1 Şubat 2011 Salı

Albert Camus: BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR / 4

Tarih: 31.12.2007 Saat: 23:58 Gönderen: karakutu






DÖRDÜNCÜ MEKTUP


İnsan yok olurmuş. Olabilir.


Ama dayanarak yok olalım.


Yazgımız hiç¬likse bile, bunu


kendimiz hak etmiş olmayalım.




Oberman






İşte sizin bozgun geldi çattı. Size dünyanın ün¬lü bir kentinden yazıyorum. Bu kent sizden kur¬tulacağıı günü hazırlıyor. Bunun kolay olmayacağını biliyorum. Bu kurtuluşa varmadan, dört yıl ön¬ce sizin gelmenizle başlayan geceden daha karan¬lık bir gece geçirmemiz gerekiyor. Size her şeyden, ışıktan, ateşten, yiyecekten yoksun ama yok olma¬mış bir kentten yazıyorum. Yakında orada aklınızdan geçmeyen bir şeyler esecek. Talihiniz varsa, o zaman sizinle karşılaşırız ve ne yaptığımızı bile bi¬le çarpışırız. Ben sizin düşüncelerinizi biliyorum, siz de benimkileri kestirebilirsiniz. Bu temmuz ge¬celeri hem hafif hem ağır. Seine üzerinde ve ağaçlarda hafif, bekleyenlerin yüreklerinde ağır: Gör¬mek istedikleri tek sabahı bekleyenler yürekle¬rinde. Bekliyor ve sizi düşünüyorum. Son bir şey daha söylemek isterim size. Nasıl oluyor da bir za¬man birbirimize o kadar benzerdik ve bugün düş¬manız. Nasıl sizin yanınızda olabilirdim ve niçin aramızda her şey bitti artık.


Birlikte inanıyorduk ki, bu dünyanın yüce bir anlamı yok ve biz ezilmiş, umudunu yitirmiş insan¬larız. Buna, bir bakıma yine de inanıyorum. Ama, ben bundan sizin söylediğiniz ve kaç yıldır tarihe sokmak istediğiniz şeylerden daha başka sonuçlar çıkardım. Bu o kadar ağır ve önemli bir şey ki, bi¬zim için umut, sizin için kara haber yüklü olan bu gece üstünde durmalıyım. Siz bu dünyanın anlamı olduğuna hiçbir zaman inanmadınız ve bundan şu düşünceye vardınız ki, her şey bir yola çıkar ve iyi ile kötüye insan dilediği anlamı verir. Madem ne insanca ne de Tanrıca hiçbir çeşit ahlâk yoktur de¬diniz, öyleyse bu dünyada değer olarak yalnız hay¬vanları güden güçler vardır, yani zorbalık ve kur¬nazlık. Öyleyse insan hiçtir, ruhu öldürülebilir, de¬diniz. Sizce tarihlerin en çılgınında insan tekinin yapacağı tek iş üstünlük peşinde koşmaktı, ülkeler fethetmekten başka ahlâk olamazdı. Gerçekte, ben de sizin gibi düşündüğümü sanıyor, size nasıl karşı koyacağımı bilemiyordum. Yalnız içimde da-yanılmaz bir doğruluk duygusu vardı ve bu duy¬gu en beklenmedik tutkular kadar aklı aşıyordu. Nerde ayrılıyorduk? Siz umutsuzluğu rahatça kabul ediyordunuz, bense etmiyordum. Siz insan yazgısındaki haksızlığı kabul edip hoş görüyor¬dunuz, bense dünyanın haksızlığıyla savaşmak i-çin hakkı öne sürmek, mutsuz1uğa karşı koymak için mutluluk yaratmak gerektiğine inanıyordum. Siz umutsuzluğunuzu bir taşkınlığa vardırdınız, ondan kurtulmak için onu bir ilke yaptınız. İnsa¬nın yaptıklarını yıkmayı, onunla savaşıp büsbü¬tün rezil etmeyi istediniz. Bense umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmala¬rını istiyordum.


Görüyorsunuz ya, aynı ilkeden iki ayrı ahlâk çıkardık. Siz yolda aklın ışığını bıraktınız ve bir adamın sizin ve milyonlarca Almanın yerine dü-şünmesini daha rahat - sizin deyiminizle hepsi bir¬saydınız. Yazgıya karşı savaşmaktan bezdiğiniz için, bu Yıpratıcı serüvende dinlendiniz, canları kesip biçmek, toprağı altüst etmek tek işiniz oldu. Kısacası, haksızlığı seçtiniz ve böylece Tanrılar¬dan yana oldunuz. Mantığınız yalnız sözde kaldı. Bense, topraktan ayrılmamak için, doğruluğu seçtim. Yine de bu dünyanın yüce bir anlamı olmadığına inanıyorum ama, onda bir şey olduğunu bili¬yorum. O da insandır. Çünkü, bir anlam arayan tek varlık odur. Bu dünyada hiç değilse insanın gerçeği var ve bizim ödevimiz, onun yazgısına kar¬şı koymasına yardım etmektir. Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Yaşam anlayışımızı kurtar¬mak istiyorsak, onu kurtarmak gerekir. Bana yu¬karıdan bakıp gülümseyecek ve insanı kurtarmak da ne oluyor, diyeceksiniz. Ben de size bütün varlığımla şunu haykırıyorum: İnsanı kurtarmak, onu kesip biçmernek, yalnız onun düşünebileceği doğruluğu bulmasına olanak vermektir.


İşte biz bunun için savaşıyoruz. İşte bunun için, ilk zamanlar, istemediğimiz bir yola sizinle girmek zorunda kaldık ve bu yolun sonunda boz¬guna uğradık. Sizin gücünüzü yapan umutsuzluğu¬nuzdu. Umutsuzluk, tek başına, katıksız, kendin¬den emin oldu mu, bir şey dinlemeden sonuna kadar gitti mi, amansız bir güç kazanır. Biz durak¬sarken ve mutlu anlarımızdan ayrılamazken, sizin umutsuzluk gücünüz bizi ezdi. Bizce mutluluk, insanın kazanacağı en büyük utkuydu, insanın kendi yazgısına karşı kazandığı bir utku. Bozgunun için¬de bile, onu aramaktan kendimizi alamıyorduk. Ama, siz gereğini yaptınız ve biz tarihe girdik. Beş yıldır, akşamın serinliğinde kuş seslerini tadamaz olduk. Umudumuzu yitirmek zorunda kaldık. Dün¬yadan kopmuştuk, çünkü, dünyanın her anına sü-rülerle ölüm görüntüleri doldu. Beş yıldır, yeryüzünde ecel teri dökmeyen sabah, zindansız akşam, kana bulanmamış öğle geçirmedik. Evet, ardınızdan geldik, ister istemez. Bizim işimiz daha giiçtü biz de sizin gibi savaşa girerken, mutluluğu unut¬muyorduk. Çığlıklar ve vuruşmalar arasında, yüreğimizin dibinde mutlu bir denizin, unutulmaz bir tepenin anısını, sevgili bir yüzün gülümsemesini saklıyorduk. Hem de bu, bizim en iyi silahımız idi. Hiçbir zaman indirmeyeceğimiz bir silâh. Çünkü, onu yitirdiğimiz gün, sizin kadar ölmüş olacaktık. Şimdi, biliyoruz ki, mutluluğun silâhlarını yapmak çok zaman ve çok fazla kan istiyor.


Sizin felsefenize girmek, az çok size benzemek zorunda kaldık. Siz yönsüz kahramanlığı seçtiniz. Çünkü, anlamını yitirmiş bir dünyada kalan tek değer buydu. Bu kahramanlığı kendiniz için seçer¬ken, herkes için ve bizim için de seçmiş oldunuz. Ölmemek için size öykünmek zorundaydık. Ama o zaman ayrımına vardık ki, bizim size üstünlüğü¬müz, bir yönümüz olmasındandı. Madem bu iş bi¬tiyor, artık size öğrendiğimiz şeyi söyleyebiliriz. Kahramanlık büyük bir şey değil, güç olan mutlu¬luktur.


Bugün artık her şeyi açıkça görüyorsunuzdur.


Düşmanız birbirimize. Siz haksızın adamısınız. Be¬nim yüreğiminse dünyada bundan çok iğrendiği şey yoktur. Ama, önceleri yalnızca bir tutku olan şeyin nedenlerini görüyorum şimdi. Sizinle savaşı¬yorum. Çünkü sizin mantığınız yüreğiniz kadar kana boyalıdır. Dört yıldır bize bol bol gösterdiğiniz korkunç sahnelerde, içgüdünüz kadar aklınızın da payı vardı. Bunun için, yargım toptan olacak: Siz benim gözümde ölmüşsünüz. Ama o korkunç dav¬ranışınızın hesabını soracağım zaman unutmayacağım ki, siz ve biz aynı yalnızlıktan yola çıktık. Siz ve biz bütün Avrupa ile birlikte, aynı kafa tra¬gedyasının içindeyiz. Biz inancımıza bağlı kalmak için, sizin başkalarında saygı göstermediğiniz şe¬ye, biz sizde saygı göstermek zorundayız. Uzun za¬man bu size üstünlük sağladı, çünkü, siz bizden çok daha kolay öldürüyordunuz. Dünya durdukça, size benzeyenlerin kazancı da bu olacak. Ama, dünya durdukça, size benzemeyen biz, size karşı tanık¬lık edeceğiz: İnsanın en büyük kusurlarını aşarak insanlığımı ve günahsız yanını bulabilmesi için. İş¬te bunun için savaşın sonunda, bu cehenneme dö¬nen kentin içinde bizimkilerin çektiği bunca işken¬celerin üstünde, tanınmaz olmuş ölülerimize, ye¬tim dolu köylerimize karşın, size diyebilirim ki, sizi acımadan yıkacağımız bugünlerde, kin beslemi¬yoruz size karşı. Hatta yarın, bunca ölenler gibi bizim de ölmemiz gerekse, yine kin duymayacağız. Korkmayacağımıza söz veremeyiz, aklımızı yitirme¬meye çalışacağız. Ama, nefret duymayacağımıza söz verebiliriz. Bugün benim dünyada nefret ede¬ceğim tek şey ile hesaplaşmak zorundayız: Sizin gücünüzü yıkmak istiyoruz, ruhunuzu değil.


Görüyorsunuz ya, sizi bizden güçlü yapan şey, yine de sizde kalıyor. Ama bizim size üstünlüğümüzü yapan da budur. Bu gece onun için rahat içim. Bizim gücümüz şu : Dünyanın derinliği üstüne sizin gibi düşünüyoruz, içinde bulunduğumuz dramı kabul ediyoruz, ama bununla birlikte, insan kavramını bu düşünce uçurumundan kurtarıyor ve onda yeni doğuşların yorulmak bilmez cesare¬tini buluyoruz. Dünyayı suçlandırmakta hiç de gevşemiş değiliz. Yeni bilgimizi o kadar pahalıya ödedik ki, çağımızı umut kırıcı görmekte devam ediyoruz. Gün doğarken öldürülen yüzbinlerce insan, zindanların korkunç duvarları, toprağı du¬man duman bir Avrupa, milyonlarca ceset, hepsi aynı Avrupa'nın çocukları, bütün bunlarla ne ka¬zandık? Birkaç yeni düşünce ki, onların da, kimi-lerimizin daha iyi ölmesine yardım etmekten başka bir yararı olmayacak belki. Evet, bu, umut kı¬rıcı bir şeydir. Ama biz, bunca haksızlığa layık olmadığımızı kanıtlamak istiyoruz. Kendimize ver¬diğimiz ödev bu. Yarın başlayacağımız iş bu. Yazın nefesleri dolaşan bu Avrupa gecesinde, silâhlı silâhsız milyonlarca insan savaşa hazırlanıyor. So¬nunda, yenileceğiniz yerde gün doğdu doğacak. Biliyorum, sizin korkunç utkunuza kayıtsız kalan Tanrı, hak ettiğiniz bozgununuza da kayıtsız kala-cak. Bugün bile Tanrıdan bir şey beklemiyorum. Ama, onun yarattığı ve sizin yapayalnız bırakmak istediğiniz varlığı kurtarmaya biz yardım ettik hiç değilse. Siz insana bağlı kalmayı küçük gördüğü¬nüz için şimdi binlerce ama her biri yapayalnız ölecek olan sizlersiniz. Şimdi size allahaısmarla¬dık diyebilirim.


Çevirenler :


Sabahattin Eyuboğlu


Vedat Günyol


DENEMELER VE BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR


Say Yayınları /1991 / 7. basım

Albert Camus: BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR / 3

Tarih: 01.01.2008 Saat: 00:00 Gönderen: karakutu



ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Buraya kadar size yurdumdan söz ettim. ön¬ce benim dil değiştirdiğimi sanmış olabilirsiniz. Gerçekte hiç de öyle değil. Şu var ki sözcüklere aynı anlamı vermiyoruz, aynı dili konuşamıyoruz artık sizinle.

Sözcükler her zaman yarattıkları eylemlerin ya da özverinin rengini alırlar. Örneğin, yurt sözü sizde, benim her zaman yadırgayacak olduğum kanlı ve karanlık yankılarla yüklüdür. Oysa biz, aynı sözcüğe aklın alevini koyduk. Bu anlam için¬de cesaret daha güçtür ama, hiç değilse insan bü-tün insanlığını bulur onda.



Anlıyorsunuz ya be¬nim dilim gerçekten hiç değişmedi. 1939'dan önce sizinle hangi dille konuşmuşsam, şimdi de o dille konuşuyorum.

Şimdi size açacağım bir gerçek, bunu her şey¬den daha "iyi kanıtlayacak sanıyorum. İnatla ve sessizce yurdumuza hizmet ettiğimiz bütün bu süre, her zaman içimizde olan bir düşünceyi ve bir umudu hiç yitirmedik. Bu, Avrupa düşüncesi ve umudu idi. Gerçi beş yıldır bunun hiç sözünü etmedik. Ama edemezdik, çünkü siz çok yüksek sesle söylüyordunuz bunu. Burada da aynı dili konuşmuyorduk, bizim Avrupa'mız sizin Avrupa' nız değildir.

Ama Avrupa'nın ne olduğunu söylemeden ön¬ce size şunu bildirmek isterim ki, sizinle savaşma nedenlerimiz (ki bunlar sizi yenme nedenlerimiz olacaktır) arasında en köklüsü yalnızca yurdumuzun, en diri varlığımızın çiğnendiğini değil, en gü¬zel düşlerimizi de elimizden aldığınızı görmek ol¬muştur. Siz dünyaya bu düşlerin iğrenç ve gülünç bir örneğini verdiniz. İnsanın en ağırına giden şey, sevdiğinin kepaze edilmesidir. Bizim en iyi düşü¬nenlerimizden bu Avrupa kavramını aldınız, ona insanı çileden çıkartan bir anlam verdiniz, Bu kavramın tazeliğini ve etkenliğini yitirmemek için, bize bilinçli bir sevginin bütün gücü gerek. Siz , kö¬lelik ordusuna Avrupalı diyeli beri artık biz bu sı¬fatı kullanamaz olduk. Kullanamaz olduk, çünkü, onun içimizde her zaman yaşayan temiz anlamını kıskançlıkla saklamak istiyoruz. Size Avrupa'nın ne demek olduğunu söylemek istiyorum.

Siz de Avrupa diyorsunuz, ama şurada ayrılıyoruz sizden. Sizin için Avrupa bir mülktür. Oysa biz kendimizi ona bağlı duyuyoruz. Siz yalnız Afrika'yı yitirdikten sonra Avrupa'dan böyle söz ettiniz. Gerçek sevgi bu değildir. Bunca yüzyılların örnekleriyle yüklü olan bu toprak sizin için zorun¬lu bir sığınak, bizim içinse umutların en güzelidir. Ansızın parlayan tutkunuz kırgınlıklardan ve zor¬lamalardan doğmuştur. Kimseye onur kazandırmayacak bir duygudur ve bu kendini bilen hiçbir Av¬rupalının böyle bir Avrupa'yı niçin istemediğini an¬lamanız gerekir.

Siz Avrupa denince ordularla dolu bir toprak, buğday ambarı, yumruk altında endüstriler, gü¬dümlü kafalar anlıyorsunuz. Çok mu ileri gidiyo-rum? Ama şunu çok iyi biliyorum ki, siz en iyi zamanınızda, kendi yalanlarınıza kapıldığınız günlerde bile, Avrupa denince, ister istemez düşündü¬ğünüz Avrupa, bir derebeylik Almanya'sının kanlı bir masal geleceğine doğru sürdüğü uysal uluslar sürüsüdür. Aramızdaki bu ayrılığı çok iyi kavramanızı istiyorum. Sizin için Avrupa denizlerle, dağlarla kuşatılmış, barajlarla kesilmiş, maden ocaklarıyla didiklenmiş, ürünlerle donatılmış bir yaşam alanıdır ve bu alanda Almanya yalnız kendi yazgı-sının üstüne bir oyun oynamaktadır. Bizim içinse, Avrupa yirmi yüzyıldan beri insan kafasının en şa¬şırtıcı serüvenini yaşayageldiği bir ülkedir. Öyle mutlu bir arenadır ki Avrupa bizim için, orada batılı insanın dünyaya, Tanrılara karşı giriştiği savaş bugün en çalkantılı anına varmıştır.

Görüyorsunuz ya, ortak ölçü yok aramızda. Size karşı eski bir propagandanın temalarını kullanacak değilim, korkmayın. Hıristiyanlık geleneğine sahip çıkmayacağım. Bu, bir başka sorundur. Siz çok söz etti-niz bundan. Roma'nın savunucuları geçinerek İsa' yı öne sürmekten çekinmediniz ve sonunda onu çarmıha gönderecek olan öpücüğü kondurdunuz yüzüne. Ama, Hıristiyanlık geleneği, Avrupa'yı ya¬pan geleneklerden bir tanesidir yalnızca ve onu si¬ze karşı savunmaya yetenekli değilim. Bunun için kendini Tanrıya bırakmış bir yüreği olmalı insa¬nın. Benim böyle bir şeyim olmadığımı bilirsiniz. Ama, yurdumun Avrupa adına konuştuğunu ve bi¬rini savunurken ötekini de savunduğumuzu düşündüğüm zaman, ben de bir geleneğe bağlıyımdır. Bu gelenek, aynı zamanda hem bazı büyük insan¬ların, hem de tükenmez bir halkın geleneğidir. Be¬nim geleneğimde kafa ve yürek başta gelir. Bu ge¬leneğin düşünce kralları ve sayısız bir halkı var¬dır. Sınırı birkaç deha ve bütün halklarının derin yüreği olan bu Avrupa'nın, geçici haritalarda ken¬dinize eklediğiniz renkli lekeden ayrı olup olmadı¬ğını siz düşünün.

Anımsar mısınız? Düşüncelerinize isyan etti¬ğim zaman alay ediyordunuz benimle. Bir gün de¬miştiniz ki bana: «Faust yenmeye kalktı mı, Don Quichotte duramaz önünde.» Ben de demiştim ki size: «Ne Faust, ne de Don Quichotte birbirini yenmek için yaratılmamışlardır ve sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.»

Size göre ya Hamlet'i seçmeliydi insanlar, ya Siegfried'i. Ben seçmek istemiyordum o zaman, üstelik de Batıyı güç ile bilgi arasındaki dengede görüyordum yalnız. Ama siz bilgiyi alaya alıyor, yalnız «güç»ten söz ediyordunuz. Bugün ne demek istediğimi daha iyi anlıyorum ve biliyorum ki, Faust bile işinize yaramayacak sizin. Çünkü, biz kimi durumlarda seçmenin gerekli olduğunu kabul etmiştik ama, biz seçtiğimizin insanlığa aykırı olduğunu ve büyük düşüncelerin birbirinden ayrılamayacağını bile bile seçseydik, sizinkinden daha önemli bir seçme yapmış olmazdık. Biz sonradan birleştirmesini bi¬leceğiz. Siz bunu hiçbir zaman bilemediniz. Görüyorsunuz ya, döne dolaşa hep aynı düşünceye va¬rıyoruz. Biz bu düşünceyi o kadar pahalıya ödedik ki, onu bırakamayız artık. Bu düşünceye dayana¬rak diyorum ki size, sizin Avrupa'nız değildir asıl Avrupa. Sizinkinin birleştiren, ya da coşturan hiç¬bir yanı yok. Bizim Avrupa'mız ortak bir serüven¬dir. Bu serüveni, size inat, zekânın rüzgârında sür¬düreceğiz.

Çok uzağa gitmeyeceğim. Kimi zaman bir so¬kağın dönemecinde, ortak savaşın bana bıraktığı kısa dinlenme anlarında, Avrupa'nın bildiğim yerlerini düşündüğüm olur. Çaba yüklü, tarih yüklü ya¬man bir topraktır Avrupa. Batının bütün insanlarıyla yaptığım gezintileri yeniden yaşatıyorum ka¬famda : Floransa Manastırı'ndaki gülleri, Cracovie' nin yaldızlı kubbelerini, Hradschin'i ve ölü saray¬larını, Ultava üstündeki Charles Köprüsünün bük¬lüm büklüm heykellerini, Salzbourg'un güzelim bahçelerini. Bütün o çiçekler ve taşlar, o tepeler, o güzel yerler, ki hepsinde insanların zamanı ile dün¬yanın zamanı, yaslı ağaçları ve anıtları birbirine karışmıştır. Birbiri üstüne yığılan bütün bu görüntüleri kafam eritip bir tek yüz yapmıştır, en büyük yurdumuzun yüzü. Bu güçlü ve kaygılı yüzü, yıllar¬dır gölgenizle kararttığınızı düşündükçe içim burkuluyor. Oysa, bu yerlerin birkaçını sizinle birlikte görmüştük. Günün birinde oraları sizin elinizden kurtarmak gerekeceği aklımdan geçmemişti o za¬man. Öfke ve umutsuzluk anlarında, içerlediğim olur. San Marco Manastırı'nda hâlâ güllerin açma¬sına, Salzbourg Katedrali'nden güvercinlerin küme küme havalanmasına, Silezya'nın küçük mezarla-rında kırmızı sardunyaların durmadan açmasına.

Ama kimi anlarımda da, ki asıl gerçek olan onlardır, bütün bunlar sevindirir beni. Çünkü, bü¬tün o güzel yerler, o çiçekler, o sürülmüş tarlalar, toprakların en eskisi, sizin kana boğamayacağınız şeyler olduğunu her ilkyazda vuruyor yüzünüze. Sözlerimi bununla bitirebilirim. Batının bütün bü¬yük dehâlarının ve otuz ulusunun bizimle birlik olduğunu düşünmem yetmiyor bana: Toprağı bir yana bırakamazdım. Ve biliyorum ki, bütün Avrupa'da, doğa ve akıl çılgınca bir kine kapılmadan, utkuların sessiz gücü ile yok sayıyor sizi. Avrupa kafasının size karşı kullandığı silâhlar, bu toprağın ekinleri ve çiçekleriyle durmadan tazelenen silâh¬ları, aynı silâhlardır.

Bizim savaşımız, ister iste¬mez, utkuya ulaşacak, çünkü, ilkyazların inadı var onda.

Yenildiğiniz zaman her şeyin düzelmeyeceğini biliyorum. Avrupa'nın yine de kurulması gereke¬cek. Onun her zaman kurulması gerek zaten. Ama hiç değilse, yine Avrupa olacak, yani size şimdi an¬lattığım Avrupa. Hiçbir şey yitmeyecek. Bizim şu anda ne olduğumuzu düşünün isterseniz. Haklı ol¬duğumuzu biliyoruz, yurdumuzu seviyoruz, bütün Avrupa ile birliğiz, mutluluk isteği ile özveri arasında, akılla kılıç arasında tam bir denge kurmu¬şuz. Size bir kez daha söylüyorum bunu, söyleme¬liyim, doğruu olduğu için söylüyorum, sizinle dost olduğumuz günlerden bu yana yurdumun ve benim hangi yoldan geçtiğimizi göstermek için söylüyo¬rum:

Bundan böyle sizden üstünüz ve bu üstünlü¬ğümüz yıkacak sizi.


Nisan 1944

Çevirenler :

Sabahattin Eyuboğlu

Vedat Günyol

DENEMELER VE BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR

Say Yayınları /1991 / 7. basım

Albert Camus: BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR / 2

Tarih: 01.01.2008 Saat: 00:02 Gönderen: karakutu



İKİNCİ MEKTUP

Daha önce yazdım size ve kesin olarak konuştum, Beş yıllık bir ayrılıktan sonra, niçin daha güçlü olduğumuzu söyledim. Haklı olup olmadığımızı aramak için dolambaçlı bir yola saptık, hak kaygısı bizi geciktirdi, sevdiğimiz her şeyi uzlaştırmak çılgınlığına düştük, dedim. Ama bunlar üzerine yeniden dönmeğe değer. Daha önce de söyledim size, biz bu dolambaçlı yolu pahalıya ödedik. Haksızlığa düşmektense, kargaşalığa düşmeyi göze aldık. Ama işte, bizim bugünkü gücümüz bu dolambaçlı yoldan geliyor, utkuya da onunla ulaşmak üzereyiz.



Evet, bütün bunları söyledim size, hem de kesin olarak, yazıp bozmadan, kalemimin ucuna geldiği gibi. Bunlar üzerinde düşünmeye de vakit buldum. İnsan geceleri derin derin düşünür. Üç yıldır kentlerimizi ve yüreklerimizi karanlık içinde bıraktınız. Üç yıldır, bugün silâhlı bir güç haline gelen düşüncenin ardındaydık. Şimdi size akıldan söz edebilirim. Çünkü, bugün vardığımız kesinlik, her şeyin ödeşip aydınlandığı, aklın yürekle el ele verdiği bir kesinliktir. Siz ki, aklı hafife alıyordunuz, şimdi şaşıyorsunuzdur her halde, aklın bu kadar geç kendine gelip birden tarihe girmeye karar verdiğini görünce. İşte bu durumda size yeniden seslenmek istiyorum.

Size daha ileride de söyleyeceğim gibi, kesinliğe varan yürek bu işi seve seve yapmaz. Size bütün yazdıklarımın anlamını bunda bulabilirsiniz. Ama daha önce, sizinle, ortak anılarımızla ve dostluğumuzla dürüstçe hesaplaşmak istiyorum. Henüz elimdeyken, bitmek üzere olan bir dostluğa yapılabilecek tek şeyi yapmak, onu aydınlığa çıkarmak istiyorum. Arada bir yüzüme fırlatırcasına söylediğiniz ve hiç unutamadığım o «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözüne karşılık vermiştim önce. Bugün akıl sözü karşısındaki o sabırsız gülümsemenize karşılık vermek istiyorum sadece. Bana şöyle diyordunuz: «Bütün bu akıllarla Fransa kendini yadsıyor. Aydınlarınız, yerine göre, umutsuzluğu ya da olmayacak bir gerçeğin peşine düşmeyi yurtlarına yeğ tutuyorlar. Bizse, Almanya'yı gerçeğin önünde umutsuzluğun ötesinde görüyoruz.» Görünüşe göre doğru söylüyordunuz. Ama, daha önce de söyledim size, biz kimileyin adaleti yurdumuzdan üstün tuttuysak, bu, yurdumuzu yalnız adalet için de sevmek istediğimizdendi. Onu doğruluk içinde, umut içinde sevmek istiyorduk.

İşte bunda ayrılıyorduk sizden. Bizim vazgeçemediğimiz şeyler vardı; Siz ulusunuzun gücünden yararlanmakla yetinirken, biz ulusumuz için doğruluğu özlüyorduk. Gerçekçi bir politikaya hizmet etmek yetiyordu size, bizse, en kötü bocalamalarımızda, bugün yeniden bulduğumuz bir onurlu politika besliyorduk için için. «Biz» derken, yöneticilerimiz demek istemiyorum. Yönetici pek bir şey demek değildir.

Burada gülümsediğinizi görür gibi oluyorum. Sözcüklere karşı hep bir kuşkunuz vardır sizin. Ben de öyleyimdir ama, daha çok kendimden kuşkulanırdım ben. Sizin girdiğiniz ve aklın akıldan utandığı yola sokmak istiyordunuz beni. O zamandan sizi dinlememiştim. Ama bugün yanıtlarım daha sağlam olacak. Doğruluk nedir, diyordunuz. Onu bilmiyoruz, doğru. Ama, hiç değilse, yalanın ne olduğunu biliyoruz : İşte sizin bize öğrettiğiniz de bu oldu. İnsan düşüncesi nedir? Onun da karşıtının ne olduğunu biliyoruz. O, eninde sonunda, zorbalarla Tanrıları kapı dışarı eden güçtür. Aydınlığın gücüdür o. Bizim korumak zorunda olduğumuz insan aydınlığıdır o. Ve bugün bizim kararlı oluşumuz, insanın yazgısıyla yurdumuzun yazgısının el ele vermiş olmasından geliyor. Hiç bir şeyin anlamı olmasaydı, siz haklı olabilirdiniz. Ama anlamını yitirmeyen şeyler var.

Biz burada ayrılıyoruz birbirimizden. Bunu size ne kadar yinelesem azdır. Biz yurdumuzu daha başka yüce kavramların, dostluğun, insanlığın, mutluluğun, doğruluk özleminin ortasında bir yerde görüyorduk. Onun için de, yurdumuza karşı sert davranabiliyorduk. Ama, sonunda biz haklı çıktık. Biz yurdumuza köleler vermedik, onun uğrunda hiçbir şeyi körü körüne yutmadık. Doğruyu eğriyi açıkça görebilmek için sabırla bekledik, yoksulluklar ve acılar içinde, sevdiğimiz her şey için savaşabilmek sevincini elde ettik. Sizse, tam tersine, insanın yurt dışındaki bütün değerlerine karsı savaşıyordunuz. Özveriniz kısır kalıyor. Çünkü sizin değer ölçünüz yanlış, çünkü değerleriniz yerli yerinde değil. Sizde ihanete uğrayan yalnız yürek değil, akıl da öcünü alıyor sizden. Ona istediği pahayı ödemediniz. Açıkgörürlüğün hakkını vermediniz. Bizim bozgunumuzun derinlerinden diyebilirim ki size, bu yüzden yıkılacaksınız.

*

Ama durun şunu anlatayım size. Bildiğim bir tutukevinden, bir sabah erkenden, Fransa'da herhangi bir yerden, silâhlı askerlerin kullandığı bir kamyon, on bir Fransızı kurşuna dizeceğiniz bir mezarlıkta götürüyordu. Bu on bir kişiden beş ya da altısı kurşuna dizilmelerini gerektiren bir şeyler yapmışlardı: Bildiriler dağıtmışlar, bir iki kez buluşmuşlar, ya da daha kötüsü, kimseyi ele vermemişlerdi. Bunlar kamyonun içinde kımıldamadan duruyorlar. Yüreklerini korku bürümüş kuşkusuz ama, bu bayağı bir korku, her insanı bilinmeyen karşısında kapıp kavrayan, cesaretini sarsmayan, olağan bir korku. Öbürleri hiçbir şey yapmamışlardı ve yanlışlığın ya da kayıtsızlığın kurbanı olmak, onlar için bu anı daha da güçleştiriyordu. Aralarında on altı yaşında bir çocuk vardı. Bizim delikanlıların yüzlerini bilirsiniz, onlardan söz etmek istemiyorum. Ama bu delikanlı, ayıbı utanmayı unutmuş, kendini düpedüz korkuya kaptırmıştı. Küçümserce gülümseyeceksiniz ama söyleyeyim, çocuğun dişleri birbirine vuruyordu. Onun yanına bir rahip, koymuştunuz. Görevi, ölümü beklemenin korkunçluğunu azaltmaktı. Diyebilirim ki size, gelecek yaşam üzerine bir konuşma, ölüme götürülen insanlar için hiçbir işe yaramaz. Hep birden atılacakları çukurda her şeyin bitmeyeceğine inanmak kolay iş değildir. Kamyonda sessiz gidiyordu mahpuslar. Rahip, bir köşede yığılıp kalan çocuğa yüzünü döndü. Onunla anlaşacağını sanıyor. Çocuk karşılık veriyor, bu sese yapışıyor, yeniden umutlanıyor. En korkunç anlarımızın sessizliği içinde, bir kimsenin yalnızca konuşması bazen sevindirmeye yeter insanı, her şey düzelecek belki, der. Çocuk «Ben bir şey yapmadım» diyor. «Evet, diyor rahip, ama sorun o değil artık. Seni ölüme hazırlamam gerek. «Nasıl anlamazlar beni, olur şey değil» diyor çocuk. «Ben senin dostunum, belki de anlarım seni. Ama artık çok geç. Ben senin yanında olacağım, Ulu Tanrı da yanında olacak. Göreceksin, o kadar güç olmayacak.» Çocuk çevirdi yüzünü. Rahip Tanrıdan söz ediyor, acaba çocuk Tanrıya inanıyor mu? Evet, inanıyor. Öyleyse, onu bekleyen huzur yanında hiçbir şeyin önemi olmadığını biliyor. Ama işte asıl bu huzur çocuğu korkutuyor. «Ben senin dostunum» diye yineliyor rahip.


Öbürleri susuyorlar, Onları da düşünmek gerek. Rahip, put gibi sessiz duran mahpuslara yaklaşıyor. Bir an sırtını çocuğa çeviriyor. Kamyon, sabah çiyleriyle ıslak yolun üstünde cızırtılarla yavaş yavaş ilerliyor. Düşünün o külrengi saati, insanların sabah kokusunu, görülmeyen ama sapan gürültüleriyle, bir kuş sesiyle sezinlenen kırları. Çocuk kamyonun tentesine abanıyor, tente gevşiyor biraz. Kamyonun kenarıyla tente arasında dar bir aralık görüyor. İsterse kendini atabilir oradan. Rahibin sırtı dönük. Öndeki askerlerse, sabahın bu alacakaranlığında yola bakıyorlar. Çocuk, uzun boylu düşünmeden tenteyi çekip yırtıyor, delikten atlıyor. Düşmesi duyulmuyor nerdeyse. Yolda koşuşan birkaç adım, sonra tam sessizlik. Çocuk, adımlarının sesini boğan topraklardadır artık. Ama tentenin çırpıntısı, kamyonun içine birden dolan ıslak hava, rahibi ve mahpusları arkaya döndürüyor. Bir saniye, kendine sessiz sessiz bakan adamların yüzlerini süzüyor. Bir saniye içinde, Tanrının adamı, işi gereği, cellâtlardan yana mı, yoksa kurbanlardan yana mı olduğuna karar verecek. Ama, daha düşünmeye kalmadan, arkadaşlarıyla kendi arasındaki bölmeye vurmuştur bile: «Achtung !. » Haber verilmiştir. İki asker kamyona atlayıp mahpuslara silahı çeviriyor. Öbür ikisi aşağı atlayıp tarlalara dalıyorlar. Kamyondakiler bu kovalamanın seslerini, boğuk bağrışmaları duyuyorlar yalnız. Bir silah sesi duyuyorlar, sonra gitgide yaklaşan sesler, sonunda, sağırlaşan adımlar. Çocuk geri getirilmiştir; yaralanmamış, ama çevresini düşmanca kuşatan sisin ortasında, birden cesaretini yitirip durakalmıştır Askerler onu nerdeyse sürükleyerek getiriyorlar. Biraz tartaklamışlar onu, çok değil. Çünkü ölecek nasıl olsa. Çocuk ne rahibe bakıyor, ne de başkasına. Rahip sürücünün yanına binmiştir. Silâhlı bir asker kamyon da onun yerini almıştır. Kamyonun bir köşesine atılan çocuk, ağlamıyor. Tente ile döşeme arasında, akıp giden gün ışığı vurmuş yola bakıyor .


*

Bilirim sizi, öykünün sonunu kendiniz getirirsiniz. Ama bunu bana kim anlattı biliyor musunuz? Bir Fransız rahibi. Bana şöyle diyordu: «Bu rahip adına utanıyorum ve şunu düşünüp seviniyorum ki, hiçbir Fransız rahibi Tanrısını insan öldürme yolunda kullanmayı kabul etmezdi.». Doğruydu bu. Sizin rahip sizin gibi düşünüyordu. İmanını bile yurdu uğruna kullanmak olağandı onun için. Sizde Tanrılar bile silâh altındadır. Dediğiniz gibi, sizinle birliktir onlar, ama zorla. Hiçbir şey görmüyor gözleriniz, atılış olmuşsunuz sadece. Ve siz şimdi kör bir öfkenin gücü ile savaşıyorsunuz. Aklın sesine değil, silah seslerine vermişsiniz kulaklarınızı, her şeyi karartıp saplantılarınızın ardına düşmüşsünüz bütün inadınızla. Bizse, düşünerek, duraksayarak çıktık yola. Öfkenin karşısında güçlü değildik sizin kadar. Bizim dolambaçlı yolumuz sona erdi. Akla öfkeyi katmamız için bir tek çocuğun ölmesi yeter. Şimdi artık bire karşı ikiyiz. Size öfkeden söz etmek istiyorum.

Anımsar mısınız? Büyüklerinizden birinin birden parlamasına şaştığım zaman şöyle demiştiniz bana: «Bu iyi bir şeydir. Ama siz anlamıyorsunuz. Fransızların bir erdemi, öfke erdemi eksik.» Hayır, öyle değil, Fransızlar erdem konusunda titizdirler. Erdemlere ancak gerektiği zaman başvururlar. Bu yüzden öfkeleri sessiz ve görmeye başladığımız gibi de güçlüdür. Sözümü bitirirken de bu çeşit bir öfkeyle konuşacağım sizinle. Öfkenin başka bir türlüsü yoktur bende.

Demin de söyledim, kesinliğe varan yürek bu işi seve seve yapmaz. Bu uzun dolambaçlı yolda neler yitirdiğimizi biliyoruz, kendi kendimizle uzlaşarak savaşmanın o acı sevincini pahalıya ödediğimizi de biliyoruz. Yanılgılara düşmemek kaygısı, güven kattığı kadar acılık da katıyor savaşımıza. Biz savaştan hoşlanmıyorduk. Niçin savaşacağımızı bilmiyorduk. Bizim halkımız iç savaşı, inadı ve ortak kavgayı, su götürmez özveriyi seçti. Bu savaş, budala ya da korkak hükümetlerin buyruğuyla değil, kendi kendine giriştiği bir savaştı. Bu savaşta kendi kendini buldu yeniden, kendine yakıştırdığı bir düşünceyle savaştı. Ama kendi gönlünce bir savaşı seçmek bir lükstü onun için ve bu lüksü korkunç pahalıya maloldu ona.

Burada da bizim halk sizinkinden değerce çok daha üstün: Çünkü ölenler en değerli çocuklarıdır onun: İşte acı düşüncem de bu benim. Savaş budalalığında budalalık yararlı olabilir. Ölüm az çok her bir yana dağılıp rastgele vurur. Oysa bizim seçtiğimiz savaşta, cesaret kendi kendini ortaya koyar ve sizin her gün kurşrma dizdiğiniz insanlar en temiz aydınlarımızdır. Sizin sğlığınız hesaplı bir saflık. Siz en iyiyi seçmesini hiçbir zaman bilmediniz. Neyi yıkmak gerektiğini biliyorsunuz. Biz, düşüncenin savunucuları, kendini beğenen bir gücün onu öldürebileceğini biliyoruz. O dünyadan vazgeçmiş, sessiz yüzlerle, bazen kurşunla delik deşik edip bizim doğruluğumuzu onlarla birlikte darmadağın edeceğinizi sanıyorsunuz. Ama siz Fransa'nın zamanla yaptığı savaştaki inadını hesaba katmıyorsunuz. Bizi güç anlarımızda destekleyen bu yürekler acısı umuttur: Ölen kardeşlerimiz cellatlarınızdan daha sabırlı, kurşunlarınızdan daha sayısız olacaklardır. Görüyorsunuz, Fransızlar da öfkelenebiliyorlar.


Aralık 1943

Çevirenler :

Sabahattin Eyuboğlu

Vedat Günyol

DENEMELER VE BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR

Say Yayınları /1991 / 7. basım

Albert Camus: BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR / 1

Tarih: 01.01.2008 Saat: 00:05 Gönderen: karakutu



BİRİNCİ MEKTUP

Bana şöyle diyordunuz: «Yurdumun büyüklüğüne paha biçilmez. Onu büyük yapan hiçbir şeyin anlamı olmayan bir dünyada biz genç Almanlar gibi, uluslarının gücünde bir anlam bulanlar her şeyi ona feda etmelidirler.»

O zamanlar sizi severdim, ama sizinle ayrılığım daha o zamandan başlamıştı bile. Size: «Olamaz, diyordum, insanın güttüğü amaca her şeyi feda etmesi gerektiğine inanmam. Kimi yollar vardır ki bağışlanamaz onlara başvurmak. Adaleti seve seve yurdumu da sevmek isterim. Yurdum için herhangi bir büyüklüğü, hele kana ve yalana dayanan bir büyüklüğü istemem. Adaleti yaşatarak yurdumu yaşatmak isterim.» Bana: «Öyleyse, siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» diye karşılık vermiştiniz.



Bunun üzerinden beş yıl geçti. O gün bugün birbirimizden ayrılmış bulunuyoruz. Diyebilirim ki, sizin hesabımıza çok kısa süren, birçok gürültüyle geçen şu uzun yıllarda, gün geçmedi ki, «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözünü anımsamış olmayayım.

Bugün o sözünüzü düşünürken boğazıma bir şeyler tıkanır gibi oluyor. Hayır, onu sevmiyorum. Eğer sevdiğimiz şeyde doğru olmayanı açığa vurmak sevmek değilse, eğer sevdiğimiz şeyin düşüncemizdeki en güzel imgesine uymasını istemek sevmek değilse, sevmiyordum. Bundan beş yıl önce, Fransa'da birçok kimse benim gibi düşünüyordu. Bunlardan birkaçı Almanların kurşunlarına göğüs verdiler. Size göre yurtlarını sevmeyen insanlarımız yurdumuza yaşamınızı yüz kez verebilseniz bile- sizin yapamayacağınız şeyi yaptılar. Çünkü, onlar önce kendi kendilerini yenmeyi başardılar ve gerçek kahramanlıkları da bundandır. Ama, ben burada iki türlü büyüklükten söz ediyorum ve bundaki çelişkiyi de açıklamak zorundayım.

Olabilirse eğer, yine buluşacağız sizinle. Ama, o zaman dostluğumuz da bitmiş olacak. Siz tümden yenilmiş olacaksınız, ama eski utkularınızdan yüzümüz kızarmayacak. Daha çok bütün ezilmiş güçlerinizle o utkuyu yitirdiğiniz için vahlanacaksınız. Bugün hâlâ düşüncemle yakınınızdayım - düşmanınız sayılırım gerçi, ama henüz biraz dostunuz da sayılırım. Çünkü size burada içimi açıyorum. Yarın her şey bitmiş olacak. Utkunuzun bitiremediği şeyi, yenilginiz tamamlayacak. Ama, ilgisizliğe düştüğümüz günden önce, barışın da, savaşın da yurdumun yazgısı üzerinde sizlere öğretemediği şeyi açıklamak istiyorum.

Bizi ne çeşit büyüklük coşturur, hemen söyleyivereyim size. Yani sizde olmayan ve bizim alkışladığımız gözüpeklik ne türlü bir gözüpekliktir, onu söylemek istiyorum size. Çünkü, içine atıldığımız ateş, çoktandır hazırlandığımız ve düşünmekten daha kolaylıkla üstüne yürüdüğümüz. bir ateşse, büyük bir şey değildir bu. Oysa, kinin, kaba gücün boş şeyler olduğunu bile bile ölüme, işkenceye doğru ilerlemek büyük bir şeydir. Savaştan nefret ede ede savaşmak, mutluluğun ne olduğunu bile bile her şeyi yitirmeye razı olmak, yüksek bir uygarlık düşüncesiyle yakıp yıkmaya koşmak, büyük bir şeydir. İşte, biz bunda sizlerden fazlasını yapıyoruz. Çünkü, bizler kendi kendimizi yenmek zorundayız. Sizlerin ne yüreklerinizde yenecek bir şeyiniz vardı, ne de kafanızda. Bizim iki düşmanımız vardı ve silahla kazanılacak utku (ki kendini dizginlemek zorunda olmayan size yetiyordu) yetmiyordu bize.

Bizim yenecek çok şeyimiz vardı, belki bunların başında da, öteden beri size benzeme heveslerimiz geliyordu. Çünkü, bizi içgüdülere kapılmaya, düşünceyi hiçe saymaya, işin kolayına kaçmaya götüren bir şey vardır her zaman. Büyük erdemlerimizden bıkarız sonunda. Zekâmızdan utandığımız olur, zaman zaman da, gerçeğe zahmetsizce ulaştıran mutlu bir barbarlık özlemine kapılırız. Ama, bundan kurtulmamız hiç de güç değil. Çünkü, siz bu özlediğimiz şeyin ne olduğunu bize gösterince, aklımızı başımıza topluyoruz. Tarihte bir yazgıcılığa inansaydım, sizin yanı başınızda, bizim kendimizi düzeltmemiz için, akıl adacıkları gibi durduğunuzu düşünürdüm. Sizi görünce, yeniden düşünmeye başlayıp rahat ediyoruz.

Bir de, kahramanlık üstündeki kuşkumuzu da yenmemiz gerekti. Biliyorum, siz kahramanlığı bize yakıştırmazsınız. Bizler, sadece onu hem öğütleriz, hem sakınırız ondan. Öğütleriz, çünkü, bin yıllık tarihimiz bize soylu olan her şeyi öğretmiştir. Sakınırız, çünkü bin yıllık düşünce bize doğal olmanın sanatını ve onun iyiliklerini belletmiştir. Sizlerin karşısına çıkmak için, çok uzaklardan gelmek zorunda kaldık. İşte, bunun için bütün Avrupa bizi geride bıraktı bu işte. Çünkü, biz gerçeği aramakla uğraşırken, Avrupa, fırsatı bulur bulmaz, yalanın kucağına atıldı.

Ayrıca, insan sevgimizi, barışçı bir yazgı düşümüzü, hiçbir utkunun kazançlı olmadığı, insanları asıp kesmeninse onarılmaz bir yıkım olduğu inancımızı yenmek zorundaydık. Hem bildiğimizden hem umduğumuzdan, sevmeyi daha doğru bulan aklımızdan, her türlü savaşa olan nefretimizden vazgeçmemiz gerekiyordu.

Şimdi artık olan oldu. Dolambaçlı yollardan geçmek zorundaydık, onun için çok geç kaldık. Gerçeklik kaygısının zekâyı, dostluk kaygısının yüreği yokuşa tutmasıdır bu. Doğruluğun, gerçeğin bizden yana olmasını istedik ve bunu çok pahalıya ödedik. Yüzkaralarına, susmalara, acılara, hapislere, nice sabahlar kurşuna dizilmelere, yapayalnız kalmalara, ayrılıklara, açlıklara, çocuklarımızın bir deri bir kemik kalmasına, her şeyden çok da kendi içimizi yemelere katlandık. Ama olması gerekliydi bunların. İnsan öldürmeye, bu dünyanın yoksulluğunu artırmaya hakkımız var mıydı? Bunu anlamak için yitirdik bu kadar zamanı. İşte, bu yitirip yeniden bulduğumuz zaman, önce katlanıp sonra aştığımız bu bozgun, kanla ödediğimiz bu kaygılar, biz Fransızlara bugün şöyle düşünme hakkını veriyor: Biz bu savaşa ellerimiz temiz olarak girdik, kurbanların ve inanmışların temizliğiyle. Bu savaştan yine ellerimiz temiz olarak çıkacağız, haksızlığa ve kendimize karşı kazanılmış büyük bir utkunun temizliğiyle.

Çünkü utkuyu kazanacağız. Kuşkunuz olmasın bundan. Ama utkuyu, bu bozguna, aklımızı kullanmak için uzattığımız bu yola, haksızlığı gördüğümüz ve ders aldığımız bu acılara borçlu olarak. Biz bu arada her türlü utkunun gizini öğrendik. Eğer bu gizi hep, elde tutarsak, günün birinde en son utkuyu da kazanacağız. Bazen düşündüğümüzün tersine, bu bozgun öğretti ki bize, düşünce kılıca karşı güçsüzdür. Ama, düşünce kılıçla birleşti mi, tek başına çekilen kılıcı her zaman yenecektir. İşte onun için biz bugün, düşüncenin bizden yana olduğa inandıktan sonra kılıca sarılmış bulunuyoruz. Buna ulaşmak için, ölenleri görmek, ölmeyi göze almak, sabah karanlığı giyotine giden, hapishane koridorlarından geçerken kapıdan kapıya arkadaşlarını yüreklendiren bir Fransız işçisinin duyduklarını duymamız gerekti. Düşüncemizi kurtarmak için, bedenimizin işkencelere katlanması gerekti. Ancak ödediğimiz şey tam anlamıyla bizim olur. Biz pahalı ödedik ve daha da ödeyeceğiz. Ama buna karşılık bizim inancımızı, aklımızı, doğruluk duygumuzu güçlendirdik. Artık yenileceğiniz gündür.

Ben doğruluğun kendiliğinden güçlü olduğuna hiçbir zaman inanmamışımdır. Ama, güçler eşit oldu mu, doğrunun yalanı alt edeceğini bilmek de büyük bir şeydir. İşte bizler bu güç dengeye varmış bulunuyoruz. Bu ince anlam ayrılığına dayanarak savaşıyoruz. Bugün, biz bu türlü ince anlam ayrılıkları için savaşıyoruz diyeceğim geliyor. Ama bu ayrılıklar insanın kendisi kadar önemlidir. Bizler özveriyi gizemcilikten, enerjiyi zorbalıktan, gücü gaddarlıktan ayıran ince anlam için dövüşüyoruz. Yalanı doğrudan, umutlarımızda yaşayan insanı sizlerin taptığımız alçak Tanrılardan, ayıran anlam için.

İşte, size savaşın bitiminde değil, savaş içinde söylemek istediğim şeyler. İşte hâlâ aklıma takılıp kalan o «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözüne vermek istediğim karşılık. Ama, sizinle daha da açık konuşmak istiyorum. Fransa gücünü de, üstünlüğünü de uzun zaman için yitirdi sanıyorum. Her kültür için gerekli saygınlık payını yeniden bulması için uzun zaman umutsuzca sabırlara, kahırlara katlanması, aklını kullanarak başkaldırması gerekecek. Ama şuna da inanıyorum ki, Fransa bütün bu yitirdiklerini niyetlerinin temizliği yüzünden yitirdi. İşte bunun için de umudumu kesmiyorum ondan. Mektubumun bütün anlamı bu…

Çevirenler :

Sabahattin Eyuboğlu

Vedat Günyol

DENEMELER VE BİR ALMAN DOSTA MEKTUPLAR

Albert Camus: Demokrasi ve alçakgönüllülük

Tarih: 25.01.2011 Saat: 15:18 Gönderen: karakutu



İyi denebilecek hiçbir siyasal düzen yoktur belki de. Ama demokrasi bu düzenlerin en az kötü olanıdır. Demokrasi parti kavramından ayrı düşünülemez. Ama, parti kavramı, pekâlâ demokrasisiz de olabilir. Bu, bir parti ya da bir avuç adam değişmez gerçeği bulduğuna inanırsa böyle olur. İşte, bunun için, millet meclisi ve milletvekilleri bugün alçak gönüllülük kürü görmek zorundadırlar.



Bugünkü dünyamızda alçak gönüllü olmayı gerektiren nedenler çok. Nasıl unutabiliriz, millet meclisi ve hükümetlerden hiçbiri, dört bir yandan üstümüze yürüyen sorunları çözemediler.

Buna güçlerinin yetmediği şundan da belli ki, bu nedenlerden hangisi ortaya konsa hemen uluslararası çatışmalar öne sürülüyor. Kömürümüz mü yok? İngilizler Rhur'un, Ruslar da Sarre'ın kömürünü bize vermiyorlar da ondan. Ekmeğimiz mi yok? Moskova ve Washington'un bize verebileceği tonlar tonu buğdayı Bay Blum ve Bay Thorez birbirinin yüzlerine savuruyorlar. Bu konuşmalar açıkça ortaya koyuyor ki, millet meclisi ve hükümet, şimdilik yalnızca bir yönetim rolü oynayabilir ve Fransa bağımsız değildir.

Yapılacak tek şey, bunu böylece kabul etmek, bundan gerekli sonuçlan çıkarmak ve hep bir araya gelip uluslararası düzeni kurmaktır. Bu düzen olmadan bir ülkenin hiçbir iç sorunu çözülemez. Bunu bir başka türlü söylersek herkesin biraz kendini unutması gerekir. Böylece milletvekilleri biraz a1çak gönüllü olmayı öğrenir ki, demokrasinin iyisini gerçeğini yapan da budur, zaten. Demokrat dediğimiz sonunda, rakibinin haklı olabileceğini kabul eden adamdır. Onu özgürce konuşturur ve söyledikleri üzerinde düşünmekten kaçmaz.

Partiler ve insanlar, kendilerini, başkalarının ağzını kapayacak kadar haklı gördükleri yerde demokrasi yoktur. Alçak gönüllülük, nereden gelirse gelsin, cumhuriyet için yararlı bir şeydir öyleyse. Bugün, Fransa güçlü durumda değildir. "Bu, onun için iyi bir şey mi? Bunu düşünmeyi başkalarına bırakalım. Ama, her halde bu, alçak gönüllü olmak için bir fırsattır. İster yeniden güçlü olmaya, ister güçlü olmaktan vazgeçmeye çalışalım, şimdilik ülkemizin elinde bir örnek olmak olanağı var. Fransa'nın dünyaya örnek olabilmesi için de, kendi sınırlan içinde görebileceği gerçekleri dünyaya söylemesi gerekir, yani hükümet öyle davranır ki, uluslararası demokrasi düzeni kurulmadıkça, bir ulusun iç demokrasisinin gerçekleşmeyeceğini ortaya kor ve ilke olarak, uluslararası düzenin demokratça olabilmesi için zor kullanmaktan vazgeçmek gerektiğini kabul eder.

Bu düşünceler, görüyorsunuz ya, bugün olan bitene uymuyor.

Can Dündar -Erdoğan neden milliyetçi oldu?

20 Ocak 2011
Bazıları “Ne oldu Erdoğan’a? Neden milliyetçilikte vites yükseltti” diye soruyor.
Bir türbeye sahip çıkma bahanesiyle “insanlık anıtı”na “ucube” dedi.
Meraklıların “tıksırıncaya kadar” içtiğini söyledi
“Muhteşem Yüzyıl”a yönelik protestolara, “tarihi şahsiyetlerin manevi değeri bizim için son derece önemlidir” diyerek destek verdi.
Bu sözlerin ona bazı liberal destekçilerini kaybettireceğini bile bile neden bu yolu seçti?
* * *
Cevap oy hesaplarında:
Artık liberallerin oyuna ihtiyacı yok. Oradaki sınırına ulaştığını görüyor. CHP’li sahillerden ve BDP’li Güneydoğu’dan yeni oy alamayacağını biliyor.
Şimdi asıl hedefi MHP...
Nedeni basit:
CHP’nin oy oranı belli: Yüzde 30 civarında...
AKP ise yüzde 45’lerde görünüyor.
MHP, yüzde 10 barajının üstünde...
Aslında bu tablo, AKP’yi tek başına iktidar yapmaya yeter.
Ancak anayasayı değiştirmek için fazlasına ihtiyacı var.
MHP’nin oylarını barajın altına itebilirse ve BDP bir ittifakla barajı aşamazsa bütün manzara değişiyor. O zaman AKP, yüzde 40’ın altında oy alsa bile Meclis’te anayasayı tek başına değiştirebilecek ve Erdoğan’ı “Başkan” seçtirebilecek milletvekili sayısına erişebiliyor.
Son dönemdeki milliyetçi söylemin altında yatan hesap bu...
* * *
MHP lideri ekim başında seçim startını nerede, nasıl vermişti?
Kars’taki Ani harabelerinde namaz kılarak değil mi? Erdoğan’ın 3,5 ay sonra Kars’a gidip Hasan Harakani türbesini ziyaret etmesine, Evliya Camii’nde namaz kılmasına ne demeli?
“Ucube” çıkışı özünde ülkücü tabana mesajdır.
Yoksa Başbakan’ın kutsal alanlarda yapılaşma konusunda bir hassasiyeti olsa Beyoğlu’nda Karaağaç BektaşiTekkesi arazisi üzerine (hem de) AKP il binası yapılmasına, Antalya Elmalı’daki Abdal Musa Dergâhı’nın yanıbaşına taş ocağı kurulmasına izin verir miydi?
Erdoğan Anadolu taşrasına göz kırparak referandumda MHP’nin oy depolarında gözlenen gerilemeyi sürdürmek istiyor.
* * *
Bu gelişmenin işaretini Kemal Can ve Hilmi Hacaloğlu, ekim ayında Milliyet’te MHP ile ilgili yazı dizisinde vermişlerdi.
O dizide MHP’li Cihan Paçacı şöyle demişti:
“Türkiye’deki sol seçmeni en fazla yüzde 40’a çıkarabilirsiniz. Eğer iki partili sistem olursa yüzde 40 artı 1, iktidar olur. AKP için en iyi rakip CHP’dir. Çünkü kendi seçmeni oraya gitmez. En tehlikeli parti, ona en yakın değerleri savunan partidir. Kendi seçmeninin yöneleceği 2. siyasi parti tehdittir. O yüzden MHP hedef seçilmiştir.”
* * *
Bu tablonun üstüne Demokrat Parti’nin son kongresini ekleyin:
Namık Kemal Zeybek gibi ülkücü kökenden gelen bir lider, yanında Agah Oktay Güner gibi MHP’ye yıllarını vermiş bir isimle yönetime geldi. MHP’den çalacakları her oy, kıymete binmiş durumda...
Özetle, seçime kadar ne açılım var, ne AB perspektifi, ne Kürt meselesi...
Milliyetçilik yarışı hızlanarak sürecek.

Can Dündar -‘Sabancı cinayeti örgüte sipariş edilmiş olabilir’

23 Ocak 2011
‘Mustafa, Sakıp Sabancı’nın o günlerde hazırladığı ‘Güneydoğu Raporu’nun onu hedef haline
getirdiğini düşünüyor, cinayetin bu nedenle örgüte sipariş edilmiş olduğundan şüpheleniyordu. ‘Ama bir şeyleri bilmek bana da zarar verir’ diye düşünüyordu’

Semra Duyar, Mustafa Duyar’ın eşi... Ama olağanüstü koşullarda gerçekleşmiş, kısa sürmüş, kötü bitmiş, pek alışılmadık bir evlilik onlarınki...
Birbirlerini pek az tanıyorlar.
Hep cezaevinde kalmışlar.
Pek az birlikte olabilmişler.
Tanışmaları 1997 başı...
Evlenmeleri 1997 yazı...
Duyar’ın öldürülmesi 1999 başı...
Yine de çoğu ayrı koğuşlarda geçen bu iki yıl içinde, başlarından geçenleri konuşmak, yaşadıklarını birbirlerine aktarmak için yeterli zamanları olmuş.
Mustafa Duyar, yaşadıklarını öldürülmeden önce bana anlatmak istemişti. Bu röportaj gerçekleşemedi. Eşinden dinlediklerim, tam olarak onun anlatmak istedikleri miydi; bilmiyorum. O yüzden Semra Duyar’ın anlattıklarının “ikinci el” bilgiler olduğunu ve 12 yıl aradan sonra aktarıldığını bilerek okumakta yarar var. Yine de bunun çok önemli bir tanıklık olduğunu ve bu karanlık olaya bir nebze olsun ışık tutabileceğini umuyorum.
İşte Semra Duyar’ın eşinden dinledikleriyle “Sabancı Suikastı...”


Özdemir Sabancı
MUSTAFA DUYAR, ÖZDEMİR SABANCI’YI VURDUKTAN SONRA AĞLADI VE DEDİ Kİ:
“Yine katil mi olduk?”
“Mustafa, Sabancı eylemi hakkında konuşmayı sevmiyordu. Sadece iki kez konuştuk bu konuyu... Bana anlattığı şuydu:
“Mustafa (Duyar) ve İsmail (Akkol) 1995 yılı sonunda Bayrampaşa Cezaevi’nde Ercan Kartal’la görüşmeye gidiyorlar. O dönem Ümraniye Cezaevi’nde olaylar var. Ercan, Sabancı eylemi için baskı yapıyor.
“Eylem günü yönetim katında çaycı olarak çalışan Fehriye Erdal’ın verdiği kart sayesinde içeri girip yönetim katına çıkıyorlar.
“Fehriye’nin gösterdiği kapıyı açıp içeri giriyorlar. Sözde Fehriye odaları şaşırıyor, Sakıp Sabancı’nın değil, Özdemir Sabancı’nın odasını gösteriyor. Bu biraz tuhaf!
“İçeri girdiklerinde Özdemir Sabancı kahve içiyor. Mustafa onu ve Haluk Görgün’ü vuruyor.
“Sonra çıkışta kimsenin yardımı olmadan, rahatça binadan kaçıyorlar. Bana bu da saçma gelmişti anlattığında...”
“Bayan vurmayacaksın!”
“Bir ayrıntı vereyim:
“Mustafa eylemden önce İsmail’e ısrarla:
‘Kesinlikle bayan vurmayacaksın. Sekreter bağıracak olursa bir şekilde susturacaksın, ama vurmayacaksın’ diyor.
“Böyle maço bir tarafı vardı. Sonradan sekreter bağırınca İsmail’in panikleyip Nilgün Hasefe’yi öldürdüğünü duyunca çok şaşırmış.
“O gece İsmail’le Maslak’ta ormanlık bir yere gidiyorlar. Sarhoş olana kadar içip ‘Yine katil mi olduk’ diye ağlıyorlar.
Sonra ‘Vatan’a (İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasına) yakın bir evde kalmışlar. Bir süre de bir savcının kızının evinde saklanmışlar. Ardından da Rodos-Atina üzerinden Almanya’ya gönderilmişler.”

DUYAR PİŞMANDI
“İşte böyle bir askeri vurdum ben!”
“Aslında Maslak’ta vurduğu askerler için daha fazla üzülüyordu.
“Bir keresinde görüş yaptığımız sırada avukat odasının demir parmaklıklarının arkasından bir asker geçiyordu. Mustafa’dan sigara istedi. Mustafa askere sigara verdi. Gözleri doldu. Rengi kül gibi oldu. Sigarasını yaktıktan sonra; ‘İşte benim öldürdüğüm asker de böyle bir gençti’ dedi. ‘Neden herkes Sabancı’nın üzerinde duruyor da askerler dile getirilmiyor. Bu memlekette bir tek Sabancı mı öldürüldü’ diye söyleniyordu.
Özellikle Sakıp Sabancı’ya sinirleniyordu. Bu konuda çok konuşmasına ve örgütü değil, hep kendisini hedef almasına kızıyordu.
‘-Senin kardeşin öldürülse ne hissederdin? Sen konuşmaz mıydın’ diye sordum bir seferinde...
“-Evet, haklısın tabii” demişti.
Yaptığı işle övünmüyordu.
Pişmandı.”

İtirafçılar koğuşunda nikâh
“Cezaevinde iki günde bir akşamları siyasi mahkûmlar, itirafçılar avukat odasında buluşur görüşürdü.
“Mustafa meşhur bir tutukluydu.
“Bana ısrarla ‘Sen de tanışsana’ diyorlardı. Ama ben selam vermedim. Onun Sabancı suikastını yaptığı dönemde ben de örgüt içinde sorgudaydım. Örgütten ayrılmak istediğim için bana işkence yapıyorlardı. Bir yandan da ‘Bak koskoca Sabancı’yı indirdik, seni mi öldüremeyeceğiz’ diye tehdit ediyorlardı. Bu yüzden Mustafa’ya karşı tepkiliydim.
“Sonra tanıştırdılar bizi...
“Baktım, iyi birine benziyordu. Gözlerinde Akdeniz sıcaklığı vardı. Cezaevi psikolojisiyle aramızda bir dostluk oluştu. Bana çocukluğunu, yaşadığı zorlukları anlattı.
‘- Sen nasıl adam öldürebildin’ diye sordum.
‘- Hiç katile benzemiyorum değil mi’ cevabını verdi.
‘- Benzemiyorsun’ dedim.
“Öyle birine benzemiyordu gerçekten de...
‘- Sen de mi soruyorsun? Örgütü bilmiyor musun’ dedi.
“Hangi psikolojiyle yaptığını tahmin edebiliyordum; şartlanmış bir beynin ne olduğunu biliyordum.
“Yine de ben yapamazdım.”

İlk ve son flörtümdü
“Zamanla aramızda duygusal bir yakınlık doğdu. Daha önce hiç flörtüm olmamıştı; (cezaevinde ne kadar flört yaşanabilirse) bu, benim ilk flörtümdü. İster inanın ister inanmayın, sonra da başkası olmadı.
“Çok iyi bir kader arkadaşıydı. Çok birikimli bir çocuktu. Kendini geliştirmişti. Kendisine farklı bir yaşam tarzı sunulsa eminim çok farklı bir insan olurdu.
“Ona karşı bir sıcaklık hissettim. Önyargım yıkıldı.
“Tanıştıktan iki ay sonra, Mart ayında bir gün açık görüş sırasında bana;
‘- Evlenelim mi?’ diye sordu.
‘- Hadi evlenelim’ deyiverdim.
O gün hemen dilekçe yazmış ikimiz adına, idareye vermiş.
Ertesi gün ben ağabeyime söyledim. Çok kızdı. Ailemde herkes karşı çıktı. Onun üzerine vazgeçtim.
Mustafa’ya gidip ‘Ben vazgeçtim’ dedim.
‘Asla olmaz. Ben idareye dilekçe verdim’ dedi. Çok ısrar etti. İşlemler de başlamıştı. Ailemi karşıma almak pahasına evlenmeye karar verdim.
Temmuz ayında avukat odasında nikâhlandık.
Ailelerimiz karşı çıktığından akrabalar gelmedi. Öbür koğuşlardan gelen temsilciler oldu. Memurlar, gardiyanlar geldi.
Günlük kıyafetlerleydik. Eğlence yapılmadı.
Benim şahidim Cezaevi Müdürü idi. Mustafa’nın şahidi, vefat eden arkadaşı Ergül oldu.
İmzaları attık. Cezaevi koşullarında ne kadar olabilirse ikram yaptık. Ben kendi koğuşuma döndüm; Mustafa kendi koğuşuna gitti.”

Mustafa Duyar, Sabancı suikastının tüm sürecini cezaevinde evlendiği eşine anlatmış.
ALMANYA’DA MUHASEBE
“Öldürdüm ama niye öldürdüğümü bile bilmiyorum”
“Almanya’da iken kendisiyle aynı evde saklanan bir adam varmış. Bir gün adamın fotoğrafını TV’de görmüş. Abdi İpekçi cinayetinin azmettiricisi ülkücü Yalçın Özbey olarak bahsediliyormuş ondan...
“Özbey’le aynı evde kaldığını söylemişti bana... İpekçi ve Sabancı cinayetlerine karışanların aynı evde saklanıyor olmasından rahatsız olmuştu.bir gün örgüt liderlerinden biriyle evde TV izlerken Alman polisiyle dört DHKP-Cmilitanının çatışmaya girdiği ve öldürüldüğü haberini duymuşlar. Örgüt sorumlusu, haberi duyunca elinde şarap kadehi olduğu halde ‘Hay Allah, silahları da yakalattılar’ demiş. Mustafa bozulmuş. Cezaevlerinde ölüm oruçları sürerken örgüt yöneticisinin orada sefa sürmesi ve ölenlerden çok yakalanan silahlara üzülmesi karşısında şaşkına dönmüş.
“Kullanıldık”
“Yaptıkları işi orada sorgulamaya, ‘Niye yaptık’ diye düşünmeye başlamışlar.
“Bana, kullanıldıklarını söylüyordu:
‘Öldürdüm, ama niye öldürdüğümü ben bile bilmiyorum’ demişti.
Sakıp Sabancı’nın o günlerde hazırladığı ‘Güneydoğu Raporu’nda BASK modeli önermesinin onu hedef haline getirdiğini düşünüyor, cinayetin bu nedenle örgüte sipariş edilmiş olduğundan şüpheleniyordu. (*)
‘Ama bir şeyleri bilmek bana da zarar verir’ diye düşünüyordu.

“Abla teslim olacağım”
“Mustafa o dönem İsmail’e ‘Devletten de örgütten de kaçalım. Ben dil biliyorum, idare ederiz’ demiş. Bir bocalama dönemi yaşamışlar. ‘Devlete teslim olsak örgüt bizi öldürür mü’ diye düşünmüşler. Onların kaçış planı yaptığını örgüt fark etmiş. Hemen Mustafa’yı Suriye’ye göndermiş.
“Mustafa Suriye’de bir süre kaldıktan sonra 1996 sonunda devlete teslim olmaya karar vermiş. Ablasına ‘Ben teslim olacağım’ diye mesaj göndermiş. Ablası, ‘Öldürürler seni’ dediyse de fikrinden caymamış. Evdeki para dolu bavuldan bir miktar para almış. Şam’daki Türk Büyükelçiliği’ne gitmiş. Muhaberat yakalarsa örgüte teslim eder korkusu içindeymiş. Elçiliğin kapısındaki görevliler kendisini göçmen zannedip içeri almamışlar. İsmini, karıştığı eylemi söylemiş. Kapıda epey bekledikten ve parmak izleri Ankara’ya gönderildikten sonra içeri alınmış ve Türkiye’ye yollanmış.
“1996 sonunda onu Kırklareli Cezaevi’ne getirdiler.
“Kırklareli, itirafçıların bulunduğu cezaeviydi. Ben de oradaydım. DHKP-C’ye 1989’da 16 yaşında girmiştim. 1995’te yakalanmıştım. 7 yıl 6 aylık cezam vardı. Yargıtay aşamasındaydı.
“1997’nin Ocak ayında ilk kez orada karşılaştık.”


Özdemir Sabancı Sabancı kulelerindeki odasında cinayete kurban gitti.
CAN DÜNDAR’IN NOTU
(*) Burada hâlâ güncel olması nedeniyle kısaca Sakıp Sabancı’nın bu konudaki çabalarını hatırlatmakta yarar var:
Sabancı, 1995 yılında İstanbul Sanayi Odası’ndan bir heyetle birlikte Diyarbakır’ı ziyaret etmiş ve bu geziden sonra “Doğu Anadolu Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Politikaları Raporu”nu hazırlamıştı. O yılın Kasım ayında kitap olarak da yayınlanan bu raporda bölgede yatırımların teşvik edilmesi ve artırılması için bir sistem geliştirmeyi öneriyordu. Ancak Sabancı, sorunun sadece fabrika kurmakla çözülemeyeceği görüşündeydi. “İspanya ve İngiltere’de de bu tür olaylar meydana geldi. Onları inceleyelim” diyordu. Bu sözleri “Sabancı BASK modeli önerdi” şeklinde basına yansıyınca “Ben ‘Bu modelleri inceleyelim’ dedim. ‘BASK modelini aynen getirelim’ diyemem” şeklinde açıklama yapmıştı.
Lakin dönem “şiddete karşı şiddet” sloganının geçerli olduğu dönemdi. Bu “erken uyarı”, beklenen karşılığı bulmadı. Hatta MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Sabancı’yı “Sakıp Ağa, çizmeden yukarı çıkıyorsun. Politikayı oyuncakmı zannediyorsun” diye uyardı. Sabancı o günden sonra bir daha bu konuya girmedi.

YARIN: Nasıl çocukları oldu?

Can Dündar -‘Bizi vurdurmak için tuzak kurdular’ Mustafa Duyar

Sabancı’nın katili Duyar’ın eşinden çarpıcı iddia: “Afyon Cezaevi’nde bizi vuracaklarını anlamıştık. Sevk istiyorduk. Oradan gitmeyelim diye aramızdaki kapıyı açık bıraktılar. Orada çocuğumuz oldu.”
24 Ocak 2011


Mustafa Duyar aslında Afyon’dan önce Kırklareli Cezaevi’nde hedefti. Öldürülmesi emri verilmişti. Ancak bu infaz, bir ihbarla engellendi; daha doğrusu geciktirildi.
Eşi Semra Duyar anlatıyor:

Gözü oyulan ihbarcı
“Kırklareli Cezaevinde Adil Yanık diye biri var. Bu adam, Mustafa’nın Nuriş kardeşlerin adamları Sami Tokur ve Ahmet Yargüder tarafından öldürüleceğini ihbar ediyor cezaevi yönetimine... Bunu söylediği dönemde Mustafa sol müşahedede kalıyor; Tokur ve Yargüder sağ müşahededeler. Bu ihbar üzerine Mustafa hemen Muğla Cezaevi’ne sevkini istedi. Müdür de bu talebi Adalet Bakanlığı’na iletti. Bakanlıktan cevap beklenirken cezaevi yönetimi ihbar üzerine soruşturma açtı ve Sami Tokur’u sorguladı. Tokur, böylece Adil Yanık’ın kendilerini ihbar ettiğini öğrendi ve cezaevinde Adil Yanık’ın gözünü oydular.
“Bizim, öldürülmek istendiğimizden o zaman haberimiz oldu. 1997 sonuydu. Hemen bir sevk talebi yazdık ve Muğla Cezaevi’ne naklimizi istedik.

Kandırmaca
“Bir sabah beni idareden çağırdılar. Dediler ki:
‘Mustafa’yı can güvenliği için Afyon’a gönderiyoruz.’
“Oysa Kırklareli Cezaevi itirafçıların kaldığı bir cezaeviydi. Mustafa’nın istediği Muğla, güvenli bir cezaevi idi. Afyon ise örgütle bağı süren siyasi mahkûmların ve bazı mafya liderlerinin kaldığı bir cezaeviydi. Yani bizim için son derece tehlikeliydi.
“Mustafa gitmemek için direndi; ama Cezaevi Müdürü Mustafa Bekdemir, ‘Biz örgütü başka cezaevine sevk edeceğiz. Afyon’u itirafçı cezaevi yapacağız. İlk siz gideceksiniz. Güvenli bir yer olacak’ dedi.
“Mustafa, Müdüre güvenirdi. İkna oldu ve 1997 sonunda biz gittik Afyon’a...

Bizi vurdurmak istediler
“Cezaevine girerken siyasi mahkûmlar bizi, ‘Hainler geldi’ sloganlarıyla karşıladı. Biz gittik diye isyan çıktı. Örgüt üyelerinin oradan gitmediğini o zaman anladık.
“Üstüne üstlük, Kırklareli Cezaevi’nde Mustafa’yı öldürmeyi planladıkları ortaya çıkan Sami Tokur ve Ahmet Yargüder’i de hemen peşimizden, bizden birkaç ay sonra Afyon Cezaevi’ne sevk ettiler.
“Bize oyun oynandığını, orada bizi vurdurmak istediklerini anladık.
“Ben üç gün müdür odasında kaldım. Mustafa, revirde kaldı. Hemen yönetime başvurduk:
‘Ya bizi Muğla’ya yollayın ya da Kırklareli’ne dönelim’ diye...
‘Olmaz. Sizi geri yollarsak devlet tepki üzerine geri adım atmış olur. Biz örgütü buradan göndereceğiz’ dediler.
“Bu arada 1998’e girmiştik.
“Biz Mustafa ile 6 aydır evliydik. Ama bir gün bile birlikte olmamıştık. O dönemde Cezaevi Savcısı Halis Küçüksubaşı ‘Sizi beraber yatıracağız’ dedi. Biz anlamadık önce...
“Bizi ayrı bir bölüme aldılar. Orada uzun bir koridor vardı. Koridorun bir ucunda çocuklar kalıyordu. Mustafa ile arkadaşı Ergül’e bir oda vermişlerdi. Ben de hemen yandaki odada kalıyordum. İki oda arasında tek bir kapı vardı ve o kapı kilitlenmemişti.
“İlk gün hayret ettik. Mustafa’ya:
‘Bu işte bir iş var. Böyle bir şey nerede görülmüş’ dedim.
“Biz 3 ay orada beraber kaldık. Sonradan anladım ki yemdi o da... Oradan vazgeçmeyelim diye, bize cazip gelsin de Afyon’da kalalım diye yan yana kalmamıza izin verdiler.

İşler değişiyor
“Bir süre sonra bir arama oldu. Aramayı yapan asker ara kapıyı zorladı. Açık olduğunu anladı.
‘Aaa bu açıkmış’ dedi.
“Hemen beni koridorun öbür ucundaki çocuk koğuşuna yolladılar. Mustafa da ‘ayakaltı’ tabir edilen hamamın karşısında bir odaya alındı.
“Ergül’ü başka odaya aldılar. Mustafa’nın yanına Selçuk Parsadan’ı yerleştirdiler.
“Bu arada Cezaevi Müdürü değişti.
“Bize çok kötü davranmaya başladılar.
“Yeni Cezaevi Müdürü, Yakında bu cezaevi manşet olacak’ diyordu. Ne demek istediğini anlamıyorduk.
“Mustafa da kötü bir şeyler olacağını sezinlemişti:
‘Bir şeyler dönüyor. Bir an önce gitmeliyiz buradan’ diyordu.

Ertosun ve nakiller
“1998 Kasımında Ali Suat Ertosun, Ceza Tevkif Evleri Genel Müdürü oldu.
‘Canımız tehlikede. Bizi buradan başka bir yere gönderin’ diye ısrarla sevk istedik; defalarca dilekçe verdik; asla kabul etmedi.
“O ay, Karagümrük çetesinden 5 kişi daha Afyon Cezaevi’ne gönderildi. Böylece Afyon’da 8 kişi oldular. Ve Mustafa’nın kaldığı koğuşun karşı çaprazındaki bir koğuşa yerleştirildiler.
“Mustafa bir ara ‘Can güvenliğimiz yok’ diye açlık grevine başladı. Dayak yedi; görüş yasağı getirildi. Dışardan gönderilen mektuplarımızı, paramızı vermemeye başladılar.
Bir izolasyon politikası uyguluyorlardı.”


Mustafa ile Semra Duyar can güvenliği olmayan Afyon Cezaeevi’ne gönderilmişti.
Cezaevinde anne oldum
“1998 Nisan ayında hamile olduğumu anladım.Ne yapacağımızı şaşırdık. Başta idareye söylemedik. Aldırmayı da düşünmedik. Oğlum, 1999 Ocak ayının 16. Çarşamba günü saat 21.45’te, Zübeyde Hanım Doğum Hastanesi’nde sezeryanla dünyaya geldi.
Hayatımdaki tek mutlu an, anne olduğum andır.
Mustafa’ya minnettarım, çünkü bir evlat verdi bana...
Oğlum babasına benziyordu.
Şimdiki aklımla bakıyorum:
İnsan cezaevinde bebek doğurmaya cesaret edebilir mi?
Daha doğar doğmaz önyargılara maruz kaldı. Doğumdan iki saat sonra başucumuzda nöbet tutan asker;
‘Bu çocuğun geleceği de babası gibi olur’ dedi.
O an, oğlumun hayata yenik başladığını anladım.
Çocuğumuza ‘Özdemir’ adını koyduğumuz yazıldı basında... Hiç düşünmedik bile böyle bir şeyi...
Mustafa’nın ikinci adı Halit’ti, biz de Halit E. koyduk oğlumun adını...
3 gün hastanede kaldım. Sonra bebeğimi alıp cezaevine döndüm. Aynı binadaydık Mustafa ile... O alt katta tek başınaydı; biz oğlumla üst katta kalıyorduk. Arada pencereden uzatıp gösteriyordum.
Çok zorlu günler geçirdim orada... Çocuk bakmayı bilmiyordum. Koğuş soğuktu. Ölecek diye çok korkuyordum. Hiç uyuyamıyordum. Yardım edecek kimsem de yoktu. Babasının almasına izin vermiyorlardı.
14 Şubat, Sevgililer Günü idi. Cezaevi idaresine bir dilekçe verdim.
‘Oğlum hiç değilse birkaç saat babasında kalsın’ dedim.
Olacak iş değildi aslında... Ama hayret! İzin verdiler.
Ve çamaşırlarıyla birlikte oğlumu Mustafa’ya gönderdim.

Bir röportaj hikâyesi...


“Tam da etrafımızdaki çemberin daraldığı o günlerde, yani 1999 yılının başında, Mustafa’ya röportaj için pek çok kanal ve kişiden teklifler geliyordu. Aralarında sizin başvurunuz da vardı.
Mustafa sizi çok sıkı takip eder, okur, beğenirdi. O yüzden sizinle konuşmaya karar verdi. Kabul ettiğini cezaevi yönetimine bildirdi.
“Fakat bu arada Selçuk Parsadan kendisine ‘Ben de röportaj verdim, ama karşılığında para aldım. Sen neden para istemiyorsun’ diye sormuş. Mustafa’nın başta böyle bir niyeti yoktu. Ama Parsadan’ın ısrarıyla o da para talep etmiş.
“Ben buna itiraz ettim:
‘Niye para istedin’ dedim.
“Nitekim bunu bahane ederek o görüşmeyi engellediler.

Tehdit mektubu
“Tam o dönem bir gün hastane dönüştü tek kişi kaldığı odasına geldiğinde yatağının üzerinde bir not bulmuş:
‘Sana senden olur her ne olursa/
Başın rahat olur dilin durursa...’
“Mustafa odasında yalnız kalıyordu; kimsenin girmesi mümkün değildi. Buna rağmen bu notun oraya bırakıldığını görünce idareye gitmiş.
‘Bu notu odama kim bıraktı’ diye sormuş.
Müdür;
‘Boşver. O atasözüdür’ diye geçiştirmiş.
“Mustafa bunun üzerine PKK itirafçısı Cumali’yi almıştı yanına...
“Bana bir süre bu nottan bahsetmedi. Sonra bir gardiyan aracılığıyla o notla ilgili bir mektup yolladı. Ölümünden sonra o mektubun fotokopisini Kırklareli savcılığına teslim ettim. Birkaç yere daha yolladıktan sonra koğuşuma arama için girdiler. Mektubun aslı ve günlüğüm kayboldu. Ama o mektup, dava dosyasında mevcuttur.”

YARIN: Mustafa oğlunu gördü, ertesi gün öldürüldü

Can Dündar -İçki ve sekse dair - MUSTAFA DUYAR’LA İLGİLİ AÇIKLAMA

Can Dündar Adacan.dundar@e-kolay.net
Can Dündar yazılarını 'tan takip edebilirsiniz!

27 Ocak 2011
Bülent Arınç demişti ki: “Bir kısım çağdaş düşünceye sahip olduğunu söyleyenler, olaylara sadece içki ve seksle bakıyorlar. Hayat içki ve seksten ibaret değil...”
Konu üzerine epey geyik muhabbeti yapıldı, ama işin ciddi bir yanı var. Çünkü yapılmak istenen şey, sözlükte “çağdaşlık” kelimesinin karşılığına “müptezellik” yazdırmak...
Ve ne yazık ki bu, memleketin muhafazakâr coğrafyalarında rağbet gören bir teşhis haline geldi.
Bu algının niye yaratılmaya çalışıldığı malum...
Bence asıl sorun, Arınç’ın deyişiyle “çağdaş düşünce sahiplerinin bir kısmı”nın buna alet olup olmadığı...
* * *
Son dönemde “özgürlük savunusu”nun münhasıran içki ve porno üzerinden yapılıyor olması, benim de canımı sıkmaya başladı.
Evet AKP, içki vesilesiyle yaşam tarzına müdahaleye niyetleniyor. Ancak buna, “Bırakınız içsinler, bırakınız sevişsinler” mantığıyla direnmek de tuzağa düşmek anlamına geliyor.
Ankara’da belediye içki için referandum yapmaya kalkıştığında bunun tehlikelerini sayarak karşı çıkmıştım.
Öte yandan mesela trafikte alkol denetiminin ve cezaların artırılması, içki içen biri olarak beni hiç rahatsız etmiyor.
15-16 yaşında çocukların barlara serbestçe girebilmesine de karşıyım. Bu konuda İngiltere’deki kadar sıkı birdenetim istiyorum.
“Cinsel özgürlük” derken “porno”yu ya da genelevlerin yaygınlaştırılmasını kastetmediğimizi, tersine bunları, cinsel sömürü saydığımızı yeterince anlatamadığımızı düşünüyorum. “Bilgi’de porno tezi” meselesinin “akademik özgürlük” ekseninde tartışılması da bu anlamda talihsizlik oldu.
* * *
Bu tür örnekler, içki yasağını elde kadehle protesto etmeler, üniversite özerkliğini pornoyla savunmalar, yanlış bir çağdaşlık algısına hizmet ediyor.
Bu tuzağa düşmemek gerek.
“Çağdaş düşünce”nin asıl derdinin “kafa çekmek” değil, kişisel özgürlük alanlarına müdahaleye yeltenen yasakçı kafalara dikkat çekmek olduğunu iyi anlatmak lazım.
Bunun için de “içki-seks” kapanını aşan ve bütün yasakları hedef alan, daha genel bir özgürlük kampanyası açmakta, mesela hâlâ korunan darbe yasalarının ve yasaklarının, üniversitedeki baskıların, seçim barajının, siyasi tutukluların, medyanın kıstırılmışlığının, faili meçhul kalanların hesabını sormakta yarar var.

MUSTAFA DUYAR’LA İLGİLİ AÇIKLAMA
“Polis otosunda gördük, örgütten uzaklaştırdık”
Semra Duyar’ın 3 gün süren ifşaatına dair iki açıklama geldi. İlki Halkın Hukuk Bürosu’ndan:
Onlar bu dizinin karanlıkta kalmış bir konuyu aydınlatmayı değil, “siyasi gerçekleri açıklama amacı taşıyan bir propaganda eylemini amacından saptırmayı, nedenlerini belirsizleştirmeyi amaçladığı” kanısında...
Diğer açıklama TİKB’den:
Duyar’ın geçmişini özetlerken Gazi Mahallesi’nde öldürülen TİKB’li Zeynep Poyraz’la ilişkisine değinmiştim. Açıklamada bu ilişkinin iki yıla yakın sürdüğü belirtiliyor ve Duyar’la ilgili şu bilgiler veriliyor:
“Mustafa Duyar, TİKB’yle 1993-1994 yıllarında Sarıyer-Derbent bölgesinde taraftar düzeyinde ilişki kurdu. Kısa süre sonra, güven vermeyen davranışlarıyla dikkat çekti. Yaşadığı ciddi kişilik problemlerinin tezahürü olan dengesiz ve kuşkulu davranışlarının sürmesi üzerine, zaten sınırlandırılmış olan örgütsel ilişkiler, 1995 Haziran’ında bütünüyle kesildi. Duyar’la ilişkilerin bütünüyle koparılmasını hızlandıran etkenlerden biri de, Küçükçekmece taraflarında oturduğunu söylediği ablasında olduğunu iddia ettiği bir sırada, Fındıkzade’de bir polis arabasından inerken görüldüğü bilgisinin örgüte ulaşması oldu.”
Bu veriyi de genel manzaraya ekleyelim.

‘Oğlunu gördü ertesi gün öldürüldü’
Semra Duyar, 14 Şubat Sevgililer Günü için oğlunu babasına yollamıştı. Mustafa Duyar 20 günlük oğlunu ilk kez kucağına aldı. Geceyi onunla geçirdi. Ertesi gün onu yolladıktan sonra saldırıya uğradı
25 Ocak 2011


Semra Duyar 1999 yılında doğan oğluna, eşi Mustafa’nın ilk adı Halit adını koydu. Mustafa Duyar, oğlu Halit ile 20 günlükken sadece bir günlüğüne görüşebildi.

“1999 yılı... 14 Şubat Sevgililer Günü’nden bir gün önceki akşam, 20 günlük oğlumuzu özel izinle iki saatliğine babasına gönderdim. Birbirlerini ilk kez göreceklerdi.
“Ben günler süren uykusuzluktan, soğuktan hasta düşmüştüm. Oğlan gider gitmez sızmışım. Ve bütün gece deliksiz uyumuşum. Uyandığımda 14 Şubat olmuştu. Gözlerime inanamadım.
“Doğduktan sonra babasının çocuğu görmesine müsaade etmeyen, benim ricalarım üzerine iki saatliğine izin veren idare bütün geceyi Mustafa’yla geçirmesine razı olmuştu; ‘Al, ilk ve son kez, oğluna doy’ der gibi...
“O sabah Mustafa bir sepet içinde Sevgililer Günü hediyemi yolladı. Birine çorap ördürmüştü. Ben de ona bir kalem yolladım.
‘Çok zormuş çocuk bakmak’ diye de not yazmıştı.

“Mustafa’yı öldürüyorlar!”
“15 Şubat sabahı sabahın 6’sında alt kattan gelen birtakım seslerle uyandım. Hemen cama koştum.
‘Mustafa... Mustafa’ diye bağırdım. Çığlıklar attım. Silah sesleri geliyordu, ama kimse ilgilenmiyordu. Hemen karşıda askerlerin koğuşu vardı. Onlar çıktılar. Ama bir şey yapmadılar. Bağırdım, hakaretler ettim.
“Katillerden birisi bana doğru bakıp ‘Boşuna bağırma, öldü’ dedi.
“Şok oldum.
“Aşağıdan Selçuk‘un (Parsadan) sesi geliyordu:
‘- Ne oldu’ diye bağırdım.
‘- Bilmiyorum vurdular’ dedi.
‘- Kim vurdu’ dedim.
‘- Nuriş’in adamları’ diye cevap verdi.
‘Beni de kafamdan vurdular, çok kötüyüm, ölüyorum’ diye seslendi.
‘- Mustafa’ya ne oldu?’ diye sordum
‘- Bilmiyorum’ dedi.
Koğuşlara doğru, ‘Adam öldürüyorlar, neden müdahale etmiyorsunuz’ diye haykırdım. Oğlan kucağımda bağırıyorum. Nafile...”

“Alışkınsınızdır siz”
“4-5 saat geçti böyle... Müdür, doktor ve Ali Suat Ertosun geldi. Sakinleştirici iğne yapmak istediler, kabul etmedim.
“Doktor, ‘Siz böyle durumlara alışkınsınızdır’ dedi.
“Ertosun, ‘Metanetli olmalısın’ dedi.
‘- Bana bilgi verin’ dedim.
‘- Parsadan öldü. Mustafa ağır yaralı’ dediler.
“Öfkeyle bağırdım:
‘- Ben size demedim mi, “Burası güvenlikli değil, bizi vuracaklar, sevk istiyoruz” diye...’
“Benim kötü durumda olduğumu görünce yardım etsin diye yan koğuştan bir kız getirdiler.
“Bütün gece ‘Cevap istiyorum: Bana doğruyu söyleyin. Öldüyse öldü deyin’ diye bağırıp durdum.
“Sonunda iğneyi kabul ettim.
“Ertesi gün uyandığımda NTV‘den öğrendim Mustafa‘nın öldürüldüğü haberini... Tam o sırada idare, koğuşa gelen yayını kesti.”

“Mustafa Duyar kim?”
“Sonradan birlikte kaldığı Cumali ile görüşmeme izin verdiler. Seslendim, cama çıktı.
‘Nasıl oldu, anlat’ dedim. Anlattı:
‘Biz uyuyorduk. Sesleri duyunca Mustafa beni uyandırdı: “Kalk bir şeyler oluyor. İsyan başladı galiba... Az sonra burayı da patlatırlar” dedi. Bir an havalandırma boşluğuna çıkmayı düşündük. Senden çarşafı sarkıtmanı isteyecektik ya da Parsadan’ın koğuşuna atlayacaktık. Ama o kadar hızlı gelişti ki... İçeri silahlarla girdiler.
“-Mustafa Duyar kim” diye sordular.
‘Mustafa “Benim” der demez silahları sıktılar. Mustafa tuvalet kısmına koştu. O bölümün üstü boşluktu. Oraya çıkıp oradan ateş ettiler.
“Meğer benim duyduğum sesler, adamların tuvalet kapısına vurma sesleriymiş.
‘-Benim sesim geliyor muydu’ diye sordum.
‘-Sen bağırmaya başladığında o ölmüştü’ dedi Cumali...
Oğluyla sadece bir gece geçirebilmişti; o da ölmeden önceki son gecesiydi.

MUSTAFA’DAN SONRA
“İki kişi gelmiştik. İki kişi döndük”
“Mustafa öldürüldükten bir hafta sonra Kırklareli Cezaevi’ne geri döndüm. Yanımda oğlumla tabii...
“Afyon’a iki kişi (Mustafa‘yla ben) gelmiştik.
“İki kişi (oğlumla ben) döndük.
“Oğlum cezaevinde büyüdü. Birinci doğum gününü Kırklareli Cezaevi’nde kutladık. Mustafa‘nın fotoğrafını masanın üstüne koyduk. Pastamızı kesip mum üfledik. Oğlum yürümeyi hapishane koridorlarında öğrendi.
“Ben 1995’te tutuklanmıştım.
“10 yıl 3 ay içerde yattıktan sonra 2005’te Etkin Pişmanlık Yasası’ndan yararlanarak çıktım.
“Oğlum ilkokul çağına gelmişti.
“Yasa gereği bana devlette iş verdiler.
“Önce 657’ye tabi olarak MTA’da çalıştım.
“Orada sıkıldım biraz... Sokak çocuklarıyla ilgilenmek istiyordum. Bunun üzerine beni Çocuk Esirgeme Kurumu’na verdiler. Orada çocuklarla iç içe çalıştım, çok mutlu oldum.
“Hayata yeniden başladım. İyi bir anne olmaya gayret ettim. Oğlumu sevgiyle büyüttüm. Dersleri çok iyiydi. Hep teşekkürle geçiyordu. Ama ergenlik çağına geldi. Babasını merak etmeye başladı. Geçenlerde biraz anlatmayı denedim. Altüst oldu.
“Babasını hep ‘Çok iyi bir insandı‘ diye anlatmıştım. Çok iyi bildiği bir insanın, çok kötü bir şey yaptığını duymak onu şok etti. Dersleri, psikolojisi bozuldu. Bilmiyorum yanlış mı yaptım. Yanlış bir şeyi nasıl doğru anlatabilirdim?
Ama sanırım zamanla anlayacak durumu...”




Onu öldürenleri de öldürmek istediler
“Evet, yanlış yapmıştı Mustafa... Cana kıymıştı. Ama devlete sığınmıştı. Devletin onu koruması gerekiyordu.
“Hiçbir suç cezasız kalmaz; ama ciddi diyet ödettiler bize...
“Tüm tabloya baktığınızda öldürülen o iki asker de, Özdemir Sabancı da, Haluk Görgün de, Nilgün Hasefe de ve onlar kadar Mustafa da terör kurbanıdır.
“Mustafa da öldürürken kime, neye hizmet ettiğini bilmiyordu; onu öldürenler de...
“Mustafa‘nın öldürülmesi çok bilinçli, planlanmış bir eylemdi. Sonradan onu öldürten Vedat-Nuri Ergin‘i de öldürerek susturmak istediler. Onlar da Uşak Cezaevi isyanı sırasında ‘Bu devlet bize Mustafa Duyar’ı öldürttü. Veli Küçük’ü arayın. Bizi sorun’ dediler.
“Şimdi Veli Küçük, DHKP-C ve Nurişler çetesiyle koordinasyon sağlayarak cinayet işletmekten yargılanıyor.
“Sabancı cinayeti ve Mustafa’nın öldürülmesi çözülse Türkiye’de çok şey çözülür. Ama bu konular hâlâ muamma...
Çünkü çözülmesini istemeyenler hâlâ güçlü...”

VE SON SÜRPRİZ
Semra yeniden hapse giriyor

Öykünün sonuna geldik. Ama bu akıl almaz hikâyede sürprizler bitmedi.
Semra Duyar, devlet memuriyetinde yeni bir hayata başlamışken, Etkin Pişmanlık’tan salıverilmesine Yargıtay“Pişmanlığı samimi değil“ diyerek itiraz etmiş. Mahkeme, dosyayı yeniden incelemiş. Kararında ısrar etmiş. Dosyanın, gittiği Ceza Genel Kurulu, Yargıtay’ın itirazını haklı bulmuş. Çünkü yasadan sadece silah teslim edenler yararlanabiliyormuş. Semra hiç silahlı eyleme bulaşmadığı için yasadan yararlanamamış. Ve devlet, 5 yıl önce salıverdiği, kamu hizmetinde iş verdiği eski mahkûma yeniden “Gel içeri“ demiş.
Semra, 10 yıllık mahkûmiyetin ardından 5 yıl özgürlüğü tattıktan ve devlet memuriyeti yaptıktan sonra şimdi yeniden hapse girmeye hazırlanıyor.

Soyadımdan ötürü
Yakınıyor elbette, ama durumu kabullenmiş:
“Örgütten adam öldüren kişi, bir silah teslim etti diye 5 yılda çıktı. Ben silah kullanmayı bile bilmiyorum; 10 yılda çıktım, yeniden cezaevine dönüyorum” diyor ve ekliyor:
“Dün memurdum, bugün yeniden terörist oldum. İnsan isyan ediyor: 5 yıldır dışarıdayım. Devlet hizmetinde çalıştım. Çocuklara baktım. Kamuya hizmet ettim. Ne zararımı gördünüz? Adalet mi bu? Ama nedenini biliyorum: Ben, soyadımdan ötürü içeri giriyorum.”

2025’te çıkacak
“Kalan cezan ne kadar” diye soruyorum.
Gülümsüyor:
“2025 yılının 13 Haziran günü saat 10.35’te çıkacağım. Muhtemelen bir nine olarak...”
Etkin Pişmanlık’tan yararlandığı 5 yılı “hata” sayıp o 5 yılı da bu cezanın üzerine eklemeleri de mümkünmüş.
“- Oğlun ne olacak?”
“- Ailem bakacak. Ara sıra gelir beni görmeye... Kırklareli’nde büyüdü zaten... Artık af çıkmasını bekleyeceğiz.”

Son söz
Babasız doğmuş, önce annesinin, sonra sevgilisinin ölümünü görmüş bir çocuk...
O çocuğun öldürdüğü iki asker, bir işadamı, bir genel müdür...
Onun cezaevindeki nikâhı, sadece bir gece görebildiği oğlu...
Katilin katilleri...
O katilleri yok etmeye çalışan başka katiller...
Ve aydınlanmamış bir cinayetin bedelini ödeyen çocuklar...
Türkiye’nin en karanlık cinayetlerinden biri, artçı sarsıntılarla içten içe, kanamaya devam ediyor sessizce...

Can Dündar Adacan.dundar@e-kolay.net

Pakize Barışta -Nazlı Eray’dan muhteşem bir masal: ‘Sihirli Saray’

KIYI 28.11.2010


Edebiyatın kalbi masalda atar.
Masal, dinleyenin ve okuyanın yaratıcılığını tetikler, fantezi kurgulamasını, hayallerinde gezinmesini sağlar.
İnsanın, olağanüstülüğe yakın durmasını sağlayarak, olağanüstü olanı normalleştirir.
Olağanüstü kahramanları, olağanüstü unsurları, olağanüstü olayları yaşamaya başlayan masal dinleyicisi ya da okuru, bir an gelir ki normal hatta gerçekçi bir hikâye içinde bulur kendini. Yer ve zamana olan algımız, yersizlik ve zamansızlık olarak yer değiştirir; yersizlik ve zamansızlık normalleşir artık!
Böylece insan bir tür özgürlük kazanır masalla.
Gerçeklik, özgürlüğe kavuşur!
Nazlı Eray, Sihirli Saray adlı masalındaki edebiyatıyla, insana ‘hakikat masalda gizlidir!’ dedirtiyor adeta.
Gerçeklerin sustuğu zamanlarda masallar konuşur zira.

Sihirli Saray, hangi yaş ve başta olursa olsun, masalın her insana ulaşabileceğinin, ilişki kurabileceğinin, zevk verebileceğinin bir örneği bence; karanlıklarda ve ışıklarda, gölgelerde ve yanı başımızda, yani hayatımızın pek çok ânında göremediğimiz şeyleri, incelikleri, derinlikleri gösteriyor bize.
Hayatı dibine kadar yorumluyor adeta; zamanları, mekânları, kültürleri, uygarlıkları bir güzel harmanlayarak, masalı rüyanın içinden, rüya âlemini de masalın içinden geçirerek, arzuyu simgeleştiriyor:
“Çevremizdeki iki bin yıllık kalıntılar, uçuk bir fosforlu ışıkla hafifçe aydınlatılmıştı. Sanki yoğunlaştırılmış bir ay ışığı dökülmüştü üstlerine. Lahitler, küpler, köşede köpeğiyle sanki yatıp uyuya kalmış iki bin yıllık bir iskelet, başı olmayan bir heykel... böyle olağanüstü bir dekorla donanmış bir gece yarısı dünyasına inmiştik. Ortada bir pist vardı. Epey kalabalıktı. Geride, antik bir mezarın içine yerleşmiş bir orkestra, Latin Amerika müziği çalıyordu. Yandaki bir lahdin üstünden pembe bir lazer ışını geçti. Lahdin üstündeki kabartmalar sanki birkaç saniye için canlandılar, eski zamanın kadınları ve erkekleri birden hareketlendiler. Lazer ışını geçip gidince tekrar durulup taşın binlerce yıllık hareketsizliğine geri çekildiler.”
Nazlı Eray, masala olağanüstü bir modern edebî anlatım getirmiş Sihirli Saray’ında. Yazar, masalın geleneksel anlatımını, günümüze oturan bir masal-hayal fantezisiyle ve yerelin renkleriyle(İstanbul’un) süsleyerek, edebî yönü oldukça dikkat çekici, gerçekçi ve düalistik bir yapı oluşturmuş kitabında.
Sihirle hayat iç içe Sihirli Saray’da.
Ve bir ceviz, sihrin doğasıyla insanın doğasını buluşturabiliyor: “Ses Karga’nın ağzına sıkışmış cevizden geliyordu. Çok hafifti, radyo paraziti gibi bir şeydi. Donup kalmıştık. ‘Sakın beni yeme!’ diyordu ceviz. ‘Ben bütün büyüleri çözebilecek gücü olan, insan beyni şeklindeki cevizim. Sizi kurtaracağım. Bütün sırlar bende gizli. Beni yeme.’ Karga kımıltısızca duruyordu.”
Âşık bir robotla tanışıyoruz Sihirli Saray’da: “Muhteşem bir kadındı. Kontrol hayranlıkla bakıyordu ona. ‘Kaç Helen,’ dedi. ‘Çık bu saraydan. Şu an kimse görmez seni. Kaç, git.’ Helen Kontrol’e sarıldı. Onu çelik dudaklarından öptü. ‘Seni seviyorum,’ dedi. ‘Bırakmam seni.’ Karga ile bu olayları izleyelim derken neredeyse tablodan dışarı fırlayacaktık. Sırtım, omuzlarım ağrımıştı. Kontrol, ‘Helen, ben bir robotum,’ dedi. ‘Çelikten bir robot. Sana hayatta istediklerini veremem ki!’ ‘Çeliktensin ama kalbin var,’ dedi Helen. ‘Dünyada rastladığım en güzel kalp senin kalbin.’ (...)”
Nazlı Eray’ın favori motiflerinden biri olan uçmak, Sihirli Saray masalında edebî, yapısal, eklemsel, ufuk açıcı ve olağanüstü görsel çeşitlilikteki gücüyle, masal okurunu İstanbul üzerinde gezdiriyor adeta; yeni bulunan, şu anda kazısı devam eden Bizans döneminden kalma Antik Liman’ın üzerinde bile uçuruyor hatta.
Cüce Memiş, Yarasa Kraliçe Anuk ve oğlu Yarasa Prens Prada, Bilge Karga Feramuz, Kral İdri gibi başarıyla tasarlanmış ve karakterleştirilmiş masal kahramanlarının yanı sıra, tasarımı etkileyici biçimde çözümlenmiş Sihirli Saray mekânı, Aynalar Odası, Ürkütücü Kavuk, Sihirli Altın Yüzük gibi motifler de Nazlı Eray’ın Serüvenler Diyarı’nda çağdaş masal anlatımının mozaik unsurları olarak yer alıyor.
Edebiyatın ruhunun masallarda gezindiği düşüncesine muhteşem bir örnek bence Sihirli Saray.

(Sihirli Saray, Nazlı Eray, Usta Kalemlerden Masallar Dizisi, Doğan Egmont Yayıncılık)

pakizebarista@gmail.com

Pakize Barışta -Cemil Kavukçu’dan damıtılmış hikâyeler: ‘Düşkaçıran’

KIYI 16.01.2011



Edebiyatın hikâye hali, hayatın kimi zaman mütevazı kimi zaman da şiddetli gündelik halinin manalı derinliğidir.
Hikâyeler hayatı yontarak çok yüzlü, çok cepheli ve çok ışıklı olarak manalandırırlar.
Hikâye yazarı hayata yakından bakar; hayatın içinde henüz tam manasıyla manalandırılmamış derinliklerin değerlerini edebî olarak keşfeden kişidir o; sadece bir ses, sadece bir ışık, sadece bir bakış ya da bir omuz silkme, hikâyeciyi harekete geçirip ortaya muhteşem duygular dökmesini sağlayabilir.
Cemil Kavukçu diyor ki: “Zaten ben öykülerimi planlayarak yazmıyorum. Bir etki sonucunda; bu bir görüntü olabilir, aklıma gelen bir cümle olabilir, bir yüz, bir ses olabilir. Onun beni bir öyküye götüreceğini hissederim. Ortada bir öykü yoktur. Sonra o benim kafamda bir süre dolaşır. Kalıptan kalıba, kılıktan kılığa girer. Yavaş yavaş belirginleşir, şekillenir.”
Cemil Kavukçu’nun yeni yayımlanan Düşkaçıran adlı hikâye kitabını okurken; yazarın, hayatın kaosunu ve perdelerini aşarken, açığa çıkarırken ilk bakışta çok basit hatta anlamsız gibi görünen küçük işaretlerden; çakmaktaşından çıkan bir kıvılcımdan, safiyetin dışavurumundan, bir gecenin uykusuzluğundan nasıl yola çıktığını ve nasıl insanı şaşırtan, çarpan, yerinde zınk diye durduran hikâyeler yarattığını bir kez daha anladım.

Düşkaçıran’daki hikâyeler, en karmaşığın (karmaşık gibi görünenin) en yalın edebî anlatımına sahip bence. O kadar yalın ve yoğun, yazarın duygu, düşünce ve birikim aidiyetini o kadar temsil ediyorlar ki, tek bir hikâye bile, diğerlerinin toplamının gradosunu ortaya koyabilecek güçte. Hayat yazara, yazar da hayata yumuşakça kement atıyor bu hikâyelerde; Cemil Kavukçu, yaşananların –ve yaşanmış olanların- kabuklarını soyuyor: “Küçük kıza daha dikkatli baktı. Kucağında gelinlik giydirilmiş, çok sakin, olan biten herşeye kayıtsız bir tavuk vardı. Küçük kız dudaklarını şişirmiş, bir şeylere kızmış, alınmış ya da böyle bir ortama gelmek zorunda kalmış bir yetişkin gibi oturuyordu. Büyümüş de küçülmüştü sanki. Kucağındaki gelinlik giydirilmiş tavuk da gözlerini yummuş, sahibesinin ruh durumuna uygun bir duruş almıştı. O da bir şeylere kızmış gibiydi.”

Düşkaçıran, hayatın içinde hayalin, fantezinin de somut halleri vardır demeye getiriyor; yazar oraların mahremiyetine uzanıyor; soyutun aslında soyut olmadığının edebî işaretlerini gönderiyor okuruna. Düşkaçıran adlı hikâyede bazılarına görünür, bazılarına görünmez bazı realiteler (hayalî olana ait gibi görünen bir somutlaştırmayla) okurun hayal gücünü somut bir paralel güce doğru –ürkütmeden- yönlendiriyor: “(...) ‘Günaydın’ dedim. ‘Günaydın abi.’ ‘Akşamki gürültüyü sen de duydun değil mi?’ ‘Ne gürültüsü abi? Kavga mı çıktı?’ ‘Yok, otelin önünden vahşi inek sürüsü geçti.’ Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. ‘Vahşi inek sürüsü mü?’ ‘Evet. Ben de bu sabah duydum, çok şaşırdım.’ ‘Yok abi, ne ineği... Sen rüya görmüşsün. Bütün gece ayaktaydım ben. Hem de vahşi inek... Yok abi, bu devirde olur mu böyle şey.’ (...) Çantamı alıp otelden çıktığımda sokağa daha dikkatli baktım. Kaldırım taşlarının üzerinde yer yer tezekler vardı.” Kitaba adını veren Düşkaçıran, tam anlamıyla damıtılmış bir hikâye.. bir edebiyat bence.
Cemil Kavukçu’nun doğaya olan hassasiyeti, diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da manalı bir biçimde ortaya çıkıyor.

Doğanın duygusuna sahip bir yazar o.
Bu konudaki mesajı da net: “(...) ‘Bir kirpi, ya da şöyle söyleyeyim, bir oklu kirpi, bir insana neden okunu atsın ki?’ ‘Bunu ne sen ne ben ne de kirpi bilir. Herşey o anki durumla ilgili. Bir şeyden ürkmüşse, kendini güvende hissetmiyorsa o anda en küçük kıpırtıya bile okunu sallayıverir. Sen çok kitap okuyorsun, tamam; ama şunu bilmiyorsun: Okunması ve anlaşılması en zor kitap doğadır.’ (...)”

Düşkaçıran, modern Türk hikâyeciliği içinde bu coğrafyadan binlerce yıldır süzülüp gelmiş; gerçeği ve masalı, hayalin somutluğuyla somutun hayalini sunuyor okura.
Yazar, sahip olduğu istiflenmiş uygarlıkların damıtılmış özgürlüğünü edebileştirmiş Düşkaçıran’da.
Mutlaka okunması, okunarak yaşanması gerekir bence.

(Düşkaçıran, Cemil Kavukçu, Can Yayınları)

pakizebarista@gmail.com

Murat Belge - ‘Sağı solu belli olmayan’ toplum

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 23.01.2011
Murat Belge



12 Eylül darbesi 1980’de gerçekleşti. Hizmet, imkân, nimet bakımından talebin gitgide yükseldiği, “arz”ın ise yerinde saydığı, nüfusu alabildiğine genç bir toplumda, devletin gelecekte olabileceklerden duyduğu endişe, “büyüklerinin sözünden çıkmayan” bir halk edinme özlemi, bu müdahalenin temel amacıydı. Endişe geleceğe yönelikti ama müdahaleyi yapan “mediokr” generallerin zihninde “iyi bir toplum” imgesi Kemalist “asr-ı saadet”ten başka bir şey değildi –yani, otuzların Türkiye’si. Dolayısıyla takvimin elli yıl geriye alınması gerekiyordu. Aldılar.

Başlıca kaygıları, görünüşte, Komünizm’di. Komünizm’in kendi kendine göçmesi, bizim bu darbeden sonra, on yıl bile sürmedi. Müthiş bir ileri görüşlülük! Üstelik, şimdilerde ülkede “Komünist” adıyla gezinenler 12 Eylül ruhuna herkesten fazla sahip çıkmakta!

Soğuk Savaş bitti, dünyada önemli değişimler oldu, sivil toplum ve demokrasi değerler skalasında tepelere tırmanırken “ulus-devlet” çağının kapandığı da anlaşıldı. Dünyada bunlar olurken biz yeniden 1930’dan yola çıkıyorduk. Kurulan bu yeni dünyayı hiç anlamayan, bu değişim için hiçbir hazırlığı olmayan bir toplum...

Ama “toplum” demeyeyim. Belki toplumun da bir hazırlığı yoktu ama toplum, sezgileriyle, içgüdüleriyle, kendine özgü birtakım yetileriyle değişimi anladı ve ayak uydurdu. Anlamayan, ayak uyduramayan, kendinden başka kimseye güvenmeyen devletti, devlet seçkinleriydi. Onlar, dünyada bir şey değişme-”miş gibi yaparak”, geleneksel iktidarlarını sürdürmeye çalışıyor, sadece buna kafa yoruyorlardı.

Berlin Duvarı’nın yıkılması, o duvarı ören zihniyetin de yıkılmasının simgesiydi. O zihniyetin yıkılması dünya için iyi oldu. Ama tuhaf bir şekilde, bütün kolları ve dallarıyla “sol”un dağılmasına yol açması o kadar iyi olmadı. Bu dağınıklık bugün hâlâ devam ediyor.

Türkiye’nin, kendini otuzlara gömen 12 Eylül icraatına karşı mücadele vermesi, bu mücadelede de “sol”un öncü bir rol oynaması beklenirdi. Bunların ikisi de olmadı. Daha doğrusu, kısa dönemde böyle bir şey olmadı. Süreç daha karmaşık gelişti. Birçok bakımdan 12 Eylül’ün ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz Turgut Özal 12 Eylül’ün getirdiği düzene karşı en etkili olacak dinamikleri harekete geçiren kişi oldu. Bir kere daha, ülkenin tarihine damgasını vuran dönüşümler sağdan geliyordu.

12 Eylül solun üzerinden bir silindir gibi geçmiş olmasa, bu öncülüğü sol üstlenebilir miydi? Bence, hayır, üstlenemezdi, çünkü solun herşeyden önce “demokrasi” ile ilişkisi sağlıklı değildi. Türkiye’de “Sosyal-demokrat’ım” diye gezenlerden söz etmiyorum. İttihatçı-Kemalist çizginin sahibi olan bir parti, ne “sosyal” olabilir, ne de “demokrat”. Onun için bu ülkede “Ben Sosyal-demokrat’ım” demenin asıl anlamı, başından beri, “Ben aslında solcu değilim” demekti. Ama Marksist sol da dünyanın gidişinden haberdar değildi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar Sovyetik sistemde hiçbir aksaklık olmadığını cansiperane savunmayacak bir TKP’li vb. düşünebilir misiniz? Var mıydı böyleleri? Kaç kişiydiler?

Soğuk Savaş sonunun yeni ekonomik gidişatını gören Özal ayrıca dünya Kapitalist sisteminde “ithal ikamesi” döneminin bittiğinin farkındaydı. İhracata yönelik bir politika başlatırken (varolan gümrüklü yapının bunun için son derece elverişsiz olmasına rağmen) ne yaptığını biliyordu. Nitekim bunların arkası geldi ve özellikle Anadolu büyük bir dönüşüm sürecine girdi.

Bütün bunların günümüze gelen sonuçlarından biri AKP. AKP, Türkiye toplumunun evriminin ortaya çıkardığı bir sonuç. Bu “organik” evrimin popüler (ve yanlış) deyimle “ılımlı İslam” ideolojisi içinde ilerliyor ve 12 Eylül’le ve 12 Eylül’ün bizi döndürdüğü otuzlar ideolojisiyle çekişiyor. Ama, çekişirken, kendi içinde de dönüşmeye başlıyor. En önemli konu bu.

Murat Belge - Hayat tarzı’ çekişmesi

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 25.01.2011


“Hayat tarzı” kavramı, başından beri vardı, ama, şimdilerde daha sık ve daha “içerikli” kullanılır oldu. Süregitmekte olan kavganın temelinin bu kavramın anlattığı şey olduğu, yüzde yüz değilse de, epey yüksek bir yüzdeyle doğru.
“A Partisi” diyor ki, “petrole dayalı enerji bizim için kötüdür, nükleere geçmemiz gerekir.” “B Partisi” başka telden çalıyor: “hidrolikten vazgeçemeyiz” diyor ve nedenlerini sayıyor. Ben bir yurttaşım, hangisine oy vermeliyim? Şu anda bu söyledikleri önemli değil benim için, bu konular önemli değil çünkü. Benim gözüm başka yerde.
“A Partisi”, “Yunanistan’la ilişkilerimizi düzelteceğiz, bunun için Kıbrıs’taki pürüzleri ortadan kaldıracağız. Bu bizim için bir öncelik” diyor; “B Partisi”, “Yunanistan Türkiye’nin ezeli düşmanıdır. Kıbrıs’ta uzlaşma düşünülemez” diyor. Ben, seçimde oy vermeye hazırlanan bir yurttaşım, hangi pozisyonu onaylıyorum? Vallahi, bunlar beni ilgilendirmiyor, uzun boylu. Başka bir ortamda olsak, ilgilendirirdi, ama şimdi... Bu partilerden birinin içkiyi yasak edeceği, kadınların başını örteceği, miras hukukunu kadınlar aleyhine değiştireceği vb. söyleniyor. Bunlar sözkonusuyken Yunanistan’la ilişkimiz beni ilgilendirmiyor. O konuya soyut olarak baksam, dostluk politikasını tercih ederdim. Ama kadınların başını örtecek parti o konuda politikasının böyle olduğunu açıklıyormuş. Öyleyse ben ötekine oy veriyorum:
Aşağı yukarı böyle bir noktadayız. Siyasî bir tercih yapmanın ölçüsü olacak siyasî konular önemini kaybetmiş durumda. Hepsi, “hayat tarzı” sorununa bağlı.
Bu da şaşılacak bir durum değil. Hayat tarzı konusunda gerçekten böyle bir farklılaşma varsa, elbette birinci sorun olur. Bundan daha temel bir şey yok ki.
Bu konuyu şimdilik burada bırakalım, yeniden ele almak üzere, “hayat tarzı”ndan ve kastedildiğini daha iyi anlamaya çalışalım. Nedir bu? Neresinden bakarsak, sonuçta, bu dünyanın “Batı” dediğimiz bölgesinde oluşmuş, normalleşmiş, o bölgenin dünya çapında etkisinden ötürü yavaş yavaş her yerde standartlaşmaya başlamış bir “adab-ı muaşeret”ten söz ediyoruz. Elbette, o “adab-ı muaşeret”in arkasında yaşanmış bir tarih ve süreç içinde biçimlenmiş kurallar vb. var. Ama sonuçta bunlar gündelik hayata şekil vermiş, bir “hayat tarzı” olmuş. Dünyanın geri kalan bölgelerinde aynı gelişme görülmemiş. Batı’nın dünyaya egemen olmasıyla taksit taksit uluslararasılaşmış, ama hiçbir zaman tam olarak yayılmamış ve benimsenmemiş. Kimi yerde daha az, kimi yerde daha çok dirençle karşılanmış. Müslüman dünyada bu direnç, şu yazıda anlatamayacağım nedenlerle, birçok yerde olduğundan daha fazla.
Şu anda Türkiye’de karşılaştığımız durum ve sorun da bu kısa özet içinde özetlendi sayılır. Aşağı yukarı iki yüz yıldır, “Batıl hayat tarzı” bu toplumda gittikçe yayılarak yerleşiyor. Ama burası aynı zamanda, “Batılı hayat tarzı”nın yayılmasına en fazla direniş gösteren ideolojilerden olan İslâm dininin yüzde doksan dokuzun resmî dini olduğu bir toplum. O hayat tarzıyla bu dinin görece muhafazakâr mensupları arasındaki mücadele de iki yüz yılı aşkın bir süredir devam etmiş, hâlâ ediyor. Hâlâ devam ederken, “İslâmcı” olduğu iddia edilen, kendisi de bunu yalanlamakta fazla bir telâş göstermeyen bir siyasi parti iktidara geliyor, oylarını arttırarak yeniden seçim kazanıyor ve şu anda büyük bir ihtimalle onun kazanacağı üçüncü seçimin arifesindeyiz. “Hayat tarzı” kavramı, bu partinin temsilcileri, öncüleri için de önemli. Onlar da şimdiye kadar tek-taraflı işleyen bir iradeyle inandıkları hayat tarzının çiğnendiğini, inandığı gibi yaşama haklarının ellerinden alındığını iddia ediyorlar.
Zor bir sorun gibi görünüyor.
Şimdi, “Batılı hayat tarzı” diyoruz, “Müslüman âleminin tepkisi” diyoruz; yani, Türkiye Cumhuriyeti’nde süregelen bir mücadeleden, sorundan, anlaşmazlıktan söz ediyoruz, ama bu “Batılı” ve “Müslüman” sıfatları bunun Türkiye Cumhuriyeti’ni aşan, global bir sorun olduğunu da gösteriyor. Bu demektir ki, burada varılan sonucun global uzantıları olacaktır.
Bu hafta bu temaya devam edeceğim.

Yasemin ÇONGAR - ‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi

YA DA 25.01.2011
Yasemin Çongar


Taraf’ın “harika çocukları”ndan Rasim Ozan Kütahyalı’nın geçen hafta yazdığı “Tayyip Erdoğan ve Ahmet Altan” başlıklı yazıları okuyanlar, olup biteni bir “İvedikler Savaşı”ndan ibaret sanabilir. Ben kendi hesabıma, Ahmet Altan’ın, Başbakan’ın son dönemdeki üslup ve politikalarını sert biçimde eleştirmesinden sonra, Başbakan’ın Altan’a ve gazetemize karşı tazminat, üstüne üstlük bir de Altan’a ceza davası açma girişimini, “iki ataerkil adamın akıllarından ziyade, feodal refleksleriyle hareket etmesine” indirgemeyi, “gerçeğe saygısızlık” sayıyorum. Erdoğan’ın ve Altan’ın “sahici” ve “dolaysız” tavırlarına, Rasim’in deyişiyle “yiğit ve delikanlı adam modeline” uygun kişiliklerine odaklanırken, bir yazarla bir siyasetçinin birbirlerine benzeyen ve benzemeyen birikimlerini, kudretlerini, mücadelelerini bir an için bile olsa ikinci plana iterek, onları birer “Recep İvedik” figürü misali karikatürleştirmek ise, kibar ifadesiyle, “delikanlı densizliği”dir.
Ama bence burada asıl önemli olan, tartışmanın özünü gözden kaçırmamak... Rasim, son gelişmeleri“aynı dil ve aynı üslup karşı karşıya, kafa kafaya geldi, mesele de biraz oradan çıktı” diye yorumlarken, eminim, iyiniyetle, samimiyetle yazıyordu ama bu yaklaşım, önemli bir tartışmayı “içeriksizleştirme” riski taşıyor.
Rasim’e döneceğim; önce benzer bir risk taşıyan farklı yaklaşımlara değinmek istiyorum. Haber kanallarının ekranın üstüne iliştirmeyi pek sevdikleri “Liberaller AKP’ye küstü” yazısı, meseleyi kendisine “liberal” demeseler de böyle yaftalanan bir kesimin ve sadece o kesimin feveranı gibi göstermeye çalışıyor. “Endişeli modern” bir çevre, “Biz demedik mi” havasında, Ahmet Altan’ın,Taraf’ın ve “liberal” denen çevrenin eleştirilerini “gecikmiş bir farkına varış” diye açıklarken, “bu eleştirilerin merkezindeki demokrasi talebini, sivilleşme talebini, Avrupa Birliği’ne entegrasyon için daha fazla çalışma” talebini nedense gözden kaçırıyor.

Bugünün Türkiyesinde “Askerî vesayet bitti, sivil vesayet başladı” diye veryansın edebilen bir zihniyet, “liberallerin” Erdoğan’a yönelik eleştirisinin en önemli bileşeni olan “Askerî vesayeti bitirme çabasında niye frene basıyorsunuz, nedir bu Sayıştay Kanunu’ndaki rezalet, askerî malların denetimini halktan gizlemek konusunda orduyla niye anlaşıyorsunuz” sorusuna sahip çıkmaya başlasalar, ne âlâ, bizler buna doğrusu çok memnun oluruz... Ama Şemdinli’den Aktütün’e, Sayıştay Kanunu’ndan Dink Davası’na kadar, “askerî vesayete boyun eğişin” muhtelif tezahürleri üzerinden devam eden bir siyasi eleştiriyi tümden es geçecek, dahası, Erdoğan’ın ipe sapa gelmez “içki” ve “heykel” çıkışlarını da özündeki “anti-demokratik” tavırdan soyutlayıp, salt bir “hayat tarzı” tartışması düzeyinde ele almayı sürdüreceklerse, herkes kendi yolundan yürümeye devam edecek demektir. Bizler için, “Yetmez ama Evet” ile “Hayır” arasındaki fark, dün olduğu gibi, bugün de gayet sarih zira.
“İçeriksizleştirme” değirmenine su taşıyanlar, sadece Altan’ın, Taraf’ın ve benzer düşünenlerin Erdoğan’a yönelik eleştirisinin “demokratik” özünü görmezden gelenler değil ama... Meseleyi, salt “liberal” diye yaftalanan, dolayısıyla da “dindar, muhafazakâr, gelenekçi olmayan; ülkenin laik elitlerine mensup” sayılan bir çevrenin meselesiymiş gibi görmek, Erdoğan’a yönelik eleştirinin bir “kimliğin” içinden yapıldığını varsaymak da yine “içeriksizleştirme”ye hizmet ediyor. “Vay, liberaller diyet istiyor” diye, Erdoğan’ı savunmak adına kalem oynatanlar, korkarım ki yine en fazla Erdoğan’a zarar veriyorlar; Başbakan’ın onlara kanıp, meseleyi sadece “liberallerin” meselesi sanması, niye eleştirildiğini anlamaya çalışmaması ciddi bir kayıp olur zira.
Neyse ki Türkiye’de, değişimci ruhu bazen “muhafazakâr” etiketinin altında gözden kaçırılsa bile hiç zayıflamayan geniş bir çevre ve o çevrenin zekâsı, dürüstlüğü, cesareti her türlü kişisel sadakatin ve yakıştırma kimliğin önünde giden kalemleri var. Onlardan biri olan Star yazarı Hidayet Şevkatli Tuksal, geçen hafta “Hak sillesiyle uyarıyorum” başlıklı yazısına, “Başbakanın son çıkışlarına liberal ve demokrat yazarlardan gelen eleştiriler, hak etmedikleri bir karşılık alıyorlar ne yazık ki” cümlesiyle giriyor ve devamında, şöyle diyordu: “Olan bitene, ‘canım ne olacak, muhafazakâr bir başbakanın muhafazakâr tavırlar sergilemesi normaldir’ genişliği içinde bakanlara, profilin ‘demokratlık’ kısmını böyle bir kalemde feda etmeyi nasıl içlerine sindirebildiklerini sormak isterim. Medyada kahir ekseriyetin, ‘bunların gizli ajandası var’ diye muhalefet yaptığı günlerde epey özgürlükçü ve demokrat olan AK Parti mensupları ve taraftarlarının, bugün muhafazakârlık üzerinden savunmaya geçmiş olmalarını bir tür riyakârlık olarak görüyorum.”
Tuksal’ın çıkışına büyük saygı duydum ama şaşırmadım. Evet, bu memleketteki “günlük makale” erbabı içinde, “Korkuyoruz, düşündüğümüzü yazamıyoruz” diye diye ortalıkta gezinen sözümona muhalif, “laik” ve “modern” kalemler az değil... Başbakan’a şakşakçılık yapmayı, onun hiçbir adımında eleştirilecek bir şey bulmamayı, gerektiğinde kraldan çok kralcı kesilmeyi “görev tanımı” içinde sayanlar da... Ama bu memlekette, hem toplumla bağları hem de kendisine saygısı daha güçlü yazarlar da var.
Ve işte Hidayet Şevkatli Tuksal gibi kendisini “yaşama biçimi itibarıyla dindar/muhafazakâr olan ancak bu ülkede toplumsal barışın muhafazakârlık ekseni üzerine kurulamayacağına inanan başörtülü bir kadın” diye tanımlayan bir yazar çıkıp, meseleyi iki ayrı taraftan “içeriksizleştirmeye” çalışanlara, böyle net ve kuvvetli bir cevap verebiliyor. “Hak sillesi”ni hatırlatıyor ve diyor ki, mesele bir “demokratlık” meselesidir.
Evet, mesele tam da budur. Ve aslında, Yıldıray Oğur’un pazar günü Taraf’ta çıkan o mükemmel yazısında dediği gibi, “Liberallik, demokratlık, bütün bunlara ait külliyat değil hakkaniyet ve vicdan yeterli doğru yolu bulmak için...”
Türkiye için doğru yol, daha fazla demokrasiden, daha fazla sivilleşmeden geçiyor. O yazıda,“Başbakan ya da AKP bir gün istese de liberallerle daha doğrusu demokratlarla yollarını ayıramaz. Bu kendi varlık nedenlerini inkâr etmeleri olur en başta. Bu AKP’den Türkiye’yi değiştirmesini bekleyen milyonları inkâr etmek olur” diyor Yıldıray. Tartışmayı içeriksizleştirmeye direnen” bir yaklaşım bu... Ben, Yıldıray kadar kesin bir dille, “Yollarımız ayrılmaz” diyemem ama AKP’nin “Türkiye’yi değiştirmeye aday” bir parti görünümünden uzaklaşmasının kendi varlık nedenini inkâr olacağı ve sonunu hazırlayacağı tesbitine katılıyorum. Altan’ın Erdoğan’a yaptığı ve Erdoğan’ın ne yazık ki hakkaniyetini anlamadığı eleştirinin özü de bu zaten.
Başa dönersem, ben Rasim’in de aslında meseleye böyle baktığını; “Erdoğan ile Altan’ın safı ayrışamaz... Ergenekon teröristlerine ve eyyamcı takımına bayram ettirmezler, bundan emin olun” diye yazarken, ortada bir “demokratlık” paydası olduğuna inandığını ama son iki yazısında, her nasılsa, çizdiği “Recep İvedik” karikatürlerinin sempatikliğine kapılıp, bu paydayı vurgulamayı ihmal ettiğini düşünüyorum.
Umarım yanılmıyorumdur.

ycongar@mac.com