gazete ve gazetecilerin mızıkçılık ederek, yok, kağıt parçası idi, yok efendim, hukuk a müdaheledir mahkumiyet kesinleşmeden aman masumet karinesini zedelemeyelim; asimetrik psikolojik savaştır; kurumlarımız yıpratılıyor teranelerini işittikçe aklıma hep Palma'nın 'Dokunulmazlar' filmindeki Al Capone'un yargılanma sahneleri geliyor...

Al Capone 'u kanunsuz işlerinden bir türlü kıstıramayan federal hükümet ( Eliot Ness ve arkadaşları ), bir şekilde suç üstü yakaladığı muhasebecisi vasıtası ile vergi kanununa muhalefetten mahkum ettirmek üzere nihayet Al Capone'u Mahkeme'ye çıkarır; Ness ve arkadaşları, 'Dokunulmayanlar' ın mahkum olacaklarından zerre şüphesi yoktur; bu düşünce ile mahkeme salonunda keyifle duruşmayı izlemektedirler; Al Capone ise avukatları ile oturduğu yerden etrafa en sevimli halini gösterirken hiç de endişe içinde değildir; bu durumu tespit eden Eliot Ness, Al Capone'un jüri üyelerine doğru rahat bakışlarını da fark edince, mahkeme başkanına yaklaşır ve jüri üyelerinin tarafsızlıklarını kaybettikleri hakkında ciddi bulgulara sahip olduğunu söyleyince, mahkeme başkanı mübaşire dönerek, yan salondaki başka bir davadaki jüri üyeleri ile kendi duruşmasındaki jüri üyelerinin değiştirilmesini ister; Al Capone'un şaşkın bakışları eşliğinde yan duruşma salonundaki jüri Al Capone duruşmasının jürisi ile değişir ve duruşma sonunda Al Capone mahkum olur ve cezaevine konulur.

Türkiye'nin bugünkü haline bakıp,
vesayet rejiminin bütün bekçilerine

'beyler, hanımlar, hepiniz dışarı'

diyesiniz yok mu ?

pişkin pişkin
oldukları heryerde,
seslerini de hiç kısmadan
oturuyorlar...

Geçenlerde televizyonda Anayasa paketini tartışan muhterem profösör, 12 Eylül sonrası Anayasa yapım sürecinin nasıl da doğru işlediğini sıkılmadan anlattı; Orhan Aldıkaçtı'yı yerlere göklere sığdıramadı; hemen yanında, aynı Orhan Aldıkaçtı'ya ölümünün ertesinde, Üniversitesinde saygı töreni düzenleyen bir başka anayasa profösörü de, Aldıkaçtı'nın aklını fikrini ruhunu 12 Eylül'e teslim etmesini hiç hatırlamadan, hatırlatmadan, 12 Eylül anayasanın mutlaka değiştirilmesi gerektiğini ısrarla önkoşul olarak ileri sürüyordu...

Arsen Ceyhan'a daha geçen gün şikayet ediyordum...

Le Monde un geçen haftaki manşetinde fransız sosyalist partisinin lideri Martine Aubry'nin ( eski AB Komisyon başkanı Jacques Delors 'un kızı ), Fransa'daki bölgesel seçimleri açık farkla, yeşil'ler ile ittifakla kazandıktan sonra 2012 başkanlık seçimleri ufkunda ortak bir siyasi proje-program hakkındaki görüşlerini okuyordum;

Martine Aubry diyordu ki;

'ne üretmeliyiz?, nasıl üretmeliyiz? nasıl bölüştürmeliyiz ?'

sorularının cevaplarından oluşacak ortak proje-programımız...

İşte demiştim Dünya nın olduğu yer budur...

'İşte oradan dönüp, bizim durumumuza bakın tanrı aşkına...neleri, kimler, ne için tartışıyor...'

demiştim Ceyhan' a...

Arsen, daha çok bekleyeceğimizi söyleyerek;

'bizde 1789, 1871, 1848, 1936, 1968'leri yaşamadan, Dünya'nın 2010 yılına gelemiyor olmanın sıkıntılarıdır bunlar'

deyince tekrar düşündüm...

'hanımlar, beyler,
dokunulmayanlar,

hepiniz dışarı...

Dünya'ya yer açın

Dünya içeri...'

12-4-2010

Taha Akyol Objektif / Anayasa için açık mektup

Taha Akyol Objektif
t.akyol@milliyet.com.tr

Anayasa için açık mektup
07 Nisan 2010

EVET yıllardır Anayasa’yı tartışıyoruz ama taslağın aceleyle hazırlandığı açıktır. Hatta imza aşamasındaki sakarlıklar da bu acelenin eseridir.
Taslağın maddeleri yeterince tartışılmadan Meclis’e sunuldu. Muhalefet de toptan reddiyeci davrandı, ‘düzeltici’ öneriler getirmedi... Bu yüzden maalesef ancak son aşamada, yani komisyonda bu hataları düzeltmekten başka şansımız yok.
Şunu da hemen belirteyim: Taslağın bugünkü haliyle bile “değişmez ilkeler”e aykırı olduğu ve mahkemece iptal edileceği şeklindeki iddiaların son derece aşırı olduğunu düşünüyorum. “367” ve “411” gibi ‘taraflı’ kararlarını bildiğimiz Anayasa Mahkemesi’nin bu defa böylesine aşırı iddiaları benimseyeceğini sanmıyorum.
Taslağın geneli benim yıllardan beri savunduğum ‘felsefe’ye de uygundur. Ama yanlış bulduğum bazı maddeler var ki, yargının tarafsızlığına güven oluşması için bunların düzeltilmesi şarttır.

Hangi taraf?
Yıllarca CHP’de çalışmış, DSP’den aday olmuş bazı isimler Anayasa Mahkemesi’ne üye olmuşlardır. Ama bir tane AP’li, DYP’li, ANAP’lı hukukçuya bu nasip olmamıştır!
Daha önemlisi, Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın bazı kritik kararlarında, ‘temel kavramlar’ın 1930’lardaki, 1940’lardaki CHP metinlerinde yazılan şekilde yorumlandığı, ona göre hükümler verildiği de bir gerçektir.
Sebep, elbette üyelerin CHP’li olması değil, tarihten gelen görüş paralelliğidir.
Halbuki bu tür kurulların “tarafsız” olması, ancak üyelerin hem seçildikleri kaynaklar bakımından hem fikren “çeşitli” olmalarıyla mümkündür.
Meclis’e sunulan önergede Anayasa Mahkemesi ve HSYK için “geniş temsil” ve “kaynak çeşitliliği” ilkelerinin esas alınması bu bakımdan da son derece isabetlidir.
Fakat “üye seçimi” konusunda birkaç husus var ki, bunlar ülkenin öbür kesiminde “Ak Parti taraflısı yargı” endişesi yaratıyor. Bu sadece muhalefetin siyasi itirazı değildir.
Sivil toplum ve meslek kuruluşları da bunu dile getirmişlerdir.

Güven vermek
27 Mayıs’ın “Yüksek Adalet Divanı” adlı infaz heyetinden beri zaman zaman yargının “taraflı” darbelerinin acılarını yaşamış olanların bugün ahlaki görevi, “bizim yargımız”ı değil, “tarafsız yargı”yı oluşturacak üye seçim sistemlerini getirmektir! Bu konuda geniş kitlelerin gözünde güven verici olmaktır.
Sadece ahlaki görev de değil... Ülkede huzurun olması, hukuka güvenin gelişmesi için de siyasi bir zorunluluktur bu.
Ama Cumhurbaşkanı’na bu kadar geniş yetki verirseniz... Üye seçiminde Meclis’teki ve Yargıtay’daki oylama için farklı usuller getirirseniz... HYSK üyeliği için tabanda seçim çekişmesi yaratırsanız... Bu güven oluşmaz.
Hatta gerilim artar.
İşte taslağı bu açılardan eleştireceğim ve komisyonda düzeltilmesi için öneriler sunacağım.

Cumhurbaşkanı seçerse
Cumhurbaşkanına aşırı yetki vermenin sakıncalarını, 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in atamalarından bir örnekle somutlaştırmak istiyorum: Yargıtay Başsavcılığı için Yargıtay’da Haziran 2004’te yapılan seçimlerde Uğur Hakkıibrahimoğlu 173 oy, Abdurrahman Yalçınkaya 140 oy almış ama Sayın Sezer’in tercihi Yalçınkaya olmuştur!
Haziran 2007 gibi siyaseten çok kritik bir dönemde Yargıtay’da yapılan seçimde Yalçınkaya’nın oyları 95’e düşmüş, buna karşılık Ersan Ülker 146 oy almıştır. Buna rağmen Sezer yine Yalçınkaya’yı atamıştır!
Sezer’in siyasi doğrultusu bellidir ve bütün atamalarını o yönde yapmıştır. Hatta Sayın Sezer, CHP’li Av. Özdemir Özok’u Anayasa Mahkemesi’ne atamış, Sayın Özok, “Ben CHP’liyim, uygun olmaz” diyerek asil bir davranışla bunu kabul etmemiştir.
Ak Partili komisyon üyelerine sorum şu: Şimdi yapılacak iş, bunun aksini yapmak mıdır? Bu mekanizmayı ortadan kaldırmak mıdır?
Yarın devam edeceğim.

Taha Akyol Objektif / Anayasa Mahkemesi

Taha Akyol Objektif
t.akyol@milliyet.com.tr

Anayasa Mahkemesi
08 Nisan 2010


CHP lideri Baykal haklı olarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın bir sözünü hatırlatıyor: “Anayasa değişiklikleri bize gelmesin!”
Sayın Kılıç bu sözüyle elbette “Değişiklikleri uzlaşarak yapın” diyor. Fakat CHP ‘yargı reformu’nda uzlaşmaya yanaşmadığı gibi, Sayın Kılıç’ın aynı konuşmasındaki “Parti kapatmayı zorlaştırın” çağrısını da görmezden geliyor.
CHP’nin siyaseti bu...
Ak Parti’nin siyaseti ise, hem kapatma davası açılmasını zorlaştırmak hem Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmek...
İki tez de eşit düzeyde ‘siyasi’dir.
Siyasetten ziyade hukuku önemseyenlere düşen, evrensel hukuka bakmaktır.
Yani, evrensel hukuka göre yapılanmış bir Anayasa Mahkemesi...

Evrensel ilkeler
Sorunu somutlaştıralım: Ak Parti hakkında Başsavcı kapatma davası açtı, mahkemenin 11 üyesinden 10’u “irtica odağı” olduğuna hükmetti...
‘Laik kesim’in gözünde bu karar sanki şeriattaki “hüccet” gibi bir ‘kesin doğru’dur!
Halbuki... Venedik Komisyonu, hem Başsavcı’nın kendi başına dava açmasını yanlış buluyor... Hem “oyların % 46’sından fazlasını almış iktidar partisini” irtica odağı sayan bir mahkemenin “Türk toplumundaki muhtelif eğilimleri yeterince yansıtmadığına dair bir gösterge” sayıyor.
Demek ki:
- Evrensel hukuka göre ve Sayın Haşim Kılıç’ın da belirttiği gibi, parti kapatma zorlaştırılmalıdır. Taslaktaki ‘Meclis komisyonunun izni’ sağlıklı değildir. Başsavcı, izin alamayacağını bile bile kapatma talebinde bulunarak bir partiyi ‘şaibeli’ hale düşürebilir. Asıl tedbir, 68. maddeye “şiddet” şartını koymaktır. Bunu öneriyorum.
*
Mahkemenin yapısının da toplumdaki ana eğilimleri yansıtacak bir “çeşitliliğe” kavuşturulması lazım. Bunun için Batı’da üyelerin önemli bir bölümünü parlamentolar seçiyor.
Bu evrensel ilkeler açısından, yargı reformunun felsefesi kesinlikle doğrudur.

‘Çeşitliliği’ sağlamak
Taslağa göre, Meclis’in Anayasa Mahkemesi’ne seçeceği üç üyenin üçünün de Meclis’teki “çoğunluğun” yani AKP’nin oylarıyla seçilmesi mümkün!
Halen Yargıtay’da ve Danıştay’da da “çoğunluk”, Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiyor. Yüksek yargıdaki “çoğunluk” Anayasa Mahkemesi’ne gidecek bütün adayları belirliyor.
Halbuki Anayasa Mahkemesi’nin tarafsız olabilmesi, “çoğunluğun” yapılandırdığı bir organ değil, “çeşitliliğe” dayalı bir organ olmasına bağlıdır. Meclis’te de, Yargıtay ve Danıştay’da da, mesela, herkes bir adaya oy vermeli, adaylar aldıkları oylara göre sıralanıp seçilmelidir.
Böyle bir sistem Anayasa Mahkemesi’ne seçilecek tüm üyeler açısından “çeşitlik” sağlayacaktır; Venedik Komisyonu’nun deyişiyle, “anayasa mahkemelerinde olması gereken çoğulculuk...”
Başka bir önerim de, Anayasa Mahkemesi’ne yüksek yargıdan gelecek üyeler konusunda Cumhurbaşkanı’nın devreden çıkarılmasıdır. Yüksek yargı, çeşitlilik sağlayacak şekilde kendi seçimini doğrudan yapmalıdır.
Anayasa Mahkememizin kendisi de 2003’te hazırladığı taslakta hem Meclis’in dört üye seçmesini, hem Cumhurbaşkanı’nın devreden çıkmasını önermişti ve o zaman Cumhurbaşkanı, Sayın Sezer’di.
Bu değişiklik hem gerilimi düşürür hem ‘oluşacak’ yargıya güveni artırır. Öyle bir durumda Meclis’in seçeceği üye sayısı da mesela 3’ten 5’e çıkarılabilir.
Yarın: HSYK

Taha Akyol Objektif / HSYK nasıl olmalı?

Taha Akyol Objektif
t.akyol@milliyet.com.tr

HSYK nasıl olmalı?
09 Nisan 2010

HSYK türü kurullar için iki sorun var: Biri, yapısı nasıl olmalı, üyeleri nasıl seçilmelidir?
Temel ilke, kurulun ideolojik veya mesleki ‘klik’ oluşturamayacak sayıda ve çeşitlilikte olmasıdır.
Onun için Avrupa’da bu tür kurulların üye sayısı 20 civarındadır. Büyük çoğunluğunu her kademeden gelen yargıçlar oluşturuyor ama yargıç olmayan hukukçu ve idareciler de üyedir; “çeşitlilik” sağlamak için.
Bizde ise HSYK’nın üye sayısı, sadece yüksek yargının seçtiği 5 üye ile bir bakan ve müsteşarıdır. Bunun ‘klik’leşmeye ve “kooptasyon” denilen birbirini seçme ilişkilerine çok müsait olduğu açıktır. Değişiklik önergesinde üye sayısının 21’e çıkarılması ve “geniş temsil” ile “çeşitlilik” ilkelerinin benimsenmiş olması isabetlidir.

Yürütme ile ilişkiler
Bu tür kurullar için ikinci sorun şudur: Adalet hizmetlerinden dolayı halka karşı siyaseten sorumlu olan “yürütme”yle ilişkiler nasıl olmalıdır? 1982 Anayasası 5 yüksek yargıçtan oluşan bir “kapalı kast” kurmuş, bunu dengelemek için de Adalet Bakanı’na geniş yetkiler vermiştir: Adalet müfettişleri bakana bağlıdır, hâkim ve savcıların tayin, yükselme, disiplin işlerinde bakan ve müsteşarın en azından oy hakkı vardır, kurulun kendi sekretaryası, bütçesi yoktur...
Taslak bu konularda iyileşmeler getiriyor: Hâkim ve savcıların özlük işlerine ve soruşturmalara bakacak üç ‘daire’ kuruluyor, bakan hiçbirinin üyesi bile değildir. Müfettişler tamamen bakanlıktan alınıp kurulun ilgili ‘daire’sine bağlanıyor, kararlara karşı etkin itiraz ve yargı denetimi getiriliyor...
Bakanın yeni statüsü, “Genel Kurul”un başkanı olmasıdır.
Buna da itiraz edilebilir ama “Bakan daha yetkili hale getiriliyor” demek çok yanlıştır.
Bu konudaki evrensel ilke, halka karşı sorumlu olan yürütmenin tamamen dışlanması değildir. Yürütme veya yasamanın tamamen dışlandığı bir model yoktur. Önemli olan, yürütme veya yasamanın HSYK’da “etkileme gücü”ne sahip olmadan temsil edilmesidir.

Üç eleştiri
- Danıştay, bugün beş üyeden 2’sini seçiyor, taslakta ise 21 üyeden birini seçecek! Yüksek yargıda dışlanma duygusu yaratan bu yaklaşım yanlıştır. Diğer kontenjanlardan birkaç üye yüksek yargıya verilmelidir.
- Taslaktaki en tehlikeli husus şudur: HSYK’nın 21 üyesinden toplam 10 tanesini Türkiye’deki adli ve idari bütün hâkim ve savcılar, yani toplam 14 bin ‘seçmen’ seçecek! Onun için ortaya sandık konulacak!
Bu tür seçimlerde mesleki liyakatten ziyade “başka faktörler” devreye girer, yargı tahribata uğrar diye endişeliyim.
Bunun yerine kıdem, mastır, doktora, bilimsel hukuki yayın ve performans gibi kıstaslarla yapılacak bir sıralamaya göre üye belirlenmelidir.
Yargıtay’da bile “Daire Başkanı” seçimlerinin ne sorunlar yarattığını bilmiyor muyuz?! Şimdi de adaletin tabanını mı hiziplere bölelim! Bunun vebali büyüktür.
- HSYK’ya seçilen bir üye, dört yıllık süresi bittikten sonra Yargıtay üyesi veya Yargıtay’da Daire Başkanı olmak için hesaplara girip tayin ve terfilerde ‘kendi seçmeni’ni kayırmayacak mı? ‘Seçilme’ savaşlarının yargıda nasıl tahribat yarattığını eski Yargıtay başkanlarından dinledim... Onun için, görev süresi biten HSYK üyesi eski görevine dönmeli, en azından yasa düzeyinde bu kural getirilmelidir.
Felsefesi doğru olan değişiklik teklifinin, bu somut sakıncalardan kurtarılmasını komisyona öneriyorum

Sedat Ergin / Yeni HSYK modeli Avrupa ölçülerine ne kadar uygun?

Sedat Ergin
sergin1@hurriyet.com.tr




Yeni HSYK modeli Avrupa ölçülerine ne kadar uygun?


HÜKÜMET tarafından hazırlanan anayasa değişikliği paketi içinde en çok tartışma yaratan başlıklardan birini Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yeni yapısı oluşturuyor.


Bu konuda getirilen modelin Avrupa ölçülerine uygunluğunu analiz edebilmek açısından en önemli referansı, Avrupa Konseyi'nin 2000 yılında yargıyı güçlendirmek amacıyla kurduğu Avrupa Yargıçlar Danışma Konseyi'nin (Consultative Council of European Judges) ortaya koyduğu ilkeler oluşturuyor.
Söz konusu bağımsız kuruluş, Avrupa'da yargıya ilişkin konulardaki en yüksek otorite. AYDK, yargıyla ilgili bütün konularda tavsiye kararları hazırlayarak Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'ne sunuyor.

ÇEŞİTLİLİK BEKLENTİSİ KARŞILANIYOR

AYDK'nın 2007 yılında hazırladığı 10 numaralı rapor, “Yargı Üst Kurulları”nın nasıl oluşturulması ve çalışması gerektiği hususlarındaki ana ilkeleri düzenliyor. Bu belge ışığında değerlendirildiğinde hükümetin taslağında hem artılar, hem de eksiler var.

Belgede, güçler ayrılığı ilkesini kuvvetlendirebilmek için, bu kurulların “her türlü siyasi, ideolojik ve kültürel kaynaklı önyargı ve dış baskıdan korunması” ana hedef olarak vurgulanıyor.

Rapor, kurulların tümüyle yargıçlardan oluşması gibi bir zorunluluk getirmiyor, yargıç olmayan (non judges) şahsiyetlerin de üye olmasına kapıyı açık bırakıyor. Bu çerçevede olağanüstü başarıları ve profesyonel tecrübeleriyle temayüz etmiş hukuk otoriteleri ve profesörler arasından üye seçilebileceğini belirtiyor.

Ayrıca, “toplumdaki çeşitliliği temsil etmek açısından” işletme, sosyal bilimler ve maliye gibi hukuk dışı alanlardan da üye alınması da teşvik ediliyor. Hükümet taslağının Konsey'in çeşitlilik beklentisini karşıladığı çok açık.

CUMHURBAŞKANI'NIN ATAMA YETKİSİ SIKINTILI

Belgedeki iki önemli noktanın altını çizelim. Birincisi, kuruldaki yargıç üyelerin yargının bütün kesimlerinden gelmesi. İkincisi, bu üyelerin kendi meslektaşları tarafından seçilmesi. Hükümet taslağı, HSYK'nın 21 üyesinden 16'sının yargının muhtelif organ ve kademelerinden (Yargıtay, Danıştay, Adli Yargı, İdari Yargı gibi) ve seçim yoluyla belirlenmesini öngörüyor. Bu haliyle Konsey'in bu iki beklentisinin de taslakta karşılandığı söylenebilir.

Taslak, HSYK'ya 4 üyenin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanmasını öngörüyor. Konsey ise bu yönde bir düzenlemeye kapıyı kapalı tutuyor. Çünkü, rapora hakim olan ana felsefe, siyasi otoritelerin (parlamento/yürütme) üye seçim sürecinin dışında tutularak, kurulun siyasi etkilerden korunması. Raporda çok açık ifadelerle “Kurulun yargıç olmayan üyeleri yürütme tarafından atanmamalıdır” deniliyor.

Konsey, bu kategorideki üyelerin siyasi olmayan otoriteler tarafından seçilmesini öneriyor. Bu mümkün olmadığı ve seçim parlamentoda yapıldığı takdirde, oylamada “nitelikli çoğunluk” aranmasını istiyor. Bu haliyle taslakta yer alan 4 üyenin Cumhurbaşkanı tarafından atanması yolundaki hüküm, ADYK belgesinin temel mantığına ters düşüyor.

ADALET BAKANI KURULA BAŞKAN OLAMAZ

Ayrıca hükümet taslağında HSYK üyesi olarak yerini koruyan 21'inci üye Adalet Bakanlığı Müsteşarı'nın durumu da Konsey açısından tartışmalı. Rapor, “aktif siyasetçiler, parlamenterler, yürütme ve yönetimin temsilcileri kurula üye olmamalıdır” diyor. Bu durumda hem Adalet Bakanı hem de Adalet Bakanlığı Müsteşarı'nın üyeliği sıkıntılı hale geliyor.

Konsey, Adalet Bakanlığı'nın kurul başkanlığına zaten kategorik bir şekilde karşı. Belgede, “Kurul başkanlığını siyasi partilere yakın olmayan tarafsız bir şahsın yapmasının sağlanması gereklidir” deniliyor. Yalnızca Cumhurbaşkanı'nın şekilsel yetkilere sahip olduğu ülkelerde, bu makamın kurula başkanlık yapabileceği belirtiliyor. Nitekim İtalya'da benzer bir düzenleme var. Konsey, “aksi takdirde başkan bir yargıç olmalıdır” diyor.

Rapor, yargıdaki dernek üyeleri aday göstermelerine sıcak bakıyor, ancak dernek üyesi olmayan yargıçların da kurulda temsilini teşvik ediyor. Ancak burada çok hassas bir sorun karşımıza çıkıyor. Konsey, ısrarla “vatandaşların beklentilerinin kurul'un siyaset dışı kalması yönünde olduğunu”, bu çerçevede “seçim sürecinde halkın yargıya güveninin tehlikeye düşürülmemesi gerektiğini” vurguluyor.

Kutuplaşmanın ülkenin bütün kurum ve katmanlarına yayıldığı, bu çerçevede yargının da iki ayrı örgütlenmeye sahne olduğu bir ülkede bu hedefin nasıl başarılabileceği, yanıtı meçhul bir sorudur.

Sedat Ergin / AB anayasa için mutabakat istiyor

Sedat Ergin
sergin1@hurriyet.com.tr




AB anayasa için mutabakat istiyor


AVRUPA Birliği'nin Türkiye'deki Anayasa değişikliği tartışmaları karşısında nasıl bir tutum takınacağı hükümetin TBMM'ye sunduğu teklifin dış desteği bakımından kritik bir önem taşıyor. AB, teklife nasıl bakıyor? Hükümetin istediği desteği veriyor mu?


Bu soruya yanıt için önce AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stefan Füle'nin geçen salı günü yaptığı açıklamayı tahlil etmemiz gerekiyor. Füle'nin açıklaması, hem destek içeren, ancak bu desteği “geniş katılımlı diyalog” ve “mutabakat” koşullarına bağlayan dengeli bir ton taşıyor. Şöyle ki:

HEM DESTEK, HEM TALEP

* AB Komiseri, “kilit reformların yapılabilmesi için Anayasa değişikliğine ihtiyaç bulunduğunu” vurguladıktan sonra, “bu amacın toplumun ve siyasi yelpazenin büyük bir kesiminde kabul görmesinden” duyduğu “memnuniyeti” ifade ediyor. Bu ifadeyle, Anayasa değişikliği ihtiyacı konusunda toplumsal bir konsensüsün bulunduğu vurgulanmış oluyor.

* Füle, hükümetin sunduğu reform paketinin “komisyon birimleri tarafından ayrıntılı bir şekilde incelendiğini” belirtiyor. Bu çerçevede, Komisyon'un söz konusu ayrıntılı inceleme sonuçlanıncaya kadar paketin en azından bazı yönleri üzerindeki nihai tutumunu saklı tutmak istediğini varsayabiliriz.

* AB yetkilisi, “hükümetin Anayasa reformu konusundaki istekliliğini memnuniyetle karşılıyor” ve “İlk değerlendirmelerimize göre teklif edilen reformlar doğru yönü işaret etmektedir” diyor. Fule'nin bu sözleri, hükümet teklifinin doğrultusu itibarıyla Brüksel'de olumlu karşılandığı ve AB'den genel bir destek aldığını gösteriyor.

* “Bununla birlikte” diye yeni bir paragraf açıyor Füle ve ekliyor: “Söz konusu reformların ülkenin geleceği açısından taşıdığı temel önem dikkate alındığında, tüm siyasi partilerin ve sivil toplumun katılımıyla bir diyalog ve uzlaşma ruhu içinde mümkün olan en kapsamlı istişarelerin yürütülmesi de aynı derecede önem taşımaktadır. Böylelikle, her türlü görüş ve hassasiyet dile getirilebilir ve tüm Türkiye bu büyük çaplı reform için fazlasıyla ihtiyaç duyulan mutabakata katkıda bulunabilir.”

HÜKÜMETİN YÖNTEMİ BEKLENTİLERİ KARŞILAMIYOR

AB Komiseri'nin açıklamasındaki anahtar sözcükler şunlar: Doğru yön, diyalog, uzlaşma ruhu, kapsamlı istişareler ve mutabakat ihtiyacı...

Komisyon'un bu çizgisinin Avrupa Parlamentosu'ndaki havayı yansıttığı da söylenebilir. Hükümetin Anayasa değişikliğinde başvurduğu yönteme bakıldığında, AB'nin 30 Nisan tarihli açıklamasında ortaya koyduğu beklentilerin karşılanmakta olduğunu söyleyebilmek zor. Hükümet, teklifini 22 Mart Pazartesi tarihinde açıklamış, muhalefete aynı haftanın sonuna kadar süre vermiş, ardından metni 30 Mart tarihinde TBMM Başkanlığı'na sunmuştur.

Yöntem itibarıyla Avrupa'da yerleşmiş olan ve AB'nin Türkiye'de de hayata geçirildiğini görmek istediği teamüllerin oldukça dışına çıkılan bir egzersizin yürütüldüğünü söylemek hata olmaz.

AB, bu noktada içeriğinden büyük ölçüde memnuniyet duysa da yöntem olarak sıcak bakmadığı bir süreçle karşı karşıya. Ayrıca, bunun arzuladığı gibi toplumsal mutabakata dayanan bir metin olmayacağını da görüyor. Bu durum AB'yi şimdiden ciddi bir açmazın içine sokmuş bulunuyor.

AB BU KEZ ZORLANACAK

Bu arada, AB'nin içeriğe ilişkin bazı sınırlı çekincelerin de olduğu anlaşılıyor. Türkiye-Avrupa Parlamentosu Karma Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre'nin Anayasa değişikliği konusunda “tüm tarafların önerilerinin göz önüne alınacağı geniş bir tartışma” çağrısında da bulunduğu 26 Mart tarihli açıklaması bu bakımdan önemli.

Flautre, bu açıklamada özellikle askeri yargının yetki alanının sınırlanmasından, Anayasa Mahkemesi için getirilen düzenlemeden duyduğu memnuniyeti ifade ediyor. Ancak Flautre, Adalet Bakanı ve Müsteşarı'nın HSYK'da üye olmasını “kuvvetler ayrılığı ilkesini zedeleyeceği” gerekçesiyle açık bir dille eleştiriyor, hükümeti bu maddeyi çekmeye davet ediyor. Bu eleştiri, önceki yıllarda AB Komisyonu'nun ilerleme raporlarına da girmişti.

Sonuçta AB, 27 Nisan e-muhtırası ya da 2008'deki kapatma davası gibi konularda açıkça hükümetin yanında durduğu kategorik tutumlara kıyasla bu kez daha dengeli, nüanslı ve ucu açık bir pozisyona geçmiş bulunuyor.

AB Komisyonu, anayasa tartışmasının karmaşık dinamikleri karşısında Türkiye başlığında belki de ilk kez ciddi anlamda zorlanacağı bir sınavı göğüslemek durumunda.


Sedat Ergin / Anayasa Mahkemesi'nde Yeni dönemin Güç denklemi

Sedat Ergin
sergin1@hurriyet.com.tr




Anayasa Mahkemesi'nde Yeni dönemin Güç denklemi


SON Iki gündür yazılarımızda hükümet teklifinin yasalaşması halinde gerçekleşecek Anayasa değişikliklerinin Yeni dönemde Anayasa Mahkemesi'ne Üye seçim mekanizmalarını nasil etkileyeceğini irdeledik.


Bugünkü konumuz imkb Üye seçiminde uygulanacak Yeni esasları çerçevesinde Anayasa Mahkemesi'ne nasil BİR kimliğin ve Dünya görüşünün Hakim olacağı sorusuna yanıt aramak.

MEVCUT ÜYELER Devam 2 YENİ ÜYE GELİYOR

Ayşe imkb girişirken hemen basta yönteme ilişkin Iki önemli noktanın altını çizelim. Birincisi, değişikliğin yürürlüğü girmesiyle Birlikte Mahkeme'nin yedek üyeleri de asil Üye sıfatını kazanıyor. Ayşe durumda 11 asil üyeye 4 yedek Üye de eklenince Sayı 15'e çıkıyor.

İkinci nokta, Mahkeme'de Halen Üye olanların seçilmiş oldukları sürenin sonuna kadar, yani yas haddinden emeklilikleri gelene kadar (65 yas) görevlerine Devam edecek olması.

Halen Mahkeme'de 14 Üye var, çünkü YÖK kontenjanından Üye Sacit Adalı Kisa BİR süre kez Emekli oldu. Ayşe üyeliğin önümüzdeki günlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından yapılacak atama ile doldurulması bekleniyor. Ayşe arada Iki yedeıyla boşalan pozisyonlara da Gül bu hafta içinde atama yaptı. (Alpaslan Altan ve Burhan Üstün)

Bu durumda mevcut 14 üye ile Gül'ün yakında Adalı'nın yerine atayacağı 15'inci üye, 65 yaşlarını doldurana kadar kariyerlerine devam edecek. Emeklilik nedeniyle yer açıldığında, her üye anayasa değişikliğiyle getirilen yeni yöntemlere uygun bir şekilde ya TBMM tarafından seçilecek ya da Cumhurbaşkanı tarafından atanacak.

Anayasa teklifi, Mahkeme'nin üye sayısını 17'ye çıkarıyor ve bu kontenjanın doldurulması için süratle iki yeni üye seçilmesini öngörüyor. Buna göre, yürürlüğe girmesinden sonraki bir ay içinde bu iki üyelik için Baro Başkanları'nın ve Sayıştay Genel Kurulu'nun göndereceği her biri için üçer aday arasından TBMM'de seçim yapılacak. Bu seçim sonucu 17 üyeli Anayasa Mahkemesi yeni kompozisyonuyla yoluna koyulmuş olacak.

MEVCUT 9 ÜYE “ODAK” DEMİŞTİ

Mevcut 15 üyeli yapı içinde Turgut Özal'ın atadığı 1 (Başkan Haşim Kılıç), Süleyman Demirel'in atadığı 1, Ahmet Necdet Sezer'in atadığı 9 ve Abdullah Gül'ün atadığı 3 üye var. Gül, 1 üyeyi de önümüzdeki günlerde seçecek. Yeni anayasa değişikliklerinin en erken temmuz ayının ortasında yürürlüğe girdiğini varsaydığımızda, 1+1+9+3+ kompozisyonuna ağustos ayının sonunda TBMM'deki Adalet ve Kalkınma Partisi çoğunluğunun seçeceği 2 üyeyi de dahil etmemiz gerekiyor.

Mahkeme'deki güç dengelerini okuyabilmek için 2008 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi hakkındaki kapatma davasında verilen oyları esas alalım. Bu partinin laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı haline geldiği yolundaki karar 10'a 1 alınmış, Başkan Kılıç dışında 10 üye bu yönde oy kullanmıştı. Bunlardan Adalı emekli oldu, kalan 9'u hâlâ üye.

Buna karşılık Mahkeme'nin 6 üyesi iktidar partisinin kapatılması yönünde oy kullandı (Fulya Kantarcıoğlu, Ayla Perktaş, Mehmet Erten, Necmi Özler, Osman Paksüt, Şevket Apalak). Üyelerden 4'ü ise kapamaya karşı çıkarak, hazine yardımının kesilmesiyle yetinilmesi istedi (Ahmet Akyalçın, Serdar Özgüldür, Serruh Kaleli, Sacit Adalı). Parti kapatma için gerekli 7 sayısına ulaşılamadığı için sonuçta Mahkeme'den hazine yardımının kesilmesi kararı çıktı.

GÜL MAHKEMEYE TUĞRASINI BU YIL VURACAK

Güç dengesinin geleceği için nasıl bir tahmin yapabiliriz? “Odak” kararını esas alırsak, 9 üye hala iş başında. Ancak Gül'ün atadığı 3 üye ile Adalı'nın yerine yapacağı atama ve daha sonra TBMM'nin göndereceği 2 üye ile Başkan Kılıç'ın muhafazakâr çizgisiyle uyumlu daha belirgin bir karşı ağırlık oluşacağı tahmin edilebilir; özellikle Üstün ve Altan'ın bu blok içinde hareket edeceği varsayılırsa... Bu noktada kapatmaya karşı çıkan bazı üyelerin de son dönemde Başkan Kılıç'la ahenkli hareket etme eğilimleri de dikkate alınmalıdır.

Ancak Anayasa Mahkemesi'ndeki güç dengesinin gerçek anlamda bu yılın sonundan önce değişeceğini söylemek daha isabetli olur. Bunun nedeni, iki üyenin (Özler ve Apalak) bu yıl yaş haddinden ayrılacak olmasıdır. Bu iki üyenin yerine yapılacak atamalarda Gül belirleyici olacaktır. Bu durumda Gül döneminde atanan üyelerin sayısı 8'e çıkarken, odak kararına katılmış üyelerin sayısı 7'ye düşecektir. Gül, 2011 yılında emekli olacak bir üyenin yerine (Fettah Oto) yeni bir atama daha yapacaktır.

Şimdi en kritik soruya geliyoruz. Gül'ün Anayasa Mahkemesi'ne ne ölçüde damgasını vuracağı, Köşk'te ne kadar kalacağı sorusunun yanıtıyla yakından ilgilidir. Görevi 2012 yılına kadar 5 yıl sürerse, Gül başka yeni bir üye atamayacaktır. Görevi 2014 yılına kadar 7 yıl sürerse, bu takdirde Cumhurbaşkanı Gül 2013 yılında Kantarcıoğlu, 2014'te Akyalçın, Erten ve Perktaş olmak üzere toplam 4 üyenin yerine daha atama yapma imkânı bulabilir.


Sedat Ergin / Anayasa Mahkemesi'nde iktidar nasil sağlanır? (2)

Sedat Ergin
sergin1@hurriyet.com.tr




Anayasa Mahkemesi'nde iktidar nasil sağlanır? (2)


HÜKÜMETİN, hazırladığı teklifte Anayasa Mahkemesi'ne TBMM'den seçilecek 3 üyenin 3'ünün de Meclis'teki iktidar çoğunluğu tarafından belirlenmesini güvence altına alan BİR şekilde düzenlediğini dünkü yazımızda genis BİR şekilde işlemiştik.

Teklife Gore, Mahkeme'nin Kalan 14 üyesi imkb Muhtelif kurumların gösterecekleri adaylar arasından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atanıyor. Nazım rolü şekillenmesinde BİR Baska anlatımla, Mahkeme'nin yapısının ve ruhunun Cumhurbaşkanı oynuyor yine.
Taslağın met bölümdeki puf noktaları büyüteç altına yatırıldığında, Cumhurbaşkanı'nın cok kolaylıkla kendi Dünya görüşüne Yakin adayları seçebilmesinin önünü açan BİR düzenin tasarlandığı hemen göze çarpıyor.
DANIŞTAY VE YARGITAY'IN AĞIRLIĞI DÜŞERKEN
Bir kere BİR Genel saptama yapalım. Mevcut sistemde mahkeme 11 asil, 4'ü yedek Olmak üzere toplam 15 üyeden oluşurken, taslakta Üye sayisi 17'ye çıkıyor ve yedek üyeliğe de oğlu veriliyor.
Üyeliklerin dağılımına baktığımızda, iktidar partisinin kendisine Yakin gördüğü bazı kurumların Mahkeme'deki kontenjanlarını artırdığı anlaşılırken, Yakin görmediği bazılarının ağırlığını imkb asağı çektiği göze çarpıyor. Örneğin, mevcut sistemde Sayıştay'dan 1 üye seçilirken, yeni taslakta bu sayı 2'ye çıkıyor. Buna karşılık, 2 asıl ve 2 yedek olmak üzere toplam 4 üyeden oluşan Yargıtay kontenjanı 3'e düşürülüyor. Danıştay'ın 2 asıl 1 yedek üyeden oluşan 3'lük kontenjanı ise 2'ye iniyor.
Danıştay ve Yargıtay‘dan tasarruf edilen 2 üyelik, ilginçtir ki YÖK'e tahsis ediliyor. İktidarın mutlak hakimiyete sahip olduğu YÖK'ün kontenjanı böylelikle 1'den 3'e çıkıyor. Üst kademe yönetici ve avukat kontenjanı 4'te kalırken, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi de eskiden olduğu gibi yine 1 üye ile temsil ediliyor.
KÖŞK YARGITAY'I NASIL BY-PASS EDER?
Burada ilginç olan bir nokta, Yargıtay ve Danıştay'dan mahkemeye gelecek olan üyeler söz konusu olduğunda, Cumhurbaşkanı'nın bu kurumlardaki çoğunluk eğilimini by-pass edebilmesini mümkün kılacak bir düzenlemenin getirilmiş olması. Şöyle ki, mevcut sistemde Yargıtay'dan mahkemeye gelecek her üye için Yargıtay Genel Kurulu'nda yapılan seçimle üç aday belirleniyor. Aynı sistem 95 üyeli Danıştay'da da geçerli.
Burada önem taşıyan, toplam 250 üyeli Yargıtay'da bu listeye girebilmek için salt çoğunluk, yani 126 üyenin oyunu alma koşulunun aranması. Danıştay'daki eşik 48. Ayrıca, her üye üç aday için oy kullanabiliyor.
Oysa yeni sistemde bir üyenin üç aday için oy kullanması kuralı kaldırılarak, tek üyenin tek adaya oy vermesi kuralı getiriliyor. Mevcut sistem uygulanmış olsaydı Cumhurbaşkanı'nın önüne gidecek üç adayın da 126 eşiğini geçmiş olması, yani bir şekilde Yargıtay'ın çoğunluğunun desteğini arkalarına almaları gerekecekti. Oysa yeni sistemde bu koşul kaldırılıyor.
Bu uygulamada ne anlama geleceğini şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Yapılan seçime 5 adayın katıldığını ve adayların sırasıyla 120, 60, 40, 20 ve 10 oy aldığını varsayalım. Köşk'e 120, 60 ve 40 oy alan adayların isimleri gidecek. Cumhurbaşkanı'nın kendi dünya görüşüne daha yakın bulması halinde 40 oy alan üyeyi seçmesi kuvvetli muhtemeldir.
GÜL'ÜN İÇTİHADI SANDIKTAN YANA DEĞİL
Cumhurbaşkanı Gül'ün Çankaya'da görevde kaldığı süre içinde Yargıtay ve Danıştay kontenjanından boşalacak olan üyelikler için kullanacağı tercihlerde sandıktan çıkan oy sıralamasını esas almayacağını yerleşik içtihadı çerçevesinde artık rahatlıkla tahmin edebiliriz.
Kaldı ki, Gül'ün Anayasa Mahkemesi yedek üyeliği için Yargıtay kontenjanından yaptığı seçimin üzerinden henüz 48 saat geçti. Yargıtay'da yapılan seçimde ilk turda Ramazan Özkepir 139 oy, Kemalettin Yüksel 127 oy almış, ikinci turda eşik geçilememiş ve üçüncü turda Burhan Üstün 136 oy elde etmişti. Gül, bu üç aday arasında sandıkta birinci gelen Özkepir'i değil, Üstün'ü tercih etmiştir.
Gül'ün YÖK ve yönetici kontenjanlarını nasıl değerlendirileceği konusunda kehanette bulunabilmek de çok güç değildir.
Yarın anayasa değişikliği gerçekleşirse önümüzdeki sonbaharda Anayasa Mahkemesi'nde nasıl bir tablonun karşımıza çıkacağı sorusunu irdeleyeceğiz.

Anayasa Mahkemesi'nde iktidar nasil sağlanır? (1) / Sedat Ergin

Anayasa Mahkemesi'nde iktidar nasil sağlanır? (1)


HÜKÜMET tarafından dun TBMM Başkanlığı'na sunulan Anayasa değişikliği teklifindeki en kritik düzenlemelerden Biri Anayasa Mahkemesi'nin yapısını ilgilendiriyor.


Teklifin mahkemeye Üye seçimine ilişkin esaslar incelendiğinde, kurgunun Adalet ve Kalkınma Partisi'nin süratle Anayasa Mahkemesi'nde kendisine YAKIN BİR çoğunluk oluşturma hedefi Esas alınarak tasarlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yeni Anayasa Mahkemesi toplam 17 üyeden oluşacak. Ayşe üyelerden üçü TBMM tarafından seçilecek. TBMM'nin mahkemeye yollayacağı üyelerden ikisi Sayıştay, Biri imkb barolar tarafından gösterilecek adaylar arasından seçilecek.

Buradaki seçimin puf Noktası, TBMM'ye gönderilecek adayların Tabi olacağı önseçim mekanizmasında yatıyor.


SAYIŞTAY'DAN MUHAFAZAKÂR ÜYE Banko



Bir kez Sayıştay'a bakalım. Sayıştay Genel Kurulu, kendisine Biri Click Üç Aday gösterecek onu Iki kontenjandan ona ait. Ayşe Üç Aday Sayıştay Genel Kurulu'nda yapılacak seçimle belirlenecek. Ayşe seçimde BİR Üye En Çok BİR Aday Click oy kullanabilecek.

Sayıştay'ın toplam 56 üyesi var. Ayşe üyeler TBMM'de tuz çoğunlukla seçiliyor. Oğlu Iki yasama döneminde iktidar partisinin TBMM'deki ağırlığının yansıdığı tercihlerle Sayıştay'ın zaten muhafazakâr olan ağırlığının iyice belirginleştiğini söylersek hit yapmış olmayız. Yapılacak BİR seçimde Sayıştay kontenjanından Boş BİR üyelik Click ikisi muhafazakâr, diğeri muhafazakâr çizgisiyle tanınmayan BİR adayın çıktığını varsayalım.

Ayşe Üç Aday TBMM Genel Kurulu'na geldiğinde seçimde tür turda Üye tam sayısının UCTE ikisi, yani 367 milletvekilinin Oyu aranacak. Bulunamadığı takdirde tuz çoğunluk, yani 276 oy aranacak. Aday seçilmiş olacak İhtisas Grubu da bulunamadığı takdirde Üçüncü oylamada en fazla Oyu alan.



partisi TBMM'de Bugünkü Meclis pratiğine uyguladığımızda, iktidar 336 sandalyeye Sahip oldugu Click tür turda seçilemese safra ikinci turda cok kolaylıkla kendisine Yakin olan adayı Sayıştay kontenjanından Anayasa Mahkemesi'ne göndermiş olacak.


Avukat ÜYE MUHAFAZAKÂR BİR BARODAN MI?



Peki barolara ayrılmış olan Avukat kontenjanında durum cok farklı mi? Pek Aliyormusun. Buradaki puf Noktası imkb seçimin baro başkanlarına bırakılıp, onu birine eşit ağırlıkta baroların oy Hakkı tanınmasında yatıyor.

Türkiye'de toplam 78 baro var. Ayşe durumda, Türkiye Barolar Birliği'nin web sitesine 24 bin 989 avukatın kayıtlı oldugu İstanbul Barosu da seçimde tek oy kullanacak Gore, 54 avukatın kayıtlı oldugu Iğdır Barosu da ...

Ayşe ne anlama geliyor? Barolar Birliği'nin yönetiminde Dünya görüşü itibarıyla bugünkü siyasal iktidara Muhalif çizgide BİR Kadro bulunuyor. İstanbul ve İzmir baroları hükümete açıktan muhalefet ediyorlar. Buna karşılık, Kayseri, Erzurum hazırsındır hükümetin Dünya görüşüne Sıcak bakan barolar da var.

onu baro başkanı yalnızca BİR Aday Click oy kullanabilecek seçimde Barolar Birliği'nin düzenleyeceği. En fazla Oyu alan Üç kişi Aday gösterilmiş sayılacak. Ayşe seçimde hükümete Yakin barolar tek BİR Aday üzerinde anlaşıp aynı çizgide oy kullandıkları takdirde met adayı tür Üç içine sokabilmeleri Güç Aliyormusun.

Varsayalım ki, cok oy alan Üç Avukat adaydan tür tr ikisi hükümete Muhalif baroların, üçüncüsü imkb hükümete Yakin baroların desteğine Sahip. TBMM Genel Kurulu'nda yapılacak seçimde iktidar partisi çoğunluğu, tabii ki kendisine Yakin adayı Anayasa Mahkemesi'ne gönderecektir.



MUHALEFETİN ÜYE SEÇEBİLMESİ İMKÂNSIZ



Görüleceği hazırsındır tuz çoğunluk, TBMM hangi iktidar işbaşında olursa Olsun o iktidarın adayını Anayasa Mahkemesi'ne gönderecek cok Oyu alma şartı arandığı Click tr Hatta. Ayşe haliyle Sayıştay Genel Kurulu'nda ve baro başkanları arasında yapılacak olan önseçim Yöntem olarak aslında Büyük ölçüde formalitenin yerine getirilmesinden ibaret BİR postmortem hazırsındır gözüküyor.

Özetlersek, TBMM'nin seçtiği kontenjanlara ilişkin BÖLÜMÜ SÖZ ve isim olduğunda, doğrudan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin istediği adayları Yüksek mahkemeye göndermesinin önünü açan BİR Tasarım çabasıyla karşılaşıyoruz. İktidar partisi dışında BİR adayın seçilebilmesi imkânsıza Yakin gözüküyor.

Anayasa Mahkemesi'ne Danıştay ve Yargıtay hazırsındır DİĞER kurumlardan gönderilecek üyelerin belirlenmesinde durum cok farklı mi? Ayşe sorunun yanıtını yarınki yazımızda arayacağız. Ama Garp Cephesi'nde değişen fazla BİR Sey olmadığını bugünden tahmin edebilirsiniz.

Ahmet Altan / Rezalete bak

KUM SAATİ 07.04.2010
Ahmet Altan
Rezalete bak

Yazıyı Paylaş:





Bu ülkenin gerçekleri gerçekten ürkütücü.

“Kör” bir medyayla yaşamak bu gerçekleri görmekten kurtarıyor insanları, “bilmemenin” o karanlık huzuruna gömülüyorlar ama o “huzur” bir devletin ve toplumun çöküşünü taşıyor içinde.

Şimdi o çöküntünün hangi boyutlara ulaştığına dehşetle tanıklık ediyoruz.

Görmezden gelinen “çürüme” almış başını gitmiş.

Devlet, “diş” gibidir çünkü...

Çürümeye başladığında kendi kendine iyileşmez, siz aldırmadıkça o çürüme daha derine işler, daha büyür, acı vermeye başlar.

Mutlaka bir tedavi, bir temizlik gerekir.

Darbe hazırlamak suçuyla tutuklanan Birinci Ordu’nun eski komutanı dün bir mektup yayınlayarak, eski Genelkurmay Başkanı’yla arasında geçen bir konuşmayı açıkladı.

Genelkurmay Başkanı, Ordu Komutanı’na sormuş:

“Darbe mi hazırlıyorsun?”

Bunu sorduğuna göre bazı “bilgiler” ulaşmış kendisine.

Zaten o dönemin MİT Başkanı da bazı gazetecilere “Birinci Ordu’da darbe hazırlandığını” söylemişti.

Birinci Ordu Komutanı ise, gene kendi mektubunda açıkladığına göre, “nezaket dışına çıkarak” cevap vermiş Genelkurmay Başkanı’na.

Bu da “disipliniyle övünen” Türk Ordusu’ndan başka bir ürkütücü sahne.

Ordu komutanları, genelkurmay başkanlarının karşısında “nezaket dışına” çıkarak konuşabiliyorlar.

Ast üst, hiyerarşi, disiplin hatta nezaket kalmamış.

Kendi içinde disiplinini sağlayamamış, darbe hazırlıkları ve söylentileriyle lekelenmiş, Ordu Komutanı’nın Genelkurmay Başkanı’na “posta koyabildiği” sekiz yüz bin kişilik silahlı bir gücün nasıl tehlikeli bir yapı olduğunu kestirmek çok zor değil.

Bu “disiplinsizlik”, bu başıbozukluk, bu “pervasızlık” sonucunda ardı ardına darbe planları hazırlanabiliyor ordunun içinde.

Bizim gazetenin yayımladığı belgelerin de yardımıyla şimdi “hukuk” bu çürümeyi temizlemeye uğraşıyor.

Ama çürüme, uzun yıllardan beri görmezden gelindiği için öylesine derine işlemiş ki “tedavi” başladığında “sinire” dokunuluyor.

Ordu ve devlet can havliyle yerinden fırlıyor.

“Aman sinire dokunulmasın, çürüme bırakın devam etsin, biz tedaviyi keselim” diyen hukukçular çıkıyor.

Diyarbakır’da görev yaparken karşısına getirilen her “taş atan çocuğu” tutuklayan bir yargıç, İstanbul’a tayin edilince bir gecede “on dokuz” darbe zanlısını tahliye edebiliyor.

İki gün sonra, tahliye edilenlerin yeniden tutuklanmasına karar veren mahkeme ise o yargıcın “suç” işlediği hükmüne varıyor.

Bir mahkeme kararında, hakkında “yetkisini aştığı ve suç işlediği” hükmüne varılan bir yargıç, bu hükümle aslında potansiyel bir sanığa dönüşüyor.

Hukukta, her “suçun” bir cezası olduğuna göre o yargıcın işlediği “suçun” da bir cezası olması gerekiyor çünkü.

Ama iş orada durmuyor.

Savcılar, iki gün sonra yirmi beşi general olan muvazzaf subaylar hakkında “gözaltı” kararı çıkarıyor.

Karar, asayiş birimlerine bildiriliyor.

O subayların gözaltına alınabilmesi, onlara “dokunulabilmesi” için Genelkurmay Başkanlığı’nın izni gerekiyor, Genelkurmay dokuz saat boyunca ses çıkarmıyor.

Sonra aniden “Başsavcı” devreye giriyor ve “bu gözaltılar bana haber verilmeden işleme konuldu onun için Balyoz Savcılarını görevden alıyorum” diyor.

Gözaltı emirleri sabah saat dokuzda verilmiş, Başsavcı “savcıları görevden almaya” akşam beşte karar veriyor.

Neden sabah hemen vermiyor bu kararı, niye dokuz saat bekliyor, o dokuz saatte neler oluyor, kim kimle ne konuşuyor?

Aynı Başsavcı, geceleyin de Anadolu Ajansı’na bir açıklama yapıp “operasyona ara verildiğini” bildiriyor.

Bu operasyona ne kadar süreyle “ara” verildi, o arada ne olacak, operasyon yeniden başlayacak mı, Balyoz soruşturması böyle kapatılacak mı?

Yeni savcıların dosyaları okuması ve Başsavcı’nın operasyonun başlaması için “emir vermesi” zaman alacak, peki o zaman zarfında “zanlılar” ne yapacak, delilleri karartacaklar mı?

Eski bir başsavcı, televizyonda, bir soruşturmanın ortasında savcıları görevden alıp operasyonu durduran Başsavcı’nın “büyük bir sorumluluk” üstlendiğini söyledi.

O sorumluluk ne? O sorumluluğun hukuktaki bedeli ne?

Deliller karartılırsa bunun hesabı Başsavcı’ya mı sorulacak, sorulacaksa kim soracak?

Yaşadığımız bu hukuk skandallarıyla ilgili “yüksek yargıdan” tek kelime çıkmıyor, onlar sadece “anayasa reformunu” durdurmaya uğraşıyorlar.

Anayasa değişirse, o “çürükler” temizlenecek çünkü, sinire dokunulduğunda da tedavi devam edecek.

Anayasa değişimini tartışırken, o değişimin arkasındaki bu korkunç “çürümeyi”, çöküntüyü ve tedaviyi durdurmak isteyenleri de görmeliyiz.

Çünkü asıl tartıştığımız bu “çürük” işte.

ahmetaltan111@gmail.com


Ahmet Altan / Bir utanın

KUM SAATİ 11.04.2010
Ahmet Altan
Bir utanın

Yazıyı Paylaş:





Çok sevdiğim, çok eski bir arkadaşımın hiç unutmadığım bir beğenme ve övme ölçüsü vardı, “utanmasını biliyor” derdi.

Utanmasını bilmek önemli bir şey.

Asker politikaya bulaşınca sadece disiplinini, saygısını, dürüstlüğünü değil anlaşılıyor ki utanma duygusunu da kaybediyor.

Yaklaşık on bir ay önce, ordunun kendi yerleştirdiği mayınla yedi askerimiz şehit oldu.

Ordu, bunun PKK’ya ait bir mayın olduğunu açıkladı.

Hemen operasyon başlattı, o operasyonda da bir başka askerimiz şehit düştü.

Bu çatışmalar sırasında siyasi ortam gerginleşti, “açılım” yaralandı.

Sonra, komutanların kendi aralarındaki telefon görüşmeleri düştü internete.

Anlaşıldı ki daha ilk dakikadan itibaren “gerçeği” zaten biliyorlardı.

Ama yalan söylediler.

Hem de ne yalan, bütün siyasi ortamı gerecek, insanca bir adımı engelleyecek, dostluğun gelişimini baltalayacak bir yalan.

Toplumun çekeceği acılara aldırmadılar bile.

Hem kendi “suçlarını” gizlemek hem de her zaman askerin iktidarına hizmet eden gerginliği sürdürmek için gerçekleri hiç çekinmeden sakladılar.

Medya da gerçeğin peşine düşmedi.

“Açılıma düşman” olan, bu ülkenin barışa ve demokrasiye asla kavuşmasını istemeyen medya görevlileri “açılıma” yazılarla, manşetlerle saldırdılar.

Geçen gün, Zaman gazetesi çok esaslı bir gazetecilik yaparak, o patlayan mayınla ilgili savcılığın “resmî raporunu” bulup yayımladı.

Savcılık mayının orduya ait olduğunu kesinleştiriyordu.

İnsan bir utanır, değil mi?

Kendi askerini öldürmüşsün, yalan söylemişsin, gerçekleri saptırıp operasyonlar düzenlemişsin, toplumun barışını torpillemişsin ve suçüstü yakalanmışsın.

Yoo, hiç umurlarında değil.

Dün baktım komutanlardan biri konuşuyor gene.

“Soruşturma devam ediyormuş, bu konuda yorumlar yapmamak lazımmış, beklemek gerekirmiş.”

Yahu, baştan beri bildiğiniz gerçeğin belgesi yayımlandı, ne beklemesi, ne soruşturması?

On bir aydır bir soruşturmanın sonucuna varamıyor musunuz?

On bir ay, sizin “kendi mayınınızı” tanımanıza yetmiyor.

Peki.

On bir ayda sonuçtan “emin olamıyorsunuz” da nasıl mayının patladığı günün ertesinde “PKK mayın patlattı” diye ortaya atılıp operasyon düzenliyor, bir askerin daha ölümüne sebep oluyorsunuz?

“Kendi mayınınız olup olmadığını” anlamaya on bir ay yetmiyor da “PKK’nın mayını” olduğunu anlamaya nasıl 24 saat yetiyor?

Madem hâlâ emin değilsiniz niye ertesi gün “PKK” diye çıktınız ortaya?

Hâlâ ne yüzle bizi kandırmaya, susturmaya çalışıyorsunuz?

Hiç mi utanmayacaksınız?

Darbecilikle suçlanan bir generaliniz, “komutanıyla konuşurken nezaket dışına çıkmakla” övünür, siz suçüstü yakalandıktan on bir ay sonra hâlâ “süratle soruşturuyoruz” diye kendi halkınızı kandırırsınız.

Nasıl bir ordusunuz siz?

Hiç mi doğru söylemezsiniz?

Dağlıca’da yalan söylediniz, Aktütün’de yalan söylediniz, yakalandınız, sizi yakalayanları suçladınız.

Belgeye “kâğıt parçası”, LAW’a “boru” dediniz.

Bir utanın, bir susun, bir kere de yüzünüz kızarsın.

Utanma duygusunu hissetmeden gerçek askerliğe dönemeyeceksiniz, bunu anlayamıyor musunuz?

Yaptıklarınızdan utanmazsanız bunları tekrarlarsınız, tekrarladıkça askerlikten uzaklaşırsınız.

Disiplini, saygıyı, dürüstlüğü unutursunuz.

“Askerin kışlasına dönmesini”, siyasetten çıkmasını, gerçek asker olmasını isteyenlere “ordu düşmanı” diyorsunuz, kim ordu düşmanı, bir düşünün.

Kim bu orduya, bu ordudan daha fazla zarar veriyor?

Darbe yapmadınız da “yaptınız” mı dedik, kendi geminizi batırmadınız da “batırdınız” mı dedik, daha önceden haberdar olduğunuz baskınlara önlem aldınız da “almadınız” mı dedik, ordunuzun içinden sayfalarca darbe planı çıkmadı da “çıktı” mı dedik, her kazılan yerde silahlar bulunmadı da “bulundu” mu dedik, kendi mayınınızla askerleri öldürmediniz de “öldürdünüz” mü dedik?

Bütün bunları başka bir ordunun yaptığını farz edin bir an, o ordu hakkında ne düşünürdünüz?

İşte biz de onu düşünüyoruz.

Ve, “artık biraz utanın, susun ve askerliğe geri dönün” diyoruz.

ahmetaltan111@gmail.com


Ahmet Altan / Kâinatın dili

KUM SAATİ 04.04.2010
Ahmet Altan
Kâinatın dili

Yazıyı Paylaş:





Gizli bir dili, bütün bilinemezliğinin içinde gizli bir düzeni var kâinatın.

Önceki gece ben eve dönerken erguvan ağaçları, yeni yeni yapraklanmaya başlayan, henüz baharın coşkusuna ayak uyduramamış, kış hüznünü dallarında taşıyan mahzun ağaçlardı, sabah çıktığımda ise hepsi, sadece kendi isimleriyle anılan o “erguvan rengi” çiçekleriyle donanmış, insanı şevke getiren, heyecanlandıran neşeli ağaçlara dönüşmüşlerdi.

O “gizli emir” onların hepsine birden aynı gece “çiçeklerini açmasını” söylemişti.

Hayatın bir yanında büyük bir karmaşa, bir yanında ise sarsılmaz büyük bir düzen vardı.

Gezegenler hep aynı yönde dönüyor, erguvanlar hep aynı günde açıyor, karıncalar hep aynı günde ortaya çıkıyordu.

Bilinen bir akılları, bir zekâları, bir düşünce yetenekleri olmayan ağaçlar, aynı gece çiçeklerini açmaları gerektiğini biliyordu, toprağın içinde dolaşan bir fısıltı onlara “çiçeklerini” açmalarını emrediyordu.

Bir kapris, bir sürpriz, bir şımarıklık gözükmüyor, hepsi aynı emre uyuyordu.

Bu şaşırtıcı büyük “düzenin” bir parçası olan insan ise “karmaşayı” temsil ediyordu.

Tek bir insanın içinde bile o kadar çok duygu, o kadar çok düşünce, o kadar çok istek birbiriyle çelişerek, yer değiştirerek var oluyor, o duygularla düşünceler sahiplerini bile şaşırtarak kaynaşıp duruyordu ki neredeyse bir tek insanın içindeki karmaşa tüm kâinatın düzenine meydan okuyabiliyordu.

Ve yeryüzünde, içinde belirsizliklerin, çelişkilerin, bilinmezlerin olduğu milyarlarca insan dolaşıyor, onların her birinin içinde varlığını sürdüren karmaşa birbiriyle çatışarak, vuruşarak büyük bir duygusal kaos yaratıyordu.

Kâinatı hangimiz temsil ediyorduk?

Aynı gece gizli bir emirle çiçeklerini açıveren o ağaçlar mı?

Aynı gecede defalarca fikir değiştirebilecek olan insanlar mı?

Sanki bütün bunların hepsini yaratan güç, düzeni ve düzensizliği birarada arzulamış, gezegenleri aynı yönde döndürecek kudretini, ağaçlara, karıncalara, tüm hayvanata ve nebatata hükmedecek kesin emirlerle ortaya koyarken, insanlar için açtığı ölüm ve hayat parantezinin içini boş bırakmıştı.

Kâinata hâkim olan “yedi” renkten daha fazla sayıda duygu, bütün kâinatı şekillendiren o “biri düz biri eğri” iki çizgiden çok daha fazla düşünce ve istekle dolu bir ruhu da o “parantezin” yanına koymuştu.

Kendisi yedi renkle iki çizgiden renk ve şekil mucizeleri yaratırken, çok “daha fazlasını” verdiği insanlardan da kendi “küçük” mucizelerini yaratmalarını beklemişti.

İnsanlara “şaşırtın beni” der gibiydi.

“Size bağışladıklarımla beni şaşırtacak işler yapın, eğlendirin beni, kendi mucizelerinizle bana kendi kudretimi kanıtlayın, benim kudretimin sadece mucizeler yaratmaya değil, ‘mucize yaratacakları’ da yaratmaya muktedir olduğunu gösterin.”

Bu, açıkça söylenmeyen, açıkça duyulmayan, toprağın içinde ağaçlara fısıldanan gizli emir gibi ruhlarımıza üflenmiş başka bir gizli emirdi.

Ağaçlar gibi insanlar da uymuşlardı bu emre.

Erguvanlarınki kendini tekrarlayan mucizelerdi, bir gecede hep birlikte açıveriyorlardı çiçeklerini.

İnsanlarınki kendini tekrarlamayan mucizelerdi.

Doğa “düzenden” yaratıyordu mucizesini, biz düzensizlikten yaratıyorduk.

Ağaçlar, balıklar, gezegenler, karıncalar, kediler “mükemmeldiler”, onların değişmesine, farklılaşmasına, yeni düzenler bulmasına gerek yoktu.

İnsanlar “mükemmel” değillerdi, mükemmele doğru ilerliyorlardı.

“Mükemmel” olanlar “kendi” mucizelerini yaratamıyorlardı, onlar ancak çok büyük bir “mucizenin” parçaları oluyorlardı, “yeni” mucizeleri ancak “mükemmel” olmayanlar yaratabiliyordu.

Eğer insanlar da ağaçlar gibi düzenli olsalardı, daha baştan mükemmel yaratılsalardı, hayat başladığı gibi devam eder, ona bir şey eklenmez, yeni mucizelerle çoğalmaz, hep beklenmedik olaylarla değişmezdi.

Bize, tüm insanlara Yaradan’ın büyük armağanı, hepimizi “eksik” yaratması, bu eksiklikle bize “mucizeler yaratma” gücünün yolunu açmasıydı.

Ama her şeyin olduğu gibi “mucize” yaratabilmenin de bir bedeli vardı, o mucizeyi yaratabilmek için büyük bir karmaşanın, belirsizliğin, çelişkilerin içinde çalkalanıyor, zaman zaman kendi duygularımızı bile kavramakta zorlanıyor, kendi ruhumuzda bir armoni oluşturmakta beceriksiz kalıyor, ihtiraslarımızın keskin çengellerine takılıyor, iyiliklerimiz kadar kötülüklerimizle kendimizi şaşırtıyorduk.

Ve, biz eksik “yaratıklar”, Yaradan’ın o kudretli mizah anlayışıyla, “mükemmel” olan her şeyden daha üstün, daha güçlü ve daha muktedirdik, değiştiriyor, çoğaltıyor ve mucizeler yaratıyorduk.

Erguvanlar gizli bir emre uyarak büyük bir düzenle aynı gece çiçeklerini açmışlardı.

Biz ise aynı gizli emir yüzünden yarın ne olacağını bile bilmediğimiz bir düzensizlik içinde kendi mucizelerimizin peşinde koşuyorduk.

ahmetaltan111@gmail.com


13 Nisan 2010 Salı

Milletvekilimiz Baskın Oran

Milletvekilimiz Baskın Oran

Yıldırım Türker

04/06/2007 (15024 kişi okudu)

İhtiyacımız tam da budur. Sistemin ihtiyacı tam da budur. Gangren edilmiş temsil sorununun üstünde ferahfeza oturan Meclis'in ihtiyacı tam da budur:
Ezberin bozulması.
Baskın Oran, Meclis'te bir numaralı amacının ezber bozmak olduğunu söylüyor. Bunu yapabileceğini biliyoruz. Çünkü Baskın Oran, bir bilim adamı olarak varoluş serüvenini ezber bozmak üstüne kurmuş bir aydın.
Her ne kadar "Bu işlerden hiç anlamadığını, tek bildiği şeyin 'hocalık' olduğunu söylese de Oran, kanımca şu an Türkiye siyasetinin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi, ezber bozmayı iyi biliyor. Onun rahle-i tedrisinden geçmiş öğrencilerin de 'hoca'larında gördüğü ışıltı, ondan aldıkları ezberlerini bozan, ömür boyu yollarını ufka; en geniş ufuk resmine açık tutma öğretisi.
Baskın Oran, Bianet'e örnek vermiş: "Kürsüde toplam 5 dakika konuşma hakkınız var. Bunun da iki dakikası kürsüye gidip gelirken geçiyor zaten. Burada bir numaralı amaç ezber bozmak.
Örneğin Meclis'teki bütün parti liderleri Kuzey Irak'a operasyon konusunda hem de seçim ortamında hemfikirken, orada 'ABD'liler, Kuzey Iraklı Kürtler 'gelin' dediğinde 30 kez operasyona gittiniz, ama temizleyemediniz. Şimdi mi temizleyeceksiniz? Türkiye sınırından Kandil Dağı'na 250 kilometre yol var. Kandil'e vardınız, dağı sarmak için 50 bin askere ihtiyaç var. Kayseri ve Diyarbakır havaalanlarının uzaklığı da 456 kilometre. Üstelik operasyonu neredeyse Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'yla ilan ettiniz. Orada kimse kalmaz' derseniz, bu ezberi bozmak demektir."
Baskın Oran, İstanbul 2. Bölge'den bağımsız milletvekili adaylığını ilan etti.
Bir kez daha parlak bir öğretmen, dediğini en net biçimde aktarabilen bir hatipti.
Öncelikle "Sol'da bağımsız ortak aday teriminin tahliliyle başladı. Slayt eşliğinde sunduğu konuşmasında Niçin 'Sol'? sorusunun karşılığına şöyle yazmıştı: "Çünkü kendine 'sol' diye etiket yapıştırıp halkı aldatanlar var." Niçin 'Bağımsız'?'ın cevabı, "Çünkü 'FARKLI' olanlar yüzde 10 baraj kullanılarak dışlanıyor. Niçin 'Ortak'? "Çünkü 12 Eylül herkesi parçaladı."
Temsil edeceği kesimleri 'Türkiye'de temel ezilmişlik ve dışlanmışlık kategorileri' başlığı altında anlatıyordu. Etnik/kültürel kimliklere Kürtleri, Çingeneleri ve Çerkesleri örnek olarak sunuyordu. Bu topraklarda sürekli ezilen ve dışlanan, temsil hakkına ulaşmasına izin verilmeyenler.
Dinsel/inançsal/ideolojik kimlikler başlığı altında dile getirdikleri, bitmez tükenmez bir baskı ve gözaltında tutulan Aleviler; yok sayılan, her fırsatta hırpalanan gayrimüslimler; türbanlı olduğu için okuma hakkı elinden alınan Müslüman kızlar; hiç hesaba katılmayan Ateistler; adları küfür olmuş Sosyalistler ve açıkça işkence çektirilen vicdani retçiler. Ezilen ve dışlanan cinsel kimlikler de Oran'ın temsilcisi olmaya söz verdiği sessiz yığın. Eşcinselleri de kadınları da travestileri de bu kategoride değerlendiriyor. Sosyo-ekonomik kimlikler başlığı altında yanında durdukları, işsizler, işçiler-emekçiler, sendikasızlaştırılanlar, sosyal güvencesi olmayanlar, yoksullar (yüzde 26), çalışma hayatına katılamayan kadınlar (yüzde 75), çalıştırılan çocuklar, yaşlılar ve ülkemizde asla bir görünürlük edinemeyen sakatlar.
Baskın Oran, milletvekilliğine adaylık manifestosunda bu kategorilerin temel taleplerini de iki başlık altında şöyle sıralıyor: "Ne istemiyorlar: Savaş, milliyetçilik ve ırkçılık. Darbe ve darbe tehditleri. Neo-liberal ekonomi politikalarının yıkıcılığı. Çevresel yıkım. Kitlelere 'laiklik' yoluyla, seçkinlere 'ulusalcılık' yoluyla baskı.
Bireyin cemaat baskısından kurtulmasının yolunun devlet baskısının devamıyla açıklanması. Erkek hâkimiyeti ve LA-HA-SÜ-MÜ-T egemenliği."
Basın Oran'ın '2007: Korku ve Umut' makalesinde La-ha-sü-mü-t'ün egemenlik korkusunu ve 2007 cehennemini şöyle anlatıyordu: "Paniğin asıl nedeni bir menfaat bozulmasında, Millet-i Hâkime'nin dokunulmaz tahtına artık dokunuluyor olmasında yatıyor. 1454'te kurulan
Millet Sistemi'nin egemen unsuru 'Millet-i Hâkime', bütün Müslümanlardı. Sistem 1839 Tanzimat'la resmen son buldu. Ama zihnimizin 'işletim sistemi' olmayı sürdürüyor. Şu farkla ki, Cumhuriyet'le birlikte 'Müslüman'ın yerini 'Müslüman-Türk' aldı. Daha doğrusu, LAHASÜMÜT. Yani, laik olmak şartıyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk. Yeni Millet-i Hâkime olmak için bu beş niteliğin tümüne sahip olmak şart.
Bu 'kokteyl', 12 Eylülcülerin elinde 'Türk-İslam Sentezi' biçimine bürünecektir. Zaten, Malatya'daki gibi bir vahşet (testis kesme, anüs bıçaklama, vb.) ne sadece dinle olabilirdi ne de sadece milliyetçilikle. İkisinin birleşmesiyle oldu. Diğer bir deyişle, halk arasındaki gayrimüslim nefretiyle seçkinler tarafından 'antiemperyalizm' markasıyla pompalanan 'yabancı/Batı nefreti'nin füzyonuyla."
Ezilmiş ve dışlanmışların istediklerini ise şöyle sıralışor Baskın Oran: "12 Eylül zihniyetinin ve kalıntılarının temizlenmesi. Adalet. İnsanca yaşatacak kadar gelir. Toplumsal barış: Kürt sorununa adil ve barışçıl çözüm. Ezilmiş ve dışlanmış tüm kimliklere saygı, yani demokrasi."
Baskın Oran, amacını şöyle özetliyor: "Yüzde 10 seçim barajıyla ve diğer numaralar kullanılarak 'farklı'nın sesi bastırılıyor. Önemli olan 'farklı'nın sesi olmak. Zurnanın zırt dediği delik bu."
Tanımayanlar için Baskın Oran:


1945 İzmir doğumlu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni 1968'de bitirdi.

1969'da aynı fakültede asistan oldu.

12 Mart 1971 darbesi sırasında okuldan uzaklaştırıldı ve Danıştay kararıyla 1972'de geri döndü.

1974'te doktorasını bitirdi.

12 Eylül 1980 darbesi sırasında Kasım 1982'de yardımçı doçentken YÖK kararıyla görevine son verildi.

Temmuz 1983'te İdare Mahkemesi tarafından görevine iade edildi.

Göreve döndüğü gün 1402'yle sıkıyönetim tarafından görevinden tekrar alındı.

Ankara'da sıkıyönetim sona erdikten sonra önce İdare Mahkemesi'nin, sonra Danıştay'ın kararıyla Ekim 1990'da SBF'deki görevine iade edildi.

1991'de doçent, 1997'de Uluslararası İlişkiler profesörü oldu.

Ağustos 2006'da emekli oldu.

Milliyetçilik, Azınlıklar, Türk Dış Politikası, Din-Devlet İlişkileri üzerine çalışıyor.

Agos ve Radikal İki'de haftalık yazılar yazıyor.

70 kadar bilimsel makalesi yanı sıra 13 kitabı var. Bunların arasında sayabileceğimiz birkaçı, 'Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği-Kara Afrika Modeli', 'Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu', 'Atatürk Milliyetçiliği-Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme', 'Devlet Devlete Karşı', 'Küreselleşme ve Azınlıklar', 'Türk Dış Politikası'.
Baskın Oran'ı desteklemek amacıyla imzaya açılan metni aktararak bitirelim:
"Toplumdaki farklı görüş ve kesimlerin parlamentoda temsilini engelleyen antidemokratik seçim sistemini aşmak için; sol etiket altında şoven milliyetçi, çatışmacı ve otoriter bir siyasal anlayışı dayatan çevrelere karşı özgürlükçü, barışçı, demokratik solun sesini duyurmak için; siyasal ekonomik, kültürel sistemden dışlanmışların, kısıtlanmışların, sol kamu vicdanının seslerinin parlamentoya yansıyabilmesi için İstanbul'dan bağımsız adaylığını koyan Prof. Dr. Baskın Oran'ı destekliyorum."
Baskın Oran'ın milletvekilimiz olabilmesi için bölgesinde geçerli oyların yüzde 3.5 kadarını alması yeterli olacak. Onu ve büyük heyecanla beklediğimiz diğer bağımsız adayları Meclis'te gördüğümüz gün, bu memleket için çok önemli bir gün olacaktır. Birbirine benzeyen kalantor beyler ve hanımların arasında aslolanı işaret eden, kaçak gündemlere set çeken, sesi çalınmışlara ses olan birkaç kişi bile hayatımızın kalitesini artıracak.
Bağımsızları demokrasinin güvencesi olarak Meclis'e sokalım.
Sesimize sahip çıkalım.