1 Şubat 2011 Salı

Yasemin ÇONGAR - ‘İvedikler Savaşı’ değil, demokrasi mücadelesi

YA DA 25.01.2011
Yasemin Çongar


Taraf’ın “harika çocukları”ndan Rasim Ozan Kütahyalı’nın geçen hafta yazdığı “Tayyip Erdoğan ve Ahmet Altan” başlıklı yazıları okuyanlar, olup biteni bir “İvedikler Savaşı”ndan ibaret sanabilir. Ben kendi hesabıma, Ahmet Altan’ın, Başbakan’ın son dönemdeki üslup ve politikalarını sert biçimde eleştirmesinden sonra, Başbakan’ın Altan’a ve gazetemize karşı tazminat, üstüne üstlük bir de Altan’a ceza davası açma girişimini, “iki ataerkil adamın akıllarından ziyade, feodal refleksleriyle hareket etmesine” indirgemeyi, “gerçeğe saygısızlık” sayıyorum. Erdoğan’ın ve Altan’ın “sahici” ve “dolaysız” tavırlarına, Rasim’in deyişiyle “yiğit ve delikanlı adam modeline” uygun kişiliklerine odaklanırken, bir yazarla bir siyasetçinin birbirlerine benzeyen ve benzemeyen birikimlerini, kudretlerini, mücadelelerini bir an için bile olsa ikinci plana iterek, onları birer “Recep İvedik” figürü misali karikatürleştirmek ise, kibar ifadesiyle, “delikanlı densizliği”dir.
Ama bence burada asıl önemli olan, tartışmanın özünü gözden kaçırmamak... Rasim, son gelişmeleri“aynı dil ve aynı üslup karşı karşıya, kafa kafaya geldi, mesele de biraz oradan çıktı” diye yorumlarken, eminim, iyiniyetle, samimiyetle yazıyordu ama bu yaklaşım, önemli bir tartışmayı “içeriksizleştirme” riski taşıyor.
Rasim’e döneceğim; önce benzer bir risk taşıyan farklı yaklaşımlara değinmek istiyorum. Haber kanallarının ekranın üstüne iliştirmeyi pek sevdikleri “Liberaller AKP’ye küstü” yazısı, meseleyi kendisine “liberal” demeseler de böyle yaftalanan bir kesimin ve sadece o kesimin feveranı gibi göstermeye çalışıyor. “Endişeli modern” bir çevre, “Biz demedik mi” havasında, Ahmet Altan’ın,Taraf’ın ve “liberal” denen çevrenin eleştirilerini “gecikmiş bir farkına varış” diye açıklarken, “bu eleştirilerin merkezindeki demokrasi talebini, sivilleşme talebini, Avrupa Birliği’ne entegrasyon için daha fazla çalışma” talebini nedense gözden kaçırıyor.

Bugünün Türkiyesinde “Askerî vesayet bitti, sivil vesayet başladı” diye veryansın edebilen bir zihniyet, “liberallerin” Erdoğan’a yönelik eleştirisinin en önemli bileşeni olan “Askerî vesayeti bitirme çabasında niye frene basıyorsunuz, nedir bu Sayıştay Kanunu’ndaki rezalet, askerî malların denetimini halktan gizlemek konusunda orduyla niye anlaşıyorsunuz” sorusuna sahip çıkmaya başlasalar, ne âlâ, bizler buna doğrusu çok memnun oluruz... Ama Şemdinli’den Aktütün’e, Sayıştay Kanunu’ndan Dink Davası’na kadar, “askerî vesayete boyun eğişin” muhtelif tezahürleri üzerinden devam eden bir siyasi eleştiriyi tümden es geçecek, dahası, Erdoğan’ın ipe sapa gelmez “içki” ve “heykel” çıkışlarını da özündeki “anti-demokratik” tavırdan soyutlayıp, salt bir “hayat tarzı” tartışması düzeyinde ele almayı sürdüreceklerse, herkes kendi yolundan yürümeye devam edecek demektir. Bizler için, “Yetmez ama Evet” ile “Hayır” arasındaki fark, dün olduğu gibi, bugün de gayet sarih zira.
“İçeriksizleştirme” değirmenine su taşıyanlar, sadece Altan’ın, Taraf’ın ve benzer düşünenlerin Erdoğan’a yönelik eleştirisinin “demokratik” özünü görmezden gelenler değil ama... Meseleyi, salt “liberal” diye yaftalanan, dolayısıyla da “dindar, muhafazakâr, gelenekçi olmayan; ülkenin laik elitlerine mensup” sayılan bir çevrenin meselesiymiş gibi görmek, Erdoğan’a yönelik eleştirinin bir “kimliğin” içinden yapıldığını varsaymak da yine “içeriksizleştirme”ye hizmet ediyor. “Vay, liberaller diyet istiyor” diye, Erdoğan’ı savunmak adına kalem oynatanlar, korkarım ki yine en fazla Erdoğan’a zarar veriyorlar; Başbakan’ın onlara kanıp, meseleyi sadece “liberallerin” meselesi sanması, niye eleştirildiğini anlamaya çalışmaması ciddi bir kayıp olur zira.
Neyse ki Türkiye’de, değişimci ruhu bazen “muhafazakâr” etiketinin altında gözden kaçırılsa bile hiç zayıflamayan geniş bir çevre ve o çevrenin zekâsı, dürüstlüğü, cesareti her türlü kişisel sadakatin ve yakıştırma kimliğin önünde giden kalemleri var. Onlardan biri olan Star yazarı Hidayet Şevkatli Tuksal, geçen hafta “Hak sillesiyle uyarıyorum” başlıklı yazısına, “Başbakanın son çıkışlarına liberal ve demokrat yazarlardan gelen eleştiriler, hak etmedikleri bir karşılık alıyorlar ne yazık ki” cümlesiyle giriyor ve devamında, şöyle diyordu: “Olan bitene, ‘canım ne olacak, muhafazakâr bir başbakanın muhafazakâr tavırlar sergilemesi normaldir’ genişliği içinde bakanlara, profilin ‘demokratlık’ kısmını böyle bir kalemde feda etmeyi nasıl içlerine sindirebildiklerini sormak isterim. Medyada kahir ekseriyetin, ‘bunların gizli ajandası var’ diye muhalefet yaptığı günlerde epey özgürlükçü ve demokrat olan AK Parti mensupları ve taraftarlarının, bugün muhafazakârlık üzerinden savunmaya geçmiş olmalarını bir tür riyakârlık olarak görüyorum.”
Tuksal’ın çıkışına büyük saygı duydum ama şaşırmadım. Evet, bu memleketteki “günlük makale” erbabı içinde, “Korkuyoruz, düşündüğümüzü yazamıyoruz” diye diye ortalıkta gezinen sözümona muhalif, “laik” ve “modern” kalemler az değil... Başbakan’a şakşakçılık yapmayı, onun hiçbir adımında eleştirilecek bir şey bulmamayı, gerektiğinde kraldan çok kralcı kesilmeyi “görev tanımı” içinde sayanlar da... Ama bu memlekette, hem toplumla bağları hem de kendisine saygısı daha güçlü yazarlar da var.
Ve işte Hidayet Şevkatli Tuksal gibi kendisini “yaşama biçimi itibarıyla dindar/muhafazakâr olan ancak bu ülkede toplumsal barışın muhafazakârlık ekseni üzerine kurulamayacağına inanan başörtülü bir kadın” diye tanımlayan bir yazar çıkıp, meseleyi iki ayrı taraftan “içeriksizleştirmeye” çalışanlara, böyle net ve kuvvetli bir cevap verebiliyor. “Hak sillesi”ni hatırlatıyor ve diyor ki, mesele bir “demokratlık” meselesidir.
Evet, mesele tam da budur. Ve aslında, Yıldıray Oğur’un pazar günü Taraf’ta çıkan o mükemmel yazısında dediği gibi, “Liberallik, demokratlık, bütün bunlara ait külliyat değil hakkaniyet ve vicdan yeterli doğru yolu bulmak için...”
Türkiye için doğru yol, daha fazla demokrasiden, daha fazla sivilleşmeden geçiyor. O yazıda,“Başbakan ya da AKP bir gün istese de liberallerle daha doğrusu demokratlarla yollarını ayıramaz. Bu kendi varlık nedenlerini inkâr etmeleri olur en başta. Bu AKP’den Türkiye’yi değiştirmesini bekleyen milyonları inkâr etmek olur” diyor Yıldıray. Tartışmayı içeriksizleştirmeye direnen” bir yaklaşım bu... Ben, Yıldıray kadar kesin bir dille, “Yollarımız ayrılmaz” diyemem ama AKP’nin “Türkiye’yi değiştirmeye aday” bir parti görünümünden uzaklaşmasının kendi varlık nedenini inkâr olacağı ve sonunu hazırlayacağı tesbitine katılıyorum. Altan’ın Erdoğan’a yaptığı ve Erdoğan’ın ne yazık ki hakkaniyetini anlamadığı eleştirinin özü de bu zaten.
Başa dönersem, ben Rasim’in de aslında meseleye böyle baktığını; “Erdoğan ile Altan’ın safı ayrışamaz... Ergenekon teröristlerine ve eyyamcı takımına bayram ettirmezler, bundan emin olun” diye yazarken, ortada bir “demokratlık” paydası olduğuna inandığını ama son iki yazısında, her nasılsa, çizdiği “Recep İvedik” karikatürlerinin sempatikliğine kapılıp, bu paydayı vurgulamayı ihmal ettiğini düşünüyorum.
Umarım yanılmıyorumdur.

ycongar@mac.com

Hiç yorum yok: