19 Şubat 2009 Perşembe

Abdülkadir Aygan: “Ölmedi, hastaneden alıp yine infaz ettik”

“İhsan Haran JİTEM’de sorgulandı. Arazide kafasına kurşun sıkıldı. Komutan Kırca’dan duydum. Meğer ölmemiş. Batman’a yürümüş hastaneye gitmiş. Oradan alındı tekrar infaz edildi.” “Bölgedeki faili meçhullerin yüzde 80’ini JİTEM yaptı. Benim görev yaptığım on yılda sadece Diyarbakır’da gerçekleşen infaz sayısı 600-700’dür. Ben otuzuna tanık oldum.” “Servet Aslan ve Fatma birbirine âşık iki üniversiteli genç. Diyarbakır’ın merkezinde gezerken alındılar. JİTEM’de iki gün işkence gördüler, ağlaya ağlaya PKK’lı olmadıklarını söylediler ama öldürüldüler.”
* * *
NEDEN? ABDÜLKADİR AYGAN Türkiye, Kürt meselesini demokrasiyle çözmemek için direnirken korkunç olaylar yaşandı. Devlet, en azından devletin bir bölümü, hukukun dışına savruldu. Yasa tanımazlık, zamanla ‘rutin’ bir davranış biçimine dönüştü. Rahatça adam öldürmeye, haraç almaya, işkence yapmaya başladılar. Hesabını kimse sormadı. Devlet görevlileri uyuşturucuya alışır gibi alıştı yasasızlığa. Hatta neredeyse, yasasızlık devlet olmanın bir ölçüsü gibi gözüktü onlara. Şimdi devlet, yeniden kendini düzeltmeye çalışıyor ve zorlanıyor. Üstü örtülen olayların üstü açılıyor. Altından korkunç şeyler çıkıyor. Bir zamanlar cinayetlere, işkencelere, haraçlara tanık olmuş olan itirafçı Abdülkadir Aygan da o dönemi iyi bilenlerden. Aygan, bildiklerini anlatıyor şimdi. Onun cinayet işlemesine ses çıkarmayan medya, Aygan cinayetleri anlatmaya başlayınca ona “alçak” diyor. Bu konuşmada, Türkiye’nin, özellikle Güneydoğu’nun neler yaşadığını, devletin ne hale geldiğini, güç hesaplarını ve hesaplaşmalarını, kaç insanın JİTEM hücrelerinde boğdurulduğunu, yollarda kurşuna dizildiğini, tarlalarda yakıldığını, okuyacaksınız.
* * *
1. BÖLÜM Kaç yıl PKK’da kaldınız? 1975 yılından 1985’e kadar on yıl kaldım. PKK’yla ilişkim Adana Meslek Lisesi’nde öğrenciyken başladı ve 1977’de okulu bıraktıktan sonra da devam etti. Dağa mı gittiniz? Ben Türkiye’de dağa gitmedim. Kuzey Irak denilen Güney Kürdistan’da üç yıl bütün PKK kamplarında kaldım. Kuryelik ve kılavuzluk yapıyordum. PKK’nın liderlerinden Duran Kalkan’la kampların sorumluları arasındaki önemli yazışmaları, pusulaları getirip götürüyordum. Köylerden kamplara erzak taşıyordum. Bir grubu bir kamptan diğerine götürüyordum. 1984’teki Şemdinli Eruh baskınında Mahzun Korkmaz kampındaki grubu ben Türkiye sınırına götürdüm. İçeri girdiler ve baskını yaptılar. PKK’nın ilk baskını bu. Peki, sonra JİTEM’e (Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele) nasıl katıldınız? 1985’te PKK’dan ayrıldım. Örgüt içi infazlardan bunalmıştım. Bardağı son taşıran damla da bir mezraya yapılması planlanan baskın oldu. Mezrada canlı hiç kimse bırakılmayacaktı. Ben baskınının keşfini yapıyordum. Baskından bir gün önce PKK’dan firar ettim ve o mezraya baskını haber verdim. Köylüler beni gerilla kıyafetiyle silahlı görünce karakola haber vermişler. Köye askerî helikopter geldi ve beni teslim aldı. PKK’dan neden ayrıldığınızı daha sonra soracağım. Örgüt içi infazlarından bunaldığınızı söylediğiniz PKK daha sonra sizi gelip bulmadı mı, sizi cezalandırmaya çalışmadı mı? PKK’yı ihbar etmişsiniz. Ben PKK’yı deşifre ettim. Siirt’te sorguda 50 gün kaldım ve 17 sayfalık ifade yazdım. Ankara’da yukarıdakiler, “bu adam örgütte bu kadar kalmış. Bu kadar uzun mazisi var. On yedi sayfalık ifade olmaz” demişler. Sorgu amiri “ifadeni geniş yaz” dedi. 130 sayfaya yakın ifade yazdım. Ben 1977’de Nizip’te PKK’nın askerî kanat sorumlusuydum... O dönemde altı ülkücü genci öldürmüşsünüz. O cinayetleri yazdınız mı? Hayır, Nizip’te faşist dediğimiz kesime karşı işlediğim cinayetlerimi yazmadım. Yurtdışında kaldığım PKK kamplarını, tanıdığım PKK militanlarını yazdım. Bize ekmek veren köylüleri de yazmadım. Benden önce yakalanan üst düzey yöneticilerden Sabri Ok’un ifadesini bana gösterdiler sorguda. O her şeyi açıklamış zaten. Sabri Ok daha sonra PKK’nın cezaevi sorumlusu oldu. Onlara göre sonradan özeleştiri yaptı. Oysa anlattıkları bir itirafçının anlattıklarından farklı değildi. Benden farkı, o dilekçe verip itirafçılık için başvurmadı. Ben başvurdum, Pişmanlık Yasası’ndan yararlandım. Diyarbakır Cezaevi’ne konuldum. Diyarbakır Cezaevi’nde kendinizi PKK’lılardan nasıl korudunuz peki? İtirafçılar koğuşuna gittim. Kendiliğinden teslim olan ve itiraf edenleri cezaevinde ayrı bir koğuşta tutuyorlar. PKK’lıların içine bırakmıyorlar. Bu yüzden içerisi tehlikeli değil. Dışarısı tehlikeli. Sonra JİTEM’e nasıl katıldınız? Pişmanlık Yasası’ndan yararlandım ve on beş yıllık cezanın üçte birini yattım. 1990’da tahliye oldum. Tahliye olur olmaz beni askere aldılar. Çünkü Kıbrıs’ta askerlik yaparken Güney Kıbrıs Rum kesimine firar etmiştim ben. Askerliğimi tamamlamam için beni Kars’taki tankçı birliğine gönderdiler. Bir gün taburdaki bir asker bana, “Seni Albay Arif Doğan telefonla aradı. Tekrar arayacak” dedi. Arif Doğan dediğiniz komutan, evinde ve ofisinde bomba ve silahlar ele geçirilen, Ergenekon davasının tutuklu olarak yargılanan en önde gelen isimlerinden değil mi? Evet. Ben o güne dek Arif Doğan’ı tanımıyordum. Halen de hiç yüz yüze gelmedim. Sadece telefonda konuştum. Diyarbakır’da JİTEM’in grup komutanıydı. Kendisi sonra beni tekrar aradı. Cem Ersever’in de yanında olduğunu ve beni kendisine onun tavsiye ettiğini söyledi. Binbaşı Cem Ersever’le daha önce Siirt Alayı’nda sorgudayken karşılaşmıştım. Onunla sohbet etmiştik. PKK konusunda kendisini yetiştirmiş biriydi. Kaç yıl çalıştınız JİTEM’de? Dokuz yıl çalıştım. 1990 yılıydı... Sanki benim iyiliğimi düşünüyormuş gibi, bana, “evladım seni Kars’a vermişler. Senin ailen Osmaniye’de. İstiyorsan seni Diyarbakır’a yanımıza aldırabiliriz. Burası ailene daha yakın. Jandarma’da askerliğini yaparsın” dedi. Ben de “olur” dedim. O zaman JİTEM’in adı henüz ortada yok. “Yol masrafını karşılayacağız. Ankara’dan da emir çıkartacağız. Gerekli işlemleri yapıp seni Diyarbakır’a aldıracağız” dedi. Bir komutanın size bu özel ilgisini nasıl yorumladınız? Cem Ersever beni yanına aldırmak istiyor, benim tecrübelerimden faydalanmak istiyor, diye düşündüm. Beni önce Kars’tan Silvan’daki er eğitim alayına sevk ettiler. Oraya başka itirafçılar da getirildi. Ali Ozansoy, Hüseyin Tilki, Adil Timurtaş, Hayrettin Toka... Sonra da bizi Diyarbakır JİTEM’e gönderdiler. Biz oranın JİTEM olduğunu bilmiyorduk. Biz, Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı’nın emrinde askerlik yapacağız diye biliyorduk. Beş, altı kişiydik... Özel konumumuzdan, örgüt tecrübemizden ötürü bizi sivil olarak giydireceklerini tahmin ediyorduk ama... O sırada Diyarbakır’da JİTEM komutanı kimdi? Arif Doğan mı? Hayır, Arif Doğan gitmişti, yerine Cem Ersever JİTEM Grup Komutanı olmuştu. Yardımcısı da Aytekin Özen’di. Gittiğimiz yerin JİTEM olduğunu bize Cem Ersever açıkladı. “Burası JİTEM. Burada benim emrimde olacaksınız. Sivil giyineceksiniz ve istihbarat toplarken, operasyona giderken kendinizi korumanız için üzerinizde tabanca olacak” dedi. Düşünün, diğer askerlerde G3 tüfek var, bizde üzerimize zimmetli tabanca. Kaç yıl çalıştınız JİTEM’de? Askerken 1990’da başladım. Askerlik bittikten sonra JİTEM’in sivil memuru oldum. JİTEM’de 1999’a kadar çalıştım. Bizi ilk başta terör danışmanı, uzmanı sıfatıyla almayı düşünüyorlardı. Sonra uzman çavuş yapalım dediler. Sonra işi sivil memurluğa çevirdiler. Anlamadım... Bizi 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na soktular. Bizi resmen devlet memuru yaptılar. Kadromuz istihbarat elemanı olarak gözüküyordu. Yani postanede çalışan memur hangi kanuna tâbiyse biz de ona tâbiydik ve askeriyede çalışan sivil memurlardık artık biz. Bordromuz, keseneklerimiz, tazminatlarımız, emeklilik hakkımız vardı. Bir astsubay, bir JİTEM komutanı nasıl maaş alıyorsa biz de öyle alıyorduk. Mesela internetten Emekli Sandığı’nda Aziz Turan ismine baktım ben... On beş yıl daha çalışırsam emekli olabiliyorum ben. Sizin adınız Aziz Turan olarak değiştirilmiş ve Abdülkadir Aygan kayıtlarda şehit olarak gösterilmiş, öyle mi? Evet. Geçmişteki bütün sabıkalarımız da silindi. JİTEM’de çalıştığınız dokuz yılda kaç eyleme katıldınız? Onlara eylem değil, ‘operasyon’ diyorlar. Mesela suçlu birini tespit ettiniz. Güvenlik kuvvetleri aslında ne yapar? Bu kişiyi savcının emriyle yakalar ve savcı onu suç deliliyle birlikte mahkemeye çıkarır. Kişi suçuna göre cezaevine girer ya da girmez. Ama JİTEM’in operasyonları öyle değildi. Yerel ajanları ve halktan muhbirleri vardı. PKK’ya erzak verenler ya da onunla ilişkide olanlar, yardım edenler JİTEM’e bildiriliyordu. JİTEM de işi yapıyordu. JİTEM dilinde ‘iş yaptık’ demek ne demek? Öldürmek mi demek? İşi yapmak demek, ‘yasadışı yollardan bir insanı alıp, JİTEM’e götürüp sorgulayıp sonra da infaz etmek, ölüsünü sağa sola atmak, yakmak ya da gömmek’ demek. Olayın büyüklüğüne, öldürülen kişinin isminin önemine göre, JİTEM komutanı bu bilgiyi Jandarma Asayiş Komutanlığı’na, Komutanlık da Olağanüstü Hal Valiliği’ne bildiriyor ya da bildirmiyordu. Siz JİTEM’de çalıştığınız sürede kaç kişiyi alıp öldürdünüz? Yani faili meçhul cinayet işlediniz? Kaç tane böyle olaya tanık oldunuz diye sorarsanız bana... 30 civarında olaya tanık oldum. Her JİTEM grup komutanı aynı değildi. Bazısı böyle işler yaptırıyor bazısı yaptırmıyordu. Sadece istihbarat toplama, rapor yazdırma, muhbir ve ajan ağını örgütleme işlerini yaptırıyordu. Ayrıca benim JİTEM’de bir sürü işim vardı. Ne gibi? Bizim komutanların Barzani ve Talabani’yle yaptıkları toplantılarda tercümanlık yaptım. Bir dönem PKK’yla çatışırken yaralanan peşmergeleri GATA’da tedavi olmaları için sınırdan alıp havaalanına götürdüm. Yakalanan evrakları Türkçeye çevirdim. Şifreleri çözdüm. Bu yüzden ben yapılan her JİTEM operasyonunda yer almadım. Ama bildiklerimle ve duyduklarımla şunu iddia ediyorum. Bölgedeki faili meçhul olayların yüzde 80’ini JİTEM yaptı. Bölgede 18-20 bin faili meçhul cinayetten söz ediliyor. Bence o abartılı bir sayı. Sizce JİTEM tarafından kaç kişi öldürüldü? Ben Diyarbakır bölgesini tahmin edebilirim. Elazığ, Van, Mardin, Batman... Oralarda da JİTEM var. Diyarbakır’da benim görev yaptığım on yıl içinde gerçekleşen infazların sayısı 600-700 olabilir... Bu rakam tahmin ama... JİTEM elemanı olarak adam öldürdünüz mü? Ben bu soruya cevap vermek istemiyorum. Sizin JİTEM’de çalıştığınız dönem en fazla faili meçhul cinayetin yaşandığı dönem. Kaç cinayete tanık oldunuz? Evet, o dönem en çok cinayetin olduğu dönem... Faili meçhuller 1993’te başladı ve 1997’deki Susurluk olayına kadar devam etti. Özellikle o dört yılda cinayetler çok yoğundu. O sırada Diyarbakır JİTEM Komutanı kimdi? JİTEM Grup Komutanı Abdülkerim Kırca’ydı. Diyarbakır JİTEM timinin başında da Zahit Engin vardı. Ben o dönemde 30 kadar eyleme bizzat tanık oldum. Ama içinde yer almadığım, bizzat şahit olmadığım, onlarla birlikte katılmadığım yüzlerce eylem ve faili meçhul cinayet var o dönemde. Bizim grubun yaptığı 30-40 kadardı. Bir de Zahit Engin’in emrindeki Diyarbakır timinin yaptıkları var. JİTEM eylemlerinin hepsi ölümle mi sonuçlandı? Hepsi ölümle sonuçlandı. Hatta size ilginç bir olay anlatayım. PKK’lı olduğu söylenen İhsan Haran isimli bir genç vardı. Ailesi boşaltılan Lice köylerinden Diyarbakır’a göçmüştü. Şehitlik semtinde oturuyordu. O genç JİTEM’e alınıp sorgulandı. Sonra da Silvan tarafına götürüldü, bir arazide kafasına kurşun sıkılıp bırakıldı. Fakat sonra komutan Abdülkerim Kırca’dan duydum. Meğer o genç kafasına sıkılan kurşunla ölmemiş. Sadece şok geçirmiş. Batman’a kadar yürüyüp hastaneye gitmiş. Yaşadığı olayı anlatmış. İşte bu olay Batman timine haber veriliyor, o da Diyarbakır JİTEM’e bildiriyor. Evet... Kırca’yı telefonla arıyorlar ve “komutanım böyle bir durum var” diyorlar. O da “Tamam onu hemen sizin time alın, bekletin. Biz geliyoruz” diyor. Bana bunu Kırca kendisi anlattı. Niye bir komutan size bunu anlatıyor? İlk infazı yapanları beceriksizlikle suçladı. “Bizim beceriksizler öldürememişler. Adam kalkmış şehre, hastaneye gitmiş. Tekrar gittik, aldık ve işini tamamladık” dedi. Abdülkerim Kırca yanına personelini alarak hemen Batman’a gidiyor ve o genç tekrar araziye götürülüp infaz ediliyor. JİTEM’in eline düşen sağ bırakılmıyor. Bu gencin öldürülmesine siz tanık oldunuz mu? İlk infaza tanık oldum. Kemal Ümlük, uzman çavuş Yüksel Uğur vardı. Bir toprak yığınının arkasına götürüp vurdular. Geceydi. Hangisinin vurduğunu görmedim. Gencin sorgusu JİTEM’de yapıldı sonra arabaya konulup araziye götürüldü O genç niye öldürüldü? PKK’lı diye... Bu Diyarbakır bölgesinde PKK’yla ilgili bilgileri genellikle itirafçı Serpil Toprak veriyordu. O da JİTEM’de sivil memur olarak çalışıyordu. Mesela Mehmet Salim Dönen isimli Silvanlı genci ve amcasını JİTEM’e aldıran da o kızdı. Onları askerî hastanede görüyor. Çocuk askere gitmek için askerlik muayenesini yaptırıyor. Amcasıyla birlikte gelmiş. Serpil bunu gelip bana söyledi. “Komutanı arayıp haber verelim” dedi. Kırca o sırada Dicle Üniversitesi’nde dişini yaptırıyordu. Aradık. “Gereğini yapın, alın. Ben geliyorum” dedi. Toros arabayla askerî hastaneye gittik ve gençle amcasını aldık, JİTEM’e getirdik. Komutan Kırca dişçiden geldi ve işin sorgulama safhası başladı. Nasıl öldürüldüler? Amcasının hiç alakası yoktu ama yarın bir gün ifade verir diye onu da aldık, getirdik. Amca, yeğen JİTEM’de boğularak öldürüldüler. Silvan yoluna atıldılar. Onları komutan Abdülkerim Kırca mı boğdu? Hayır, o talimat verdi. Boğdurdu. Zaten komutan işkenceli sorgu yapıldıktan sonra bazen işkence odasında kalıyordu. Bazen de kendi odasına gidip içkisini içiyordu. Bu cinayetler hep gece mesaisinde işleniyordu. İşkenceler mesai saatinden sonra akşamları yapılıyordu. Sıradan askerler koğuşlarına gittikten sonra... Çünkü JİTEM’de gündüzleri çaycılık, postacılık yapan askerler vardı. Kırca emir erini bile gönderiyordu. Ayrıca çevrede askerî birlik ve diğer kurumlar vardı. İşkence seslerinin duyulması istenmiyordu. İşkence akşam diğer personel gidince, mesaiden sonra başlıyordu. İşkence ve infazlar için JİTEM’de kaç kişi gece mesaiye kalıyordu? İşin durumuna göre dört, beş kişi kalıyordu. Kaç kişi tarafından, neyle boğuluyordu bu insanlar? Boğma teliyle... Elektrik kablosuyla... Bazen sağlam bir televizyon kablosuyla. Duruma göre iki, üç kişi boğuyordu. İşkence bir, iki gece sürüyordu. Hemen öldürülmüyordu. Hatta ifadesi alınmadan ölmesin diye sadece bir dilim ekmek veriliyordu. Peki, amcasıyla öldürülen, askere gitmeye hazırlanan genç PKK’dan ayrılmamış mı? Askere gideceğine göre ayrılmış. Çünkü bir PKK’lı askere gitmez. Hele grup sorumluluğu yapmış birisiyse... Ama PKK’dan ayrılsa da JİTEM tarafından öldürülüyor. Mesela o Servet Aslan diye bir üniversiteli genç vardı. Fatma isimli bir de Mersinli kız arkadaşı vardı. Kızın hakkında hiçbir suçlama yoktu. Hiç ilgisi yoktu. Bizim gibi sivil memur olan itirafçı Serpil’in ifadesi üzerine bu iki üniversiteli genç Diyarbakır’ın merkezinde el ele gezerken alındılar. Üstelik çocuk dağa falan gitmemiş. Kaldı ki yanında kız arkadaşı da var. Bu ne anlama geliyor? Birbirlerine âşık olmuşlar. Normal bir hayat yaşıyorlar. PKK’lı militan Diyarbakır’ın merkezinde kız arkadaşıyla el ele gezemez. Çocuk PKK’lı olmadığını ağlaya ağlaya söylediyse de... Onlar da mı öldürüldü? Evet, onlar da öldürüldü... Mehmet Çapur isimli bir başçavuş vardı. Kırca emir verdi. Gençleri Sivas yönüne götürüp, orada öldürüp yol kenarına atmışlar. Bu iki genç iki gün sorgulandılar, işkence gördüler. Abdülkerim Kırca o kıza kendisi işkence yaptı. İtirafçı Serpil Toprak nerede şimdi? Erzurum’a tayin edilmişti. Orada hem memuriyet yapmış hem de yarıda bıraktığı yüksek hemşirelik okuluna devam etmiş. JİTEM onun tekrar okula kaydını yaptırmış. Orada bir öğretim görevlisiyle evlendiğini duyduk. Bu insanları şehir dışına öldürmeye götürürken arabanın bagajına mı koyuyorsunuz? Bazılarını arkada oturan iki personel arasına alıyor ve normal bir yolcuymuş gibi götürüyorlardı. Bazılarının üstüne ise hastaymış gibi bir mont örtülüyordu. Kaç kilometre uzağa götürülüp öldürülüyorlardı? Mesela İdris Yıldırım Silopi’den alındı 150 kilometre uzaktaki Elazığ’a götürüldü. Çünkü onu yakalayan JİTEM elemanı Silopi’de oturuyordu. Kendisinden şüphelenileceğini düşünüyordu. JİTEM muhbirini korumak için onu uzak bir bölgede öldürdü. Kimliği tanınmasın diye cesedi de yaktı. Siz JİTEM’de kimlerle çalıştınız? 1990’da iki yıl kadar Cem Ersever ve yardımcısı Aytekin Özen’le çalıştım. Bunlar gitti yerlerine Cahit Aydın ve yardımcısı Nurettin Ata geldi. Daha sonra da Abdülkerim Kırca geldi. En uzun onunla çalıştım. Normalde her komutan iki yıllığına gelir ama o üç, dört yıl kaldı. Bir ara Ali Yıldız, Cemal Temizöz’le de çalıştım. Siz sadece Abdülkerim Kırca’nın yaptıklarına mı tanık oldunuz? Diğerleri neler yaptılar? En çok cinayet komutan Kırca döneminde oldu. Cem Ersever zamanında da oldu ama o kadar değil. Mesela onlardan sonraki komutan Ali Yıldız politik davranıyordu. İtirafçıların yanında “şu kişiyi alın” demiyordu. Normal istihbarat faaliyeti yapıyormuş gibi davranıyordu. Ama kendi emrindeki Zahit Engin’in başında olduğu Diyarbakır JİTEM timi durmadan JİTEM’e adam alıp, sorgulayıp öldürüyordu. Biz bunlara gözümüzle kulağımızla da şahit oluyorduk. Adamlar hücrelerde haykırıyordu. O insanlar da sonradan yok oluyordu. Binanın arkasında bir çöp bidonu vardı. Şehmuz Çavuş’u ya da timden başka birini orada insanların özel eşyalarını, elbise, ayakkabılarını yakarken görüyorduk.

YARIN: JİTEM’in PKK mücadele derken ne işler yaptı?
İşyerlerine niye JİTEM bombaları atıldı?
JİTEM-Emniyet-MİT çekişmesi nasıl yaşandı?
JİTEM’deki iç hesaplaşmalar...
Generallerin ölümleri...
Kürt aydınlarının infazlarının emirleri...

Abdülkadir Aygan: “Cem Ersever Ankara’ya bir bavul C4 götürdü”

“O patlayıcıları, OHAL Valiliği’nde gördüğümüz Vietnam gazisi bir Amerikalı verdi bize. Hatırlayın... Uğur Mumcu’nun arabası C4’le patlatıldı.” “Boşaltılan köylerde ve yol kenarında terk edilen tesislerde su kuyuları var. Cesetleri o kör kuyulara atmışlar. Cizre’de jandarma timi bir seferinde yedi ceset atmış. Atan biri söyledi.” “Üç sendikacıyı DGM beraat ettirdi. Sevine sevine yürüyorlardı ki, mahkeme önünden onları JİTEM’e aldık. Albay Kırca gençlere diz çöktürdü enselerinden birer el ateş etti.”
* * *
2. BÖLÜM Albay Abdülkerim Kırca’nın intiharıyla tartışmaların merkezine oturan ve JİTEM’de çalıştığı dokuz yılı ayrıntılarıyla açıklayan itirafçı Abdülkadir Aygan’la yaptığımız ve dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşiye bugün kaldığımız yerden devam ediyoruz.
* * *
JİTEM elemanları öldürdükleri insanların cesetlerini niye araziye atıyordu? Ceset bulunsun ve bu ölüm halkta korku yaratsın, ‘PKK’ya gidersem benim de sonum böyle olur psikolojisine girsin’ diye cesetler böyle yol kenarlarına atılıyordu. Ama bazı cesetler de gömülüyor ya da yakılıyordu. Mesela Abdülkerim Kırca Diyarbakır’da Pavyonlar Caddesi’nde milletin gözü önünde Murat Aslan’ı arabaya zorla bindirdi. Bu genç JİTEM’de sorgulandı ve cesedi yakıldı. Niye yakıldı? Çünkü cesedin kimliği hemen teşhis edilmesin ve cinayet biraz eskisin istendi. Yani görgü tanıkları, Abdülkerim Kırca’nın simasını unutsun istendi. Toplu cinayet olaylarına karıştınız mı? Bir kez üç kişinin birden öldürüldüğünü gördüm. Diğer cinayetler hep tek tek ya da iki ikiydi. Mesela birini yakalayıp JİTEM’e getirmişler, sorgusu yapılıyor. Ertesi gün başka birini daha alınıp getiriyorlar. Bu durumda ikisi aynı anda öldürülebiliyor. Zaten üçten fazla infaza imkânlar da müsait değildi. Anlamadım, ne müsait değildi? Araç olarak elde bir Toros araba vardı. Arabaya, bagaja kaç kişiyi sığdıracaksın? Çünkü personel de binecek arabaya. Ama ben gene de bir tane toplu cinayete tanık oldum. Abdülkerim Kırca 1993’ten sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı oldu. Bazı cinayetleri bizzat gözümüzün önünde kendisi işledi. Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi’nin üç üyesi Necati Aydın, Mehmet Ay ve Ramazan Keskin JİTEM’de sorgulandıktan sonra Silvan yolunda bir araziye götürüldüler. Aman Tanrım! Gençler yan yana dizildiler. Elleri ve gözleri arkadan bağlandı. Sonra komutan Kırca gençlere diz çöktürttü ve tam enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti, alınlarının ortasından oluk oluk kan fışkırdı. Sonra da bize “gömün bunları” dedi. İki arabayla oraya gitmiştik. Yedi, sekiz kişi bu olaya tanık olduk. Sizden başka kim açıkladı bu toplu cinayeti? Benden başka kimse açıklamıyor. Çünkü hâlâ aynı sistemin içinde çalışıyorlar. Size şunu anlatayım... 1990’ların sonuydu. Ankara’dan Kara Kuvvetleri’nden resmî elbiseli bir albayın komutasında bir denetleme grubu Diyarbakır JİTEM’e geldi. Bu albay itirafçıların odasına da girdi, hâl hatır sorduktan sonra bizi tehdit etti. “Bu yola birlikte girdik, bu işe birlikte başladık ve ölünceye kadar da bu işi birlikte sürdüreceğiz. Kimse ben ayrılırım, yurtdışına giderim, oralarda bana kimse bir şey yapamaz demesin. Bizim kolumuz uzundur. Uzağa da gitse biz cezalandırırız” dedi. Peki, o üç sendikacı genç niye cezalandırıldı? İktidarda Çiller hükümeti vardı. Daha sonra DYP’den milletvekili adayı olan Hasan Kondakçı da Jandarma Asayiş Komutanı’ydı. Kondakçı, Çiller’in bu maddi manevi her türlü desteği vermeye söz verdiğini söylüyordu. O dönemde sanki devletin tepelerinde bir karar alınmış, bir konsept uygulamaya konmuştu. İnfazlara HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın cinayetiyle başlandı. Musa Anter’in öldürülmesiyle devam edildi. Peki, o üç sendikacı... Üç sendikacı gencin bilgisi Emniyet’ten geldi. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde ifadeye çıkacakları bize bildirildi. Komutan Kırca da mahkeme serbest bırakırsa bu gençleri alıp JİTEM’e getirmemizi emretti. Nuri Ateş adında astsubayla birlikte dört kişi beyaz Renault’yla mahkemenin önüne gittik ve bekledik. Gençler mahkeme tarafından serbest bırakıldılar. Biz onları almak için yol kenarında beklerken, onlar karşıdan davaları bitti diye sevine sevine geliyorlardı. Üç genci mahkemenin önünden alıp JİTEM’e getirdik. Sorgulandılar... Sorgu dediğiniz işkence. İnsanlar konuşunca sonuç değişiyor mu JİTEM’de? Konuşması hiç bir şey değiştirmiyor. Konuşsa da konuşmasa da öldürülüyorlar. JİTEM’e giren sağ çıkmıyordu ki... “Halk ihbar ediyordu, istihbarat yapılıyordu ve JİTEM sorguluyordu” dediniz başta bana. Halk arasında çok mu muhbir vardı? Çok mu ihbar gelirdi? Maalesef çok. PKK’dan zarar görenler, PKK karşıtı olanlar vardı. Kıskançlıktan ihbarda bulunanlar, hasmını, iş hayatındaki rakibini tasfiye etmek için ona buna PKK’lı diyenler vardı. Böyle suçlamalarla da ölenler oldu. Mesela... Hakkı Kaya’nın ölümüne Muhsin Gül isimli itirafçı neden oldu. Bunun kızı dağda falan deyip işi şişirdi ve adamı ihbar etti. Böyle olaylar var. İtirafçı Muhsin Gül belki adamdan menfaat temin etmek istemişti. Adam vermeyince, o da JİTEM vasıtasıyla adamı ortadan kaldırmıştı. Mesela Nejat Söyler diye bir işadamı vardı. Kaçakçılıktan soruşturma geçirmiş. Tekirdağ’da nakliye şirketi kurmuş. Cem Ersever’le arası iyiydi. Diyarbakır’dan İbrahim Babat, Fethi Çetin ve beni Tekirdağ’a gönderdi.
Niye? “Sizinle konuşacak,” dedi. Meğer adam kendi rakibini bertaraf etmemiz için bizi çağırmış. Bizim oraya gittiğimizden bazı üst düzey komutanların haberi vardı. Bereket adamın oğlu içtikten sonra gece otel odasında rastgele silahla pencereden dışarı ateş etmeye başladı da iş yarıda kaldı. Polisler geldi ve o gece silahlarımızı emanete aldılar. Diyarbakır Asayiş Komutanlığı Kurmay Başkanı Kurtuluş Öğün telefon edip işi halletti ve biz otobüse binip geri döndük. Yoksa o işadamının ya rakibini ortadan kaldıracaktık ya da işyerine zarar verecektik.
JİTEM elemanı istediğini öldürebiliyor muydu? Emir komuta zinciri olmadan kendi başına kimse birini öldüremez. Bir memur, uzman çavuş, astsubay, üsteğmen kendi başına cinayet işleyemez. JİTEM’de ne tür işkenceler yapılıyor? Kaba dayak, yumruklama, tahta sopalarla dövme. Bazıları ayaklarından tavana asılıyordu. Bazıları çırılçıplak Filistin askısına takılıyordu. Murat Arslan’ı böyle asıp bacaklarına da araba lastiği geçirmişlerdi ki, çırpınamasın. İşkencede ölen olmuyor muydu? Olmuyordu. Bir insan nasıl oluyor da o kadar zulme, acıya dayanabiliyor diye hayret ediyorsunuz. Affederseniz, at benzeri bir hayvan olsa o işkencede o darbelerle ölür yani... JİTEM’in içinde çekişmeler ve anlaşmazlıklar var mıydı? JİTEM’le Emniyet arasında çekişme vardı. JİTEM komutanları kendi başlarına buyruk davranıyorlardı. Polis-Jandarma bölgesi ayırımı yapmıyorlardı. Gidip polis bölgesinden adamı alıyor JİTEM’e getirip sorguluyor ve infaz ediyorlardı. Cesetler iki gün sonra bulunuyordu. Polis ve savcılar zor durumda kalıyorlardı. Niye? Çünkü ölülerin yakınları onlara başvuruyordu. Cinayeti kimin işlendiğini tahmin ettikleri halde bir şey yapamıyorlardı. Ankara, OHAL Valisi ve Asayiş Komutanlığı tarafından frenleniyorlardı. JİTEM yaptığı hiçbir işten MİT’i ve Emniyet’i haberdar etmiyordu. Ama polis ve MİT bu kirli işleri onun yaptığını biliyordu. Ben Hanefi Avcı’yı da tanırım. Meclis Araştırma Komisyonu’na anlattıklarıyla Susurluk olayının ortaya çıkarılmasında önemli rol oynayan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Başkanı Hanefi Avcı’yı Diyarbakır’dan mı tanıyorsunuz? Evet. İstihbarat şube müdürüydü. Bazen Emniyet’e ziyaretine giderdik. Bazen biri hakkında bizden bilgi isterdi. Bize, “Çocuklar pis işlere bulaşmayın. Bu işler iyi değil. Başınız belaya girer” derdi. “Bu işlerin sonu yok” diye Cem Ersever’e de söylemişti. JİTEM’in içinde anlaşmazlıklar, çekişmeler nasıldı peki? Jandarma teşkilatının içinde anlaşmazlık vardı. Arif Doğan’dan sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı olan Cem Ersever’in öldürülmesi Jandarma’nın içindeki çekişmenin bir sonucudur. Sadece Ersever’in değil, Eşref Bitlis’in, Bahtiyar Aydın’ın ölümleri de Jandarmadaki iç hesaplaşmaların sonuçlarıdır. Ersever’le ölümünden önce bir yemek yemiştik. Bana, “beni bir fahişe gibi kullandılar. Şimdi işleri bitince atıyorlar” dedi. Ersever JİTEM’in eylemleriyle, infazlarıyla ilgili basına konuşmaya başlayınca Jandarma’daki komutanlar çok rahatsız oldu. “Hainlik yapıyor. İhanetin bedeli ölümdür. Dili kesilecek” diye konuşmalar başladı. Ersever’in arası Ergenekon davasında tutuklanan emekli General Veli Küçük’le ve emekli Albay Arif Doğan’la da kötüydü. Kim öldürdü Cem Ersever’i? Bu bir iç infazdı. Olayın içinde Yeşil var. Cinayeti işlemeleri için Ankara’ya gönderilen itirafçılar da var. Yeşil, Veli Küçük’le irtibattaydı. Peki, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in ölümü hangi açıdan bir iç hesaplaşmaydı sizce? Bindiği uçak Ankara üzerinde düştüğü için ölmedi mi Bitlis? Eşref Bitlis, Turgut Özal’ın projesinin destekçisiydi. Halkla PKK’yı ayırmak gerektiğini, Kürt meselesini siyasi yoldan çözmek gerektiğini söylüyordu. 1991’de Eşref Bitlis’in uçağının uzaktan kumandalı patlayıcıyla düşürülmesi ihtimali ortaya çıkınca benim aklıma C4 patlayıcılar geldi. Çünkü uçak düştüğünde henüz yeni havalanmıştı. Bu C4 patlayıcılar bir kilometre uzaktan patlatılabiliyordu. Ankara’ya tayini çıktığında Cem Ersever yanında bir bavul dolusu C4 patlayıcı götürdü. O patlayıcıları bize OHAL Bölge Valiliği’nde gördüğümüz Vietnam gazisi bir Amerikalı verdi. Amerikalı Vietnam gazisi, OHAL valisi ve JİTEM’ciler... Kafam karıştı. Amerikalı getirmeden önce JİTEM’in elinde C4 patlayıcı yok muydu? Yoktu. Kendisi JİTEM’e geldi ve birlikte Mardin yolunda bir dereye gittik. Patlayıcıların nasıl kullanıldığını, ne kadar mesafeden sinyal alabildiğini ve patlatılabildiğini bir kayanın altında ilk denemeyi yaparak bize gösterdi. Cem Binbaşı’yla İngilizce konuştular. Cem Binbaşı bize “bu eski bir subay. Vietnam’da üç sefer yaralanmış” dedi. C4 patlayıcılarını kime kullandınız? İlk Diyarbakır Baro Başkanı Mustafa Özer’e kullandık. Gece arabası patlatıldı. Kızıltepe’de de bir vatandaşın arabasının altında da patlatıldı. Korkutmak, zarar vermek için... Ben Uğur Mumcu’nun arabasının havaya uçurulmasında da bu C4’lerin kullanıldığını tahmin ediyorum. Cem Ersever ve yardımcısı Ankara’ya tayinleri çıktığında Amerikalının verdiği bir valiz dolusu C4’ü yanlarında götürdüler. Cem Ersever odasında eşyalarını toplarken bu valizi gördüm. General Bahtiyar Aydın’ın ölümüyle ilgili bilginiz var mı? Somut bilgim yok... Ama koruması Ispartalı Ayhan astsubay lojmanda komşumuzdu. Olaydan sonra hüngür hüngür ağlıyordu. Hayret ediyordu. Sanki bir çatışma olmadı da birisi onu vurdu gibi. Bir şey anlatmıyordu ama... Zaten o olaydan sonra biraz dağıttı. Ben Özden’in de, Bahtiyar Aydın’ın da PKK tarafından vurulduklarına inanmıyorum. Bilgileri yan yana koyunca bu insanların iç çekişmede tasfiye edildikleri meydana çıkıyor. Askerî güçlerin içindeki bir oluşumun sakıncalı gördükleri kişileri tasfiye etme planının suikastlarıdır bunlar. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın ve Özden, bu mücadele tarzının halkı PKK’ya doğru kaydırdığını söyleyen komutanlardı. Bütün bunları neye dayanarak söylüyorsunuz? Ben bölgede uzun yıllar kaldım. Üst düzeydeki bir komutanın veya yardımcısının PKK’yla çatışma çıktığında olay yerine gittiğine hiç tanık olmadım. Nasıl oluyor da Lice’deki çatışmaya hemen Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın gidiyor. Kendisi bölgede Jandarma’nın en yüksek rütbelisi. Niye çatışma yerine gitsin? Emrinde albaylar, yarbaylar binbaşılar, yüzbaşılar, operasyon birlikleri, timleri var. Çatışma alanına onlar gitsin. Gerçi albay bile zor gider ya... Ama bakıyorsun general rütbesindeki adam gidiyor ve orada vuruluyor. ‘Teröristlerle çatışmada şehit oldu’ deniyor. Demek ki bir tezgâh kuruldu ve Bahtiyar Aydın oraya çekildi. Mesela Kırca olayında da... Ona da mı sizce tuzak kuruldu? Abdülkerim Kırca Diyarbakır’dan tayin edildi. Kısa süre sonra Antalya Serik’ten bir çatışma haberi aldık. Kırca sırtından vurulmuş. Kırca dağdaki operasyona gönderiliyor. Hem de ne sıfatla gidiyor biliyor musunuz? Antalya Alay Komutan Yardımcılığı Vekâleti sıfatıyla gidiyor. Bir alay komutan yardımcısının dağdaki bir çatışmaya gitmesi çok istisnadır. Kırca’nın teröristlerin açtığı ateşle sakat kaldığına inanmıyorum. Jandarma’nın tepesindeki bazıları tarafından Kırca da tasfiye edilmek istendi. Faili meçhullerde kurban gidenlerin gizli mezarlarını biliyor musunuz? Bildiklerimi söyledim. Bazıları bulundu. Ama ben asit kuyusu diye bir şey görmedim ve duymadım. Ama cesetleri kör kuyulara atmışlar. Boşaltılan köylerde su kuyuları var. Yol kenarına yapılan tesislerde kendilerine zamanında artezyen kuyuları açmışlar. Onlar şimdi harabe halinde. Cesetlerin o kuyulara atıldığını duydum. Mesela Cizre Jandarma Komutanı’nın emrinde çalışan bir timin yedi cesedi böyle bir kuyuya attığını duydum. Atanlardan biriyle konuştum ama ayrıntısını vermedi. Bir de Diyarbakır’da JİTEM binasının arkasındaki tepede bir höyük var. Biz orada çok sayıda kemik gördük. Kafatasları höyüğün içine doğru gidiyordu... Ayrıca höyüğün tepesine de kurutulmak üzere esrar serilmişti. Bunlar tarihî kalıntılar olabilir tabii. Bölgede JİTEM dışında faili meçhul cinayetleri kimler işledi? Korucular, Özel Harekâtçılar, Yeşil gibi gezici timler, kendilerine Hizbullahçı diyenler... Onlar da faili meçhul cinayetler işlediler. Ama yüzde 80’ini JİTEM işledi. Yeşil sadece Jandarmayla değil hem MİT’le hem de Emniyet’le çalıştı. Mesela kullandığı Land Rover aracını MİT Bölge Valiliği’ne vermişti. O da JİTEM vasıtasıyla Yeşil’e vermişti. Vatandaş infazların yapıldığı dönemde kayıplarını bulabilmek için elinde dilekçelerle savcı, Bölge Valiliği, Emniyet, MİT arasında dolaşıp duruyordu. Onlar da vatandaşı JİTEM’e gönderiyorlardı. Savcı, Emniyet araştırırız diyordu ama aradan yıllar geçiyordu kayıpların akıbetiyle ilgili hiçbir haber alınamıyordu. Yakınını arayan vatandaşa JİTEM ne diyordu? Vatandaş JİTEM’den kovuluyordu. Size bir olay anlatayım: Muhsin Gül isimli eski bir itirafçı vardı. Onu istihbarat toplamak için kullandılar. Gaffar Okkan’ın döneminde Diyarbakır Emniyeti bunu sorgulamış. JİTEM’le beraber yaptığı faili meçhulleri anlatmış. Bana, “işkenceye dayanamadım. Hepsini söyledim” dedi. Tabii bunun öttüğünü JİTEM öğrenmiş. Emniyet o anda JİTEM’in üstüne gidemiyor ama gün gelir bütün bu anlatılanlar ortaya çıkabilir. Ben bir gün Muhsin Gül’ü timin odasına girerken koridorda gördüm. O son görüşümdü. Onu da JİTEM’de kaybettiler. Muhsin Gül’ün o zaman Emniyet’e anlattıkları Susurluk Raporu’nda geçiyordu. Diyarbakır Emniyet Müdürü Okkan’ın suikastına dair bir şey biliyor musunuz? JİTEM, Gaffar Okkan’dan rahatsızdı. Eskisi gibi terör estiremiyordu. Onun döneminde bu işleri yapamaz olmuştu. Diyarbakır gibi her tarafta polisin, özel harekâtçının, askerî birliklerin ve sivil polislerin kaynadığı bir yerde, Bölge Valiliği’ne yakın bir mesafede, hiç kimse Gaffar Okan suikastı gibi bir eylemi yapıp hiçbir iz bırakmadan kaçamaz. Derin devletten bağımsız bir gücün o suikastı gerçekleştirmesine imkân yok. Sizin de söylediğiniz gibi bölgede bir de Hizbullahçılar faili meçhul cinayetler işliyordu. JİTEM Hizbullahçılarla mücadele etti mi? JİTEM olarak biz hiç Hizbullah’a karşı bir operasyon yapmadık. JİTEM’de kaç itirafçı görev yaptı? Devlet memuru yapılanların sayısı on beş kadardır. Resmî kadroda olmayanları ise bilemezsiniz. Seyyar gezenler, gizli olanlar var. Onlar bugün hâlâ görevlerine devam ediyorlar mı? Bunları, devletin çeşitli yerlerine dağıttıklarını öğrendim. Mesela, askerlik şubesine memur ya da Donanma Komutanlığı’na işçi olarak vermişler. Zaten devletten istifa edeni yaşatmazlar. Eski itirafçı Mustafa Deniz, Cem Ersever’le birlikte JİTEM’den istifa etmişti. Onu da Ersever’le birlikte infaz ettiler. Son dönemde de Abdülkerim Kırca olayını da benim üzerime yıkmaya çalışıyorlar... Sizin yalan söylediğinizi söylüyorlar. “Bu adam ‘itiraflarda bulunuyorum’ diyerek bir yerlerin adamı olarak zaten hep birilerine iftira eder. PKK’dan ayrıldı itiraflarda bulundu. JİTEM’den ayrıldı JİTEM hakkında itiraflarda bulundu. Burdur Jandarma’da çalıştı gene itirafta bulundu” diyorlar. Size güvenilmemesini normal karşılamıyor musunuz? Sıradan bir insanın bana güvenmemesi normaldir. Ama ben bana ihanet edenlere ihanet ediyorum. İnsan neden konuşur? Vicdan azabı çeker ve konuşur. Bir de ihanete uğrayınca konuşur. Kandırıldığını, kullanıldığını, aldatıldığını anladığında, kendisiyle işleri bittiğinde bir kenara peçete gibi atıldığını gördüğünde konuşur. Bu, insanda intikam duygusu yaratır. Sağlıklı insanlar bunun intikamını almak isterler. Örgüt de, Jandarma teşkilatı da bana ihanet etti. Siz intikam için mi konuşuyorsunuz? Vicdani bir borç olarak da konuşuyorum. ‘Şimdi mi başladı bu vicdan işi’ diyeceksiniz ama... Yaparken vicdanınız rahatsız olmuyor muydu? Oluyordu. Eve geliyorsun, çocuğunu görüyorsun. Senin çocuğun sana ciğer, başkasının çocuğu ona ciğer değil mi? PKK size nasıl ihanet etti? Örgütün söyledikleriyle yaptıklarının çeliştiğini gördüm. Birçok iç infaz gördüm. Bana yaptırmadılar ama karşımda yaptılar. İnfaz edilen arkadaşımdı. Ama bana emir verselerdi, ben yapacaktım. Dediklerini yapmasam beni öldürürlerdi. Öldürmek zorundaydım onu. Bunu bir sürü insan anlamıyor. Öldürülen Musa Anter’in kızı da sordu bana bunu. “Size babamı öldürmenizi söyleselerdi, öldürür müydünüz” diye sordu. Ne dediniz? Yalan mı söyleyeyim. ‘Yok, ben babanı öldürmezdim’ mi diyeyim. Musa Anter saygı duyduğum biri. Ben onun Kımıl kitabını ortaokuldayken almış okumuş biriyim. Ama bir iş tezgâhlanıyor ve ben onu öldürecek insanın koruması olarak yanına seçiliyorum gönderiliyorum. Orada bana Musa Anter’i öldürme görevi verilse bu görevi yerine getirmemem için ya intihar etmem lazım ya da onların beni öldürmesini beklemem lazım. Yaşamak için bu kadar çok insanı öldüreceğime, kendimi öldüreyim diye düşünmediniz mi siz hiç? Ben Kuzey Irak’tayken kendimi kayadan atmayı çok düşündüm... İnsanın aklına gelir bu ama...YARIN: Aygan’ın da yargılandığı JİTEM davası on yıldır nasıl hasıraltı edildi? JİTEM’den niye ayrıldı? Aygan’ı yurtdışına kimler kaçırdı? Şam’a, Abdullah Öcalan’ı infaz etmeye gitti mi? Öcalan’la Şam’da ne yaptı? PKK’dan niye ayrıldı?

Abdülkadir Aygan: “Beni 45 bin dolara kaçırdılar”

“Bu para, vize işlerini bazı resmî görevlilerle yapan bir şebekeye verildi. Parayı, Özgür Gündem ödedi. JİTEM'i yurtdışında anlattım. Ben enayi miyim içeride açıklayayım? Cem Ersever anlatmaya kalktı kafasına kurşunu sıktılar.” “Şemdinli olayının sanığı ‘iyi çocuk’ astsubay Ali Kaya bana ‘hakkında askeri tesislere sokulmayacak, kimse onunla konuşmayacak diye yukarıdan emir gelmiş’ dedi. Durumu anladım. Ben de faili meçhul yapılacağım, öldürüleceğim.” * * *
3. BÖLÜM PKK ve JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan’la yaptığımız ve iki gündür yayınladığımız konuşmanın bugün son bölümünü yayınlıyoruz.
* * *
JİTEM devam ediyor mu? JİTEM yok diyenler var. Bunu hâlâ söyleyebiliyorlar. Bir kere Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1994 yılı telefon rehberinde JİTEM yazılı ve karşısında telefon numaraları var. JİTEM nasıl yokmuş? JİTEM’in maaş bordroları var. Benim elimde 1992, 1993, 1994’ten bordrolar var.  JİTEM hâlâ devam ediyor mu diye sormuştum. İsim değiştirebiliyorlar. Mesela bir ara isim değiştirdiler, Psikolojik Harekât adı altında bir birim kurdular. JİTEM doğrudan Ankara’ya bağlı bir birim. Jandarma istihbarat şubeleri gibi değil. Onlar, İstihbarat Gruplar Komutanlığı’na ve oradan da Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na ve oradan da Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlılar. Bu çok şey fark ettiriyor. Ne fark ediyor? Bir alayın istihbarat şubesi Jandarma Alay Komutanı’na bağlıdır. Alay Komutanı da Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıdır. Ama JİTEM öyle değil. Onun özerk bir yapısı var. Diyarbakır’daki JİTEM komutanı Ankara’daki Gruplar Komutanlığı diye bir birime karşı sorumluydu. Bu yapılanma tarzı, sanki bazı riskleri ortadan kaldırmak içindi. Ne gibi riskler bunlar? JİTEM, Jandarma bünyesinde adeta bir paravan şirket gibi kurulmuş. Bu işleri yapsın diye kurulmuş. Çünkü Jandarma Komutanlığı yaparsa gelecek tepki farklıdır. JİTEM yaptı mı farklıdır. “Bunlar kanun dışına çıkmışlar” deyip JİTEM’i feshedebilir ama Jandarma’yı feshedemez değil mi? JİTEM’i ise fesheder, onun personelini dağıtır sonra başka elemanlarla farklı bir isimle tekrar aynı yapıyı kurar. Öyle mi oldu? Evet. Peki, Türkiye çapında kaç JİTEM personeli var? Benim dönemimde üç yüz kadardı. İtirafçılar için de 27 kişilik kadro ayrılmıştı. Ama bildiğim kadarıyla sekiz tanesi devlet memuru oldu. Kimini temizlikçi, kimini işçi, kimini sivil memur olarak devlete aldılar. Ama bir de gizli, seyyar çalıştırılanlar var tabii, onların sayısını bilmiyorum. JİTEM infazlar yaptı... Öldürmekten hoşlanan insanlar mı bunlar? Zevk alan kişilerdi ve halen görevdeler. Bir komutan olarak üç genci diz çöktürüp, kafalarına arkadan kurşun sıkıp öldürmek başka nasıl açıklanabilir? Eğer zevk alınmıyorsa yapılmaz bu iş. Emrinde bir sürü astsubay, uzman çavuş, memur var. Öldürmekten hoşlanmasa onlara yaptırır. İnfazı kendisi yapmak zorunda değil ki. JİTEM elemanıyken kendinizi dokunulmaz hissediyor muydunuz? Tabii hissediyorduk. JİTEM bünyesindekiler kendini beğenmiş bir havadaydı. “Ben istediğimi alırım, sorgularım, öldürürüm kimse bana karışamaz” diyorlardı. Eeeee... Bunu yaparken hem kendi kurumunun amirlerinden hem de dönemin hükümetinden, siyasetçilerinden sırt alıyorlardı. Nasıl yani? Tansu Çiller, “bildiğiniz yolda devam edin, maddi manevi, hukuki ne gerekiyorsa ben sizi destekleyeceğim, sizin arkanızdayım” diye söz vermiş. Hasan Kondakçı Paşa anlatmış bunu. Bunu bir ülkenin başbakanı söylerse JİTEM komutanı da tabii ki pervasızlaşır. Gider gençleri alır, sorgular kafalarına kurşun sıkar... JİTEM kendini böyle bir yere koymuştu ve böyle bir psikolojiye bürünmüştü. Psikolojileri neydi? “Ben en iyisini yapıyorum. Diğerleri yanlış yapıyor. Onların içinde hainler var. Türkiye ancak benim girdiğim yoldan terör belasından kurtulur. En iyisini asker ve askerin JİTEM bölümü yapar” diye düşünüyorlardı. Onun için de MİT’e, Emniyet’e tepeden bakıyorlardı. Yaptıkları hiçbir işten onları haberdar etmiyorlardı. Yoksa MİT ve polisin dinleme ağı çok daha gelişmişti ve JİTEM’in yaptığı kirli işleri biliyorlardı. Ama bir şey yapamıyorlardı. Pis işler arasında uyuşturucu, silah var mıydı? Vardı ama ben çok şükür o işlere bulaşmadım. Bu sistemde bazıları para kazanmadı. Onlar mevki ve şöhretten zevk alıyorlardı. Çünkü büyük bir güçtü bu. Yıllarca Güneydoğu’da çalışan Cem Ersever parasız pulsuz öldü. Bizzat görmedim ama benim tahminim Yeşil’i ve itirafçıları bu işle görevlendiren Veli Küçük’tü. Yeşil de, Veli Küçük de Cem Ersever’e cephe almışlardı. Paylaşamadıkları neydi? Cem Ersever ölünce, Veli Küçük güç sahibi oldu. Normal bir Jandarma birliğinin komutanı olsa da, Veli Küçük de aynı JİTEMvari yöntemleri kullanıyordu, JİTEM sistemini komutan olarak bulunduğu yerlerde devam ettiriyordu. Sapanca şeytan üçgenindeki infazlar hep JİTEM sisteminin devamıydı. Veli Küçük JİTEM komutanı olmasa da, onun bulunduğu yerin JİTEM timi bir şey yaparken ona danışmak, bildirmek, onayını almak zorundaydı. Veya bazı operasyonları kendisi de emretmiş olabilir. Deminki lafıma devam edeyim. Evet... JİTEM kendini kurumlarüstü ve dokunulmaz görüyordu. Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı Abdülkerim Kırca Diyarbakır’daki infazlarla ilgili olarak 16 yıl ifadeye çağrılamadı. On bir sanıklı JİTEM davasında siz de yargılanıyorsunuz değil mi? Evet... Davayı bir oraya, bir buraya atıyorlar. Zaman aşımına uğratacaklar. Böylece infazlar da hasıraltı olup gidecek. Sadece birkaç sivil memurla, yani itirafçıyla ve bir iki uzman çavuşla davayı kapatacaklarını sanıyorlar. Bu insanlar o işleri kendi başlarına yapmadılar ki. Amirlerin emri olmadan hiçbir memur ve ast böyle bir şey yapamaz. JİTEM’i kim kurdu? Benim öğrendiğime göre 1986’da Hulusi Sayın, Hüseyin Kara, Arif Doğan, Cem Ersever ve Aytekin Özen gibi komutanlar tarafından kuruldu. Ben 1990’da JİTEM’e girdim. Veli Küçük yok mu o sırada? Yok... Veli Küçük’ü ben Diyarbakır JİTEM’de gördüm. Sivil elbiselerle dolaşıyordu. JİTEM’e neden katıldınız siz? Ben PKK’dan firar ettim. PKK beni yaşatmayacak endişesiyle yaşayamazdım. JİTEM’e bir bakıma sığındım. Ama JİTEM’e sığındık diye, bizim örgütle aramızdaki çelişkiyi kullanıp bizi tekrar tetikçi yapmanın vicdanla, namusla, şerefle bir alakası var mı? Ben Kars’ta piyade olarak askerliğimi yapıyordum. Beni Diyarbakır’da Jandarma’ya aldılar. JİTEM’in varlığını orada öğrendim. Tamam... Askerliği bitirinceye kadar verilen görevi yaparsın ama askerlik bittikten sonra... Jandarma’da askerlik bittikten sonra ne oldu? Bizi JİTEM’e sivil memur olarak aldılar. Ben Diyarbakır JİTEM’de her türlü pis iş, iyi iş olmak üzere dokuz yıl görev yaptım. Terörist gibi giydirilip dağlara da gönderildim. Necati Özgen Paşa’yla Barzani’nin arasında masaya oturup onlara tercümanlık da yaptım. Zaho’daki operasyonda kırk gün PKK’lıların telsiz konuşmalarını tercüme ettim. Bunun için Bölge Komutanı Mehmet Çavdaroğlu’ndan takdir ve para ödülü aldım. Bütün bunlarla neyi anlatmak istiyorsunuz? Ben Diyarbakır’da huzursuz oldum. Gördüklerimden ötürü psikolojim bozuldu. Geçmişi sporcu olan bir insanım, madalyalı atletim. Hayatımda içki içmezken içmeye başladım. Geceleri eve gelmemeye başladım. Aile düzenim bozuldu. Defalarca başka yere tayinimi istedim. Dilekçeler verdim. Hiçbiri kabul edilmedi. Tayinini istemek normal bir memurun hakkıdır. Memuriyetimin sonuna kadar Diyarbakır’da kalmak zorunda mıyım? Siz JİTEM’deki işinize memuriyet mi diyorsunuz? Bu bir kamuflaj değil mi size göre? Cinayet işlemek ya da cinayetin işlenmesine katılmak, ortamı sağlamak, işkence yapmak ya da işkence odalarında bulunmak memuriyet mi sizce? Değil. Bunun memuriyetle hiçbir alakası yok. Peki, o zaman dilekçe verip tayin istemek, beni artık cinayet işlemeyeceğim ya da cinayet işlenmesine gözcülük etmeyeceğim bir yere tayin edin demek biraz saflık olmuyor mu? İnsanın bir tahammül gücü var. Tahammül gücün bitiyor ve normal ve yasal yola başvuruyorsun. ‘Eğer benim statüm memuriyetse yeter artık, ben bu ortamda kalmak istemiyorum’ diyorsun. Ama tayinimi vermediler. Bir türlü JİTEM’den ayrılamadım. Çok şey biliyor, ayrılırsa kontrol dışına çıkar, başımıza bela açabilir diye düşündüler. Ama sonunda ayrıldınız ve korktuğunuz başınıza gelmedi. Tasfiye edilmediniz. Nasıl hayatta kaldınız? Sizi kim korudu? Beni Burdur Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne sivil memur olarak tayin ettiler. Giderken JİTEM Komutanı Cemal Temizöz beni makamına çağırdı, “Burada gördüğün, duyduğun burada kalacak. Kod adın da burada kalacak. Geçmişle ilgili hiç kimseyle konuşmayacaksın” dedi. Ben de söz verdim. Size niye güvendiler? Çünkü gene bir askerî birliğin içine gidiyorum. Gene aynı teşkilatın içindeyim. İstedikleri an gene beni içeri alabilirler. Orada da İstihbarat Şube’nin emrine verdiler zaten. Beni kontrol ediyorlardı hep. Aslında benimle işleri bitti ve beni Burdur’a normal memur olarak onun için gönderdiler. Mesela şimdi bana sözde itirafçı diyorlar. Peki, ben PKK’dan ayrılıp geldiğimde bana itibar ediyordun. Ben o zaman sözde değildim. Özdeydim. Benim ifadelerimi doğru kabul ettin ki, birçok operasyon yaptın. Beni 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tâbi tuttun, bölge komutanının kaldığı lojmanın bitişiğinde lojmanda oturttun. Bölge vali yardımcısının komşusu yaptın. Elime her türlü silahı verdin. Bana evimde silah, bomba bulundurma dahil her türlü sınırsız imkânı sağladın bana. Bana bu işleri yaptırdın. Şimdi işin bitti beni Burdur’a normal memur olarak gönderdin. Bunun nesi kötü? Ben 1990’dan 1999’a kadar dokuz yıl Diyarbakır’da JİTEM’de kalmışım. Deşifre olmuşum, hedef olmuşum. Can güvenliğim yok. Diyarbakır’da istediğim silahı taşımışım. İster ruhsatlı, ister ruhsatsız çifte silahla dolaşmışım, evimde silah, bomba, kalaşnikof her türlü silahı bulundurma imkânım var. Benimle işleri bitti Burdur’a Jandarma İstihbarat’a gönderildim, çırılçıplak kaldım. Bıçak taşıma yetkim bile yok. Gittim kendime Çekoslovak marka bir silah satın aldım. Taşıyamazsın dediler, ucuza birine sattım. Bize ihtiyaçları kalmadı, biz deşifre olduk, bazı şeyleri mırıldanmaya başladık, bu işlerine gelmez, bizi kızağa aldılar. Albay Ali Yıldız beni denetleme niyetiyle iki kere Burdur’a geldi. Sizin döneminizde Burdur Jandarma Komutanlığı’nda hayvan hırsızlığı suçlamasıyla sorgulanan köylülere işkence yapıldı. Köylüler siz de dahil görevliler hakkında dava açtılar. Siz sonradan bir dilekçe vererek köylülere işkence yapıldığını itiraf ettiniz. Köylülere niye işkence yaptınız? Emredildi ve yapıldı işkence. Hatta sorgu bitip de iş mahkemeye gittikten sonra Alay Komutanı bize takdirname verdi. Çünkü hayvanlarının çalındığını iddia eden MHP’li zengin bir aileydi. On beş köylüye işkence, Alay Komutanı’nın bilgisi dahilinde, İstihbarat Şube Müdürü yüzbaşının da emriyle yapıldı. Emirle olunca işkence yapmamış mı oluyorsunuz? Yapmazsanız dışlanırsınız. Kuruma ters düşmüş olursunuz. Bir kulp takarlar ve başınıza bela getirirler. Savcı bana “Eğer sen şimdiden basit hayvan hırsızlığında ifşaatlarda bulunuyorsan ve Jandarmayı suçluyorsan, yarın bir gün daha büyük ifşaatlarda bulunabilirsin” dedi. Zaten o zaman benim aklım başıma geldi. Ne düşündünüz? Anladım ki bu savcı da aynı şebekenin içinde. Nitekim bu olayda biz alttakiler yargılandık, yüzbaşı ve komutan yargılanmadılar. Devletten istifa ettim. Hâlâ lojmanda oturuyordum ve kontrolleri altındaydım. Ailemin ısrarı üzerine memuriyete geri dönmek istedim. İki dilekçem de kabul edilmedi. O zaman tam anladım ki kullanıldım ve benimle artık işleri bitti ve çember daralıyor. Hatta Şemdinli olayının sanığı Ali Kaya’yla... Bu, dönemin genelkurmay başkanının “iyi çocuk” dediği astsubay değil mi? Evet o. Mutkili Ali. Diyarbakır’dan tanışıyoruz. O Jandarma’da sorgulama amirliğindeydi. Bana, “senin hakkında o kişi askerî tesislere sokulmayacak. Hiçbir askerî personel onunla konuşmayacak diye yukarıdan emir gelmiş” dedi, Ben durumu anladım. Ben de faili meçhul yapılacağım, öldürüleceğim. Yurtdışına çıkma arayışına girdim Yurtdışına nasıl kaçtınız? Kaçmadım. 2003’te Aziz Turan kimliğimle pasaport aldım, çıktım. Rusya’ya vize almak kolaydı Rusya’ya uçtum. Oradan İsveç’e geldim. Yurtdışına çıkışta size PKK yardım etti mi? Ben PKK demeyeyim. Resmen PKK derseniz olmaz. Özgür Gündem gazetesi yardım etti bana. Yedi kişilik ailemin yurtdışına çıkması için 45 bin dolar harcadı. Bu para, vize işlerini bazı devlet görevlileriyle birlikte yapan bir şebekeye verildi. Bu parayı Özgür Gündem ödedi. Niye ödedi? Demek ki o esnada yurtdışına çıkmam onların da işine geliyordu. Niye? Dokuz yıl JİTEM’de çalıştığımı ve birçok şeye şahit olduğumu biliyorlar. Bunları anlatmamı istediler. Ben enayi miyim içeride açıklayayım. Cem Ersever açıklamaya kalktı ensesine sıkıldı. Dışarıda açıkladım, kitap olarak yayınladılar. Bütün faili meçhullerin suçlusu benmişim gibi gösterdiler. PKK’nın da benimle işi bitti. Sizi burada kim koruyor şimdi? Allah ve İsveç devletinin kanunları koruyor. PKK’nın buradaki taraftarlarına o hainle hiç bir ilişki kurmayın diye emir vermişler. Kürdüm diyenler bana selam vermiyor. PKK’dan neden ayrıldınız? Artık dayanamayacak bir noktaya gelmiştim. Mezra baskını yapılacak ve o mezrada hiç kimse canlı bırakılmayacaktı. PKK’dan firar edip köylüye haber verdim. Ayrıca çok arkadaşım infaz edildi benim. Kimse “benim infazlardan haberim yok, görmedim” demesin. PKK’da uzun yıllar yer almış herkes iç infazları bilir. İç infaz nasıl yapılır? Mesela Silvanlı Ramazan diye bir çocuk ajanlıkla suçlandı. Haftanin kampında cezalandırıldı. Duran Kalkan hepimizi bir alana topladı ve elleri arkadan zincirle bağlı arkadaşımızı karşımıza dikti. Bize bastonuyla nutuk çekmeye başladı. Hepimizi ajite etti. Ben dahil herkes o çocuğun ajan olduğuna inandık. Bize “Ajanların cezası nedir” diye sordu. Hepimiz bağırdık “ölümdür”. “Cezasını kim verecek?” Hepimiz el kaldırdık. Bana dese ‘gel sen infaz et’, ben gidip infaz edecektim. Zaten Duran Kalkan soracak da biri el kaldırmayacak. Kaldırmazsa ne olur? Onlara göre o zaman o da ajandır. Apo’nun kendi ağzından açıklaması var. “PKK’nın başlangıcından bu yana on dört bin iç infaz var” dedi. Örgütün icraatını, gidişatını, ideolojisini eleştirenler ajan ilan edilerek infaz edildiler. İnfazları yapanlar, dört beş bin kişinin benim gibi PKK’dan ayrılmasına, gidip devletin derinliklerinde kanundışı işlerde ajan gibi çalıştırılmasına neden oldular. O dört, beş bin kişinin bir kısmı tekrar PKK’ya döndü. Bir kısmı ise tarafsız kalmaya, normal bir vatandaş gibi hayatını sürdürmeye çalıştı ama mümkün değil. PKK çoğunu vurdu. Bunlar da iç infaz işte. Abdullah Öcalan son avukat görüşmesinde sizin için “onun JİTEM’de çalıştığını bana söylemişlerdi. Beni infaz etmesi için onu Şam’a gönderdiler” demiş. Öcalan’ı öldürmeye Şam’a gittiniz mi? 1983’te askerden firar ettiğim dönemi kastediyor. Ben 1980 öncesinde PKK’nın Nizip askerî alan sorumlusuydum. O sırada faşist dediğimiz altı ülkücü genci öldürdüm, bombalar attım. Bu yüzden de askerden firar ettim. Çünkü çember daralmaya başlamıştı. Kardeşim yakalandı ben de yakalanabilirdim ve bu cinayetlerden hapis yatabilirdim. Bu yüzden Kıbrıs’ta askerlik yaparken önce Rum kesimine gittim. Ben Almanya’ya gitmek istiyordum. Ama beni Yunanistan’a gönderdiler. Niye? 1980 darbesinden kaçan herkes oradaydı. Yunan İstihbaratı bana PKK, Kürdistan hakkında sorular sordu ve beni Lavrion kampına gönderdiler. Lavrion kampındayken Öcalan bana telefon edip beni Şam’a çağırdı. Yoksa benim niyetim tekrar onun emrine girmek değildi. “Buraya gel” dedi. Şam’a gittiniz mi? Kendisi beni Şam’a çağırdı, gittim. Beni APO’ya 200 metre uzaklıktaki bir eve yerleştirdiler. Beni ve arkadaşı yanına koruma alarak mahallede gezintiye çıkardı. Bizim ikimizde tabanca vardı. İki buçuk ay orada kaldım. Futbol oynamaya giderdik. Geceleri sohbet için beni çağırıyordu. Baş başa oturup konuşuyorduk. Ajan olan birine nasıl güveniyorsun? O anda seni imha edebilirim... Beni Şam’a kendisi çağırıyor, sonra da ajanmış beni infaz etmek için gönderildi diyor. Sen beni yanına seni infaz edeyim diye mi çağırıyorsun? Benim hakkımda bir kampanya başlatıldı. Niye? Albay intihar ediyor suçlusu ben gösteriliyorum. Apo, benim yaptığım açıklamaların gerçek olmadığı şüphesini insanlarda yaratmak için bu beyanatlarda bulunuyor. Halbuki benim JİTEM’de kalmamı isteyen kendisidir. Havva ablasıyla bana haber gönderen, “orada kalsın, çalışsın, istifa etmesin” diyen kendisidir. Öcalan’ın ablası bu mesajı ne zaman getirdi? Adana’nın Yakapınar köyünde benim ablam, amcam, teyzem oturuyor. Onun Havva ablasıyla komşu. Ben Diyarbakır’dayken bayramda akraba ziyaretine giderdim. Havva ablasıyla mecburen karşılaşıyoruz bayramlaşıyoruz. Bir gün gene hal hatır sorarken JİTEM’den ayrılmak istediğimi söyledim. “Böyle böyle şeyler oluyor, ben dayanamıyorum” falan dedim. “Ben bildiririm ona” dedi. Ablası onunla görüşüyordu. Hatta anlattığına göre beni Öcalan kendisi sormuş. O da “filan yerde çalışıyor fakat ayrılmak istiyor” demiş. Öcalan da ona, “şimdilik orada kalsın, ayrılmasın” demiş. Öcalan Şam’da sizden ne istedi? Beni önce Lübnan’daki eğitim kamplarına gönderdi. Sonra da Kuzey Irak’taki kamplara gittim. Böylece tekrar PKK militanı oldum. Apo benden büyük devrimcilik beklediğini söylüyordu. Cemil Bayık’a gönderdiği mektupta yazdı bunu. Sonra Öcalan’ı bir daha hiç görmedim. O zamanki karısı Kesire Öcalan bizi havaalanına kadar götürdü. Kuzey Irak kamplarında bulunan Duran Kalkan’a vermemiz için bize yüklü miktarda döviz verdi. Siz İsveç’e kaçtınız. Diğer itirafçılara ne oldu? Onlar ne yapıyorlar? Devlette memurlukları devam ediyor. Diyarbakır’da her zaman uğradıkları esnaflar vardı. Onlarla yaptığım telefon görüşmelerinde hiç birinin Diyarbakır’da görülmediğini söylüyorlardı. Duyduğuma göre hepsinin yerlerini değiştirmişler. Dağıtmışlar onları. Bazılarını askerlik şubelerine vermişler. Zaten bunları ya atacaklar, ya öldürecekler, ya da içlerinde tutup kontrol edecekler. Ben onların akıbetlerini iyi görmüyorum. Neden? Ergenekon davasında yaşananlardan ve benim bu açıklamalarımdan sonra korkuya kapıldılar. Albay intihar etti. Diğerlerini de yaşatmazlar bence. Benim gibi devlette memurluk yapmış olan itirafçıları yaşatmazlar. Kullandılar ve işleri bitti onlarla. Şimdi harcayacaklar onları. Çünkü çok şey biliyorlar ve bu işlerine gelmez. Bir cinayeti de bilse, bir cinayet bir cinayettir ve insanı ipe götürür. Bunlar korkuya, paniğe kapılmışlardır. Bana bu kadar saldırdıklarına göre o itirafçıları da yaşatmayacaklardır. Bir gün ülkenize dönebilecek misiniz? Neyin ne olacağı belli değil. Fakat ben dönmek istemiyorum. Ben her şeye herkese küstüm. Ülkeme de küstüm, kardeşlerime de, aileme de, herkese küstüm. Ülkemi çok seviyorum ama bu pislikler temizlenmediği ve bu olaylar sürdüğü sürece gitmek istemiyorum. Ben şimdi vicdani ve insani görevimi yapıyorum. Ben bütün bunları anlatmayabilirdim. Bazıları gibi kendimi gömebilirdim. Hayatım başka türlü olurdu. Ben bunları teptim, her türlü tehlikeyi göze aldım. Kendi insanlarınızı öldürdüğünüz için şimdi ne hissediyorsunuz? Dünyada en kötü ruh hali hangisiyse ve dünyanın en ağır pişmanlığı neyse onu hissediyorum. Kullanıldığımı hissediyorum. Ergenekon davası için sizden bilgi istendi mi? Hayır. Tanıklık yapar mısınız bu davada? Bir şartla yaparım. Tanıklığı, bulunduğum ülke İsveç’te yaparım. Dünyanın garantisini verseler Türkiye’ye gitmem. Can güvenliğimi sağlayamazlar. Çünkü bunlar ahtapotun kolları gibi her yere girmişler. Ergenekon örgütü, yakalananlarla sınırlı bir şey değil. Bunların altları var, üstleri var. Astın da astı, üstün de üstü var. Daha çok çıkacak bu astlardan, bu üstlerden. Biz JİTEM’de gördük bu sistemi. Zaten JİTEM Ergenekon’un bir parçasıdır.BİTTİ

Sezgin Tanrıkulu: “Ceset bulunmazsa yas bitmez”

“JİTEM’in işlediği faili meçhul cinayetlerin soruşturulmasını ve dava açılmasını Genelkurmay engelliyor. JİTEM’le ilgili temel mesele Genelkurmay’ın JİTEM’in açığa çıkmasını önlemesidir.” “Cumhurbaşkanı bile JİTEM’in infazını durduramadı. Bölge Valisi’ne ve savcıya, “bu adamı bulun” diye emretmesine rağmen Gültekin Sütçü’nün de kafasına kurşun sıkıldı.” “JİTEM 73 yaşındaki Fikri Amca’yı infaz etti. 80 yaşındaki Dilşah Teyze’nin on yıldır tek isteği var benden. “Bana Fikri’nin kemiklerini bul, ölmeden ona bir dua okuyayım” diyor.”
* * *
NEDEN? SEZGİN TANRIKULU Başbakan Erdoğan, Davos’taki panelde İsrail’in Gazze’de yaptığı katliama sert bir şekilde karşı çıktı. İsrail’in Gazze’de çocuk, kadın, sivil ayırımı yapmadan insanları öldürmesi bütün dünyada tepki toplamıştı. Erdoğan’ın çıkışı bu nedenle büyük bir kitle tarafından alkışlanıp desteklendi. Ancak, Filistinli çocuklara sahip çıkan Erdoğan’ın başbakanlık yaptığı ülkemizde de insanlar öldürüldü. Özellikle Güneydoğu’da her geçen gün somut hikâyelerle daha net ortaya çıkıyor ki, JİTEM bir ölüm makinesi gibi çalıştı. Filistinli çocuklara haklı olarak sahip çıkan Başbakan Erdoğan’la, onu alkışlayanların bu ülkede öldürülen insanlara da sahip çıkacağını umarak bölgenin en sevilen ve güvenilen hukukçularından Sezgin Tanrıkulu’yla Güneydoğu’da yaşanan korkunç dehşeti konuştuk. İnsan Hakları Vakfı Temsilcisi Sezgin Tanrıkulu JİTEM’in faili meçhul cinayetlerinin açığa çıkmasının nasıl engellendiğini ve sorumluların hesap vermekten nasıl kaçırıldıklarını anlattı. Avukat Sezgin Tanrıkulu 2002-2008 yılları arasında Diyarbakır Barosu’nun başkanıydı.
* * *
NEŞE DÜZEL: PKK ve JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın itiraflarını okudunuz mu? SEZGİN TANRIKULU: Evet okudum. Onun itirafları arasında bilmediğiniz herhangi bir şey var mıydı? JİTEM’in işlediği bu cinayetler biliniyordu. Çünkü eski bir PKK itirafçısı olan Abdülkerim Aygan 2004 martında Özgür Gündem gazetesine JİTEM’de çalışırken bizzat tanık olduğu 28 infaz olayını açıkladı. Sorumlular olarak da Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nden Jandarma Kolordu Komutanı’na, yüzbaşılardan itirafçılara kadar birçok isim verdi. Diyarbakır Barosu olarak önce biz bu itiraflara şüpheyle yaklaştık. Ama Murat Aslan olayıyla şüphe bitti. Niye şüphelenmekten vazgeçtiniz? Çünkü İtirafçı Aygan, 1994’te JİTEM tarafından infaz edildikten sonra yakılıp gömülen Murat Aslan’ın mezarının yerini çok açık tarif etmişti. Gerçekten de orası kazılınca kemikler ortaya çıktı. Yapılan DNA testi de kemiklerin Murat Aslan’a ait olduğunu doğruladı. Babası bu genci on yıldır arıyordu. Kayıptı. O dönemde böyle binlerce olay oldu. O zamanlar işlenen faili meçhul cinayetlerle ilgili yürütülen hukuki soruşturmalar var mı şimdi? PKK’dan firar ettikten sonra on yıl JİTEM’de memurluk yapan Aygan’ın, Murat Aslan’ın infazıyla ilgili itirafları doğru çıkınca, biz, diğer 27 olayla ilgili itirafların da doğru olabileceğini düşündük ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurduk. Aygan’ın itiraflarındaki 28 maktulün adını saydık ve bu cinayetlerin soruşturulmasını istedik. Sanık olarak da o dönemde görevde olan sorumluları sıraladık. Şubat 2005’te 31 kişi hakkında suç duyurusunda bulunduk. Sanık listenizde kimler vardı? Bunların arasında itirafçıların, ve Jandarma subaylarının ve Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın yanı sıra, OHAL Bölge valiliği yapan Hayri Kozakçıoğlu ve Ünal Erkan, Jandarma Asayiş Komutanı Hikmet Köksal, Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı İsmet Yediyıldız, Diyarbakır JİTEM Grup Komutanları Cem Ersever ve Abdülkerim Kırca da vardı. Bugüne kadar savcılık itiraf edilen bu cinayetler hakkında hiçbir soruşturma yapmadı. Ta ki 20 Ocak 2009’a kadar... On üç gün önce ne oldu? 2005’te yapılan suç duyurusuna 20 Ocak 2009’da bir cevap geldi. Sivil savcı tarafından askerî savcıya gönderilen bizim dosya Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiş. 28 cinayetin suç duyurusuyla ilgili hiçbir işlem yapılamıyor. Peki, JİTEM hakkında açılmış hiçbir dava yok mu? Açılmış iki dava var. İtirafçı Aygan’a göre, 28 cinayetten sekizi Diyarbakır merkezde işleniyor. Savcı Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde bu sekiz cinayetle ilgili olarak sekiz kişi hakkında dava açtı. Sanıklar arasında JİTEM Komutanı Abdülkerim Kırca, bir Jandarma subayı, Yeşil ve beş itirafçı var. Aygan’ın kendisi de yargılanacaklar arasında. Dava açılalı dört yıl oldu, bu davaya hangi mahkemenin bakacağı hâlâ belli olamadı. Dava dosyası 2005’ten beri her yeri dolaştı. Nerelerde dolaştı? Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi görevsizlik kararı verdi ve dosyayı Askerî Mahkeme’ye gönderdi. Askerî Mahkeme görevsizlik kararı verdi, dosyayı Uyuşmazlık Mahkemesi’ne gönderdi. Uyuşmazlık Mahkemesi tekrar Diyarbakır İkinci Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. O da, “bu dosyaya ben değil özel yetkili ağır ceza mahkemesi bakar” dedi. Biliyorsunuz, eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yerini şimdi bu özel mahkemeler aldı. Bu mahkeme de “ben bakmıyorum” dedi. Dava dosyası şimdi Yargıtay’a gidecek ve kimin bakacağına Yargıtay karar verecek. Anlayacağınız JİTEM’in işlediği binlerce faili meçhul cinayetten sadece sekiz tanesine bile dört yıldır bakacak bir mahkeme bulunamıyor. Siz kaç faili meçhul cinayet işlendiğini düşünüyorsunuz? Siyasal amaçlı faili meçhul cinayet sayısı beş bine yakındır. En çok faili meçhul cinayet de 1992, 1993 ve 1994 yıllarında Tansu Çiller başbakanken işlendi. Bu dört-beş bin cinayetten sonra sadece iki dava mı açıldı? Birini anlattınız. Diğer dava ne durumda? Şırnak’ın İdil ilçesinde bir savcı, Kutlu Savaş’ın 1997 yılında yazdığı Susurluk raporunu gazetelerden parça parça okuyor ve itirafçı İbrahim Babat’ın ifadelerine rastlıyor. Bu ifadelerle kendi bölgesinde işlenen cinayetler arasında bağ kuruyor ve araştırmaya başlıyor. Savcı çok çarpıcı bilgilere ulaşıyor. Üç cinayetle ilgili itirafçı İbrahim Babat’ın yanı sıra beşi jandarma toplam yedi sanık belirliyor. Bu sanıklar arasında bugün Ergenekon’dan tutuklu olan emekli Albay Arif Doğan ve Cem Ersever de bulunuyor. Peki, yedinci sanık kim dersiniz? Kim? Savcı yedinci sanığın ismini vermiyor, sadece tarif ediyor. Yedinci sanık, “Açık kimlik ve sayıları tespit edilemeyen itirafçı, korucu ve kamu görevlileri” diyor. Yani İdil Savcısı daha 1999’da JİTEM’i buluyor. Ve dosyasını Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı’na gönderiyor. “Ben üç cinayetle ilgili bu isimleri saptadım, sen soruşturmasını yap” diyor. Üstelik bu kurbanların isimleri, itirafçı Aygan’ın İdil Savcısı’ndan ancak beş yıl sonra açıkladığı 28 JİTEM cinayeti arasında da yer alıyor. Peki, İdil Savcısı’nın başlattığı davanın akıbeti ne oluyor? Savcılık, Ağır Ceza’da sadece itirafçılar hakkında dava açtı. Jandarma mensuplarını Askerî Savcılığa gönderdi. Askerî Savcılık’tan on yıldır ses çıkmıyor. Çünkü Askerî Savcılık Ergenekon tutuklusu emekli Albay Arif Doğan’ın da yer aldığı bu dosyayı Genelkurmay Başkanlığı’na gönderiyor. Genelkurmay davanın açılması için izin vermiyor. İtirafçıların sivil mahkemedeki davasına gelince... O davanın dosyası da on yıldır mahkeme mahkeme dolaştı ve bu davaya hangi mahkemenin bakacağı daha birkaç ay önce belli oldu. Onun da bakacağı kesin değil tabii. Bakmam derse, dosya gene uzun uzun elden ele dolaşabilir. Bu davalar zaman aşımına uğrayabilir mi? Açılmış davaların 30 yıl süresi var. Zaman aşımı sorunu henüz davası açılmamış olan dosyalarla ilgili. Onlarda süre 20 yıl. Mesela 1988’de işlenmiş olan faili meçhul cinayetler bu yıl zaman aşımına uğrayacak. JİTEM tarafından işlenen faili meçhul cinayetlerin soruşturulmasını ve dava açılmasını kim engelliyor? Somut bilgiler verdim size. Genelkurmay Başkanlığı engelliyor. Yıllar içinde tek tük savcılar çıkmış faili meçhulleri araştırmaya çalışmış ama soruşturma dosyaları Genelkurmay’da birikmiş. Şu anda JİTEM’le ilgili temel mesele Genelkurmay’ın JİTEM’in açığa çıkmasını önlemesidir. Bugün Ergenekon davasında tutuklanan eski JİTEM subayları var mı? Evet var. Bölge halkının isimlerini çok iyi bildiği generaller, albaylar var. Veli Küçük, Levent Ersöz, Arif Doğan gibi... Ergenekon davası henüz bu kişilerle bölgedeki faili meçhul cinayetler arasındaki bağları kurmadı. Abdülkerim Kırca bir bağ olabilirdi ama intihar etti. Kırca’nın ölümü Ergenekon davası için büyük kayıp. Aygan’ın anlattığı dönemleri ve işlenen cinayetleri bütün bölge halkı biliyor mu? Herkes her şeyi biliyordu. İnfazları JİTEM’in yaptığını herkes biliyordu ama cinayetlerin sorumluları yargı önüne çıkarılamıyordu. Çıkarılanları da yargı koruyordu. Savcılar dava açmıyorlardı. Açtıklarında da birbirlerinin üstüne atıyorlardı. On yıl bir davaya hangi mahkemenin bakacağı belli olmaz mı? Böyle bir yargı sistemi olur mu? İtirafçı Aygan sadece Diyarbakır için faili meçhul cinayet sayısını 600-700 olarak verdi. Siz Baro olarak dönemin başbakanlarıyla, adalet bakanlarıyla yüz yüze görüşmediniz mi? Siyasiler JİTEM’e bir şey soramazlardı ki... OHAL başka bir yönetimdi. Hükümetin, bakanların etkileyemediği güçler var. Ekim 1994’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den Diyarbakır Barosu olarak randevu aldık. Kalktık makamına gittik ve cinayetleri bir saat boyunca anlattık. “Cumhurbaşkanlığı yetkinizi kullanın ve bu faili meçhulleri durdurun” dedik. Bize “Dicle’nin kıyısında kaybolan kuzu benden sorulur” gibisinden şeyler söyledi. Peki, Demirel cumhurbaşkanı olarak bu faili meçhul cinayetleri başta Jandarma olmak üzere güvenlik güçlerinin işlediğini kabul etti mi? Demirel’in bizzat devreye girdiği bir olay var. Şerif Afşar Diyarbakır’ın en merkezî yerinde gübre bayiiydi. Bir gün JİTEM mensupları ve korucular tarafından zorla işyerinden alınıyor ve arabayla iki kilometre ötedeki JİTEM binasına götürülüyor. Olaya tanık olan kardeşi de onları taksiyle takip ediyor. JİTEM’e girdiklerini görüyor. Aile bir biçimde hemen Cumhurbaşkanı Demirel’e ulaşıyor. Demirel ne yapıyor? Demirel adamın JİTEM’in elinden sağ kurtulması için OHAL Bölge Valisi Ünal Erkan’a ve Savcılığa, “bu adamı bulun” diye telefon ediyor. Fakat JİTEM adamın kendisinde olduğunu inkâr ediyor. Şerif Afşar’ın cesedi Diyarbakır’dan on beş kilometre ötede kafasına sıkılmış olarak bulundu. Cumhurbaşkanı’nın devreye girmesinin tek farkı şu oldu. Adamı işyerinden alanların bir itirafçı, dört korucu ve bir astsubay olduğu anlaşıldı. İtirafçı ve korucular kimlikleri belirlendi ve tutuklandılar. Ama astsubayın kimliği belirlenemedi. Niye? Çünkü ortadan kayboldu. İsminin Gültekin Sütçü olduğu çok sonra belirlendi ve hakkında ancak o zaman gıyabi tutuklama kararı alınabildi. Zaten bu davada astsubaydan öteye de gidilemedi. Bu astsubay tam 12 yıl kaçtı. 2006’da Bulgaristan’dan Türkiye’ye girerken yakalandı. Dosya Askeri Mahkeme’ye gönderildi ve ilk duruşmada, 12 yıl firar etmiş ve cinayetten yargılanmış bir adam serbest bırakıldı. Şemdinli davası sanıkları da aynen böyle serbest bırakılmışlardı. Anlayacağınız Cumhurbaşkanı bile JİTEM’in cinayetini önleyemedi. O da JİTEM’in elinden birini sağ olarak alamadı. Yeni davalar açılmıyor mu? Açılmıyor. Biz dilekçe veriyoruz ama savcılık işlem yapmıyor. Hükümet zaman aşımı sürelerini kaldırmak zorunda. Çünkü bu adamlar korunuyorlar. Bir yerlerde saklanıp, sürenin dolmasını bekliyorlar. Eğer zaman aşımı kalkarsa kurtulamayacaklarını anlarlar. O zaman ortaya itiraf edenler de çıkabilir. Kim koruyor faili meçhul cinayet işleyenleri? Jandarma ve JİTEM mensuplarının soruşturulması iznini vermeyerek Genelkurmay koruyor. Yapabilecekleri soruşturmayı bile yapmaktan kaçınan yargı makamları koruyor. Zaman aşımı sürelerini değiştirmeyerek siyasetçiler koruyor. Bu infazlar nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiliyor ve Türkiye devleti yaşam hakkını korumadı diye çok ağır para cezaları ödemek zorunda kalıyor ama adalet sağlanamıyor. Çünkü adalet bir olayın sorumlularının bulunup yargılanmasıdır. AİHM, katillerin kimler olduğunu göstermiyor. Katilleri bulmak Türk yargısının işi. Fikri Özgen 73 yaşında kaçırıldı ve on yıldır hâlâ bulunamadı. 73 yaşında birini de mi infaz etti JİTEM? Evet. Oğlu PKK’de diye infaz edildi. İtirafçı Aygan’ın açıkladığı 28 infazdan biri de bu zaten. Eşi Dilşah Teyze, Fikri Amca kaçırıldığında hemen büroma geldi. Birçok tanık var. Beyaz Toros’a bindirip götürmüşler. Hemen savcılığa gittim. Savcılıkla JİTEM’in arası 50 metre... Gözaltından çıkanlar “yaşlı bir adam var, nefes alıp vermekte zorlanıyor. Astım ilacı kullanıyor” diyorlardı. Yani Fikri Amca’nın gözaltında olduğunu biliyoruz ama savcıyı 50 metre ötedeki binaya götüremiyoruz. “Lütfen gözaltı mekânlarına gidip bakın, bu yaşlı adamı bulun. Daha öldürülmemiş ama mutlaka öldürülecek” diye yalvardım. Niye mutlaka öldürülecek? Çünkü JİTEM onun gözaltında olduğunu inkâr ediyordu. Gözaltına alındığına dair bir kayıt tutulmamıştı. Kayıt tutulmayanların hiç biri JİTEM’den sağ çıkmadı bugüne kadar. Hepsi kayboldular. Savcı, teoride Jandarma’nın amiri ama pratikte değil. Pratikte savcı, Jandarma’nın emrinde. Fikri Amca’dan o günden beri haber yok. Bu olay 1997’de oldu. Eğer savcı JİTEM’in gözaltı mekânlarına gidebilseydi, JİTEM bu kadar pervasız davranamaz ve bu kadar çok cinayet işleyemezdi. 2001’de de iki HADEP’li yöneticiyi JİTEM’in infazından kurtarmaları için Silopi’deki ve Şırnak’taki savcılara yalvardım ben. Onlar ne yaptı? Onlar da diplerindeki yere gidip bakmadılar. Silopi Savcısı bize “siz, Şırnak Alay Komutanlığı’na bakın” dedi. Alay Komutanı, bugün Ergenekon’dan tutuklu olan emekli General Levent Ersöz’dü. Şırnak Başsavcısı “ben sadece faks çekerim” dedi. JİTEM’in faksa cevabı “burada yoklar” oldu. İki HADEP’li o günden beri kayıplar. Üstelik dava da açılmadı. AİHM’in üç hâkimi Türkiye’ye geldi ve bir mahkeme kurdu. JİTEM Başkanı olan Levent Ersöz’ü de sorgulamak istedi ama hükümet Ersöz’ü mahkemeye çıkaramadı. Ayrıca hükümet mahkemeye gönderdiği tutanaklardaki isimleri de sildi. Mesela iki HADEP’liyi Jandarma’ya çağıran görevlinin adı silinmişti. Bu davalarda sadece cinayeti işleyenler mi yargılanıyor? Emirleri verenler ya da cinayetleri işleyenlerin üstleri davaya dahil edilmiyor mu? Edilmesi lazım. Biz dilekçemize, bu olayların Bölge valilerinin ve Jandarma komutanlarının bilgisi dahilinde gerçekleştiğini yazdık. Kendi bölgesinde yüzlerce faili meçhul cinayet ve kayıp olacak ama valinin bu konuda bilgisi ve sorumluluğu olmayacak. Bölge valisi hem askerin hem de sivilin amiri... Ama o da aynı konsept içinde. Bir toplantıda Bölge Valisi Ünal Erkan’ın, yargı mensuplarına terörle mücadeledeki hizmetlerinden dolayı teşekkür ettiğini biliyorum. Neyin teşekkürü bu? Cinayetlere göz yummanın, infazları soruşturmamanın ve cezalandırmanın teşekkürü bu. Göz yumma sürüyor mu? Sürüyor. Biz hâlâ Türkiye’nin bütün geçmişini İstanbul’daki beş Ergenekon savcısının temizlemesini istiyoruz. Türkiye’de başka savcı yok mu? Binlerce savcı var. Niye bu savcılar kendi şehirlerinde Ergenekon soruşturmasına dahil olmuyorlar? Aralarından bir İdil Savcısı çıkmıyor. Savcı’nın adı ne? Ona ne oldu, şimdi nerede? Savcı İlhan Cihaner’in nerede olduğunu bilmiyoruz. Onun JİTEM’i soruşturmasını Adalet Bakanlığı da engelledi. Kırklareli Cezaevi’nde kalan itirafçı İbrahim Babat’ı sorgulamasına izin vermedi. Abdülkerim Aygan’ın itiraflarının yayınlanması bölge halkında nasıl bir etki yarattı? Bölgede herkesin tanığı ya da mağduru olduğu bir kayıp, işkence ya da faili meçhul hikâyesi vardır. Aygan’ın itirafları Ergenekon davasıyla çok örtüştü. Ergenekon’da adı geçen ya da tutuklanan Jandarma komutanlarının adları Aygan’ın itiraflarında da var. JİTEM, Ergenekon denilen büyük yapının bir parçası zaten. Başka itirafçıların da konuşması için Aygan gibi itirafçıların çok korunaklı olması lazım. Tam böyle bir ortamda, Aygan’a ‘sözde itirafçı’ denmesi, faili meçhul cinayetlerin faillerinin saklanmasına hizmet eden bir söylem oluyor. Aygan’ın PKK itirafçısı olarak söyledikleri değerliydi de, niye JİTEM itirafçısı olarak söyledikleri değerli değil? Bugüne kadar ‘kayıplarını’ aramak için kaç kişi resmen müracaat etti? Bu konuda bilginiz var mı? Sadece bana 29 kişi başvurdu. 600 avukatlı Diyarbakır’da binden fazla faili meçhul ve kayıp dosyası vardır. İnsanlar bizim bölgede eşlerinin, babalarının, çocuklarının katillerinden önce kemiklerini arıyorlar. Ceset olmayınca yas bitmez. On yıl önce kocasını kaybeden 80 yaşındaki Dilşah Teyze’nin tek isteği var benden. “Bana Fikri’nin kemiklerini bul, ölmeden ona bir dua okuyayım” diyor. Siz faili meçhul cinayetlerin artık pek de ‘meçhul’ olamayan bütün faillerinin yargılanabileceğine inanıyor musunuz? Bunlar faili belli cinayetler aslında. Mesela üç sendikacı JİTEM tarafından mahkemeden kaçırıldı. Bunlar herhangi bir yerde gözaltına alınmadılar. Üç sendikacının soruşturmasını yapan, bir ara Ergenekon’dan gözaltına alınıp bırakılan ve şu anda emekli olan Askerî Savcı Tanju Güvendiler’di. “Bilmiyorum, hâkim serbest bırakmış” dedi. Başsavcıya gittim, “bence DGM’den çıktıktan sonra örgüte katıldılar” dedi. Bir hafta sonra cesetleri Silvan yolu üzerinde gözleri ve elleri arkadan telle bağlanmış, enselerinden birer kurşun sıkılmış olarak bulundu. On yıl sonra 2004’te Aygan açıkladı. “Üç sendikacıyı Diyarbakır JİTEM Komutanı Abdülkerim Kırca infaz etti” dedi. Bu dava AİHM’e gitti mi? Gitti. 1999’da Avrupa’dan üç hâkim geldi ve Ankara Adliyesi’nin kütüphanesinde bir mahkeme kurdu. Bizim yargının soruşturmadığı faili meçhulleri onlar soruşturdu. Ben davada tanıklık yaptım. Çiller Hükümeti sendikacıları JİTEM’e teslim eden iki polisin kimliğini bile gizledi. 1990-94 arasında Diyarbakır’da yaşanan yüzlerce faili meçhul olay zaten yargının özellikle de savcıların göz yummasıyla ve korumasıyla oldu. Peki, Ergenekon soruşturması Güneydoğu’da yaşayan insanlarda bir ümit uyandırdı mı? Özellikle Ergenekon davasında eski JİTEM mensuplarının tutuklanmış olması büyük heyecan yarattı. Bugüne kadar olayları soruşturmayan savcıların artık harekete geçmek zorunda kalacakları beklentisi doğdu. Zaten bu cinayetler, kayıplar yargı önüne çıkmadan toplumsal barış sağlanamaz. Ergenekon’un Güneydoğu’daki faaliyetleri yeterince soruşturuluyor mu sizce? Bir bağ kurulmaya başlandı. Ergenekon Savcısı mesela Diyarbakır’dan 12 Eylül 2006’da okul otobüsünün önünde patlayan bombanın dosyasını istedi. Bu, JİTEM’in işiydi. Bir yeni gelişme de şu. İdil Savcısı’nın başlattığı dosyaya bakan Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi de İstanbul’dan Ergenekon dosyasının örneğini istedi. Belki iki davayı birleştirecek. Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta Filistinlileri savunan çıkışı, Kürtlerde “bizi de savunsana” duygusu yarattı mı? Başbakan’ın İsrail Cumhurbaşkanı’na karşı tutumu çok önemli ama... Her Kürtün aklına da “Sayın Başbakan bu devletin yaptıklarına ne diyorsun? Sen kendi yurttaşların için ne yaptın? Niye daha kararlı bir şeyler yapmıyorsun? Onlara gösterdiğin sempatinin, onlar için yaptığın çalışmanın onda birini bizim için yap” demek geliyor. Erdoğan, bugüne dek faili meçhullerle ilgili tek bir laf etmedi. 28 Mart 2006’da Diyarbakır’da dört gün süren olaylar yaşandı. O olaylarda polisin açtığı ateşle yarısı çocuk toplam on kişi öldü. Üç yıl geçti dava açılmadı. Erdoğan, terörü kastederek, “Bu bir mücadeledir. Çocuklar da ölür, kadınlar da” dedi. Kendi vatandaşlarının hesabını sormayan Başbakan Filistinlilerin hesabını soruyor.

2001 krizinin şifresini Karamehmet çözdü

Çukurova Grubu'nun patronu Mehmet Emin Karamehmet'in ile dönemin Jandarma İstihbarat Başkanı Levent Ersöz'ün 17 Aralık 2003'te Ordu Karargahı'nda gerçekleştirdiği ibretlik görüşmenin ekonomik şifrelerini açıklıyoruz
window.google_render_ad();
Çukurova Grubu'nun patronu Mehmet Emin Karamehmet ile dönemin Jandarma İstihbarat Başkanı Levent Ersöz'ün 17 Aralık 2003'te Ordu Karargahı'nda gerçekleştirdiği görüşmeye ilişkin Jandarma İstihbarat Raporu bütün Türkiye ekonomisi sarsan üç yılın çok kritik dönüm noktalarını aydınlattı. 20 Haziran 2002'de Pamukbank'a el konulması süreci... Kriz dönemi ve Pamukbank'a el koyma sürecinde Türk bürokratlar ve IMF ile ilişkileri sayesinde Citibank'ın Türkiye'de kazandıkları ve 2001 Şubat krizinde dalgalı kura geçildiği gece Citibank'ın yaptığı 540 milyon dolarlık devalüasyon vurgunu... Ergenekon Davası Dosyası'nın 265’nci klasörüne delil olarak giren Ali Vural, Veli Dural ve Mr Anderson'ın Pamukbank'a el koyma diyalogları ile Karamehmet'in Levent Ersöz'le konuşmalarının düğümü çözen benzerliği... Stanley Fischer'ın IMF Birinci Başkan Yardımcılığı'ndan Citibank'ın tepesine gelinceye kadar 2001 Şubat krizinde ve Pamukbank'a el konulması sürecinde oynadığı rol... IMF'nin Pamukbank'a el koyma operasyonuna verdiği tam destek ile desteğin öncesi ve sonrasına ilişkin iki ayrı istihbarat raporunda birbirini doğrulayan tüyler ürpertici komplo görüntüsü... Ordu'nun 2003 yılının son çeyreğinde Çukurova ve Doğan Grubu arasındaki "Hortumcu" kavgasında milli duruş sergileyen Karamehmet'in yanında tavır alması... Karamahmet'in Pamukbank krizinden çıkmak için sarıldığı esrarengiz kreditör NPS'nin AKP'li bir bakan tarafından potaya sokulması ve dönemin Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, BDDK ve TMSF Başkanları'na yöneltilen soru öngergesinin bulamadığı yanıtlar...Jandarma İstihbarat Notları Türkiye'nin çok kritik üç yılına ilişkin tamamlanamamış bu pazılın bugüne kadar açıklanmamış veya kulislerde kalmış eksik parçalarını ortaya koydu...Yazı dizisinin ilk bölümünde Ergenekon Dosyası'na giren Doğan Grubu, BDDK, Citibank, Başbakanlık arasında Pamukbank'a el koyma merkezli telefon görüşmeleri ve Karamehmet'in Ersöz'e anlattığı ayrıntıların benzerlikleri, Citibank'ın karlı Türkiye operasyonu, IMF ve Citibank'ın tepesinde görev yapan Fischer'in el koymadaki rolü ve Ordu'nun Pamukbank'a el konma sürecinde Karamehmet'in bahsettiği yardıma ilişkin süreci okuyacaksınız.
Türkiye'de Ordu'nun yerli sermaye ve iş dünyasının güçlü isimleriyle ilişkileri, Taraf gazetesinde önceki gün yayımlanan Çukurova Grubu patronu Mehmet Emin Karamehmet ile dönemin Jandarma İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Levent Ersöz arasındaki diyaloglarla önemli ölçüde su yüzüne çıktı. Diğer bir ifadeyle, Taraf’ta yayımlanan ‘tutanaklar’ aslında görevi ülke sınırlarını korumakla sınırlı olan Ordudaki üst rütbeli generallerin siyasal ve ekonomik hayata müdahelesini de gözler önüne seriyordu. Ancak, bu diyaloglardaki ayrıntılar ülke tarihine 2001’de dev bankacılık kriziyle damga vuran ve bugüne kadar ‘kulislerde kalan’ dönemin ipuçlarını da birleştirdi. Diyaloglarda en çok dikkat çeken nokta Karamehmet'in bankacılık işlerinden çıkmış veya çıkarılmış olmasına ilişkin olanlar. Aslında diyaloglar dönüp dolaşıp 20 Haziran 2002'de Pamukbank'a el konulmasına dayanıyor. Sıradan vatandaş için sürpriz olan el koyma kararının öyküsünü Ergenekon delilleriyle Karamehmet ve üst düzey Ordu İstihbarat yetkililerinin görüşme tutanakları netleştiriyor.Ali-Veli diyaloglarıPamukbank'a el konmasına ilişkin, Ergenekon Dosyası’nda telefon trafiği gündeme gelmiş ve 'Ali Vural', 'Veli Dural', Mr Anderson kod adlarıyla Mesut Yılmaz, BDDK Başkanı ve yardımcısı, Mr Anderson kod adlı üst düzey Citibank yöneticisinin yaptığı iddia edilen telefon konuşmaları basına yansımıştı. Pamukbank'a el konmasından önceki üç güne ilişkin telefon kayıtlarında Ali Vural kod adlı BDDK Başkan Yardımcısı'nın, gerçekleştirdiği telefon trafiğiyle bankaya el konması öncesi ve sonrasına ilişkin bağlantıyı yürüttüğü ortaya çıkmıştı. Buna göre, önce Veli Dural kod adlı Doğan Grubu yöneticisinin Pamukbank’la ilgili son gelişmeleri aldığı ve “Aydın Bey”in operasyonla ilgili kaygılarını dönemin Başbakan Yardımcısı ve ANAP lideri Mesut Yılmaz'a da telefonla ilettiği dikkat çekmiş, Yılmaz'ın el konma sürecini kastettiği iddia edilen "Gelişmeler nasıl" sorusuna, "Sessiz ve derinden" yanıtını verdiği, ardından Londra'daki numarayı arayan Vural'ın Mr. Anderson kod adlı Citibank Başdanışman Yardımcısı ile görüştüğü kayıtlarda yer almıştı. Anderson'la görüşme kayıtların Ergenekon dosyasına delil olarak girmesini sağlayacak kilit görüşme olmuştu. Kayıtlara göre Citibank yöneticisi "Pamukbank konusunda her şey yolunda öyle değil mi. Biliyorsunuz temsil ettiğim insanlar var, onların beklentilerini boşa çıkaramam" diye sorduğu Ali Vural'dan "Merak etmeyin" yanıtını aldıktan sonra Çukurova Holding'in Citibank'ın başına ileride bela olacak kadar büyüdüğü ve iştah kabartır hale geldiği, temsil ettiği kişilerin bu durumdan rahatsız olduğu, 'muhtemel ve beklenen ölüm'den sonra şirketin planlandığı gibi dağıtılacağını söylemesi dinleme kayıtlarının çarpıcı noktası olarak öne çıkmıştı. Anderson bu noktada Çukurova’nın Yapı Kredi ve Pamukbank'ı birleştirmek için gönderdiği talep yazısını hatırlatıp, birleşme talebini sürüncemede bırakacaklarından haberi olduğu söylüyor fakat Karamehmet'in Türkiye'deki gücünden çekindiğini de dile getiriyordu. Fakat Ali Vural, tüm işlerin bizzat Aydın Bey ve Mesut Bey tarafından ayarlandığı teminatını veriyordu ve Vural planı açıklıyordu: "Merak etmeyin beyefendi. Adli tatil derken zaman geçecek ve o iş bittikten sonra anlaşılana kadar biz bankayı satacak pozisyona getiririz. Ve olay bitecek." Anderson da bankanın hızla satılması gerektiğini hatırlatıyordu. Konuşma bitmeden önce yaşanan son bir diyalog ise oluşacak tepkileri önleme stratejisine yönelikti. Vural, "Kamuoyunu yanımıza almak için desteğinize ihtiyacımız var. Aydın Bey buradan bastıracaktır, sizin de ufak yardımınız gerekli" diyerek Pamukbank'a el konmasının ardından üst düzey uluslararası açıklama istiyordu.Anderson "Destek verilecek. İlk ağızdan olmaz da hallederiz" diyerek kamuoyu oluşturma yükümlüğünü yerine getireceklerini söylüyordu. Bu destek meselesi Vural'ın Anderson'ın arkasından konuştuğu Yılmaz'ın da merakına konu oluyor ve Vural, "yok efendim hemen verecekler desteği" diyerek Anderson'ın rolünü Yılmaz'a karşı üstleniyordu. İkili arasında geçen konuşmada Yılmaz Derviş'in el koymanın gerekliliği konusunda koalisyon ortakları Devlet Bahçeli ve Bülent Ecevit'e brifing vereceğini söylüyor, bunun önemi daha sonra anlaşılıyordu.Operasyon tamam18 haziranda yapılan son görüşme ise yine Ali Vural ve Veli Dural arasındaydı. Neşeli geçen konuşmalar operasyonun tamamlandığını gösteriyordu. El koymanın gerçekleştiğini geriye sadece açıklanmasının kaldığını söyleyen Ali Vural "Hemen Aydın Bey'i arayıp haber vereyim. Sevinsin garip" diyor Veli Dural'ın "14-4'le 3'e mi soktunuz" sorusuna ise "Evet, evet hortumcuya soktuk. Kilitlemek lazım yoksa başımıza bela olur onlar" yanıtını vererek, Pamukbank'a hortumlanan bankalar statüsünde el koyulduğunu açıklıyordu. Bankaya el konduğu açıklaması 20 Haziran 2002 tarihinde yapıldı. Oybirliğinin sağlanamadığı el koyma kararının ardından aynen Mesut Yılmaz'la Ali Dural arasındaki telefon kayıtlarında geçtiği gibi Kemal Derviş, koalisyonun diğer ortaklarını ikna etme görevini yerine getirdi. Bahçeli'yle yaptığı görüşmeden sonra Derviş, "O iş"in bittiğini açıklıyor ve IMF ile mutabakat metninde çok önemli bir dönemecin aşıldığını söylüyordu.Gerçek Anderson FischerTaraf’ta yayımlanan Karamehmet'in Tuğgeneral Ersöz ile gerçekleştirdiği görüşme tutanaklarına göre Karamehmet Ersöz'e, Citibank'ın Yapı Kredi'yi istediğini söylerken, IMF'nin ikinci başkanı tarafından yapılan açıklamaları hatırlatıyor. Daha sonra Citibank'a geçtiğini söylediği bu kişi Pamukbank'a el konulmasından dört ay öncesine kadar IMF Birinci Başkan Yardımcılığı görevini yürüten Stanley Fischer. Levent Ersöz'ün konuşmanın bir yerinde Karamehmet'e "Citibank'a söz vermişler dediniz" sözlerini hatırlatması üzerine Karamehmet, Stanley Fischer'i işaret ediyor. "Adam burada konuşma yaptı, gazetelerde de çıktı" diyen Karamehmet, Fischer'ın eski IMF üst düzey görevlisi olduğunu ve Citibank'ın eskiden de birçok bankaya talip olduğunu hatırlatıyor.İki ses kaydı birleştirildiğinde IMF ve Citibank'ın Pamukbank'a el konulmasını aynı anda isteyen iki kurum olduğu dikkat çekiyor. Bir diğer ortak nokta ise iki Kurum'da da yöneticilik görevi yapmış Stanley Fischer.Söz verilen destek IMF’den geldiErgenekon tutanaklarında yer alan telefon kayıtlarında Citibanklı Mr. Anderson'ın "birinci ağızdan olmasa da" diyerek verdiği destek taahhüdü ise gerçekten gecikmeden geldi. IMF Dış İlişkiler Direktörü Tom Dawson, bankaya el konduğunun açıklandığı gün IMF'nin, BDDK'nın Pamukbank'a müdahale ve Yapı Kredi Bankası'na kontrol kararını memnuniyetle karşıladığını açıkladı. Washington'da IMF merkezinde basın toplantısı düzenleyen Dawson, "Bu, BDDK'nın bankacılığı düzenlemedeki güçlü kararının ifadesi" dedi. Dawson, hemen ardından IMF’nin Türkiye toplantısını muhtemelen 28 haziranda toplanacağı müjdesi verdi.Emir altında rasyo hesapladılarBu açıklamanın ardından Ergenekon Dosyası'na yansıyan diyaloglarda da dikkat çektiği gibi el konulan Pamukbank'ın hisselerinin satışa çıkarılması için TMSF 27 Haziran'da yani bankaya el konulmasından sadece 9 gün sonra karar aldı. Fakat Danıştay, önce 22 Ağustos 2002'de yürütmenin ve bankanın satışının durdurulması, ardından da 22 Kasım 2002'de Pamukbank'ın TMSF'ye devrine ilişkin kararın yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. Bu gelişme Karamehmet ile Ersöz arasındaki diyaloglarda da öne çıktı. Karamehmet'in Ersöz'e Eruygur'un kendisine bankaya el konulmasıyla ilgili konuda 2002'de yardım ettiğini ve kendisinin olayları bildiğini söylediği bölümde Karamehmet'in şu ifadeleri yer alıyor: "Mesela bizim iki tane taraf kuruluş rasyolarımızı çıkarttı. Bir tanesi 22 idi. Bir diğeri 22 küsüratlı idi. Bunlar el koymak için geldiler ve -3.58 çıkarttılar. Doğru olabilir, fakat 10 gün geçtikten sonra aynı -3.58'i 11'e çıkarttılar. Yani o rasyoların nasıl hesap edildiği, emir altında yapıldığı ortada. İkincisi bizim 2003 senesinin altıncı ayına kadar kanunen düzeltme hakkımız vardı ki bunu da yaptırmadılar. Geriye çekerek birleşmek istedik, ona da müsaade etmediler. Birleşince bir sürü imkanlarımız oluyordu. Ondan sonra bankayı iki milyar dolar kendi idarelerinde zarar ettirdiler. Satılmıyor şimdi. Neden? Oraya para koyamadılar, kağıt koydular. Sekiz senelik kağıt. Teklif verenler bunu nakde çevirin ondan sonra biz 100 milyon dolar verelim bankayı alalım dediler. Üç milyar dolar verilirse, biz size 100 milyon dolar verelim demek gibi bir şey bu. Bunu da satamıyorlar." Bu sözler Ergenekon tutanaklarına geçen Jandarma İstihbarat kayıtlarında Mr. Anderson ile Ali Vural arasındaki görüşmede, Çukurova’nın iki bankasını birleştirme talebinin engellenmesine yönelik diyalogların doğruluğu ihtimalini güçlendiriyor. İkilinin görüşme kayıtlarında Eruygur'un bankaya el konma sürecinde Karamehmet'e ne şekilde yardım ettiğine dair net bir şey yok. Fakat Karamehmet'in o dönemde Pamukbank ile ilgili yaşadığı tek iyi şey Danıştay'ın Pamukbank'ın satışını ve TMSF'ye devrini durduran iki kritik kararıydı. Karamehmet'in TMSF ile borç ödeme protokolüne ilişkin yaptığı görüşmelerde elini en çok güçlendiren de bu kararlardı.YARIN: Citibank’ın Türkiye vurgunu

Güneydoğu Ergenekon’u (5): Domuz bağının ucu karanlıkta

Hizbullah operasyonlarında yakalanan bombaların ordu malı çıkması da JİTEM bağlantısını üst düzey bürokratların açıklaması da durumu değiştirmeye yetmedi. Şimdi umut, Ergenekon soruşturmasının Fırat’ın ötesine geçmesi
window.google_render_ad();
JİTEM’in 1990’lı yıllara damgasını vuran en önemli faaliyetlerinden biri de Hizbullah’la ilişkisiydi. ‘Büyük’ Hizbullah operasyonu yapıldı, bazı liderleri yargılandı ama onları örgütleyen, eğiten, infaz listesi veren isimler perde arkasında kaldı. Oysa konuyu ilk dillendiren öldürülen JİTEM komutanı Binbaşı Cem Ersever, “Hizbullah ile bağlantılı iki kişi Alaattin Kanat ile Adem Yakın’dı. Güvenlik kuvvetleri Hizbullah’ı koruyup güçlendirmişlerdi. Hizbullah’ın tetikçilerinin çoğu itirafçıdır” demişti. Bu bağlantı daha sonra Meclis Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’na bilgi veren Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek tarafından da doğrulanmıştı. 1994 yılında Batman’a atanan Şimşek, şunları söylemişti: “Ne yazık ki Hizbullahçılar, bir dönem askerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde silahlı eğitim yaptılar, lojistik destek gördüler.” Hizbullah’ın karargahı: YolaçDaha da ayrıntılı açıklamalar yapıp isim ve yerler veren Abdülkadir Aygan, Hizbullah’ın bir karargahını da “Diyarbakır-Silvan yolu üzerinde bulunan Yolaç (Susê) Köyü. Hatta şehitlikleri de var onların” diye tarif etmişti. Ama kimse bu karargahların orada yaşayan insanlara nasıl yansıdığını sorgulama gereği duymamış, mağdurlar ise korkudan yıllarca ağızlarını bile açamamışlardı. Aygan’ın Susê Köyü dediği, burada tam bir terör estiren Hizbullah’ın vahşeti ancak yıllar sonra “domuz bağı” ve işkence hücreleri ile kamuoyunun gündemine gelmişti. Oysa infaz timlerinin alıp götürdüğü yer de, kimin götürdüğü de çevredeki herkesçe biliniyordu. Yarattıkları dehşet o kadar büyüktü ki, Diyarbakır İHD Şubesi’nde görüştüğüm A.D, bugün bile isminin açıklanmasını istemiyor.Göç ettiler yine de kurtulamadılarAbisini 1993 yılında ‘kaybeden’ A.D kendi öyküsünü anlatırken, 1990-1993 yıllarında Silvan’a hakim olan atmosferi de aktarıyor: “O dönem faili meçhuller çok yoğundu. Esnaf saat 11.00’de dükkan açıp, saat 14.00’de kapıyordu. Kahvede otururken gündüz gözü insanlar alınıp, öldürülüyordu. Öyle bir ortamdı ki, bizim de başımıza gelir mi, diye korkmayan yoktu. Biz de abimle korkudan göç ettik.”Ağabeyiyle birlikte Kaymakamlığın açtığı Halk Eğim Merkezi’nde kurs görüp, dokuma ustası olan A.D, yine Kaymakamlığın aracılığı ile 1993 yılında Antalya Halk Eğitim Merkezi’nde iş bulunca çok sevinir. Hem meslek sahibi olmuştur hem de o korku atmosferinden kurtulacaktır. Dönemin Silvan Emniyet Müdürü ve Kaymakam Vekili Vehbi Yıldız, “Gidin, orada size göre iş var” der. Abisi de Tarsus’ta senelerce aynı kişinin yanında, aynı kahvede çaycılık yapar.Herşey yolundadır, ta ki Silvan’da kalan anneleri vefat edene kadar. Mecburen Silvan’a gelip, annelerinin cenaze törenine katılırlar. Taziyeleri kabul ettikten sonra A.D Antalya’ya döner. Abisi bir süre daha kalacaktır. Ama bir hafta geçmez ki, abisinin acı haberi gelir.“Kaçıranlar komşumuzdu...” “Abim elektronikten anlardı. Bir tanışımızın televizyonunu tamir için Silvan’a gidiyor. Dönerken silahlı, sivil giyimli iki kişi yolun ortasından kaçırıyor. Herkes görüyor ama kimse korkudan şahitlik yapmıyor. Bir kadın babama, abimi kaçıranların A.G ve A.G olduğunu söylüyor. Bunlar bizim komşumuz, düşünün. Evleri bize 500 metre. Birlikte tarla ekip, biçmişiz. Babam hemen G’lerin evine gidiyor. Durumu anlatıp, abimin nerde olduğunu niye kaçırıldığını soruyor. Olayı inkar etmiyorlar ve babama ‘İslamiyet’in şartlarına göre geri vereceğiz, ama önce cemaate ifade verecek’ diyorlar.” Hizbullah’la Özel Tim birlikteydiAradan birkaç gün geçip, B.D gelmeyince babası tekrar G’lerin evine gidip sorar. Ama bu sefer reddedip, “Gören kimmiş, onu söyle” derler. Gören kadının da öldürüleceği bilindiğinden elbette adını veremezler: “Zaten öyle bir durum vardı ki, Batman‘dan Silvan’a gelip, Silvan’dan Batman’a gidip öldürüyorlardı, tanınmasınlar diye. Suse köyünde bir camii vardı, Hizbullah’ın karargahıydı. Oraya götürdükleri kimse sağ çıkmazdı. Özel Harekat Timleri ile birlikte çalışırlardı. Bunu çevredeki bütün halk bilirdi, ama kimse ses etmezdi.” Bütün bunları metanetle anlatmaya çalışan A.D, Hizbullah operasyonu sonrası girilebilen camideki hücrelere sıra geldiğinde gözyaşlarını tutamaz.“Ben bizzat gördüm. Bir insanın ancak oturursa sığabileceği genişlikte hücrelerdi. Kanlı insan elbiseleri bulduk. Bir ceketi abimin ceketine benzettim. Herhalde abime de oralarda eziyet etmişlerdi. Kim bilir ölüsünü nereye attılar.”A.D’nin anlatımına göre, dilekçelerini işleme bile koymaz savcı. 2002’de Silvan Cumhuriyet Savcılığı’na tekrar dilekçe vermeye gittiğinde ise savcı “abinden haber alırsan bize de bildir” deyince çok kızar. “Biz 1993’den beri arıyoruz, bizi arayacağını bilsek niye buraya gelelim” der. Bugüne dek alabildikleri tek yanıt ise abisinin PKK’nın dağ kadrosunda olduğudur. “Tanık var, herkes tanık, bunun doğru olmadığına. Yine de böyle söylüyorlar. Abim elektronik işler yapar, çaycılık yapar, akşamları saz çalar türkü söylerdi. Kürtçe türküler söylediği için muhtemelen kin aldılar.”
Dehşeti çocuk gözüyle anlattıNevzat Polat, babası Sabri Polat ve amcası Abidin Polat’ın gözaltına alındığı 1994 yılında henüz 14 yaşlarında bir çocuktur. Babası ve kardeşiyle Şırnak’tan amcasının tarla işlerine yardım için Buğdaylı Köyü’ne gelirler. Hikaye de burada başlar: “Amcam pamuk ekmişti. Ben, kardeşim ve tarlada çalışırken uzaktan bir askeri aracın geldiğini gördük. Ama fazla ilgilenmedik. Aklımıza hiç bizle ilgili bir şey olabileceği gelmedi. Askerler bizim orda durup, ‘Sabri ve Abidin Polat kim’ diye sordular. Ortaköy Karakolu’ndan Gökhan adlı bir astsubaydı komutan. Ortaboylu, siyah saçlı biriydi. Babamla amcamı tekme tokat döverek araca bindirdiler. Ben o güne kadar hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım. Kardeşim Ali de 12 yaşlarındaydı o zaman. İkimiz ağlaya ağlaya arabanın peşinden koşmaya başladık. Yaklaşık iki km. falan koştuk arkalarından. Bizi fark edince durdular. İkimizi de dövüp ‘geri dönün’ diye bağırdılar. O sırada pamuk tarlalarının arasında beyaz bir Toros arabayı fark ettik. Babamla amcamı askeri araçtan indirip, o Toros arabaya bindirdiklerini gördük. İki gün sonra amcamı bıraktılar. Ama üçüncü gün yeniden çağırdılar. Ben ‘amca gitme’ dedim. ‘Gitmezsem devlete karşı suçlu konuma düşerim’, dedi ve gitti. Bir daha ikisini de görmedik.”- BİTTİ -

Güneydoğu Ergenekon’u (4): İşaret ‘itirafçı komutanlar’dan

Güneydoğu Ergenekon’u (4): İşaret ‘itirafçı komutanlar’dan
Taraf/İNCİ HEKİMOĞLU - Istanbul - 12.02.2009

Onlar, Aygan'ın sözünü ettiği itirafçıları yıllar önce pek çok 'kayıp' öyküsünün aktörü olarak tanımışlardı. Her biri ‘son’u olmayan öykülerinde farklı bir isimden söz ediyor; 'komutan'ın yanına 'Berdan'ı, 'Hakim'i ekleyerek...
window.google_render_ad();
Bölge halkı üzerinde sadece isimlerinin bile korku yaratmaya yettiği itirafçılar, mağdurların ifadelerine yeni yeni yansımaya başlasa da Abdülkadir Aygan bazılarını gayet iyi tanıyordu. Aygan, bu isimlere ilişkin 2004'te bilgi verirken, itirafçı ve askerlerden oluşan timlerin faaliyetlerine de ışık tutuyordu: "Aslen Cizre'li olan itirafçı Abdülhakim Güven, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi'nden bırakıldıktan sonra Cizre'de Jandarma Komutanı Yüzbaşı Cemal Temizöz'ün emrine girdi. Ve Adem Yakın, Hıdır Altuğ, Berces Ergin, Hüseyin Bülbül, Sefer Bildik gibi itirafçı ve uzman çavuşlardan oluşan bir ekip kuruldu. Bunlar o yörede Cizre Jandarma İlçe Komutanlığı emrinde çalışan kişilerdi. Resmi olmamasına rağmen o zaman yüzbaşı olan, sonra da JİTEM Komutanı olan ilçe komutanı Cemal Temizöz, bunların yanına iki üç tane de uzman çavuş vermişti. Onlar da sivil giyimliydi. O bölgede terör estiriyorlardı."'Berdan' alıp götürdüKimilerinin 'sözde itirafçı' diye nitelendirdiği Aygan'ın açıklamalarını doğrulayan bir örnek de Reşit Acar'ın anlattığı kardeşi Mehmet Acar'ın 1994'teki kayboluş öyküsü. "Şubat ayıydı. Abdülhakim Güven, 'Berdan' ve 'Hakim' kod adlı itirafçılarla, bir sivil daha, üç kişi Toros marka beyaz bir binek arabayla köye geldiler. Abdülhakim Güven o zaman bıyıklıydı. Sonra gördüğümde bıyığını kesmişti. Orta boylu, beyaz tenli, koyu renk saçlı biri. Berdan esmer, kıvırcık saçlıydı. İkindi vakti geldiler. İfadesini alacağız diye, İlçe Jandarma'ya götürdüler."Reşit Acar, kardeşinin alınması üzerine korucubaşına gidip, 'hatır' için aracı olmasını ister. Mehmet bırakılır ama bir hafta geçmeden aynı ekip tekrar gelir. Köy yolunda duran arabadan Bedran inip Mehmet'i çağırır. "Giderken kardeşim bana 'Eğer iki gün içinde dönmezsem beni sorun' dedi. İki gün bekledik, gelmeyince yine korucubaşı Demir'e gittim. 'Eve gidin' dedi. Baktık yardım etmeyecek, jandarma komutanlığına gittik, 'Buraya geldi ama bıraktık' dediler." Reşit Acar, kardeşinin örgüte yardım yataklıkla suçlandığını, altı ay cezaevinde yatttığını da aktardıktan sonra şu ayrıntıyı veriyor: "O dönemde Abdülhakim Güven de cezaevindeydi. Kardeşimi oradan tanıyordu. Bugüne kadar hiç savcılığa başvurmadık. Zaten sonuç alınmıyordu.""Anladım. Babam gitti..."Kavallı Köyü muhtarı olan Yusuf Kalenderoğlu, 22.02.1995'te işleri için Silopi'ye gider. Dönemin kaymakamı ile görüştükten sonra, akrabaları Ahmet Dansık ve babası Mehmet Dansık'ın aracıyla köye dönmek üzere yola çıkarlar. Şahin Kalenderoğlu babasının görüldüğü son noktayı ayrıntıları ile anlatıyor:"O hafta JİTEM elemanları sivil araçlarla arama noktaları kurmuşlardı. Beyaz ve siyah iki Toros arabaları vardı. Ortaköy ile BOTAŞ'ın bitişiğindeki Selebiye mezrası yolu ve Kavallı Köyü yolunda kimlik kontrolü yapılıyordu. Biz o zaman anlamıştık birilerini alacaklarını. Babamlar, Selebiye mezrasından Kavallı'ya giden yolda, BOTAŞ'taki askeri noktada alınıyorlar. O zaman 'Muhtar Ali' diye bilinen JİTEM binbaşısı, Silopi İlçe Jandarma Komutanı Abdullah Üsteğmen, 'Cengiz' kod adlı Mahmut, Uzman Çavuş Özcan, Bekir Üsteğmen, Ali Binbaşı'nın emrinde çalışıyorlardı. 1993-95 arasında bunlar faaliyetteydi. Bizim köy, ilçe jandarma komutanlığına bağlıydı. Babamlar o akşam gelmedi. Sabah Silopi'de herkesi aradık. En son görenler 'Eve geliyordu' deyince, ben anladım. Babam gitti...""Siz götürdünüz dedim"Savcıya, emniyete, kaymakama çıkarlar. Hepsinden "Bizde yok" yanıtı alınca bu kez toplu olarak ilçe jandarmaya giderler. Şahin Kalenderoğlu, bu kez açıkça İlçe Jandarma Komutanı Abdullah üsteğmene "Siz götürdünüz. O siyah, beyaz taksiler kimin, nasıl kimlik kontrolü yapıyorlar" der ama yanıt değişmez: "Bizim sivil ekiplerimiz yok." Bu sözü duyan "Mahmut" adlı itirafçı Şahin Kalenderoğlu’yu bir süre rahatsız etse de, babasının peşini bırakmaya niyeti yoktur. "İki gün sonra Diyarbakır'a Hasan Kondakçı Paşa'nın yanına gittim. Diyarbakır Asayiş Komutanıydı. Alay komutanı da Mete Sayar'dı. Kondakçı Paşa bana, 'Ben de arıyorum, acaba PKK dağa mı götürdü' dedi. Ben de 'PKK BOTAŞ'la Silopi arasında nasıl götürecek' dedim." Bütün uğraşılarına rağmen Şahin Kalenderoğlu tam 14 yıldır babasının izine ulaşamadı.Hindi götürdüler, dönmedilerZınar Fındık'ın savcılığa verdiği dilekçe pek çoğu gibi iki satırlık. Oysa babası Mehmet Fındık ve amcaoğlu Ömer Fındık'ın kayboluş öyküsü "pes" dedirtecek cinsten. İşte oğlu Zınar Fındık'ın ağzından bir yılbaşı ziyaretinin hiç bitmeyecek bir kabusa dönüşmesinin öyküsü: "31 Aralık 1995'te muhtar olan abimi Silopi Jandarma Komutanlığı'ndan arıyorlar. 'Yılbaşı için bize birkaç tane hindi getirin' diyorlar. Silopi Jandarma Komutanlığı, BOTAŞ Jandarma Karakolu, İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne vermek için sekiz-dokuz tane hindi koyuyorlar arabaya. Akşam geri gelmediler. O zamanlar akşam dışarı çıkmazdık. Hava kararıp eve gelmeyince endişelenmeye başladık. Üç araba dolusu insan İlçe Jandarma Komutanlığı'na gittik. 'Evet geldiler ama buradan emniyete gittiler' dediler. Emniyete gittik, onlar da 10-15 dakika önce çıktıklarını söyledi. Belki köye dönmüşlerdir diye köye gittik, kimse gelmemiş. Yeniden jandarmaya, emniyete gittik 'Haberimiz yok' dediler. Görenlerin anlattığına göre, önce babam girmiş emniyete. O çıkmayınca Ömer gitmiş sormaya ama o da çıkmamış. Sabah emniyet müdürlüğüne gittiğimizde, götürdükleri hindiler hâlâ emniyetin bahçesindeydi. Silopi Jandarma Komutanı Halil Yüzbaşı'ydı. Onlar misafirliğe gitmişlerdi, ama iki kurum arasında kayboldular. Dönemin emniyet müdürü ile Halil Yüzbaşı'nın ifadesinin alınmasını istiyoruz."YARIN:Tanıklar JİTEM-Hizbullah ilişkisini anlatıyor: Camide sorgulanan kurbanlar, gizlenmeyen cellatlar

Güneydoğu Ergenekon’u (3): Gözleri ‘özde’ itirafçılarda

Tanıklar konuştukça JİTEM elemanlarından yepyeni isimler de kayıtlara girmeye başladı. 'Sözde' itirafçı Aygan yurtdışına kaçtı ama Abdülhakim Güven, Adem Yakın gibi 'özde' itirafçılar hâlâ bölgede kol geziyor
window.google_render_ad();
"Haziran falandı. Cem Ersever görüşmeye geldi. Altı ay sonra abim kayboldu.""Askeri birliğin içinde kamuoyunda itirafçı olarak bilinen Abdülhakim Güven, 'Bedran' kod adlı Adem Yakın ve Beşir vardı.""Dört ay sonra Botaş yakınlarındaki kuyuda cesetler bulundu." Mağdurların her biri, asker-polis-itirafçı üçlemesinin bir başka boyutunu tanımlıyor, yıllarca süren dehşeti 'ete kemiğe büründürüyor', kanlı bir tarihin yakın tanıkları olarak belki de geleceğe yön veriyorlar.Cem Ersever işbirliğine zorladı Yıllar sonra resmi kayıtlarda yerini alan ifade sahiplerinden Doktor Sabri Soysal, 1995 yılından beri kayıp olan abisi Süleyman Soysal'ın öyküsüne, neredeyse bir kayıp 'klişesi' ile başlıyor: "Alışveriş için Özgenköy'den Silopi'ye gitmiş. Öğleden sonra dönmüş. Döndükten hemen sonra bir telefon gelmiş. Yengemin anlatımına göre 'Benim acil bir işim çıktı. Silopi'ye geri gidiyorum' deyip çıkmış."Süleyman Soysal'ın en son görüldüğü yer Çimen tesislerinin yakını, tarih ise aralık ayının 29'udur. Tanınmış isimlerdendir. Kullandığı otomobilin markası Mercedes olduğu için gözden kaçması zor biridir. Görgü tanıklarına göre, Silopi'den köye dönerken Çimen tesisleri civarında durdurulur. Durduranlar ise beyaz Toros'la mavi renkli iki otomobildir. Beyaz Toros durdurdu"Biri kardeşimin yanına biniyor. Ve iki araç aralarına abimin arabasını alarak, kilise mevkiinde, bugünkü un fabrikasının yolu üzerinde güneye doğru ilerliyorlar. Ertesi gün Başköy'den arabanın bulunduğu haberi geldi."O sıralarda Mersin'de görev yapan Sabri Soysal, köye iki kez gelir. Ve her iki gelişinde de beklenmedik biçimde yaşamının en önemli iki anına tanık olur. İlki; komutan Cem Ersever'le tanışması, ikincisi ise abisinin kaybolmasıdır. "Sanırım haziran ayıydı. Ersever abimle görüşmeye iki siville geldi. Birlikte oturduk, sohbet ettiler. Abime 'Sen sevilen birisin, devlete yardımcı olman lazım' dedi. Abim de 'biz zaten karşıt bir şey yapmamışız' diye cevap verdi. Ersever, 'bize yardımcı olursan, her tür sorununu çözeriz' gibi sözler etti. Sonra da abimle yalnız konuşmak istedi. Onlar gidince abime ne istediğini sordum. 'Benim resmen muhbirlik yapmamı istiyor. Yapmazsam sıkıntı çekeceğimi söylüyor' dedi. Abim kabul etmediğini söyledi."Eşimin yüzünün yarısı yoktuLeyla Aybı'nın eşi Damlaca Köyü'nde orman işçisidir. 1993 yılı kış aylarında "Tansu Çiller'in özel timi bastı" diye söze girer Aybı. Eşi İbrahim Aybı'yla birlikte, Raşit Direkçi, Mahmut Çevik, Şehmus Çevik ve Derviş Geyaş'ı alıp götürürler. Hemen ardından silah sesleri gelir. Koşarak sesin geldiği yere gittiklerinde gördükleri manzara şudur:"Hepsinin cesedi paramparçaydı. Eşimin yanına eğildim ki yüzünün yarısı yoktu. Üstümüzde ise bir askeri helikopter çok alçaktan tur attı. Ben bu sırada ellerimle onun başından akan kanları toplamaya çalışıyordum. Kocamı sırtlayıp köye getirdim. Köydeki mezarlığa gömdük. Mezarlığı gösterebilirim. İlk kez başvuruyorum."‘Çok ceset vardı, hepsini çıkaramadık’Mehmet Ömeroğlu (Soyadını daha sonra değiştirmiş) ve Ahmet Şayık, otomobilleri ile birlikte Habur Sınır Kapısı'na gider, bir daha dönmezler. En son görüldükleri yer, Horoz nakliyatın bulunduğu, Habur- Haçkonaklama arasındaki mevkide kurulu arama noktasıdır. Gözaltına alındığını gören şoförler haber verince, savcılığa, emniyete, jandarmaya giderler ama yanıt değişmez: "Bizde yok." Araç üç gün sonra Çukurca Köyü'nün yakınında yanmış halde bulunur. Kardeşi Salih Tayboğa, 1994 yılında kaybolan kardeşini dört ay sonra bir kuyudan çıkarır: "Botaş karakolunu geçince Sinan lokantasının yanındaki kuyuda cenazeler olduğunu duyduk. Onu da şöyle öğrendik: Kumçatı'dan kaçırılıp öldürüldükten sonra kuyuya atılanlardan biri Korucubaşı Osman Demir'in yeğeniydi. Araya hatırlı kişileri sokmuş ve cenazenin yerini bulmuştu. Belediye ekipleriyle kuyudan üç ceset çıkardık. Tanınmaz haldelerdi. Suyun içinde çürümüşlerdi. Savcı da vardı. Sonra Başköy'de Silopi mezarlığına defnettik. Kimlikleri tespit edilemedi."Üç itirafçı, bir komutanİzzet Padır'ın 1994 yılının haziran ayında Üçağaç Köyü, Zıristan mezrasından alınışını oğlu Harun Padır'ın ağzından aynen aktarıyoruz: "Askeri birlik köyü sardı. Köylüleri toplayıp, kimlik kontrolü yaptı. Birliğin içinde itirafçılar Abdülhakim Güven, Bedran kod adlı Adem Yakın ve Beşir de vardı. Köyden, İzzet Padır, Abdullah Özdemir'le beni aldılar. Beni o gece bıraktılar. 'Diğerlerini sonra bırakacağız' dediler. Daha sonra yaptığımız başvuru üzerine savcılık, Cizre İlçe Jandarma Komutanlığı ile yazıştı. Komutan Cemal Temizöz'dü. Temizöz, 'şahısları aldık ama bıraktık' demiş. Adı geçen itirafçılarla Cemal Temizöz'ün sorumlu olduklarına inanıyoruz."YARIN:- Tanıklar bölgede etkili olan itirafçıları anlatmaya devam ediyor.