7 Şubat 2011 Pazartesi

Yasemin ÇONGAR - ‘Davacı başbakan, inatçı hakikat...

Dün sabah baktım da etraftaki heyecan, Taraf’ta yok. Başbakan’ın Ahmet Altan’a ve gazetemize, bizim bütçemize göre “yüklüce” bir para talebiyle dava açtığı haberi, internet sitelerinde çok okunadursun, Taraf’ın yazıişlerini, editörlerini, muhabirlerini pek şaşırtmadı. Üç yılı aşkın bir süredir yayımlanıyor bu gazete ve Kadıköy Adliyesi, neredeyse her ay bir tam gününü, yazarlarımız ve muhabirlerimiz hakkındaki davalara ayırıyor.
Darbe planlarını haberleştirince, devletin gizli belgesini yayımlamaktan yargılanıyoruz örneğin; hızlı bir “google” taraması ile AKP’yi kapatmaya kalkanların hukuk bilgisini ve meslek ahlakını sorgulayınca, zat-ı şahanelerinin açtığı “hakaret” davalarına muhatap oluyoruz... Genelkurmay Karargâhı’nda hazırlanmaması gereken bir belgeyi ya da Donanma’nın toprağa gömmemesi gereken silahları gerektiği gibi soruşturmak yerine, birini “kâğıt parçası” diğerini “boru” diye geçiştiren zihniyet, onlarca gencin öldüğü karakol baskınlarını mümkün kılan şikeyi deşen haberlerimiz için de, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi şahsiyeti” adına bizi cezalandırmanın yolunu arıyor. Alıştık velhasıl.Başbakan’ın da, Ahmet Altan’ın “Erdoğan ve kof kabadayılık” yazısının “acıtan” hakikati üzerine düşünmek yerine, hissettiği “acı”nın intikamını mahkemede almak umuduyla, bu “davacılar” kervanına katılmasına da pek şaşırmadık. Hayırlı olsun.
Gazeteciler ve gazeteler yargılanıp duruyor bu memlekette ama gazetelerin ve gazetecilerin sorduğu sorular da zihinlerde zamanla yer ediyor. En yeni örneklere bakın: “Sarıkamış’ta Enver Paşa’nın eksi otuz dokuz derecede dondurduğu doksan bin gencin üzerine, aynı yerde, doksan bin şehit daha vermeye ant içeriz demekten utanmıyor musunuz” sorusu mesela...“Memleketin dört yanındaki ucube Atatürk heykelleri için, ucube camiler için bir şey yapmaya cesaretiniz yetmezken, bir heykelin yıktırılmasını buyurmanız biraz komik değil mi” sorusu ya da... “Sayıştay Kanunu’nda niye demokratik denetim ve şeffaflığın gereği değil de, askerin emrettiği oldu” sorusu hatta...
Bunlar çok basit, çok sahici sorular. Bunlar, haklılığı, soruların birinci derecedeki muhataplarının çevreleri, tabanları ve hatta kendileri tarafından da içten içe bilindiği için can acıtan sorular.
İnsan canını acıtan sahici sorularla karşılaştığında ya durup düşünür ve bu sorulara artık kendisini utandırmayacak sahici cevaplar verebileceği bir konuma gelmenin, bu sorulara yol açan hataları tekrarlamayıp, hamasetten arınmanın yolunu bulur ya da soruları unutturabileceği ümidiyle, soranlara saldırır. 

İkinci seçenek, belki daha kolay ama daha tehlikelidir. Soruların muhatabının kendisini utandırmayacak cevaplara sahip olmasını en azından öteler bu tercih; zorlaştırır, imkânsızlaştırabilir hatta... Zira insanın ikinci seçeneği tercih ettikten sonra başını dik tutması zordur artık; cevabını bulmamış sahici soruların sahipleri giderek çoğalırken, o soruların muhatabı hep biraz ezik kalır.

Aktütün olayını hatırlasanıza... 14 Ekim 2008’de Taraf’ın manşetinde, Aktütün Karakol Baskını’nın gerçek hikâyesi vardı. On yedi askerin öldüğü olay, ordunun baskın hazırlıklarını bir ay öncesinden bilmesine karşın gerekli önlemleri almaması, adeta PKK’nın yolunu açmasıyla mümkün olmuştu. Ortada bir danışıklı dövüşün izleri, havada şike kokusu vardı.

Ertesi gün, dönemin genelkurmay başkanı Balıkesir’de kuvvet komutanlarını, darbe hatırası çektiren cuntacılar misali, beşi bir yerde olacak şekilde arkasına dizip, televizyon kameralarının karşısına geçti. Parmağını gözümüze sallaya sallaya “Akan kana ortak olursunuz... Sınırlarını aşan eleştirilere her ordunun vereceği tepki bellidir... Herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulmaya çağırıyorum” dediğini gün gibi hatırlıyorum.

Taraf
’ın haberine kükreyen o komutan, haberin sorduğu çok basit, çok sahici sorulara cevap veremediği ya da o soruların gerçek cevabının ne denli utandırıcı olduğunu bildiği için, soruyu soranlara saldırmayı seçmişti.

Saldırdı da ne oldu? Komutan gitti, sorular ve soranlar kaldı. Komutan gitti, cevapların utanç dozu ise giderek yükseliyor.

Geçen hafta yayınlanan video görüntüleri, askeriyenin Aktütün Baskını’ndaki ihmalini daha da sarih şekilde belgeledi. Ve dün Sabah gazetesinde, Mutlu Çölgeçen’in “Faili Meçhul Cephanelik” başlığıyla duyurulan manşet haberinden öğrendik ki, aynı Aktütün’de, Jandarma Karargâhı’nın hurda deposunda faili meçhul eylemlerde kullanıldığı yönünde veriler olan çok sayıda “envanter dışı” silah ve patlayıcı bulunmuş. Kirli savaşın silahları bulunmuş yani... Bu ülkeyi otuz yıldır kanatan çatışmaların sürmesinden medet umanların danışıklı dövüşünün yeni numuneleri bulunmuş.
Dün sabah Taraf’ın haber toplantısında, baktım da, bu önemli haber de pek şaşırtmamıştı bizleri. Hakikat böyle bir şey zira! Artık biliyoruz.
Haki üniformalı ya da lacivert takım elbiseli bedenlerini, tanklarını ya da tazminat davalarını önüne siper edenlere aldırmamak gibi bir huyu var hakikatin; er geç yolunu bulup, ortaya çıkıyor. O yolu da, sahici sorular ve o soruları inatla soranlar açıyor ekseriya. Gerisi hikâye.

ycongar@mac.com



gitti, cevapların utanç dozu ise giderek yükseliyor.
Geçen hafta yayınlanan video görüntüleri, askeriyenin Aktütün Baskını’ndaki ihmalini daha da sarih şekilde belgeledi. Ve dün Sabah gazetesinde, Mutlu Çölgeçen’in “Faili Meçhul Cephanelik” başlığıyla duyurulan manşet haberinden öğrendik ki, aynı Aktütün’de, Jandarma Karargâhı’nın hurda deposunda faili meçhul eylemlerde kullanıldığı yönünde veriler olan çok sayıda “envanter dışı” silah ve patlayıcı bulunmuş. Kirli savaşın silahları bulunmuş yani... Bu ülkeyi otuz yıldır kanatan çatışmaların sürmesinden medet umanların danışıklı dövüşünün yeni numuneleri bulunmuş.
Dün sabah Taraf’ın haber toplantısında, baktım da, bu önemli haber de pek şaşırtmamıştı bizleri. Hakikat böyle bir şey zira! Artık biliyoruz.
Haki üniformalı ya da lacivert takım elbiseli bedenlerini, tanklarını ya da tazminat davalarını önüne siper edenlere aldırmamak gibi bir huyu var hakikatin; er geç yolunu bulup, ortaya çıkıyor. O yolu da, sahici sorular ve o soruları inatla soranlar açıyor ekseriya. Gerisi hikâye.

ycongar@mac.com

Ahmet Altan - Apo bir yol arıyor

KUM SAATİ 15.12.2010

Türkiye’nin en büyük meselesi Kürt meselesidir.
Ülke, insanını, zamanını, enerjisini, parasını bu mesele yüzünden kaybediyor.
Meselenin çözülmesi gerekiyor.
Ama çözüm ihtimali ortaya çıktığında bazıları “çözüm istiyoruz ama böyle çözüm istemiyoruz”diye bağırıyorlar.
Peki, nasıl çözüm istiyorsunuz?
Milliyetçi Türkler, Kürtlerin “Türk” olduklarını kabul ettikleri, kendi kimliklerinden vazgeçtikleri, PKK’nın kayıtsız şartsız bir şekilde silah bırakacağı bir çözüm istiyorlar.
Yirmi beş yıl devlet bu saçmalık peşinde binlerce insanın ölümüne yol açtı, silahla meseleyi çözmeye çalıştı, olmadı.
Yirmi beş yıl daha uğraşsa gene olmaz.
Kürtlerin bir kısmı ise, çeşitli “isimler” altında bölgenin yönetiminin hemen “Kürt yöneticilere devredileceği”, PKK’nın silahlı bir örgüt olarak bölgede özgürce dolaşacağı bir çözüm peşindeler.
Mümkün mü?
Mümkün olsa yirmi beş yılda gerçekleşirdi, gerçekleşmedi.
Yirmi beş yıl, binlerce ölü, yüz milyarlarca dolar kaybederek neyin olmayacağını hep birlikte gördük.
İki taraf da “aklındakini” silah zoruyla kabul ettirebileceği bir güce sahip değil.
Bu pozisyonlarda direnmek savaşı uzatır, sonuç da getirmez.
Başka bir yöntem bulmamız gerekiyor.
Türkler, Kürtlerin varlığını, kimliğini, dilini, kültürünü kabul etmek, Kürtler de bölgenin yönetimini“seçimle” kazanmak zorunda.
Kürtlerin Kürt olduğunu, çocuklarına anadillerinde eğitim yaptırma hakkına sahip olduğunu kabul etmek neden bu kadar zor?
Kürtler Kürt, Kürtler Kürtçe konuşur.
Hiç kimse bu gerçeği değiştiremez.
PKK da bölgenin yönetimini istiyorsa bunu da silahsız olarak seçimle kazanmak, bunun için sadece Türkleri değil Kürtleri de ikna etmek zorunda.
İki tarafın da pozisyonunu değiştirmediği bir noktada barışı nasıl bulacağız?
Herkesin de çoktandır gördüğü gibi önce “nefreti” ortadan kaldırmak gerekiyor ama yirmi beş yıllık bir savaştan sonra bu o kadar kolay olmuyor.
İmralı’da devlet yetkilileriyle görüşen Öcalan, anladığım kadarıyla bu “nefreti” ortadan kaldıracak, barış iklimi yaratacak bir yol arıyor.
Görebildiğim kadarıyla bu yolun nereden geçtiğini de saptamış.
Çözüm yolu, Kürtlerin sorunlarını, çektikleri acıları, uğradıkları haksızlıkları Türklerin de paylaşmasından, anlamasından geçiyor.
Bir anlamda Kürt sorununu “Türkleştirmekten” geçiyor.
Öcalan’ın avukatları birçok insanla görüşüyorlar.
Gülen cemaatinin önde gelen isimlerinden Hüseyin Gülerce’yle de görüştüler.
Gülerce’nin son yazısından anladığımız kadarıyla, bu görüşmeden dolayı büyük bir saldırıyla karşılaşmış.
Gülerce’ye neden saldırdıklarını anlamıyorum.
Eğer Kürtlerin hiçbir haksızlığa uğramadığını, Kürt kimliği diye bir şey olmadığını, Türklerin çocuklarını anadillerinde okutabileceklerini ama Kürtlerin bunu yapamayacağını düşünen “şoven bir milliyetçiyseniz” Gülerce’ye kızabilirsiniz ama demokratsanız ya da “herkesin eşit yaratıldığına”, herkesin tanrının kulu olduğuna inanan bir dindarsanız Gülerce’ye neden kızacaksınız?
İyi bir Müslüman’ın yapacağını yapmış, “komşusu aç yatarken” ya da “acıyla yatarken” rahat bir uykuya dalmayı reddetmiş, Müslümanlar buna mı kızıyor?
Komşusuna aldırmayan bir “milliyetçiliğe” Müslümanlık deniyor da biz mi duymadık?
İyi ve gerçek Müslümanların Kürt meselesinin çözümüne bir el vermesi, sadece Fethullahçıların değil bütün dindarların ortadaki acıyı dindirmek için harekete geçmesi gerekir bence.
Bugün Türkiye’de silahları susturma gücüne sahip tek insan Apo’dur.
Silahın susması, barışın olması için bir yol arıyor, kendi halkının desteğini kaybetmeden ama bu ülkede Türklerin de yaşadığını unutmadan, tehditkâr bir üsluptan da medet ummadan bir çıkış bulmaya çalışıyor.
Apo’ya kızan çok Türk, çok da Kürt var ama kızgınlık gerçeği değiştirmez, sadece geçmişe takılarak bir gelecek yaratılmaz.
Bir zamanlar savaşı isteyen adam şimdi barışı istiyorsa, bunun için uğraşıyorsa ve eğer siz de barıştan yanaysanız, barışın yolunun açılmasına yardım edin.
Bu ateşkes dönemini iyi değerlendirin.
Gülerce’ye kızacağınıza siz de “nefreti” ortadan kaldırmak için bir söz söyleyin, bir proje oluşturun.
Müslümanlar için sevap, demokratlar için görevdir bu.
Yapılacak olan insanların ortak mutluluğuna yardımdır çünkü.

ahmetaltan111@gmail.com

uriyet’te “şehirliler” taşrayı haksızca ezdi, şimdi güçlenen “taşra” şehirlilerden intikamını alacağı bir zemin arıyor.

Şehirlilerin haksız hoyratlığına duyulan öfke, “şehirliliğe” duyulan öfkeye dönüşüyor.
Taşrayı ezmeden, şehirliliği de yok etmeden bir düzen kurulacak sonunda.
AKP ya da herhangi bir siyasi parti, taşrayı ve şehri ortak bir özgürlük anlayışıyla savunabildiği gün CHP biter, tarihe karışır.
O gün gelene kadar da Türkiye, CHP’nin gittikçe daha çok saçmalaşan kurultaylarını izlemeyi sürdürür gider.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Dikta

KUM SAATİ 17.12.2010

Darbelerle başa geçmiş diktatörleri iktidarda tutan güç, onları oraya getiren ordu değil, onları destekleyen halktır.
Her diktatör mutlaka halkının, en azından önemli bir kısmının, desteğine sahiptir.
Ordu diktatörleri iktidara getirebilir ama onları iktidarda tutacak o “hayati” desteği sağlayamaz, o desteği ancak medya sağlar.
Türkiye, İttihatçılardan bu yana çok darbe, çok darbe girişimi, çok darbe planı gördü.
Hiçbiri yargılanmadı.
Çünkü halk darbeye karşı değildi.
Medya, orduyu, darbeyi kutsallaştırmış, sivilleri, muhalifleri aşağılamıştı.
Bir bakın, medyada, özellikle de karikatürlerde siyasilerin ve muhaliflerin nasıl tarif edildiğine.
Siyasetçiler yalancı, güvenilmez, çıkarcıdır.
Aydınlar, Tarçın Bey türünden züppelerdir.
Dindarlar, koca sakallı yobazlardır.
Diktatörlerle, orduyla ve subaylarla ilgili neredeyse bir tek karikatür, bir tek eleştiri yoktur.
Bugün ilk kez Balyoz Darbe Planı’nın sanıkları yargı önüne çıktıysa, bu, ordunun darbecileri desteklemekten vazgeçmesinden değil, halkın artık darbecileri ve orduyu desteklememesindendir.
Bunun da birçok nedeni var.
En büyük nedenlerden biri, medyanın bir bölümünün eski alışkanlıklarından vazgeçmesinden ve olayların içyüzünü açığa çıkarmasındandır.
Halkın önemli bir kısmı, belki de ilk kez ordudan ve darbecilerden kuşku duyuyor.
Eğer gerçekçi olursak, darbelere ve orduya karşı oluşan tepki aslında büyük bir “demokrasi” aşkından kaynaklanmıyor.
Henüz öylesine kökleşmiş bir demokrasi aşkı yok bizim ülkemizde, olsa polislerin gençleri dövmesine, lokantaları basıp çocukları korkutmasına da aynı oranda tepki gösterilirdi.
Ordunun desteğini kaybetmesine, PKK’yla giriştiği savaşta “şike” yaptığının ortaya çıkması neden oldu.
PKK, askerî karakolları bastığında, medya PKK’yı “kan içici zalimler”, siyasileri de “ülkeyi satan ahlaksızlar” olarak niteliyor, “bu karakollar nasıl basıldı” diye hiç sormadan orduyu övüyordu.
Ordunun bir bölümü de, hem savaşı ilânihaye sürdürebilmek, hem de siyasileri zor duruma sokmak için “baskınların önünü” açıyordu.
Son üç yılda gerçekleşen beş büyük karakol baskınının hepsi de daha önceden biliniyordu, istihbarat raporları vardı, Heronların çektiği görüntüler vardı, beşinde de baskın yolu açık tutuldu ve basılan karakollara yardım gönderilmedi.
Bundan acı çeken bazı askerlerin bu belgeleri sızdırmasıyla gerçek ortaya çıktı.

“Hükümeti zor duruma düşüreyim” derken gerçeklerin ortaya çıkmasıyla ordu zor duruma düştü ve halkın orduya olan güveni çöktü.

Askerî darbelerin desteklenmesi imkânsızlaştı.
Tabii, ortaya çıkan bu gerçeklerin halk tarafından böylesine güçlü bir şekilde algılanmasın altında da, zenginleşen muhafazakâr kesimin ordudan iktidarı almak istemesi yatıyor.
Artık bu kesimin kulakları ordu konusunda çok keskin.
Bizim ülkede toplumun belkemiğini oluşturan muhafazakârlar, kendilerine hakları olan iktidarı vermeyen ordunun zaaflarının duyulmasında ve yayılmasında büyük rol oynadılar.
Tabii, gelişmiş dünyanın artık Türkiye gibi ülkelerde darbeye izin vermemesi de darbecileri “öksüz”bırakan bir başka büyük neden oldu.
Bugün Balyoz davasının görülebilmesini sağlayan üç büyük neden bu bence.
Dünyanın, medyanın ve muhafazakârların değişmesi.
Son referandum da, halkla darbecilerin hesaplaşmasında büyük bir kavşak noktası oldu, darbe hayalcilerinin belkemiği kırıldı.
Ancak bu, bütün sorunları hallettiğimiz anlamına gelmiyor.
Referandumun yarattığı “galip geldik” duygusu, yaralı darbecileri yeniden güçlendirebilecek bir rehavete yol açıyor, sivil iktidarın Sayıştay Yasası’nı değiştirerek orduyu mali açıdan dokunulmaz kılması, Kürt meselesini çözüp barış getirecek adımları atmakta isteksiz davranıp “kendi iktidar hesaplarına” göre takvim oluşturması, belayı canlı tutuyor.
Türkiye büyük bir sıçrama yaşadı ama ellerinin kayıp geçmişin çukuruna yeniden düşmemesi için“geleceğe” çengel atıp, kuvvetli bağlar oluşturması gerek.
Hiç unutmayın, Özal döneminde de “bir daha darbe olması” imkânsız görünüyordu.
Sonra neler yaşadık.
Yüz yıllık bir gelenekle, yerleşmiş alışkanlıklarla, tahmin edilemeyecek kadar büyük çıkarlarla mücadele ediyoruz.
Rehavete kapılan bu sivil iktidarı başıboş bırakır, eleştirmez, barışa zorlamazsanız, “oyunu bol”Osmanlı’dan öyle bir künde yersiniz ki yere çarpan sırtınızın acısı kulağınızdan fışkırır.

ahmetaltan111@gmail.com


-converted-space> “şehirlilerin” çok istediği güvenceyi veremiyorlar, o “damar” o güvencenin verilmesine engel oluyor.

Tarihi boyunca kültür çatışması yaşayan Cumhuriyet’te “şehirliler” taşrayı haksızca ezdi, şimdi güçlenen “taşra” şehirlilerden intikamını alacağı bir zemin arıyor.
Şehirlilerin haksız hoyratlığına duyulan öfke, “şehirliliğe” duyulan öfkeye dönüşüyor.
Taşrayı ezmeden, şehirliliği de yok etmeden bir düzen kurulacak sonunda.
AKP ya da herhangi bir siyasi parti, taşrayı ve şehri ortak bir özgürlük anlayışıyla savunabildiği gün CHP biter, tarihe karışır.
O gün gelene kadar da Türkiye, CHP’nin gittikçe daha çok saçmalaşan kurultaylarını izlemeyi sürdürür gider.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - AKP ve CHP

KUM SAATİ 18.12.2010
Ahmet Altan



Geçen gün Yıldıray Oğur, AKP’nin çeşitli konularda attığı bunca demokratik ve cesur adıma rağmen hâlâ bu iktidarı desteklemekten, onun yaptığı “ilerici” hamleleri alkışlamaktan kaçınan ama CHP’nin en küçük jestlerinden bile bir ümit yaratmaya çalışan “solcuları” eleştiren muhteşem bir yazı yazdı.
Yazısını ve analizlerindeki hakkaniyeti hayranlıkla okudum.
Sanırım bir tek “sözcükte” Oğur’un analizlerine itirazım var.
AKP’nin değişimini ve başarılarını görmeyip sürekli CHP’den bir şeyler bekleyenlerin “solcular”olduğu görüşünün tam gerçeğe oturmadığını düşünüyorum.
Marksist kökenden gelen gerçek solcuların çoğu AKP’nin demokratik adımlarını destekliyor.
AKP’ye kuşkuyla bakıp, CHP’den “bir şeyler yapmasını” bekleyenler “solcular” değil; bu beklentiyi besleyenler, karmaşık, kozmopolit, özgür “şehirli” yaşamın “taşralı” bir baskı altına alınacağından endişelenen ve şehrin özgürlüğünü rahatça kullanarak “şehirli bir hayat süren şehirliler”.
Ve, AKP’yi destekleyen “solcuların”, harcında “şehirlilik” bulunanları da, bütün desteklerine rağmen bazı olaylar karşısında “solcu olmayan şehirlilerin” yaşadığı irkilmeyi yaşıyorlar.
Bunu, çok yeni ve çok açık bir örnekle anlatmak mümkün.
Ankara’da polis, bir baro başkanının da eşiyle birlikte yemek yiyebildiği bir lokantayı bastı ve çocuklarıyla birlikte o lokantaya gelenlerin kimliklerini aldı, tutanaklar tuttu, orada yemek yiyen insanları huzursuz etti.
Orası bir pavyon, bir meyhane, berduş yatağı bir keşhane değildi.
Dünyanın her yanında “şehirlilerin” çocuklarıyla birlikte gittikleri, içki de içilen bir lokantaydı.
O lokantanın basılması için AKP yöneticileri mi emir verdi?
Böyle bir budalalık yapacaklarını hiç sanmıyorum.
Zaten Ankara Emniyet Müdürü de olayı kınadı.
Belki de AKP’yi zor durumda bırakmak isteyen, “şehirlilerin” zaten var olan endişelerini daha da alevlendirmeyi arzulayan “AKP karşıtı” birileri gerçekleştirdi bunu.
Bütün bunlar mümkün ama bir gerçek de açıkça karşımızda duruyor.
CHP iktidarında böyle bir baskın olmazdı.
CHP’nin ne siyasi ne iktisadi hiçbir projesinin olmamasına, darbeler karşısında sessiz kalmasına hatta 28 Şubat’ta ve 27 Nisan’da olduğu gibi bunları desteklemesine, Avrupa Birliği’ne mesafeli durmasına,“Kürt” bile diyememesine, büyük sorunları çözecek bir yeteneğe sahip olmamasına, 2010 yılında geçen yüzyılın tabularına esir kalmasına rağmen hâlâ “sahillerden” destek bulmasının en önemli nedenlerinden biri bu.
Flörte, kadın-erkek ilişkilerinde özgürlüğe, özel hayatın “özelliğine” önem veren “şehirliler”, CHP’nin ülkeyi bu zihniyetiyle ve bu kadrolarıyla yönetemeyeceğini bilmelerine rağmen CHP’ye oy veriyorlar.
CHP’ye oy verenlerin arasında “darbe” isteyenler, darbeden çıkar umanlar olabilir ama hepsi öyle değil, çoğunluğu, “lokantaların basılmayacağı” güvencesini CHP’de gördükleri için bu partiyi destekliyorlar.
Birçoğun asıl istediği, AKP’nin yapabildiklerini yapan ama iktidarında “lokanta basılmayacağı”garantisini de veren bir parti.
AKP çok demokratik adımlar atıyor ama AKP’nin içinde “kendine benzemeyene musallat olmaya teşne” taşralı bir damar var.
Bunlar, şehrin özgür ve azade hayatına duydukları kızgınlığı “din” kisvesi altına saklıyorlar.
CHP’nin bugün hâlâ var olabilmesinin nedeni, AKP’nin bu taşralı zafiyeti.
O “damarın”, ahlakı, insanın yaptığı “işte” değil, yaşama biçiminde arayan anlayışı.
Sadece kendi günahı ve sevabıyla değil, başkalarının günahı ve sevabıyla da fazlasıyla ilgili olan“müdahaleci” görüntüsü.
Kendisinin seyretmediği diziyi başkası da seyretmesin, kendisinin içmediğini başkası da içmesin, kendisinin giymediğini başkası da giymesin isteyen tutuculuğu.
AKP zeki ve yetenekli insanlar tarafından yönetiliyor, bunca zekâlarına ve yeteneklerine rağmen nasıl oluyor da “şehirlileri” kazanamıyorlar?
Bunun yöntemini bilmemeleri mümkün mü?
Biliyorlar ama yapamıyorlar, “şehirlilerin” çok istediği güvenceyi veremiyorlar, o “damar” o güvencenin verilmesine engel oluyor.
Tarihi boyunca kültür çatışması yaşayan Cumhuriyet’te “şehirliler” taşrayı haksızca ezdi, şimdi güçlenen “taşra” şehirlilerden intikamını alacağı bir zemin arıyor.
Şehirlilerin haksız hoyratlığına duyulan öfke, “şehirliliğe” duyulan öfkeye dönüşüyor.
Taşrayı ezmeden, şehirliliği de yok etmeden bir düzen kurulacak sonunda.
AKP ya da herhangi bir siyasi parti, taşrayı ve şehri ortak bir özgürlük anlayışıyla savunabildiği gün CHP biter, tarihe karışır.
O gün gelene kadar da Türkiye, CHP’nin gittikçe daha çok saçmalaşan kurultaylarını izlemeyi sürdürür gider.

ahmetaltan111@gmail.com


Ahmet Altan - Başbakan’ın anlamadığı

KUM SAATİ 19.12.2010

Galiba bizim başbakan bu gerçeği hiç anlayamayacak.
Şemdinli’den bu yana ne zaman askerle anlaşmaya kalksa muhtırayı alnının ortasına yiyor.
Nedense cesaretini toplaması için mutlaka askerin sert bir çıkış yapması gerekiyor.
Halkın kendisine verdiği iktidarı cesaretle koruyup halktan alkışı aldıktan sonra yeniden ruhunun o ürkek ve uzlaşmacı yanı ortaya çıkıyor, “anlaşabilir miyiz” diye orduyla dansa kalkıyor.
12 eylüldeki büyük referandum zaferinden sonra büyük bir güç ve destek kazanmışken kalktı gene askerle anlaştı.
Gelişmiş hiçbir ülkede eşi bulunmayan pespaye bir Sayıştay Yasası çıkardı.
Ordunun harcamalarını Sayıştay denetleyecekti ama bu “harcamaların gerekli olup olmadığını”soramayacaktı.
Bu harcamaları halka açıklamayacaktı, lojmanlara, dinlenme tesislerine, makam arabalarına kaç para gittiğini biz hiç bilemeyecektik, alınan silahların gerekli olup olmadığı konusunda hiçbir fikrimiz olmayacaktı.
Üstelik bu “gizliliğin” kurallarını oluşturma yetkisini de Genelkurmay’a verdi.
Bu, halkın parasını halka sormadan generallere bağışlamak anlamına geliyordu.

Taraf’tan başka hiçbir gazete bu rezaleti manşet yapmadı.

Başbakan’la yakın temas içinde olan “yandaş medya” Başbakan’ı üzmemek için sustu, hâlâ ihalelerin, kredilerin bol keseden gazete patronlarına dağıtıldığı 28 Şubat’ın hayalini kuran “malum medya” da orduyu sıkıntıya sokmamak için konuya arkasını döndü.
Bu yüzden, ülkenin büyük kısmı Sayıştay konusunda iktidarın orduyla birlikte nasıl bir fırıldak çevirdiğini hâlâ bilmiyor.
Erdoğan, Sayıştay konusunda orduyla anlaştı...
Ve, çoktandır susmuş olan Genelkurmay hiç de üstüne vazife olmayan “iki dillilik” konusunda saçma sapan bir muhtırayı hükümete dayadı.
Başbakan’ın anlamadığı da zaten bu, sivil hükümet ne zaman geri bir adım atarsa, ordu mutlaka vesayete doğru bir adım atar.
Erdoğan bu oyunu bin defa oynasın bin defa aynı sonucu alacak.
Üstelik, haddini bilmezliğin şahikalarında dolaşan generaller bu muhtırayı ne zaman veriyor?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “vatandaşlarımızın konuştuğu diller bizim dillerimizdir”dedikten hemen sonra.
Ne zaman veriyor?
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Meclis’teki konuşmasında büyük bir zekâ ve zarafetle “bildiğim tek Kürtçe cümle var” deyip “Allah razı olsun” sözünün Kürtçesini kürsüden söyleyip, Kürtçeyi Meclis kayıtlarına geçirerek, Kürt milletvekillerini Kürtçe meselesinde yalnızlıktan kurtardıktan hemen sonra.
Ne zaman veriyor?
Referandumda, “hükümete muhalefetle” “sisteme muhalefet” ayrımında hükümete muhalefeti seçip kendisini destekleyen demokratları büyük bir hayal kırıklığına uğratan Ümit Boyner’in, bütün demokratlarda “aileden birinin uzun bir seyahatten evine dönüşünün yaratacağı sevince benzer” bir sevinç yaratarak Güneydoğu’da Kürtçe “barış için, kardeşlik için, eşitlik için hepinize merhaba, Diyarbakır bizim de evimizdir” demesinden hemen sonra.
Genelkurmay, sadece halkın büyük çoğunluğunu değil Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan Yardımcısı’nı, TÜSİAD Başkanı’nı da karşısına alıp eleştiriyor.
Peki, neymiş Genelkurmay’ın derdi?
İki dilliliğe karşıymış.
Kardeşim bu ülke zaten iki dilli, havaalanlarında anonslar Türkçe ve İngilizce yapılıyor bu ülkede, büyük şehirlerdeki lokantalarda, otellerde menüler Türkçe ve İngilizce yazılıyor, birçok ortaokul ve üniversite İngilizce eğitim veriyor, birçok dükkânın, şirketin ismi İngilizce.
Biz zaten iki dilli bir hayat yaşıyoruz.
Burada yaşamayan Amerikalıların dilini çoktan hayatın içine sokmuşuz, burada yaşayan yirmi milyon Kürt’ün anadilini de havaalanlarında, lokantalarda, okullarda kullanır, Kürt köylerinin isimlerini Kürtçe yazarsak “üç dilli” olacağız.
İngilizceye sesleri çıkmıyor, kendi vatandaşlarının anadiline karşı muhtıra veriyorlar.
Köy isimlerini Kürtçe yazarsak ülke bölünürmüş, bu nedenden bölünecek ülke o isimleri Kürtçe yazmasan da bölünür.
Sen kendi halkının hakkını çiğneyerek ülkeyi “bütün” tutabileceğini mi sanıyorsun?
Eninde sonunda Kürtçeyi de Türkçeyle İngilizcenin yanına katacağız.
Niye katmayalım?
Generaller istemiyor diye mi?
Generaller bu işlerle uğraşacaklarına önce kendi karargâhlarında yazılan darbe planlarının, ardı ardına basılan karakollarının, basılan karakolun komutanına takılan madalyanın, Heronların hesabını versinler.
Üstlerine vazife olmayan işlere de karışmasınlar.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Muhalefet

KUM SAATİ 21.12.2010

Derin devlet ne demek?
Devletin içinde çalışan devlet görevlileri demek.
Ne yapıyor bu görevliler?
Suç işliyor.
Ne tür suçlar işliyorlar?
Katliam, suikast, işkence, uyuşturucu kaçakçılığı, mafyayla işbirliği, haraç...
Önceki günkü Poyrazköy kazılarında Profesör Bahriye Üçok’u öldüren bombanın benzeri bulundu.
Yirmi yıldır bu bombanın bir benzerine rastlanmamış.
Askerî olmaktan çok suikastlarda kullanılan, özel olarak üretilmiş bir bomba türü.
O bombanın saklandığı yerin krokisi Gölcük’teki askerî karargâhta yapılan araştırmalarda ele geçirildi.
O bombayı oraya saklayanlar askerler.
Daha önce bir suikastta kullanılmış, benzerine pek sık rastlanmayan, “bombalı kitap” türü düzeneklerde işe yarayan bir bombayı bazı askerler neden saklar?
Türkiye, darbe ortamlarına hep “esrarengiz” katliamlarla, cinayetlerle, suikastlarla sürüklendi.
Darbeyi gerçekleştirmek isteyen darbecilerin bu tür “kanlı” olaylara ihtiyaçları var.
Kendi elleriyle bir kaos yaratıp sonra da “kaosu” yatıştırmak için darbe yapıyorlar.

“Siviller bu kaosu önleyemediği için biz önleyeceğiz” diyorlar.

Neticede bütün bu bombaların, cinayetlerin, Maraş türü katliamların hedefi, “halk iradesini”siyasetten dışlamak, seçimsiz olarak işbaşına gelmek, silahın zorbalığıyla bir iktidar kurmak.
Sadece hükümetler değil bir bütün olarak “sivil siyaset” bu darbelerin yok etmek istediği hedef.
Bunları yapanlar yavaş yavaş yakalanıp yargıya havale ediliyor.
Şimdi size bir soru sorayım izninizle.
Siz, bizdeki muhalefet partilerinin bu gizli silahların, darbe planlarının peşine düştüğünü, hükümeti bunların suçlularını daha çabuk yakalaması için sıkıştırdığını gördünüz mü?
Bunu görmediğimiz gibi tam aksini gördük.
Ana muhalefet partisinin yeni genel başkanı konuşmalarında sık sık “Silivri’deki arkadaşlarına”selam söyledi.
Neden bir ana muhalefet partisi, darbe yolunu açacak hazırlıklara karşı çıkmaz da darbecilere sahip çıkar?
Neden sivil siyasetin değil de askerî darbenin yandaşı olmayı tercih eder?
Neden “halk iradesinin” değil de “silahın iradesinin” sözcüsü olur?
Sivil siyaset içinde iktidara gelmekten ümidini kestiği için herhalde.
Bugün CHP, bin bir ayak oyunuyla yenilenmeye, liderini ve yönetimini değiştirmeye uğraşıyor.
Bu lider değişimi ne işe yarayacak?
28 Şubat’a ve 27 Nisan’a sahip çıkan Deniz Baykal’ın yerine “sivil siyasetin” sözcüsü olan bir politikacı getirip halk iradesiyle barışmak için mi?
Eğer öyleyse neden yeni lider Kılıçdaroğlu, derin devletin suçlarıyla, Ergenekon’un yaptıklarıyla, darbe hazırlıklarıyla hesaplaşmıyor da aksine “Silivri’deki arkadaşlarına” sahip çıkıyor?
Ortada silahlar, belgeler, planlar, yazışmalar, konuşmalar yokmuş gibi “Silivri’deki arkadaşlarını”fikir suçluları gibi göstermeye çalışıyor?
Neden gerçekleri çarpıtıyor?
Eğer darbeleri ve Ergenekon’u desteklemekten vazgeçmeyeceklerse CHP’de lider değişiminin anlamı ne?
CHP’den ve Kılıçdaroğlu’ndan ümitlenmeye çalışan çok insan var.
Ben de doğrusu Kılıçdaroğlu “demokrasi” yolunda bir hareket yaratabilsin çok istiyorum.
Ama şu andaki duruma, CHP’nin darbeler, bulunan silahlar, suikastlar konusundaki tavrına baktıkça,“ittifakları” açıkça ortaya çıkan Baykal’ın yerine bir “makyaj malzemesi” olarak Kılıçdaroğlu’nun getirildiğini düşünüyorum.
Darbeye, Ergenekon’a sahip çıktıkları gerçeğini Kılıçdaroğlu’nun “yoksullar” türündeki çığlıklarının arkasına saklamaya çalışıyorlar sanki.
Türkiye’de muhalefetin gerçekliği ve samimiyeti, ancak “darbelere ve suikastlara” karşı çıkmasıyla,“derin devletten” ilişkilerini kopartmasıyla anlaşılır.
Kılıçdaroğlu’nda bunların işaretini gören biri varsa haber versin de biz de ümitlenelim.

ahmetaltan111@gmail.com

","sans-serif"; color:black'>Zorbalık çağı bitti.

“Kürt” demenin yasak olduğu günlerden “iki dilliliği” tartıştığımız bugünlere binlerce ölü vererek geldik, o ölümler olmadan da bunları tartışabilirdik.

Bundan sonrasını ölümsüz yürüyelim bari.
Öldürmek, hayatın gelişmesini, ilerlemesini engellemiyor.
Yalnızca çok kanlı ve ıstıraplı yapıyor hayatı.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - İki dil

KUM SAATİ 22.12.2010


Tam tarihini hatırlamıyorum ama 1990’ların başıydı.
Neşe Düzel’le birlikte yaptığımız televizyon programına Türkiye Birleşik Komünist Partisi Genel Sekreteri Nabi Yağcı’yı davet etmiştik.
Yağcı, programdan önce, “ben en aşağı bir kez Kürt demek zorundayım,” demişti.
Hiç “Kürt” sözcüğünü kullanmadan sorunları anlatması mümkün değildi çünkü.
Ama o zamanlar televizyonlarda “Kürt” sözcüğü söylenmiyordu, Kürt demek yasaktı, Kürt yokmuş gibi davranılıyordu.
Yağcı “Kürt” dedi, program da yayınlandı.
Biz, “Kürt” denemeyen günlerden bugünlere geldik.
Şimdi Kürtler kendi dillerinin “görünür” olmasını istiyorlar haklı olarak.
Yirmi milyon yakın insanın anadili olan bir dilin “yazılı” hale gelmemesi mümkün mü?
Hayatın gerçeklerine uygun mu bu?
Siz bugün “Kürt” sözcüğünü bir kere bile söylemenin neden “çok önemli” olduğunu büyük bir ihtimalle kavrayamıyorsunuz.
Ama bu ülke Kürtlere “Kürt” denemeyen günlerden geçti.
O zamanlar, “Kürt” denmesini yasaklamaya çalışanlar bugün Kürtçe yazılıp çizilmesine engel olmaya uğraşıyorlar.
Kürt sözcüğünü yasaklamak ne kadar anlamsızsa, Kürtçenin “görünür” olmasını engellemeye çalışmak da aynı derecede anlamsız.
Emin olun, on yıl sonra kimse “iki dil” meselesinin niye böyle tartışıldığını anlayamayacak.
Ne olur köy isimleri, sokak isimleri, mağaza isimleri Kürtçe olursa, mönülerde Kürtçe yazılırsa, meyvelerin, sebzelerin adları Kürtçe okunursa?
Hiçbir şey olmaz.
Milyonlarca insan zaten konuşuyor o dili.
Yazılı hale gelmesinden korkmanın âlemi mi var?
Aslında meseleyi kökünden tartışmak lazım bence.
Türk’le Kürt’ün farkı ne?
Neden Türklerin sahip olduğu haklara Kürtlerin de sahip olmasına karşı çıkılsın?
Türk anadilini konuşuyorsa, her yerde anadilinde yazılmış yazıları okuyorsa, Kürtler neden bu hakka sahip olmasın?
Buna hiçbir Türk mantıklı bir cevap veremez.
Mantık olmadığı zaman da işin içine “zorbalık” girer.

“Biz daha kalabalığız, sahip olduğumuz hakları onların da paylaşmasına, aynı haklara sahip olmasına izin vermeyiz” dersiniz.

Ben de size “buna gücünüz yetmez” derim.
Yeryüzünde, kendi kimliğinin, dilinin bilincinde olan yirmi milyon insanı sindirecek bir kudret yok.
Yirmi beş yıldır Kürtlerin haklarını vermemek için bir savaş sürdürülüyor.
Kırk bin insan öldü.
Ne oldu, savaş Kürtlere kimliklerini, dillerini unutturdu mu?
Unutturmadı, unutturmaz.
Bu ülkede ne Türkler Kürtlere, ne de Kürtler Türklere zorla bir şeyi kabul ettirebilir.
Silah, herkesin başını bugünkünden daha büyük belaya sokar.
Savaşta diretilirse Türkler de Kürtler de bugüne dek görmedikleri bir bedeli öderler.
Bunu istiyor musunuz gerçekten?
Aklı başında olan kimsenin böyle bir şeyi isteyeceğini sanmam.
Barış, kaçınılmaz bir mecburiyet, bin sene savaşsanız sonunda gene barışmak zorunda kalacaksınız, aynı yere daha geç, daha kanlı varmak mı amacınız?
Türkler, Kürtlerle eşit olmayı kabul etmek zorunda.

“Daha kalabalık olanın daha fazla hakka sahip olmasını” istemek akla da, vicdana da, adalete de aykırı.

Kürtler, kendi dillerini konuşacaklar, yazacaklar, çocuklarına öğretecekler.
Türklerin sahip olduğu her hakka sahip olacaklar.
Nasıl bir gelecek, nasıl bir ülke istediklerini söyleyecekler, bu ülkenin geleceğini belirlemekte Türkler kadar etkili olacaklar.
Bu ülkeyi Türklerle Kürtler birlikte kurdu, geleceğini de birlikte oluşturacaklar.
Birarada yaşamak istiyorsak eşit olacağız, ayrılmak istenirse birlikte karar vereceğiz.
Zorbalık çağı bitti.

“Kürt” demenin yasak olduğu günlerden “iki dilliliği” tartıştığımız bugünlere binlerce ölü vererek geldik, o ölümler olmadan da bunları tartışabilirdik.

Bundan sonrasını ölümsüz yürüyelim bari.
Öldürmek, hayatın gelişmesini, ilerlemesini engellemiyor.
Yalnızca çok kanlı ve ıstıraplı yapıyor hayatı.

ahmetaltan111@gmail.com