6 Ekim 2010 Çarşamba

Kılıçdaroğlu türbanı kafasında çözmüş

06 Ekim 2010

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, referandum kampanyası sırasında, “Türbanı biz çözeriz” deyince büyük merak uyandırmıştı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri üzerine, “Hemen yarın önerinizi getirin çözelim” yanıtını vermişti. Başbakan, Kılıçdaroğlu’nun sözlerinden, CHP’nin anayasa değişikliği ile türban sorununu çözmeyi düşündüğünü anlamıştı.

Kılıçdaroğlu’nun çözüm vaadinden sonra, “Nasıl çözeceksiniz” sorusuna verdiği yanıt ise, “Arkadaşlar üzerinde çalışıyorlar, henüz tamamlanmadı” olmuştu. CNN Türk’te Murat Yetkin’le birlikte yaptığımız Ankara Kulisi’ne konuk olan Kılıçdaroğlu’na bu konuyu hatırlatınca, CHP’nin bir anayasa değişikliği veya yasa düzenlemesi önerisinin bulunmadığı anlaşıldı. Kılıçdaroğlu, “anayasayla kıyafet düzenlenmez” diyerek böyle bir çalışmaya ihtiyaç olmadığını belirtti.



Zaten sorun yok

Biraz daha deşince CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun türban sorununu kafasında çoktan çözdüğü de anlaşıldı.

Kılıçdaroğlu’na göre CHP, kimsenin kıyafetiyle, başörtüsüyle, türbanıyla, başını bağlama biçimiyle ilgili değildi. Bu konuda özgürlükçü yaklaşımı benimsiyordu ve CHP liderine göre üniversitelerde zaten fiili olarak bu sorun çözülmüştü. Türbanlı öğrenciler engellenmiyordu, şikâyet konusu olmuyordu. Sorun kendiliğinden çözülmüştü.



CHP’nin tutumu

Kılıçdaroğlu, türban konusunda CHP’nin çizgisini tamamen değiştirmiş görünüyor. Türbanın Anayasa Mahkemesi kararıyla engellendiğini anımsattığımızda, “Anayasa’da veya YÖK Yasası’nda yasaklayıcı bir hüküm yok. Konu, Anayasa Mahkemesi’ne götürüldüğü için bu karar çıktı” değerlendirmesini yaptı. Bu yaklaşım Kılıçdaroğlu’nun bu yöndeki düzenlemeleri Anayasa Mahkemesi’ne götüren eski CHP çizgisini benimsemediğini, onaylamadığını gösteriyor.

CHP liderinin türban konusundaki bu tutumu, bu konuyu laiklik ilkesiyle ilişkili görmediğini de ortaya koyuyor.



Uygulamayı etkiler

CHP liderinin bu yaklaşımı üniversitelerdeki uygulamayı da etkileyecektir. Türban yasağını uygulayan üniversitelerde de değişiklik olabilir. Ana muhalefet partisinin itirazı olmadığına göre, türban serbestisinden yana olan YÖK ve bazı üniversite yönetimleri kısmen uyguladıkları serbestliği daha da genişleteceklerdir.

Böylece CHP, bir anayasal veya yasal düzenlemeyle değil, üniversitelerde kıyafet özgürlüğünü benimseyen tutumuyla iktidarın ve YÖK’ün fiilen bu sorunu çözmesine zemin hazırlamış oldu.



CHP içinde tartışma

Kuşku yok ki Kılıçdaroğlu’nun bu yaklaşımına CHP içinde karşı çıkacaklar olacaktır. CHP’nin başından beri laikliğe aykırı gördüğü ve Anayasa Mahkemesi kararı olduğu sürece bu serbestliğin tanınmayacağı yönündeki görüşünü savunanlar, muhalefet edeceklerdir. Kılıçdaroğlu, Prof. Dr. Necla Arat’ın, 1940’lar CHP’sinin verdiği tavizleri hatırlatması dışında büyük bir tartışma yaşanmadığını da söyledi. Buna karşın önümüzdeki dönemde bu konu CHP teşkilatı ve tabanında da tartışma konusu olabilir.

Eser KARAKAŞ - Anayasal yurttaşlık (2)

 ekarakas@stargazete.com

Araya zorunlu konular girmedikçe yeni Anayasa üzerine kişisel görüşlerimi, naçiz önerilerimi içerecek yedi-sekiz yazı yayınlamayı düşünüyorum.

Dünkü giriş yazımdan sonra bugün somut ve spesifik bir konuya ilişkin ilk yazımı yurttaşlık üzerine yayınlıyorum.

Yurttaşlık kavramının tümüyle hukuksal bir yapıya kavuşmasının çağdaş bir devlet yapılanması için şart olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

1982 Anayasası’nın 66. maddesi “Türk vatandaşlığı” başlığı altında bir düzenleme getiriyor.

Söz konusu maddenin (66) ilk paragrafı aynen şöyle: Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Bu ifadede “türk” sıfatının kavramsal düzeyde önemli sıkıntılar çıkardığı aşikar.

Kimi hukukçular bu maddenin tümüyle anayasal vatandaşlık kavramını içerdiğini iddia ediyorlar ama bu iddiayı çok ciddiye almak kolay değil zira “türk” sıfatı” nın bir etnik çağrışımı olmadığını söylemek mümkün değil.

Bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarında binlerce yıllık türk tarihinden söz et ama daha sonra 66. maddedeki türk sıfatının başka ve hukuki bir anlamı olduğunu iddia et, doğrusu pek inandırıcı değil.

Kıbrıs türkleri, Bulgaristan türkleri, Batı Trakya türkleri gibi bizim yurttaşımız olmayan ama türk soyundan gelen, en azından anadillleri türkçe olan insanlara türk de ve hemen sonra da türk kavramının hukuki vatandaşlık kavramı olduğunu iddia et, açıklanması kolay olmayan bir çelişkiler yumağının içine girersiniz.

Türk kavramının yurttaşlık sıfatı olarak benimsenmesinin anayasal vatandaşlık açısından tevili kolay değil.

Bu sıfatın, türk sıfatının Türkiyeli gibi zorlama bir başka sıfatla ikame edilmesi de çok anlamlı ve şık durmuyor.

Kanımca yapılması gereken son derece basit.

66. madde tümüyle anayasadan çıkarılacak, vatandaşlık konuları kanunla düzenlenecek ve VATANDAŞIN ANAYASAL BİR SIFATI OLMAYACAKTIR.

Türkiye Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes yurttaşımız olacaktır (zaten bu bir totoloji) ama bu yurttaşın anayasal, yasal bir sıfatı olmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları kendilerini türk, kürt, çerkez, arap, ermeni, rum, vs.olarak tanımlayabileceklerdir.

Bu devrimsel dönüşümü gerçekleştirir, yurttaşın sıfatını anayasal, yasal olarak tanımlama yanlışından kurtulur isek hem önemli bir hukuk adımı atmış, hem de kürt sorununun çözümünde büyük bir mesafe almış oluruz.

Çağdaş devletlerin büyük bir bölümünün anayasasında vatandaşın sıfatı tanımlanmamaktadır, buna da hiç gerek yoktur; “türk denir”, “türk itlak olunur” gibi ifadelerin büyük bir anlamı yoktur.

ANCAK, mesele burada bitmemelidir.

Bu anayasal düzeltmeyi yaptıktan sonra buram buram etnisite çağrıştıran başka kelimeleri de yasalardan, ders müfredatlarından, resmi söylemlerden çıkarmak gerekmektedir

Eser KARAKAŞ - Yeni Anayasada laiklik (3)

ekarakas@stargazete.com

Yeni Anayasaya yönelik yurttaş önerileri yazılarıma bugün de laiklik ekseni üzerinden devam ediyorum.

Aslında kendimi alamayıp Hürriyet gazetesinde dün çıkan bir beyaz türk yazısı üzerine bir şeyler yazmak bir an için aklımdan geçmedi değil ama pireye kızıp yorgan yakmak, düzenimi bozmak da istemedim; beyaz türk kavramı şayet birilerinin kafasında dışa açıklık, medeniyet, hoşgörü, daha nitelikli bir yaşam falan anlamına geliyorsa bu daha “medenilerin (!)” hala ve hala ninemin başörtüsü mü, türban mı aptallığına takılmış olmaları gerçekten bir komedi.

Gelelim konumuz olan laiklik meselesine.

İlkokul yurttaşlık derslerinden beri öğretilen “laikliğin din-devlet ilişkilerinin ayrışması olduğu” tanımı bu düzeyde doğru ama uygulamaya bakarsanız büyük bir kuyruklu yalan.

Salı ( 5 Ekim) günü Radikal gazetesinde Prof. Ahmet İnsel’in bu konuda yazdığı harika bir yazı var; umarım konuyla şu ya da bu biçimde ilgilenen herkes bu yazıyı okur, internetten indirir ve saklar.

Devletin laik yapısının tanımı öyle muz niyetine yenecek, herkesin istediği gibi tanımlayacağı bir şey olmamalı.

Benim laiklik konusuna objektif yaklaşmak için önerim kavramı bütçe üzerinden tanımlamaktır.

Laik devlet herhangi bir inanca yönelik bütçe kaynaklı para ayıramaz.

Bugün ise Diyanet İşleri Başkanlığı, muazzam bütçesi, yine muazzam büyük personeli ile devasa bir bürokratik birim olarak karşımızdadır.

İslam inancı ya da sünni islam inancı yanında başka inaçlara da eşit ölçüde ya da orantılı olarak bütçe kaynağı ayırmak da yanlıştır zira bu durumda da mutlaka ama mutlaka kapsam dışında kalan birileri olmaktadır.

Kimse kapsam dışında kalmasa bile laik bir devletin bütçe kaynaklı inanç harcaması yapması laikliğin alfabesine aykırıdır.

Türkiye ve özellikle kemalist gelenek ilginç sonuçlar üretmiştir; bir milletvekilinin TBMM’de yaptığı bir konuşmaya “besmele” ile başlaması laikliğe aykırı görülür ama kamu bütçesinden devasa kaynakların bir inanç için ayrılmasına ses çıkarılmaz.

Kemalist laiklik yorumunda Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun bir kontrol kurumu, tehlikeli addedilen inanç dünyasının gardiyanı olduğu malumdur ama bu gardiyana muhafazakar kesimlerin de biat etmesini anlamak gerçekten kolay değildir.

Türkiye günün birinde gerçekten laik bir devlete sahip olacak ise anayasal düzeyde yapılması gerekenler bellidir.

Mevcut Anayasa’nın 24. Maddesindeki “din ve ahlak eğitimi ve öğretimi devletin denetim ve gözetiminde yapılır” ibaresi mutlaka kaldırılmalı, din eğitim ve öğretimi sivil topluma bırakılmalıdır; bu süreçte evrensel olarak tanımlanmış kamu düzenine aykırı gelişmeler yaşanırsa devletin kolluk kuvvetleri ve yargısı da zaten bu işler için vardır.

Bir laik devlette kamu eğitm kurumlarında din ve ahlak derslerinin zorunlu olması düşünülemez; ancak sivil toplumun üreteceği din eğitimi üzerindeki yaş sınırlamaları da mutlaka kaldırılmalıdır.

1982 Anayasasının 136. Maddesinde ifadesini bulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) mevcut finansman biçimi muhtemel alternatiflerin en kötüsüdür; DİB ya tümüyle kaldırılmalı ya da finansmanı gönüllü bir yapıya kavuşturulmalıdır.

Bu arada, mesela benim yazdığım son paragrafın bir siyasal parti tarafından kullanılmasının parti kapatma nedeni sayılması (Siyasal Partiler Kanunu, madde 89) DİB’in, baskıcı devlet anlayışının en has kurumu olduğunun en bariz göstergesidir.

DİB’e kemalistlerin sahip çıkmasını anlıyorum da, gerçek dindarların bu gardiyan kurumu sahiplenmesini anlamakta çok zorlanıyorum.

Varın kararı siz verin - Şamil TAYYAR

 stayyar@stargazete.com


Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’in 32. Gün Programı’ndaki sözlerine ilişkin yaptığım değerlendirme, başımda onca iş varken başka bir tartışmanın fitilini ateşledi. Cevap aradığımız soru şu: Cihaner, başbakanı dinletti mi dinletmedi mi?

Son yazımda yer verdiğim gibi Cihaner’in şu sözünü hatırlayalım önce: “Başbakanın da içinde olduğu bu konuşmaları (basına) vermiş olsaydım, Türkiye’de siyasi kompozisyon değişir, yer yerinden oynardı.”

Cihaner, “Başbakanı nasıl dinledi?” başlıklı yazımın yayınlandığı pazartesi günü CNN Türk ekranına çıktı. Moderatör soruyor: “Başbakanı dinlettiniz mi? Dolaylı dinleme oldu mu?” Cihaner, “O söylenenlerden siz bu sonucu çıkarabiliyor musunuz?”sorusuyla cevap verince, moderatör bu kez, “Size soruyorum iddia çünkü sonuçta Şamil Tayyar’ın. Ben sadece kamuoyunun aydınlatılması açısından soruyorum” diyor.

Başsavcı, bu söylediklerinden başbakanın doğrudan veya dolaylı olarak dinlendiği sonucunu çıkarmanın mümkün olmadığını söylüyor.

Burada çok ince bir nüans var. Önce onu çözelim.

Cihaner’in bizzat İsmailağa cemaatiyle ilgili başlattığı soruşturmada Başbakan Erdoğan’ın dinlemeye takılan sözleri var, bu kesin bir defa. Onun için Cihaner, “Başbakanın da içinde olduğu bu konuşmaları basına vermiş olsaydım...” diyor. Ancak Cihaner, bu durumu doğrudan veya dolaylı dinleme olarak saymıyor.

Peki nedir gerçekte durum?

Yeni Şafak Gazetesi patronu Ahmet Albayrak, İsmailağa cemaati soruşturması kapsamında hakkında kuvvetli suç şüphesi bulunduğu gerekçesiyle dinleniyor, teknik takip sürerken Albayrak’ın Başbakan Erdoğan’la yaptığı görüşme kayda geçiyor.

Emine Erdoğan’ın Hanefi Avcı tarafından dinlendiği iddiasında olduğu gibi...

Avcı, Kanal 7 Ankara Temsilcisi Akif Beki ve AK Parti Adana Milletvekili Ömer Çelik’le aralarında geçen bir sohbete dayanarak son kitabında (sayfa 420) şöyle diyor: “Bir defasında başbakanın eşi Emine hanımın da dinlendiğini söylemişlerdi.”

Bu dinlemeyi çok sonra tesadüfen öğrendiğini anlatan Avcı devam ediyor: “Meğer KOM Dairesi’nin mahkeme kararı ile dinlendiği bir yeri Emine Hanım sıradan bir konu için aramış, bunu tespit eden polis amiri durumu başbakana taşımış...”

Yani, doğrudan veya dolaylı dinleme yok, tesadüfen takibe takılmış!

İster istemez Avcı’nın kitabındaki “Cemaat Operasyonu” başlıklı bölümü hatırladım. Avcı, hedef seçilecek kişilerin önce telefon detaylarının analiz edildiğini, görüştüğü gizli ve özel kişilerin belirlendiğini, gerekiyorsa eşleri, çocukları veya yakınlarının telefon görüşmelerinin aynı şekilde mercek altına alındığını söylüyordu.

Başka ifadeyle, dolaylı takip, bize yabancı gelse de istihbaratçılar için bildik uygulama. Tabi onlar “tesadüf” diyor.

Cihaner de mi aynı yönteme başvurdu bilmiyorum. Dün kendisini aradım. Uzun bir telefon görüşmesi yaptım. Medeni cesaretinden dolayı kutlarım, çoğu konuda ters düşsek de her soruma cevap verdi. 32. Gün’de olduğu gibi Başbakan Erdoğan’a ait bazı konuşmaların soruşturma dosyasında olduğunu kabul etti, ancak bu durumu “dinleme” olarak saymadı, bir şüphelinin takibi sırasında tesadüfen dinlemeye takıldığını söyledi. Yargılama safhası sürdüğü için dos

yanın ayrıntısına girmek istemediğini anlattı, soruşturma elinden alındığı esnada tüm dinleme kayıtlarını diğer belgelerle birlikte ilgili savcıya verdiğini söyledi.

Varın kararı siz verin: Başbakan dolaylı olarak dinletildi mi? Dosyaya eklenen görüşme tutanakları, “tesadüf” sayılmalı mı?

Nejdet Kılıç üzerinden kasıtlı olarak kendisinin dinlemeye alındığını söyleyen usta istihbaratçı Hanefi Avcı’nın sezgilerine güvenerek soruya cevap verirsek, Avcı sendromuna yakalanmış olur muyuz?

Mehmet ALTAN - Eşref Bitlis Cinayeti’ndeki askeri savcılar...

mehmetaltan@stargazete.com
JİTEM’in kurucusu Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i kendi yardımı sayesinde Cem Ersever ve ekibinin öldürdüğünü söyleyince konu yeniden alevlendi.

Üstelik sadece Eşref Bitlis’in değil, tüm ekibinin de suikaste kurban gittiği ortaya çıktı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, tüm bu gelişmelerle ilgili soruşturma başlattı ve Kara Kuvvetleri Askeri Savcılığı’nın baktığı dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’ndan istedi. Peki, acaba Eşref Bitlis’in ölümü ardından “askeri yargı” ne yaptı?

Dün oturup, onu araştırdım.

***

Ama... “Askeri Yargı ne yaptı” sorusunu daha iyi değerlendirmek için...

Dönemin Genel Sekreteri Yaşar Büyükanıt’ın, uçağının düşmesinden sadece iki saat sonra Genelkurmay Başkanlığı adına yaptığı açıklamada olayın kaza olduğunu söylediğini...

Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de “uçağa sabotaj yapılması mümkün değildir” açıklamasında bulunduğunu hatırlayalım.

Çünkü “askeri yargı” emir-komuta zincirine göre çalışır, çünkü askeri hâkim ve savcıların sicil amiri komutanlarıdır...

Ayrıca, Askeri Adalet İşleri Başkanlığı’nın genelgesi ile kanuna aykırı olarak askeri savcılar, komutanların soruşturma emri vermediği durumlarda soruşturma yapamıyorlar.

***

Dönemin yetkililerinin kazanın buzlanmadan kaynaklandığını açıklaması üzerine askeri yargı tarafından dosya kapatılmış ama...

Aynı uçakta ölen Yüzbaşı Tuğrul Sezginler’in ailesinin açtığı davada sivil mahkeme uçağın buzlanmadan düşmediği yönünde karar vermiş.

Bu çok önemli gelişme de “askeri yargı”da hiçbir reaksiyona yol açmamış.

Komutan “buzlanma” deyince, sivil mahkemenin bilirkişi raporlarıyla oluşturduğu karara sağır kalmışlar. Bu arada, istihbarat astsubayı Hüseyin Oğuz’un TBMM Susurluk Komisyonu’na verdiği ifadede, “Bitlis kesinlikle suikasta kurban gitti. C-4 ile öldürüldü. C-4 uçağa pilot elbisesi içinde sokuldu. Bursalı nöbetçi bir asker bunu gördü” demesi de...

Ordonat er Tahir Metin’in Komisyon’a verdiği ifadesinde: “Saat 19.30 civarında, dâhili kışlık kıyafetli ve pilot bereli, astsubay olduğunu tahmin ettiğim resmi bir şahıs, Havacılık Okulu’na doğru geçiyordu. ‘Dur’ ihtarında bulundum. Durdu, parolayı ve işareti sordum. Bildi, geçip gitti. Parolayı bildiği için ve üniformalı olduğu için içimde şüphe uyanmadı. Daha önce nöbet yerimizden yürüyerek geçen birini görmedim” demesi de pişkin sessizliği bozamamış. Askeri savcılıklar hep sessiz kalmış...

***

Eşref Bitlis Cinayet’indeki pişkin hukuksal sessizlik, Balyoz sanığı generaller terfi ettirilmeyince derhal yüksek tonda bir itiraza dönüşebiliyor. Nitekim Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, Balyoz sanığı generallerin Yüksek Askerî Şûra’da terfi ettirilmemesi kararının yürütmesini durdurdu. Dünyanın hiçbir ülkesinde Askeri Yüksek İdare Mahkemesi yok. Askeri Danıştay Türkiye’ye has bir hukuk skandalı...

Jandarma Genel Komutanı’nın cinayetine ait çok güçlü gelişmelere aldırmayan ama Balyoz sanıkları konusunda son derece cevval bir yapı.

***

Tabii doğrudan hükümeti eleştiriyorum...

Referanduma giderken Askeri Yargıtay ve Askeri Danıştay’ı neden kaldırmadınız?

Devlet memuru olan kuvvet komutanlarını Yüce Divan’da yargılamak gibi anlamsızlığı hangi hukuksal gerekçeyle anayasaya ilave ettiniz? Eşref Bitlis’in ölümündeki tavır ile Balyoz sanığı generallerin dünyada eşi menendi olmayan Askeri Danıştay tarafından hükümet iradesine karşı terfisi “askeri yargı” kurumunun ne olduğunu bir kez daha ispatlıyor.

Gerçek bir “hukuk devleti” olma yolunda “çift başlı yargıdan” kurtulmak için ne beklenir, neden tereddüt edilir, anlaşılır gibi değil...

Değişim daha “ilkeli” olsa, Türk halkının oylarıyla bu iki kurum da referandumda çoktan mülga edilmiş, Balyoz sanıkları “olmaması” gereken bir askeri kurum tarafından terfi ettirilmemişti... Bu ülkede siyasetçi neden işin gereğini, daha doğrusu evrensel hukukun söylediğini yapmaz ki, anlamadım gitti...

Mehmet ALTAN - 12 Eylül 28 Şubat’a karşı...

 mehmetaltan@stargazete.com
Haberdeki ilk iki cümleyi okudum:

“YÖK, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını fiilen geçersiz sayacak bir karara imza attı. Kurul, ‘her ne nedenle olursa olsun bir öğrenciyi sınıftan çıkaran suç işler’ dedi.”

Ve durdum. Ne olmuş?

YÖK, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını fiilen geçersiz sayacak bir karara imza atmış.

YÖK ne? 12 Eylül askeri darbesinden hemen sonra 6 Kasım 1981’de kurulan ve üniversiteleri tek bir merkezden idare edilen askeri kışlalara dönüştüren, antidemokratik zihniyeti ve uygulamalarıyla eğitimi niteliksizleştirmiş, anayasal bir kuruluş.

Ayrıca Türkiye’nin başına “türban sorununu” açan kurum.

“İleri demokrasi” isteyen herkesin ortadan kalkmasını canla başla isteyeceği bir askeri yapılanma. Tüm dünya üniversiteleri özerk bir şekilde “Bologna Kriterleri” öncülüğünde nitelik kazanırken, bizdekiler “merkezden” talimatla emeklemeye devam etmekte...

Esas işlevi üniversiteleri “tek tipleştirmek” olan ve demokratikleşmek için muhakkak biran önce kaldırılması gereken bir 12 Eylül müessesi, şimdi “başörtüsü yasağını” fiilen deliyormuş.

***

Peki, 12 Eylül rejiminin mirası olan YÖK’ün, hukuken kaldırılamayan ama pratik ve kurnaz bir kararla fiilen deldiği “başörtüsü yasağı” ne?

1982’de başlayan inişli çıkışlı tarihçesini bir yana bırakıp, “kalıcı sorun” haline dönüşmesine gelirsek...

28 Şubat “post-modern” askeri darbesinin Türkiye’nin başına sardığı kabul edilemez bir yasak. Askeri Cunta’nın bastırmasıyla, YÖK öncülüğünde, 15 Eylül 1997’de bir genelgeyle türbanlı öğrencilerin okullara alınmasının yasaklaması ve daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin bu genelge üzerinden türban konusunu kalıcı ve anayasal bir yasak haline getirmesi... YÖK de bir askeri darbe mirası, gene YÖK marifetiyle genç kızlarımıza hayatı zehir eden “türban yasağı” da öyle.

Şimdi, daha eski bir askeri darbe mirası olan YÖK, daha yeni olan bir diğer askeri darbe mirası yasağı “fiilen” deliyormuş...

Tam bir Türkiye klasiği...

***

12 Eylül’den bu yana otuz yıl geçti.

28 Şubat’tan bu yana da 13 yıl...

Demokratikleşmeyi hedef alan bir siyaset kurumu, otuz yılda bin kere 12 Eylül rejimini, YÖK’ü, 28 Şubat’ın “cami-kışla” zıtlaşması ekseninde getirdiği “temel hak ve özgürlüklerle” çelişen saçma sapan yasakları çoktan kaldırır, Türkiye’yi düze çıkarırdı.

***

Bizde öyle olmuyor... 12 Eylül rejimi duruyor. 28 Şubat da...

YÖK de duruyor, başörtüsü yasağı da...

Tümünü berhava etmek yerine, türban yasağını koyarak çocuklarımızın hayatını karartan YÖK, bu sefer fazla pratik bir yaklaşımla kendi yasağını delen kurnaz bir çözüm buluyor. Temel hak ve özgürlüklerin doğal bir parçası olan giyinme özgürlüğü sağlanamıyor ama hiç olmaz ise türbanlı öğrenciler kısmen ama geçici olarak rahat nefes alabilecek bir konuma geliyor. İşin garibi, buna seviniyoruz.

***

Tutarlı... İlkeli... Bütünsel ve AB standartlarında bir yaklaşım yerine... Dar, pratik, kısmi ve siyasi çözümleri yeğlemek Türkiye’yi kalıcı bir şekilde düze çıkarmaz. Her an belaya açık ve komik bir hale getirir...

***

12 Eylül rejiminin mirası YÖK’ün, 28 Şubat mirası türban yasağı ile ilgili genelgesi buna çok güzel bir örnek. Rejimi tümden demokratikleştirmek, YÖK’ü ve türban yasağını birlikte kaldırırken, tüm mağdurların sorunlarını topluca ve birlikte çözmek, kısacası mağdur yaratmayan bir cumhuriyet ve birbirini mağdur etmeyecek bir toplumun hukuksal ve zihinsel yapısını kurmak çok mu zor? Yahut siyasetin işine mi gelmiyor?

12 Eylül rejiminin araçlarıyla 28 Şubat yasaklarını pratik olarak çözmek doğrusu bana ağır geliyor... Geçici olarak nefeslenecekleri düşünsem bile, başörtülü kızlarımız için sevinemiyorum bile...

Ahmet Altan - Avrupa

KUM SAATİ 05.10.2010



Eğer CHP, başörtülü kızların saçlarının “ne kadarı görünmeli” saçmalığına harcadığı enerjinin yarısını Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda harcasaydı, hükümeti perişan ederdi.

Ama nerede öyle bir muhalefet?

Mehmet Altan yıllardır yazıyor, dün de Radikal Erdal Güven’in yazısını manşet yapmıştı.

Türkiye, beş yıl önce büyük bir sevinçle Avrupa Birliği’ne adaylığını üyeliğe çevirmek için “müzakerelere” başladı.

Müzakere edilecek 35 konu vardı.

Her bir konu açılacak, müzakere edilecek, Türkiye bu konularda Avrupa standardına ulaşmasını sağlayacak düzenlemeleri yapınca da o “konu” kapanacaktı.

Biz bu 35 konudan sadece on üç tanesini müzakere etmeye başlamışız.

Sadece bir tanesini sonuçlandırmışız.

Bizimle aynı tarihlerde müzakerelere başlayan Hırvatistan ise 35 konudan yirmi ikisini müzakere etmiş, gereğini yapmış ve sonuca bağlamış.

Bizim bu kadar geride kalmamızda Avrupalıların da payı var.

Kıbrıs konusundaki anlaşmazlıklar yüzünden sekiz konu müzakereye açılamıyor, beş konuya ise Türkiye’nin üyeliğine karşı olan ülkeler ambargo koymuşlar.

On üç konu tartışılamıyor, dosyaları açılamıyor.

Tartışılması gereken konuları da biz tartışmak için bir istek göstermiyoruz.

Şimdi Avrupalıların gerek Kıbrıs konusunda, gerekse aramızdaki anlaşmalar nedeniyle hakkımız olan “üyelik” konusunda dürüstçe davranmadıkları, kendi sözlerini çiğnemeye razı oldukları bir gerçek.

Ama başka bir gerçek daha var.

O da, biz AB üyesi olsak da olmasak da bu 35 konuda yapılacak değişikliklerin bu ülkede yaşayan insanların lehine olması.

De ki Avrupa bizi üyeliğe kabul etmeyecek, biz kendi çıkarımıza olan değişiklikleri yapmayacak mıyız?

Bu ülkenin iktidarı ve muhalefeti, bu ülkenin yararına olan gelişmeleri gerçekleştirmeyi bir politika haline getirmeyecek mi?

Muhalefet partileri, Avrupa standartlarında bir demokrasiden ürktükleri için Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olmasına sıcak bakmıyorlar.

Muhalefet politikacılarına ve muhalefetin medyasına baktığınızda hepsinde aynı “diktatörlükten korkuyoruz” çığlıklarına rastlıyorsunuz ama “diktatörlükten” korkan bu insanlar Avrupa’nın “demokrasisinden” de korkuyorlar.

Onun için muhalefet AKP’yi Avrupa konusunda sıkıştırmıyor.

Hâlbuki AKP’nin belki de en zayıf noktası AB üyeliği.

Çünkü AKP, Avrupa standartlarını kabul etmenin kendi siyasi gücünü zedeleyeceğinden korkuyor ve ayak sürüyor.

Avrupa standartları insanların daha iyi yaşaması için “kurallar” getiriyor ama bu kuralları uygulamaya koyduğunuzda, disipline girecek birçok sektör hükümete kızacak, iktidar da onları kızdırmak istemiyor.

Peki, “kural dışı işler” yapan sektörleri kızdırmaktan korkan iktidar, sürekli o sektörler tarafından kazıklanan halkın kızgınlığından niye korkmuyor?

Çünkü halk kazıklandığını bilmiyor.

Kimse de ona nasıl kazıklandığını anlatmıyor.

Bütün her şeyi bir yana bırakın, sadece “gıda” konusunda hükümetin neler yapmadığına bakın.

Türkiye, bu konuda gerekenleri yapsa, halk bakterili et yemeyecek, zehirlenmeyecek, hamileler çocuklarını düşürmeyecek.

Ama halk, bakterili et yediğini bilmiyor, zehirlendiğini bilmiyor, hamilelerin çocuklarını bu yüzden kaybettiğini bilmiyor.

Medya onlara bu gerçekleri anlatmıyor, muhalefet de bu gerçekleri anlatmıyor.

İktidar da, “zehirlendiğini bilmeyen halkın zehirlenmesini önleyeceğim diye et ürünlerini imal edenleri niye kızdırayım” diyor, “nasıl olsa zehirlendiğini bilmeyen halkın benden temiz gıda talebi yok.”

Muhalefet “demokrasiden” korktuğu için, iktidar da “oy kaybetmek” istemediği için birlikte “halkın zehirlenmesine” göz yumuyorlar ve Avrupa standartlarının buraya gelmesi için çaba göstermiyorlar.

AB’nin “standartları” burada yaşayan halk için yararlı.

Halkı düşünen bir siyasi parti olsa o standartları gerçekleştirmek için çabalar.

Ama bunun için halkı uyaran bir medya ve hakkını talep eden bir halk gerekiyor tabii.

Halkın sesi çıkmadığı sürece buranın politikacıları o insanların zehirlenmesine ses çıkarmaz çünkü.

O yüzden de “müzakere dosyaları” bir türlü açılmıyor işte.

Ahmet Altan - Avcı ve Ergenekon

Doğrusu ya, Hanefi Avcı’nın niye böyle bir kitap yazdığını, mesleki çekişmelerden mi, özel hayatından mı, bilmediğimiz başka bağlantılardan mı yoksa samimi endişelerden mi kaynaklandığını bilmiyorum.

Ali Bayramoğlu’nun önceki gün Neşe Düzel’e söylediği gibi “dürüst” bir adam olduğu, Susurluk’un ortaya çıkarılmasında önemli rol oynadığı biliniyor.

Ama Avcı netice itibariyle bir istihbaratçı ve istihbaratla samimiyet pek elele giden kavramlar değil.

Hele böylesine ortalığı karıştıracak bir kitap bir istihbaratçı tarafından yazılıyorsa, bunun arkasında bir hesap olduğunu tahmin etmek çok zor olmaz.

O hesabın ne olduğunu da ancak işin içindekiler bilir.

Alper Görmüş’ün dün yazdığı gibi kitabın iki ayrı bölümünde iki ayrı Ergenekon tarifi var.

Birbirleriyle tümüyle zıt tarifler bunlar.

Aynı kitabın içinde bu kadar “görüş” farkı olması, insanın aklına “iki ayrı yazar” fikrini getiriyor haliyle.

Acaba söylentiler doğru mu, birinci bölümünü Avcı, ikinci bölümünü başkası mı yazdı diye düşünüyorsunuz.

Gene de bütün bunların hiçbirinin doğru cevabını şu anda bilmiyoruz.

Benim açımdan bütün bunlardan daha ilginç olanı Hanefi Avcı’nın, Dink cinayetinde, Danıştay cinayetinde “derin devleti” aklamak için şaşırtıcı bir çabaya girişmesi.

Neden Dink cinayetini “üç beş çocuğun” üstüne yıkmaya çalıştığı çok kurcalanacak.

Avcı, kitabının ikinci bölümünde Ergenekon’u da “önemsiz” göstermeye uğraşıyor.

Ergenekon’un üstüne gidenler ise Fethullahçı damgası yiyor kitapta.

En çok dikkatimi de bu çekti.

Çünkü bu yaygın bir propaganda, çok sık söyleniyor.

“Aslında Ergenekon yok, Fethullahçılar orduyu yıpratmak için Ergenekon’u kullanıyor” görüşü sık sık tekrarlanıyor.

Ergenekon diye bir şey olmadığını, Danıştay cinayetini çözerek, Dink cinayetinin arka planını ortaya çıkartarak, darbe planlarının kimler tarafından hazırlandığını ortaya koyarak, topraklardan çıkan silahları oraya kimin gömdüğünü belirleyerek kanıtlayamıyorlar.

Bunları ortaya çıkardıkça Ergenekon da ortaya çıkıyor çünkü.

Silahların, suikastların, darbe planlarının “maksatlı biri tarafından uydurulduğunu” söylemek zorundalar.

Bu kadar büyük işleri yapabilecek bir derin devlet var bu ülkede.

O zaman “derin devlet” kadar güçlü başka bir “güç” icat etmek gerekiyor.

O güç de Fethullahçılar.

Kim Ergenekon’un üstüne gitse Fethullahçı damgası yiyor.

Ergenekon’u koruyabilmek için ellerindeki tek “propaganda malzemesi” bu.

Ergenekon yok, Fethullahçılar var.

Balyoz’u Fethullahçılar yazdı, darbe planlarını Fethullahçılar yaptı, Dink cinayetini Fethullahçılar abarttı, Danıştay cinayetini Fethullahçılar bir örgüte bağladı, silahları Fethullahçılar gömdü, Kafes planını Fethullahçılar yazdı, Koç müzesindeki denizaltına bombayı Fethullahçılar koydu.

Bu ülkede bir devlet, bir derin devlet var, ordu var, jandarma var, istihbarat var, medya var, neden bunca güç, bu suçların Fethullahçılar tarafından işlendiğini kanıtlayacak tek bir belge bile çıkartmıyor?

Neden hep devletin içindeki Ergenekoncular planlarıyla birlikte yakalanıyor da, onlara “suç attığı söylenen” Fethullahçılar yakalanmıyor?

Ya Fethullahçılar çok akıllı ve güçlü, devlet, ordu, istihbarat, polis, yargı, medya çok aptal ve güçsüz...

Ya da bu teoriyi destekleyenler tamamen uyduruyorlar.

Hangisi?

Bu ülkede Fethullahçılar olmasaydı Ergenekon diye bir şey olmayacak mıydı?

6-7 Eylül’ü, Kahraman Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Susurluk’u da Fethullahçılar mı uydurdu, 1993’teki cinayetleri Fethullahçılar mı işledi?

Onlar neydi? Onları kim yaptı?

Fethullahçıların “çok tehlikeli” olduğunu söyleyenlerin samimiyetine ancak Ergenekon’un “varlığını ve yarattığı tehlikeyi” kabul ettiklerinde inanırım.

Aksi takdirde onların bir “çeteyi” aklamak için bir cemaatin imajını kullandıklarını düşünürüm.

Avcı için de aynı şeyi düşünüyorum doğrusu.



ahmetaltan111@gmail.com

5 Ekim 2010 Salı

Tartışmaya dair...

aliseydi abi sen 26 eylülde güzel bir yazı yazmışsın agzına sağlık ama bende bir konuya deyinmek istiyorum abi evet önce türkülerimizi çaldılar sonra koltuğumuzu az bi zaman sonrada asimileye zorlanacağımız günlerde yakınır. (1)hani bizim kendini solcu demokrat diye adlandırılanlar varya 12 eylül intikamı alamaya çalışanlar evet dedilerya onlar bombanın fünyesini çektiler haberleri yok(Referandumda “evet” diyen ve kendini solcu ve demokrat diyenlerin, aşağıda da ifade ettiğiniz gibi: “bunlar gaflet ve delalet içinde” olduklarını söylüyorsunuz. ).ama son bir şans yani genel seçimler ha keza o seçimdede farklı birşey olamayacak ama dedimya son bir şans son bir umut .birşey daha kürt türk alevi sünni laz çerkez bu vatan için kurtuluş savaşında beraber savaşmadılarmı . (2)ama bunlar emperyalizmin oyunları,bu oyunlar TÜRKÜYE CUMHURİYETİ gibi büyük bir devleti kimsenin oyunları yıkamazlar yıkamayacaklar(Bu cümleden anladığım, içerdeki sorunların kaynağının dıiarıdan kaynaklandığını söylüyorsunuz. ) ama bir şey daha var bunlar gaflet ve delalet içinde devlet işte (3)burda cumhuriyetin bekçileri hüviyetinde T.C yazan herkese görev düşmektedir(Yazdıklarınızın en önemli cümlesi yada zurnanın zırt dediği nokta burası.).abi tekrar teşekkür eder yazılarının devamını beklerim.
                                                    ***

(3)burda cumhuriyetin bekçileri hüviyetinde T.C yazan herkese görev düşmektedir(Yazdıklarınızın en önemli cümlesi yada zurnanın zırt dediği nokta burası.)






Cumhuriyet tanımı, farklı farklı yapılıyor. Önce altını çizerek belirtmek istiyorum: Bizim Cumhuriyetimiz, bundan bütün sistem kastediliyorsa burada, kısmi hakların ve hukukun olduğu, devlet ile yurttaş arasındaki ilişkide devletin yetkilerinin ve yurttaşın görev ve hizmetlerinin, bireyin temel insan hak ve hürriyetleri karşısında öncelikli olduğu otoriter bir yapılanmadır. Yani çağdaş demokrasilerin gerisinde bir sistemdir.






İsmi bir kısım solcu da alerji yarattığı için belirtmiyorum ve sizin “gaflet ve dalalet içinde” dediğiniz ‘evet’ demiş yazarlardan biri:”Burası sarayı olmayan bir tür padişahlıktır,”der. Ankara’da bir parlamento ve içinde milletvekili olarak anılan görevliler var; fakat parlamento halka vaat ettikleri yasaları çıkaramıyor ve demokratik açılımları gerçekleştiremiyor ve milletvekilleri(siyasi partiler kanununun gereği) halkın, oyunu aldıkları çevrenin değil, parti genel başkanlarının vekili olmak zorunda kalıyor.







Sayısız örnek verilebilir, bir tanesi: Sivas / Madımak Katliamı… Ankara’da bulan bir parlamento ve hükümet var; fakat 6-7 saat infial halinde kalabalık dağıtılamıyor ve sonunda katliam için önü açılıyor. Hükümetin gücü bu kalabalığın dağıtılmasına yetmiyor. Hükümetten daha güçlü bir hükümet, görünmeyen bir padişah ve mütevelli heyetinin eğemem olduğu bir güç, sistem var bu ülkede.




Bunlar Cumhuriyetin bekçileri olduğunu iddiası ile “demokratik, laik ve dünya ölçeğinde bir hukuka” sahip olmayan sistemin muhafazası için nice insan hakları ihlalleri yapıtladır. Bu gibi nedenlerden dolayı bende “Cumhuriyetin Bekçileri” ibaresine ihtiyatla yaklaşıyorum.




Cumhuriyeti, medeni dünyanın kabul ettiği standartlarda demokratlaştırmak, laikleştirmek ve hukuk devleti haline getirilmesinden bahsedenleri, “bu bekçiler”: bölücülükle, irticacılıkla ve vatan hainliği ile suçlayarak statükoyu muhafaza etmeye çalışıyorlar… yani, damardan giriyorlar…




Cumhuriyetin Bekçileri, şu örnekten dolayı beni de suçlayabilirler. Segin Tanrıkulu, Diyarbakır Barosu Başkanıdır.




“SEZGİN TANRIKULU: 24 Eylül 1996’da, Diyarbakır’da yakın tarihin en büyük katliamı yapıldı. Bugün bu katliamın 15’inci yılı. Tam 15 yıl önce, Diyarbakır Cezaevi’nde 33 tutuklu, yüzlerce asker ve polis tarafından cezaevinin bir koridorunda demir parmaklıklar arasında vahşice sıkıştırıldı ve on kişi öldü, 23 kişi ağır yaralandı. Bu dava hâlâ sonuçlandırılmadı. “ Devamını görmek için tıklayınız…




Bu davayı Avukat AİHM’sine götürüyor ve AİHM’de Türkiye’yi yaklaşık 800,00 EURO tazminata mahkûm ediyor. Bu tazminatlar Genel Bütçeden karşılanıyor, yani senin benim vergimle. Ben bu tür cinayetlerin taraftarı değil, hatta bu gibi olayları kınıyorum ve benim vergilerimle, Devletin bu yanlış tutumunun bedelinin ödenmesini onaylamıyorum ve ben ‘medeni dünyada’ Cumhuriyetimizin AİHM’sinde Rusya’dan sonra ikinci olarak insan hakları ihlali yapılan, hatta devletin karıştığı insan hakları ihlalleri ile anılmasını istemiyorum ve bu duruma üzülüyorum.




Ben asıl böylesi bir sistemi savunmanın kimilerince “Cumhuriyet Bekçiliği” olarak algılanmasını “gaflet ve delalet” olarak görüyorum.(Tabii, siz böylesiniz demiyorum.)


Yazılarımı okuyanlar çekingen bir dil kullandığımı fark ederler. Çünkü aynı zamanda düşünce özgürlüğünün de oldukça kısıtlı olduğu bir ülke burası. Taraf Gazetesi, Kadıköy Adliyesinde bir günde 44 düşünce suçundan ifade verdi. Star gazetesi yazarı Şamil TAYYAR’ın 50 ay kesinleşmiş cezası var ve aynı zamanda 100 yıla yakın özgürlüğü kısıtlayıcı mahkûmiyet istenen çeşitli yazılarından dolayı davası devam etmekte.




İşte bu yüzden işi biraz yavaştan alıyor, “ben değil o diyor,” şeklinde bir dil kullanmaya özende gösteriyorum…





Not: Her düşünce suçuna mahkemeler 24 aydan kısa sureli mahkûmiyet veriyor. 24 Aydan kısa süreli mahkûmiyetler ise kimi zaman para cezasına çevriliyor, kimi zamansa suç 5 yıl içinde tekrar edilirse, bu kararın uygulanacağı sözlü olarak hâkim tarafından sanığa okunuyor ve yazılı gerekçeli karar açıklanmıyor.






Yazılı gerekçeli karar açıklanmadığı sürece de sanık, Yargıtay’a ve AİHM’sine baş vuramıyor.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Eser KARAKAŞ - Anadilde eğitim müfredat meselesidir

ekarakas@stargazete.com
Anadilde eğitim meselesi gerçekten karmaşık bir konu.

Yazımın hemen başında her yurttaşın kendi anadilinde eğitim görme hakkının temel bir hak olduğunu teslim etmem lazım.

Bu temel hakkı teslim ettikten sonra da başka tartışmalara girmek lazım.

Yazılı ve görsel basından konuya ilişkin tartışmaları yakından izlemeye gayret ediyorum.

Türkiye’de sadece kürtler değil, anadilleri türkçe olmayan başka kesimler de anadilde eğitm görme haklarını bir temel hak olarak dile getirmeye başladılar.

Anadili türkçe olan kişiler arasında da bu temel hakkı teslim eden kişilerin sayısı her geçen gün artıyor.

Ama artık bu anadilde eğitim meselesinin NASIL yapılacağının da detaylı bir biçimde tartışılması gerekiyor.

Görebildiğim kadarıyla henüz ortada daha böyle bir çaba, hazırlık, planlama, anlamlı bir görüş pek yok.

Tartışmalar sadece “anadilde eğitim bir temel haktır” düzeyinde kalırsa ilerleme sağlamak pek kolay görünmüyor.

Tartışmanın bu aşamasında çok sevdiğim formülü bu kez de anadilde eğitim için kullanmak gerekebilir: “Anadilde eğitim sadece anadilde eğitim demek değildir”.

Bunu derken asla meseleyi bölünme gibi saçma sapan paranoyalara taşımak istemiyorum.

Muradım, anadilde eğitim meselesinin başta tevhid-i tedrisat olmak üzere başka konuları da kaçınılmaz olarak toplumun gündemine getireceği meselesidir.

Anadilde eğitim sadece “Ali topu Ayşe’ye at” fişini kürtçe ya da arapça yazmak değildir.

Hatta “Ali topu Rojin’e at” fişini kürtçe söylemek de pek değildir.

Anadilde eğitim bugünkü müfredatı tümüyle kürtçeye, arapçaya çevirip kürt, arap çocuklara vermek ise karşımıza dağ gibi sorunlar çıkacak demektir.

Kürt çocukları sabahları “Varlığım türk varlığına armağan olsun”u kürtçe mi söyleyecekler?

Arap çocuklara “Araplar bizi I. Dünya Harbinde arkadan vurdular”ı arapça mı öğreteceğiz?

Kürtçe eğitim yapılan okullarda türklerin Orta Asya’dan göç haritaları sınıflara kürtçe mi asılacak?

Aklıma gelmiş iken şunu da bir düşünelim derim: 2010 Türkiye’sinde artık sınıflara türkçe, kürtçe Orta Asya’dan göç haritaları asmak yerine AB haritaları assak daha iyi bir iş yapmış, çocukları daha anlamlı hedeflere yönlendirmiş olmaz mıyız?

Mesele bir üçgenin iç açılarının toplamının yüz seksen derece olduğunun farklı dillerde öğretilmesi meselesini çok aşmaktadır.

Temel mesele zaten senelerdir sırıtan, çağdışı kaldığı konusunda akl-selim sahibi herkesin üzerinde mutabık olduğu müfredatı değiştirmek, çağdaşlaştırmak meselesidir.

Müfredatı buram buram etnisite kokan yaklaşımlardan arındırmak, anayasal vatandaşlık kavramının ruhunu müfredata geçirebilmek meselesidir.

“Son Osmanlı padişahları tembel, zevk ve sefa düşkünü, egoist oldukları için Osmanlı İmparatorluğu parçalandı” safsatasını, saçmalığını tarih derslerinde çocuklara türkçe okutsan ne olur, kürtçe okutsan ne olur?

Hatta bu saçmalıkları kürt çocukları dil zorluğu nedeniyle daha az anlayabiliyorlar ve içselleştiremiyorlar ise, “ne mutlu kürdüm diyene”.

Eser KARAKAŞ - Yeni Anayasayı konuşalım (1)

 ekarakas@stargazete.com


Olağanüstü bir gelişme olmaz ise ilk genel seçimlerin rengi üç aşağı, beş yukarı belli.

Kanımca, bu sene ve önümüzdeki sene ülkemizin temel tartışma konusu yeni Anayasa olacak.

Bu süreçte herkesin, gazetecilerin, sadece hukukçuların değil tüm öğretim üyelerinin, baroların, sendikaların, tüm sivil toplum kurumlarının, siyasal partilerin yeni Anayasaya yönelik önerilerini hiç otosansüre uğratmadan toplumla paylaşmalarında büyük fayda var.

Bendenizin de öncelikle bir yurttaş olarak, daha sonra da bir öğretim üyesi, bir gazete yazarı olarak yeni Anayasa konusunda bazı SOMUT önerilerim var ve önümüzdeki günlerde bu somut önerilerimi okurlarla, ilgilenen herkesle paylaşmak arzusundayım.

Bu konuda bir şey söylemek isteyen herkesin meramını somut anlatmasında, somut öneriler getirmesinde sayısız fayda görüyorum.

“Anayasa devleti bireye karşı değil de bireyi devlete karşı korumalı” demek doğru, anlamlı bir ifade ama bu doğrunun nasıl yaşama geçeceği konusunda da SOMUT öneriler lazım.

Önümüzdeki dönemde Türkiye mutlaka çok radikal bir anayasal dönüşüm gerçekleştirmek zorunda.

“Gerçekleştiriyormuş” gibi yaparak durumu idare etmek artık imkansız.

Önümüzdeki anayasa reformuna başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi sorunsalının damgasını vurabilme ihtimalini de bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum.

Kimse, bendenizin başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçiş meselesine soğuk baktığımı da zannetmesin.

ANCAK, şayet anayasada yurttaş-devlet ilişkileri, din-devlet ilişkileri, sivil-asker ilişkileri, resmi ideolojinin tanımı ve konumu bugünkü gibi kalacak ise başkanlık ya da yarı başkanlık sistemlerine geçsek ne olur, geçmesek ne olur.

İlk bakışta akılma gelen yedi temel konu var; bu konularda belirli bir mesafe alınabildikten sonra yönetim biçiminin nasıl olacağı sorusunun anlamlı olacağını düşünüyorum.

1-Yurttaşlık konusu-Madde 66

2-Din-devlet ilişkileri-Madde 136

3-Sivil-asker ilişkileri-Madde 117 ve diğerleri

4-Resmi ideoloji-Dibace ve aşağı yukarı her yer ve başka temel kanunlar

5-Anayasa yorumcularını (mesela Anayasa Mahkemesi) anayasa maddelerinin yorumunda temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların ruhunu temel almalarının asğlanması.

6-Anayasal iktisat- Bütçe açıklarının milli gelire oranına anayasal tavan getirilmesi.

7-Toprak bütünlüğü ilkesine sadık kalarak (üniter devlet demek değildir) Anayasanın yedinci maddesinde gerekli değişiklikleri yapmak (TBMM’nin yasama-vergi salma tekeli) ve yerel seçilmiş meclislere mesela yerel vergiler konusunda yetki vermek.

Bendeniz bu yedi dönüşümü daha demokratik, daha etkin, daha adem-i merkeziyetçi bir devlet yapılanması için olmaz ise olmaz görenlerdenim.

Bu konuları tek tek önümüzdeki günlerde detaylı bir biçimde tartışmaya açmaya gayret edeceğim.

Anayasa yapma sürecinde AB sürecinin, getirdikleri ve getireceklerinin de temel alınması şart.

Mehmet ALTAN - Bugün de o noktadayım

 mehmetaltan@stargazete.com

“Kervan yürüyor. 1987’de Turgut Özal döneminde ‘tam üyelik’ başvurusunu yapan Ali Bozer’in Fransızca açıklamaları daha dün gibi kulağımda... Özal’ın AB sürecini ‘uzun ince bir yol’ diye tanımlaması da...

1995’te Türkiye’yi ‘rekabet üreten’ bir ülke haline getiren ve derinden dönüştüren ‘Gümrük Birliği’ anlaşmasının hayatımıza girişi...

1999’da Helsinki’de ‘aday üye’ ilan edilmemiz... 17 Aralık 2004’te alınan ‘müzakerelerin’ başlama kararı...

Ve haftaya bugün, tam üyelik ‘müzakerelerinin’ başlayacak olması... Sürecin muhaliflerinin yalan dolanlarına, engellemelerine rağmen hayat gitmesi gereken yönde gidiyor.

‘Olmaz, almazlar, etmezler’ yalanlarına rağmen geniş bir zaman dilimini gözeterek sakin bir şekilde geçmişe bakarsanız, işlerin kendi rayında yürüdüğünü görüyorsunuz.

Hayatı okuyamayanlara, siyasal çıkarlar nedeniyle yalan söylemekten çekinmeyenlere anında bir yaptırım yok belki... Ama hayat, zamanın akışına direnenleri her zaman tasfiye eder. Türk insanının zenginleşmesini ve özgürleşmesini sağlayan bu sürece bugüne kadar çomak sokmak isteyen herkes, çok da uzak olmayan bir dönemde hayatın gerçekleriyle çeliştikleri için silinip gidecekler.

Aslında sorulması gereken soru şu: ‘AB süreci olmasaydı, Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları nelerden yoksun kalacaktı?’

Bunun ayrıntılı bir cevabı, değişimin de hacimli bilançosunu veriyor.

Türkiye, 1622’deki Genç Osman döneminden beri reform yapmaya çabalar durur. Bu gayret hiçbir zaman ‘üretim biçimini’ değiştirmeyi kapsamadığı için de kalıcı olmaz. 3 Ekim Türkiye’yi tamamıyla AB güvencesi içine almakla kalmayacak, 1622’den hatta Bizans’tan bu yana gerçekleştirilemeyen ‘üretim biçimi’ dönüşümünü sağlayacak. Değişimin toplumsal iskeletini oluşturacak.

Reform yapamayan, değişemeyen, ilerleyemeyen felçli yapı tuz buz olacak.

3 Ekim’i bürokratik bir tarih sananlar yanılmasın. 1995’teki Gümrük Birliği’ni kâğıt üzerinde yapılan bir antlaşma olarak yorumlayanlar bugün yanıldıklarını görüyorlar. Çünkü Gümrük Birliği rekabet üreterek, sanayinin yapısını dönüştürerek, ihracat yapısını farklılaştırarak, değer üretmekte yetersiz kalanları tasfiye ederek yüksek şiddetli bir deprem yarattı. Bunu hâlâ okuyamayanların yaşam güçlükleri ise gitgide çoğalmakta...

Gümrük Birliği’nin böylesine ciddi bir dönüşüme uğrattığı Türkiye’yi müzakere süreci hangi noktaya taşıyacak varın siz düşünün.

3 Ekim, Tanzimat’tan da, modernleşme çabalarından da çok daha köklü, demokratik, çoğulcu ve toplumu kapsayan bir dönem açacak. Tabii ki bunun çilesine, sıkıntısına, zahmetine kırılmadan, küsmeden, darılmadan sabırla katlanmamız halinde...”

***

Yukarıdaki yazıyı beş yıl önce Türkiye-AB arasındaki tam üyelik müzakerelerinin başladığı 3 Ekim günü için yazmıştım...

Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin 20. yıldönümü olan bugün de o noktadayım.

Reform süreci ilk baştaki hızıyla devam etse, bugün tam üyelik noktasına kıl payı kalmıştı.

Neyse ki önceki gün cumhurbaşkanın TBMM’de yaptığı şu tespitler çok önemli:

“Burada, kendi yapacaklarımıza odaklanmak istiyorum. Bu süreçte karamsarlık ve yılgınlığa düşmeden yolumuza devam etmeli, ülkemiz ve milletimizin hayrına olan tüm reformları gerçekleştirmeliyiz. Sizlere tavsiyem, AB katılım süreci çerçevesinde öncelikli çıkarılması gereken yasaları, diğer yasa çalışmalarından ayrılarak daha süratli bir şekilde elbirliği ile Meclisten geçirilmesinin yollarının bulunmasıdır. Bugüne kadar yaptığımız pek çok reformun ülkemize nasıl bir dinamizm ve avantaj sağladığını en iyi sizler bilmektesiniz

Mehmet ALTAN - “İlk oy”...

mehmetaltan@stargazete.com
Dün, Doğu ile Batı Almanya’nın birleşmesinin 20. yıldönümüydü. Berlin Duvarı’nın yıkılıp Almanya’nın yeniden birleşmesi, iki kutuplu dünyayı da yıktı, tek kutuplu “küreselleşmenin” ivmesini de fişekledi.

Şimdi yerküre mecburen aynı istikamete koşuyor.

Dünya sadece yenilenmiyor, nüfusu da gençleşiyor galiba...

Nitekim Almanların yüzde 20’si 1990 sonrasında doğduğu için Almanya’nın iki ayrı devlete ayrıldığı dönemi yaşamadı.

Hatta öyle ki herhangi bir sınıfta öğretmen, şimdi bir nevi müze haline dönüşmüş olan Berlin Duvarı’nı kim gidip gördü diye sorunca, sınıfın ancak yarısı parmak kaldırıyor.

Ve daha da ilginci, Berlin Duvarı’nın çöktüğü, dünyada “barış” galip geldiği için “ordular dönemi” bitiyor. Örneğin, Almanya da “zorunlu askerliği” kaldırdı. Böyle giderse, sonunda zorunlu askerlik bir tek Türkiye’de kalacak.

***

Geçen günkü “zorunlu askerliğe hayır partisi” adlı yazıma çok büyük destek geldi.

O yazıda II. Abdülhamit döneminde Prusya Ordusu’nun örnek alındığını...

Bunun fiili uygulayıcısının da II. Abdülhamit döneminde askerî okullar müfettişi yapılan ve daha sonra da Çanakkale Savaşları’nı yöneterek en eğitimli, en seçkin sivil kadroları heba ettiren Alman Von der Goltz olduğunu...

Orduyu Alman devlet ideolojisine göre şekillendirmeye başladığını...

Osmanlı askerî bürokrasisi için 1908’den itibaren ordu-millet yaratmanın felsefesini oluşturduğunu...

Cumhuriyetin kurucu kadrolarının da “ordu-millet” felsefesini aynen benimsediğini...

Demokrasilerde ordu “devletin” parçası iken bizde Prusya tipi rejimin kendi propagandasını “ordu, milletin parçası” diyerek yaptığını ve yapmaya devam ettiğini... Ve Prusya Devleti’nin göçüp gitmesine rağmen zihniyetinin Ankara’da hala yaşadığını anlatıyordum.

Prusya modelinin tümüyle tasfiye edilerek rejimin demokratikleşmesi için “mecburi askerliğin” tedavülden kalkması gerektiğini söyleyip, AB standartlarının bu konuda da ölçü alınması önerisini seslendiriyordum. Ayrıca bu adımın toplumda çok büyük bir desteği olduğunu da vurguluyordum. Yazıya gelen destek bunu da bir kez daha doğrulamakta...

***

Seçimler yaklaşırken “Bedelli Askerlik Partisi” kurmak... Halka acilen “profesyonel ordu” sözü vermek de, bu desteğin siyasetçi açısından anlaşılmasını sağlamayı amaçlayan hipotetik bir öneriydi. İlk “oy” İshak Alaton’dan geldi:

“Sevgili oğlum Mehmet, benim doğum yılım 1927. Babanla yaşıtım. Yine de kurduracağın Z.A.H. Partisi’ne oyumu veririm.

HAYDİ!

Kolları sıva, partiyi kurdur... İki dış olayı kısaca hatırla...

1. Mogens Glistrup isminde bir Danimarkalı, sıfırdan bir parti kurdu ve bir sene sonraki seçimlerde yüzde on üç oy aldı. Partinin bir tek mesajı vardı. Orduyu bir tek kişiye indirmek. Bu tek kişi, Rusça bilecek ve TV programcısı olacaktı. Görevi de bir tek idi.

Sovyet Rusya kuvvetleri (1960-70’li yıllardı) sınıra dayandığında, TV ve radyodan Rusça ‘biz teslim oluyoruz’ mesajı yayınlayacaktı.

Yüzde on üç oy fena değil...

2. Costa Rica, orta Amerika Cumhuriyeti. 1950’li yıllarda ordusunu lağvetti. O zamandan beri sadece polis kuvvetleri ile yaşar. Ordu yoktur. Askeri harcamalar eğitime gider.

Costa Rica, İspanyolca ‘zengin sahil’ demek. Zenginliğin sebebi belli: Silahlara para harcamıyorlar... Sevgilerimle,

İshak Alaton”

***

Bugün Almanya’nın yeniden birleşmesinin 21. yılına adım attığımız ilk gün.

Bizde ise Prusya Rejimi ve onun en temel ideolojik gücü olan “zorunlu askerlik” sürüyor.

“Zorunlu askerliğe hayır partisi” mantığını benimseyen ve bu köhnemiş rejimi demokratikleştirecek irade aranıyor...

Desteği binlerce okurdan, “ilk oyu” ise İshak Alaton’dan geldi bile.

Neşe Düzel - Sezgin Tanrıkulu: ‘Ölmeselerdi özgürlerdi’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 25.09.2010



“15 yıl önce Diyarbakır Cezaevi’nde 33 tutuklu, yüzlerce asker ve polis tarafından bir koridorda demir parmaklıklar arasında vahşice sıkıştırıldı ve on kişi öldü.”



“Askerlerin ve polislerin her birine beşer yıl ceza verildi. Rahşan Affı nedeniyle bir gün bile hapse girmeyeceklerdi. Ancak Yargıtay bu kararı bozdu. Dava hâlâ sürüyor.”



“AİHM, ‘Cezaevinde koruman altındaki bu savunmasız insanları hem öldürmüşsün hem de ölümlerini soruşturmamışsın’ diyerek Türkiye’yi iki defa mahkûm etti.”

* * *

NEDEN SEZGİN TANRIKULU

Kürt sorunun barışçı yoldan çözümünün neden ‘acil ve şart’ olduğu, her geçen gün ortaya saçılan ‘kanlı ve pis’ gerçeklerle daha da iyi anlaşılıyor. 12 Eylül Anayasası’nın halkoyuyla değiştirilmesine niye karşı çıkıldığı da tabii iyice açığa çıkıyor. ‘Bu anayasa defalarca değiştirildi’ demelerine bakmayın, referandumla bu anayasanın ilk kez ruhuna dokunuldu. Yoksa bu ülkede 12 Eylül düzeni otuz yıldır sürdürüldü. Bunun en net kanıtı da, işkence ve infazlarıyla 12 Eylül darbe döneminin simgesi haline gelen Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar… Öyle ki, Diyarbakır zindanlarındaki işkenceler ve infazlar 12 Eylül darbe dönemiyle sınırlı kalmadı. Darbeden 16 yıl sonra da aynı cezaevinde gencecik insanlar katledildi. Türkiye’de hâla davası süren bu olayı avukat Sezgin Tanrıkulu AİHM’e götürdü ve Türkiye 800 bin avro tazminata mahkûm oldu. Dün bu katliamın 15’inci yılıydı. Bu davanın avukatı olan Diyarbakır Barosu eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile konuştuk. Bizim yargı Diyarbakır cezaevini unutturmak istese de, Diyarbakır yaşadıklarını unutmuyor. Diyarbakır’da cumartesi ve Pazar günü, 12 Eylül 1980 darbesinin otuzuncu yılı nedeniyle paneller yapılacak ve Diyarbakır Cezaevi’nin gerçekleriyle yüzleşilecek. Canlı tanıklar, bu zindanlarda otuz yıldır gördükleri işkenceleri ve katliamları anlatacak. Böylece resmi tarihe, AİHM kararlarının yanı sıra, sözlü tarihle de cevap verilecek.

* * *



NEŞE DÜZEL: Siz, avukat olarak çok önemli işler yapıyorsunuz. Son olarak da, Diyarbakır Cezaevi’nde öldürülen on mahkûmla ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gittiniz. Dava konusu tam olarak neydi?

SEZGİN TANRIKULU: 24 Eylül 1996’da, Diyarbakır’da yakın tarihin en büyük katliamı yapıldı. Bugün bu katliamın 15’inci yılı. Tam 15 yıl önce, Diyarbakır Cezaevi’nde 33 tutuklu, yüzlerce asker ve polis tarafından cezaevinin bir koridorunda demir parmaklıklar arasında vahşice sıkıştırıldı ve on kişi öldü, 23 kişi ağır yaralandı. Bu dava hâlâ sonuçlandırılmadı.



Nasıl? Ne demek sonuçlandırılmadı? Dava hâlâ sürüyor mu?

Evet, aradan on dört yıl geçti, dava hâlâ sürüyor. Ben on dört yıldır, bu davanın her duruşmasına girdim. Moraliniz bozulacak ama bozulsun... Evet bozulsun... İnsanlar nasıl öldürülmüşler gözlerinizle görün. Bunlar, öldürülen gençlerin otopsileri sırasında çekilmiş fotoğrafları. Vücutlarına bakın... Ellerine bakın... Kafalarına bakın... Boyunlarına bakın...



Aman Allahım... Bir insan bedeni nasıl böyle paramparça edilebilir. Bir katliam bu.

Evet. Bir koğuşun katledilmesi bu. Sağ kalanlar anlattı... O kısacık ve daracık koridorda, duvarın dibinde dizlerinin üstüne çökmüşler. Başlarını ellerinin arasına alarak kendilerini korumaya çalışmışlar. Ellerine bakın... Böyle eller siz hiç gördünüz mü?



Ben bu fotoğrafları okurlara anlatamam...

Sopalarla, çivilerle bu hale getirmişler bu insanları. Biliyor musunuz, onların hiçbiri hükümlü değildi. Çoğu örgüt üyeliğinden tutukluydu, 169’dan yargılanıyorlardı... Yaşasalardı çoktan tahliye olmuşlardı.



Sizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdüğünüz davanın konusu tam neydi?

O gün, 33 kişilik bu koğuşun görüşmesi vardı. Diğer koğuştan leğen istiyorlar. Başgardiyan “konuşmayın” diyor. Bunlar, “biz bir şey yapmadık, leğen istedik” diyorlar. Siz bana nasıl karşı çıkarsınız diye başgardiyanla bir tartışma yaşanıyor. Gardiyanlar, tartışma sırasında koridorun iki tarafındaki demir parmaklıkları kapatıyorlar ve bütün koğuşu daracık koridorun o kapatılan kısmında iki saat tutuyorlar. Bunlar, kapatıldıkları koridorda, görüşmecileriyle görüşmeye gitmeyi beklerken, cezaevi yönetimi, “bunlar isyan etti” diye Adalet Bakanlığı’na düzmece bir yazı yazıyor ve bunlar için sevk kararı çıkartıyor.



Sonra ne oluyor?

Cezaevinin diğer bölümündeki tutuklu ve hükümlüler durumu anlayıp olayı protesto etmeye başlıyorlar. Cezaevi idaresi de, bunları sevk etmek için polisten ve jandarmadan yardım istiyor. Bunlar gitmek istemiyorlar. Ve, gelen ekip tarafından öldürülüyorlar. Düşünün... Bunlar, anne babalarıyla, yakınlarıyla görüşmek için koğuştan çıkmışlar. Ellerinde hiçbir şey yok. Neyle isyan edecekler? Bu davada 70 polis ve jandarma yargılandı. ‘İsyan’ dedikleri olayda bir tanesinin bile burnu kanamamıştı. O sırada Şevket Kazan Adalet Bakanı’ydı.



Adalet Bakanı olarak ne yaptı?

Olayın ertesi günü Diyarbakır’a geldi. Yaralı polis ve askerleri görmek istedi. Bir kişi bile gösteremediler, çünkü yaralı tek bir polis ve asker yoktu. Zaten sonradan da askerî hastaneden ‘gerçeğe uygun olmayan raporlar’ aldılar. Şevket Kazan’a sorabilirsiniz. Hiçbir adalet bakanı ilgilenmedi bu davayla.



Yargılama nasıl sonuçlandı peki?

Askerlerin ve polislerin her birine beşer yıl ceza verdiler. Çıkarılan Rahşan Affı nedeniyle bir gün bile hapse girmeyeceklerdi ama Yargıtay bu kararı bile bozdu. İşte bu dava hâlâ sürüyor.



Dava on dört yıldır niye sürüyor?

Sürüyor, çünkü işkenceyle vahşice öldürülen bu çocuklar bir siyasal ve etnik kimliğe sahip oldukları için, Türkiye’de yargıçlar bu davayı bitirmek istemediler. Bu insanlar örgüt üyeliğinden yargılanıyorlardı ve ceza almayacakları da belliydi. Nitekim katliam sırasında ağır yaralanan 23 kişiden bir bölümü beraat etti. Bir bölümü de tahliye olduktan sonra yurtdışına kaçtı. Bu davanın on beşinci yılına girdik. On dört yılda on adalet bakanı, belki yüz hâkim değiştirdi bu dava. Yargıçlar, polisi ve askeri korudular.



AİHM’e ne zaman başvurdunuz?

2004’te davayı, sekiz ölen yakını ve 11 yaralı adına AİHM’e taşıdım. Dava altı yıl sürdü ve geçen mayısta sonuçlandı, AİHM, Türkiye’yi hem de iki kez mahkûm etti. Söz konusu kararda AİHM, ‘bu dava bitme aşamasına geldiği halde, senin yargıçlarının bu davayı bitirme niyetleri yok. Sen, cezaevinde koruman altındaki bu savunmasız insanları hem öldürmüşsün hem de ölümlerini soruşturmamışsın’ diyerek, Türkiye’yi yaşam hakkını ihlal etmekten iki defa mahkûm etti. Mağdur yakınlarına 800 bin avroya yakın tazminat ödenmesine karar verdi.



AİHM’in mahkûmiyet kararının Türkiye’deki uygulaması nasıl olacak?

Türkiye bu karardan sonra, yargıda, işkencecileri koruyan, onları yargılamayan, aksine onlara hoşgörüyle yaklaşan zihniyetten uzaklaşmak için tedbirler almak zorunda kalacak. Bizim yargıçlar bu fotoğrafları gördüler. Davanın dosyasında duruyor bu fotoğraflar. Bu davayı sonuçlandırmamak, yargıç vicdanıyla bağdaşmaz. Zaten Yargıtay Savcısı da 2006’da bu fotoğrafları gördükten sonra, “toplum vicdanının hiçbir zaman onarılamayacağı tarzda vahşice ve canavarca bir hisle meydana gelmiş bir eylem” dedi ve polislere ve askerlere daha ağır ceza verilmesini istedi. Ama savcıya rağmen Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, beş yıllık cüzi cezayı bile bozdu. Zaten Türkiye bölünecekse, yargının bu zihniyeti ve adaletsizlik duygusu yüzünden de bölünecek. Lütfen gidin, Diyarbakır Adliyesi’nde bir araştırma yapın.



Araştırma yapılırsa ne çıkacak ortaya?

Sadece siyasi suçlarda değil adlî suçlarda bile Türkiye’nin Batı’sına göre farklı cezalar veriliyor mahkemelerde. Hırsızlık suçu her yerde aynı kasıtla işlenir. Ama gelin görün ki, Diyarbakır’da verilen cezayla Samsun’da verilen ceza yüzde yüz farklıdır. Çünkü Yargıçlar tarafsız değiller. Kendilerini taraf olarak görüyorlar. 1990 kuşağı bunlar!



1990 kuşağı yargıçlar diğerlerinden farklı mı oluyor?

Bu çocuklar öyle bir ortamda büyüdüler ki, zihinsel olarak şekillendiler. Yargıç olsalar da, kendilerini taraf olarak görüyorlar. Şimdi Türkiye’nin AİHM’in 800 bin avroluk tazminat kararından sonra yapması gereken şu. Bu tazminat, bu davayı on dört yıldır bitirmeyen savcı ve yargıçlardan tahsil edilmeli!



Yasalar buna müsait mi?

Tabii müsait. Çünkü AB’ye uyum yasaları çıkarılırken, Devlet Memurları Yasası’nda bu konuda bir değişiklik yapıldı ama hiç uygulanmadı. Artık uygulanmalı! Türkiye, kendi memurlarının, yargıç ve savcılarının hatası yüzünden bugüne dek bizim vergilerimizden milyarlarca avro tazminat ödedi. Bu davada sorumluluk kimdeyse müfettişler saptasın ve 800 bin avro sorumlu olan savcı ve yargıçlardan tahsil edilsin! Hukuk sistemindeki perişanlığa böyle son verilebilir. Hem biliyor musunuz AİHM’e giden bu davanın adı ne?



Ne?

Perişan Türkiye davası! Biliyorsunuz... AİHM’e giden davaların dosyaları, başvuran mağdurun soyadıyla anılıyor. Bu davanın dosyasında da başvuru listesinin ilk sırasındaki mağdurun soyadı Perişan’dı. Dolayısıyla AİHM, bu davaya “Perişan Türkiye Dosyası” dedi. AİHM kararının adı da “Perişan Türkiye” oldu. Türkiye’de devletin perişanlığı, bir mahkeme kararının adına da yansıdı. 25 yıllık bu çatışma, bu savaş işte bizi bu hale getirdi!..

Neşe Düzel - Ali Bayramoğlu: ‘Cemaat şeffaflaşmalı, tartışılmalı’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 04.10.2010



“Hanefi Avcı’yı silahlı sol örgütle bağlantısı var diye suçlayamazsın. Ona, ‘ilişki üçgenleri’ üzerinden suçlamalar yapamazsın. O zaman vicdanı olan herkes kalkar, “ne oluyoruz” der.”



“Türkiye’de büyük bir değişim süreci ve kavgası yaşanıyor. Avcı’nın merceğinde ise sırf cemaat var. Önemli olan, değişimi görmek ve cemaate indirgememek. Bu kavga, cemaatle sınırlı değil.”



“Fethullah Hoca cemaati, hakikaten günlük modern hayatımızın parçası bir olmak istiyorsa, üstündeki şaibeyi kaldırmak zorunda. Bunun için de şeffaf olmak ve kendisini tartışmaya açmak zorunda.”

* * *

NEDEN ALİ BAYRAMOĞLU

Türkiye çok büyük bir değişimden geçiyor. Bu büyük değişimin sarsıntısı da, kavgası da, hesaplaşması da değişimin kendisi gibi çok büyük ve gürültülü oluyor. Hanefi Avcı olayı da gittikçe yayılıyor ve bütün toplumun ilgisini çekiyor. Çok dürüst bir polis olarak tanınan Hanefi Avcı, silahlı bir sol örgüte yardım etmekle suçlanıyor ve hapse atılıyor. Ama aynı Avcı, bu suçlamadan hemen önce bir kitap yayımlıyor ve devletin ve polisin içindeki cemaat örgütlenmesine dikkat çekiyor. Fethullah Gülen hareketinin polisi ele geçirdiğini söylüyor. Avcı’nın başına gelenler kitap yazdığı için mi başına geldi? Yoksa bunların başına geleceğini bildiği için mi Avcı kitap yazdı? Hanefi Avcı, başka bir nedenden dolayı kurban seçilmiş, o da kendini kurtarmak için bu kitabı yazmış olabilir mi? Avcı bir haksızlığa uğradı mı ya da uğruyor mu? Yılların istihbaratçısı Hanefi Avcı kamuoyunu etkileyeceğini bile bile, neden referandumdan önce böyle bir kitap yayımladı? Susurluk olayının ve JİTEM’in ortaya çıkmasında, 28 Şubat’ta Genelkurmay’daki yasadışı olayların kamuya yansımasında önemli bir payı olan Avcı, şimdi neden Balyoz, Danıştay baskını ve Hrant Dink cinayetini basit birer olaymış gibi gösteriyor? Dink cinayetinin hepimizin açıkça gördüğü karanlık noktalarını onun gibi çok tecrübeli bir polisin görmemesi mümkün mü? Avcı, eskiden beri polis içindeki “Fethullahçı” dediği yapıdan rahatsız mıydı yoksa bu rahatsızlık yeni mi ortaya çıktı? Avcı’nın, Emniyet içindeki yapılardan rahatsızlığı ne zaman başladı? Polisin içinde bizim bildiğimizden daha büyük bir kavga mı sürüyor? Bütün bu soruların cevaplarını, Hanefi Avcı’yı Susurluk döneminden beri yakından tanıyan ve Hanefi Avcı olayıyla ilgili Yeni Şafak’ta yazdığı yazılarla büyük ilgi çeken siyaset sosyologu ve gazeteci yazar Ali Bayramoğlu’yla konuştuk.

* * *

NEŞE DÜZEL: Hanefi Avcı olayı gittikçe büyüyerek bütün toplumun ilgisini çeken bir olaya dönüştü. Hanefi Avcı’yı siz uzun yıllardan beri tanıyorsunuz. Sizce neden referandumdan önce böyle bir kitap yayımladı?

ALİ BAYRAMOĞLU: Hepimizin kendimize sorduğu ilk soru bu oldu. Kitabın içeriğinden ve kitapta iddia edilenlerden çok, kitabın zamanlaması son derece rahatsız ediciydi. Çünkü kitaptaki iddiaları okuduğunda, kitabın, bugün Türkiye’de yaşanmakta olan bir süreci etkileme niyetiyle çıkarıldığı fikrine sahip oluyordun. Kitap, “Devlet içinde bir cemaat var. Bu cemaat yargının ve polisin içinde sizin sandığınızdan çok daha örgütlü. Bu yapı, insanlar hakkında suç ve delil üretecek kadar aktif bir hale geçti” diyordu. Hanefi Avcı hakikaten, cemaatin aşırı büyüdüğüne ve büyük tehlike olduğuna inandı ve büyük bir mücadeleye karar verdi.



Kitabın referandumdan hemen önce yayımlanması bir tesadüf mü?

Avcı duyurmak istediklerini kendisi açısından en doğru zamanda duyurdu. Zira referandum, bu kitaptaki iddiaların toplum tarafından en fazla algılanacağı bir dönemdi. Ama tabii bir de kitabın objektif sonuçları oldu. Hanefi Avcı, bu kitapla, “Türkiye’de değişim yok. Türkiye karanlığa gidiyor” tezlerinin arkasında duruyordu. Dolayısıyla referandumda “Hayır”a destek veriyor, “Evet”i anlamsız kılıyordu.



Kitabın kamuoyunda yarattığı objektif sonuçlar, Hanefi Avcı’dan bağımsız olabilir mi? Yılların istihbaratçısı Avcı, kitabının kamuoyunda yaratacağı bu etkiyi hesaplamamış olabilir mi?

Onun gibi deneyimli bir istihbaratçının, Susurluk hadisesini yaşamış birinin bu kitabın etkisini bilmemesi tabii ki mümkün değil. Avcı’nın iddiaları bana zayıf geldi. Ben kitabın birinci bölümünü zaten biliyordum. Kendisini Susurluk günlerinde tanıdım. Başına çok şey geldi. Susurluk’la ilgili açıklamaları yüzünden açığa alındı, hapse girdi, sonra kızakta bir göreve getirildi. O günlerde İstanbul’a çok sık gelir giderdi. Bir gazeteci arkadaşımızın evinde kalırdı ve bu kitabı yazardı. Biz de onu yazmaya teşvik ederdik...



Tam ne zaman yazmaya başladı kitabı?

1997-98 döneminde başladı. Mesela bana Cem Ersever’in öldürülmesi hadisesini, Bebek’te bir kahvede anlatmıştı, küçük dilimi yutuyordum.



Size anlattıklarının hepsi kitapta var mı?

O anlattıklarının bazıları kitapta yok. Şimdi bunların ne olduğunu ona atfen söylemek de çok manalı değil. Kitabın birinci bölümü, onun meslek öyküsü ve Susurluk dönemidir. Birinci bölümüyle devletle ilgili çok şey anlatan değerli bir kitap bu. Cemaatle ilgili olan ikinci bölüme gelince... O bölümde, kendisinin dinlenme hikâyesini ve Emniyet’te yakın çalışma arkadaşlarının görevden alınma hikâyelerini anlatıyor. Ama bütün bunları cemaatin bir operasyonu olarak anlatıyor. Ve bunları onların açısından, onların ağzından yani ikinci ağızdan anlatıyor. İddialar büyük. Burada insan biraz daha kanıt istiyor.



Kanıt yok mu?

Yok. Kitapta, Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili bir bölüm var ki... Hrant dosyası benim çok iyi bildiğim bir dosya, çünkü o benim davam, ben o davada müdahilim. Okurken şaşırdım. “Olaylar böyle değil” dedim. Kitaptaki yanlışlıklar ve eksikler, delil yokluğu kocaman bir şüphe uyandırıyor. O zaman tabii, “kitapta anlatılan diğer olaylar da Hrant’la ilgili anlatılan olaylar gibi mi? Hanefi Avcı gibi biri böyle bir zayıflığı kitapta nasıl üretir” diye soruyorsun.



Bu sorulara cevabınız nedir?

Birincisi Hanefi Avcı abartıyor, ikincisi yanılıyor. Ama şu var. Avcı, başta da dediğim gibi, kitabını referandumdan önce yayımladı. Çünkü ya duyurmak istediği şeyi en etkileyici zamanda duyurmak istedi. Ya da kendisini korumak istedi. Çünkü Avcı’nın yazdıklarını ve sonraki davranışlarını birleştirince...



Evet... Birleştirince ne ortaya çıkıyor?

Şu ortaya çıkıyor: Avcı, Emniyet içindeki bir polis grubunun kendisini tehlike olarak gördüğünü iddia ediyor. Bugün hapiste olan Emin Arslan, uyuşturucu şebekesiyle ilişkili olduğu iddiasıyla Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı görevinden alınınca, Hanefi Avcı çok ilginç bir çıkış yapmıştı. “Ben ona kefilim. Ben yaparım o, yapmaz” demişti. Kitabında, “karşı taraf benim bu çıkışımı bir meydan okuma olarak anladı ve benim ipimi o zaman çekmeye karar verdiler” diyor. Ve, bir süre sonra da dinlendiğini keşfediyor. Dinleyenler, özel hayatındaki karışıklıklara kadar gelmişler... Avcı, muhtemelen, “Emin Arslan’a yapılanlar bana da yapılabilir2 diye düşünüyor ve o andan itibaren de savunuya geçiyor.



Kendisini nasıl savunuyor?

Hanefi Avcı’nın gazetecilerle çok iyi ilişkileri vardır. . Herkesle tek tek ilişki kuruyor. Kitabını hazırlıyor. Avcı, kendi gücünü ve ismini, kitabının etki yaratacağını biliyor. Bir savaşa girdiğinin farkında. Kitabın kendisine bir koruma kalkanı olacağını düşünüyor. Ama kitap, onu koruyamadı.



Avcı, eskiden beri polis içindeki “Fethullahçı” dediği yapıdan rahatsız mıydı yoksa bu rahatsızlık yeni mi ortaya çıktı?

Aslında Avcı, Ergenekon savcılarına ilk başta tanık olarak gidip Susurluk’la ve JİTEM’le ilgili bilgiler verdi. Ben o dönemde kendisiyle Ergenekon’u konuştum. Konuya çok hâkim değildi.



Niye hâkim değildi?

Bir polis elinde dosya yoksa, o konuya hâkim değildir. Aslında Hanefi Avcı’nın Ergenekon süreciyle ilgili şüpheleri, bazı yakın çalışma arkadaşlarının görevden alınması sonucunda ortaya çıktı. Avcı, Emniyet’te Ergenekon soruşturmasını yürüten grubun tasfiye ettiği gruplara yakındı. Tasfiye edilenler onun yakın çalışma arkadaşlarıydı. Onların haksızlığa uğradığını düşündü ve arkadaşlarıyla bu grup arasında itişmeler başlayınca da Ergenekon davası aleyhine fikir beyan etmeye başladı. Yani Avcı, Ergenekon’la ilgili muhalefete ilk o zaman başladı.



Avcı, polis içindeki “Fethullahçı” dediği yapıdan eskiden de rahatsız mıydı?

Rahatsız olduğunu kitabıyla öğrendik. “Polis içinde cemaat etkili” lafları 2000’lerde ortaya çıktı. Aslında nedir bu cemaat meselesi?



Nedir?

Ben de onu soruyorum. Nedir bu cemaat meselesi? Herkes etrafında dolaşıp duruyor bu işin. Bunu kimse doğru dürüst tartışmıyor. Evet, cemaat diye bir şey var. Adamlar da zaten “biz cemaatiz” diyorlar. İnsanların, bir cemaate bağlılık gibi bireysel tutumlarının ve inançlarının olması normaldir. Bu insanlar polis de, devlet başkanı da olabilir. Ama cemaat devlet içinde örgütleniyor mu sorusu başka bir sorudur ve bu soru önemlidir. Şimdi bu tür iddialar çok arttı. Yoksa Fethullah Hoca cemaatinden olan insanların devlette, poliste ve yargıdaki varlığı çok eskidir.



Ne kadar eskidir?

Bu insanlar 1990’lardan itibaren güçlü oldular. Hatırlarsanız, cemaat ilk döneminde “hoşgörü, tolerans” adı altında Toktamış Ateşlerle ve birçok yayın organıyla topluma açıldı. Ardından Ecevit üzerinden siyasete destek verildi. Sonra 1999 yılında, Fethullah Hoca’nın bir iç konuşmasını aktaran psikolojik harekât gibi bir kaset ortaya çıktı.



Ali Kırca’nın ATV haberde yayınladığı ve Fethullah Gülen’in cemaat üyelerine, “devletin içinde örgütlenin” tavsiyesinde bulunduğu kaset mi?

Evet. Soruşturmalar başladı, dava açıldı ve arkasından Fethullah Gülen yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Bu, cemaatin ikinci dönemiydi. Gülen hareketinin biraz kontrol altına alınmaya çalışıldığı, bastırıldığı bir dönemdi ikinci dönem. Sonra 2003-2004 yıllarında, biz ilk defa Ayışığı ve Sarıkız darbe laflarını cemaate yakın olan internet sitelerinde gördük. “Asker darbe hazırlığı yapıyor. Bu darbenin hedefi biziz” demekti bu. Dolayısıyla cemaat için üçüncü dönem başladı ve darbenin hedefinin kendisi olduğunu düşünen cemaat daha aktif hale geçti.



Daha aktif hale geçmek ne demek?

Koruma kalkanını kuvvetlendirdi. Bunun için de, kritik görevleri kontrol etmek gibi şeyler insanın aklına geliyor. Ama bu durum, ucu açık başka bir iddiayı getirdi. “Bunlar, kendilerini korumayı değil, aktif hale geçip bütün devleti ele geçirmeye başladılar. Türkiye’de ne yaşanıyorsa, bunların başının altından çıkıyor”a kadara vardı bu iddialar. Evet, şu bir gerçek: Türkiye’de cemaat diye bir şey var.



Evet...

Bu cemaatin, Türkiye’nin değişim sürecinde bir tavrı, bir etkisi de var. Ama bu sınırlı bir etkidir. Eğer kişi, Türkiye’de olup biten her şeyi bir cemaate indirgerse, kendini topluma, iç ve dış dinamiklere inançsızlık gibi dar bir alana hapseder ki, o zaman da ne Türkiye’yi ne de dünyayı anlayabilir. Emniyet’te polis grupları arasındaki süngü savaşını dünya savaşı zannedersin.



Avcı, çok dürüst bir polis olarak tanınır. Susurluk olayının ortaya çıkmasında, 28 Şubat’ta Genelkurmay’daki yasadışı olayların kamuya yansımasında önemli roller oynadı. Bu son çıkışı, önceki olaylar gibi devlet içindeki bir sorunu, yolsuzluğu ortaya çıkarmayı mı hedefliyor yoksa iddia edildiği gibi başka hesaplar mı var?

Buna, ikisi de diyebiliriz. Avcı’nın, birinin adamı olmadığını, biri tarafından kullanılmadığını, bu süreci yönlendirmek için uyduruk bilgilerle bu işe girmediğini, Avcı’nın samimi olduğunu düşünüyorum ben. Bugüne kadar verdiği sınavlar itibarıyla inandığını yapan dürüst bir adamdır. Sorun, onun inandığının doğru olup olmadığıdır. Kitap zayıf ve çok abartılı. İkinci bölüm alelacele yazılmış.



Hanefi Avcı’nın, Devrimci Karargâh isimli sol örgütün bazı üyelerine yardım ettiği iddia ediliyor. Bu iddia size inandırıcı geliyor mu?

Hiçbir şekilde gelmiyor. Böyle bir şey olamaz. Avcı’yı bir sürü şeyle suçlayabilirsin ama onu silahlı bir sol örgütle ilişkilendirmek ve sol örgütü korumaya çalışmakla itham etmek hiçbir şekilde inandırıcı değil. Bakın... Tutuklanmasından bir hafta önce, Avcı’nın bir kadınla ilişkisi olduğuna dair bilgiler, tek elden gazetelere verildi.



Ne yapılmaya çalışıldı?

Avcı itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Bu adam da kusura bakmayın ama darbe toplantılarına katılmış, Hrant Dink’in, Perihan Mağden’in davalarına gelip tükürmüş Ergenekon sanığı değil. Bu adam, Susurluk sürecinde JİTEM’i ortaya çıkarmış, Mehmet Eymür’e, Mehmet Ağar’a işaret etmiş, riskler almış bir adam. “Geçmişte işkence yaptım, özür diliyorum” demiş biri. Şimdi bu adamla ilgili yanılıyor dersin, şunun adamı oldu dersin ama sol örgütle bağlantısı var diyemezsin. İlişki üçgenleri üzerinden suçlamalar yapamazsın. O zaman vicdanı olan herkes kalkar, “Ne oluyoruz” sorusunu sorar.



Avcı’nın, Devrimci Karargâh örgütünün üyesi olduğu söylenen Necdet Kılıç’la ilişkileri ortaya çıktı. Ne var ki, Necdet Kılıç’ın örgüt üyesi olduğuna dair ortada pek de kesin bir kanıt yok. O çevrelerle teması olduğu söyleniyor sadece. Avcı, Kılıç’la ilişkisini sürdürürken aslında bir risk aldığını bilmiyor muydu sizce?

Aklına gelmemiştir, çünkü emirlerinde binlerce polis, belde tabancalar, devletin gücünü kullanmaya alışmış bu insanların özgüvenleri yüksektir. Bir de bunlar eski istihbaratçılar. Hırsızı da, gazeteciyi de, katili de, itirafçıları da tanıyorlar. Onları kullanıyorlar. Bazılarıyla dostluklar geliştirdikleri de oluyor. Eskiden silahlı örgütlerin içinde yer alıp sonradan demokratlaşmış insanlarla ilişki kurabiliyorlar.



Kılıç’a, izlendiğini bildirmiş. Bu normal bir davranış mı?

Ben şunu görüyorum. Avcı’nın açığı aranıyor ve bulunuyor. Avcı’nın açığı, ilişkileridir, sevgilisidir. Yoksa Hanefi Avcı’ya, solcu bir örgüte yataklık yaptığı suçlaması beni ikna etmiyor. Kimseyi ikna etmiyor. Benim gördüğüm şu. Birileri, kitaptan sonra Avcı’nın özel hayatını gazetelere servis ettiler. Devrimci Karargâh suçlamaları, Necdet Kılıç ilişkisi daha sonra çıktı. Ve arkasından Devrimci Karargâh operasyonu başladı, bir sürü insanı tutukladılar. Beni bir öğrencim aradı. Arkadaşının 70 yaşındaki babası da Devrimci Karargâh’tan tutuklanmış. Adam eski komünistmiş. Bütün bunlar insanda kuşku yaratıyor. Bir yapı var ki, Avcı’ya yönelik bu komployu üretti. Ben, bununla, “cemaat, Türkiye’yi ele geçirdi. Polis Türkiye’yi ele geçirdi” demiyorum.



Ne diyorsunuz?

Avcı’ya bunu bir grup yapıyor. Zaten tutuklamadan sonra herkes, “Avcı’nın kitabında iddia ettiği grup mu bu” diye soruyor. Fethullah Gülen’in yakını olsaydım, böyle bir itham varken, üstüme kalır düşüncesiyle, Avcı’nın tutuklanmasını engellemeye çalışırdım.



Niye engellenmedi sizce?

Ya iş, bizim gördüğümüzden çok daha karışık ve ciddi. Ya da cemaatin içinde denetimsiz gruplar var. Ben cemaat üzerine 20 yıl önce yazılar yazdım. Çok kıymetli, müthiş bir sosyolojik dokudur o. Dindarın sekülerleşmesi, modernleşmesidir o. Bu tür cemaatler kendilerini koruma güdüsüyle devlet içerisinde güçlü olurlar. Zaten bunlar devlet fikrine çok önem verirler, yani devletçidirler. Devletle özdeşleşirler ve devlette görev almayı önemserler. Böyle bakıldığında, “bu cemaat, bu yapı o kadar büyüdü ki, bu yapının içinde kaçaklar var” denebilir. İşte o zaman da cemaatin başındakiler, “Avcı’nın tutuklanması olayını Fethullah Gülen’e mal etmeyin” diyebilmek için, ne oluyor diye bu işi sorgulamalılar. Yayın organlarının, “Bakın, Avcı’nın evinden tabanca çıktı, kimlik, pasaport çıktı” gibisinden haberleri yayınlamaları, insanların kafasında cemaatle ilgili çok daha büyük soru işaretleri yaratıyor. Artık cemaatin ve cemaat meselesinin de tartışılması gerekiyor.



Gülen Cemaati, kendisini tartışmaya açabilir mi sizce?

Eğer bu cemaat hakikaten modern gündelik hayatımızın bir parçası olmak istiyorsa, üstündeki şaibeyi kaldırmak zorunda. Bunun için de şeffaf olmak zorunda. Şeffaf olmak, tartışmaya açılmak demektir. Ne oluyor orada? Kime Fethullahçı diyorlar? Niye diyorlar? Bütün bunlar tartışılsın. Kimse kimseyi korumasın. Bir güç oluşturduğunuz zaman ortada bir kaçak olabilir.



Avcı’nın çok yakın dostu olan Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan, bir uyuşturucu kaçakçısıyla ilişkileri yüzünden tutuklandı. Avcı, o arkadaşına da sahip çıktı. Ama ortada o olayla ilgili belgeler ve kanıtlar var. Avcı, o belgelere rağmen neden Aslan’ı korudu?

Avcı şöyle düşünüyor. “Emniyet’te genel müdür yardımcılıkları, kaçakçılık ve organize suçlar dairesi başkanlığı, bunların İstanbul, İzmir ve Ankara şubeleri, İstihbarat dairesi gibi kritik görevler vardır. Emniyet içinde etkili olmak isteyenler, buraları ele geçirmek isterler. Bunun içinde o koltuklarda oturanların gitmeleri için operasyonlar yaparlar. İşte cemaat, Emin Aslan’a da, Ahmet Güner’e de böyle operasyonlar yaptı” diyor. Bunlar, Avcı’nın yakın çalışma arkadaşları... Avcı kitapta bu hikâyeleri onların ağzından, onların versiyonuyla anlatıyor.



Avcı, kendisinin izlendiğini ve bunu şikâyet ettiğini ama kimsenin aldırmadığını söylüyor. Avcı’yı neden izlediler sizce? Onun ilişkilerinden kuşkulandıkları için mi? Yoksa bir iç hesaplaşma nedeniyle onu bertaraf etmek için mi?

Hanefi Avcı onlara meydan okuduğu için izlediler. Hanefi Avcı etkileme kabiliyeti yüksek, güçlü biri. Avcı gibi sesleri cezalandırmak istediler. Şu unutulmamalı. Polislerin kendi aralarında geçmişten gelen hesapları, birbirlerine öfkeleri, kelle alma girişimleri vardır. Avcı’nın dinlenmesinin arkasından, geçmişteki bir olaydan ötürü iki polis de çıkabilir.



Polisin içinde bizim bildiğimizden daha büyük bir kavga mı sürüyor?

Her zaman. Bütün dünyada polis içinde her zaman müthiş tepişme yaşanır. Burası Osmanlı olduğu için bizdeki tepişme dünyadakinin on misli olur. Ama bugünlerde bu kavganın çok daha büyük olduğunu görülüyor.



Avcı olayında kafanız net mi? Olup bitenleri açıkça görebiliyor musunuz?

Çok net. Hanefi Avcı, birilerinin tetikçisi değil. İnandığı için böyle davrandı. Onun, Ergenekon davasını zayıflatmak için oturup kitap yazdığını sanmıyorum. Kitabın sonucu öyle olsa bile... Hanefi Avcı bence şu anda büyük bir haksızlığa uğruyor. Susurluk döneminde de uğradı. Görevden aldılar, hapse attılar, sonra da kahraman yaptılar.



Bu olaydan kahraman olarak çıkabilir mi?

Çok zor... Türkiye’de büyük bir değişim süreci ve kavgası yaşanıyor. Avcı’nın merceğinde ise sadece cemaat var. Oysa Türkiye’deki değişim ve kavga, cemaatle sınırlı bir şey değil. Yaşanmakta olan değişim sürecinin içinde kontrollü, kontrolsüz bir dizi yapı var. Önemli olan, yaşanan bu değişim sürecinin kendisini görebilmek ve bu süreci cemaate indirgememek. Türkiye’de yaşanmakta olan büyük değişim kavgası, cemaatle sınırlı bir şey değil.

Ahmet Altan - Ateşkes

KUM SAATİ 01.10.2010

Bu son Anayasa referandumunun Türkiye’nin önünü nasıl açtığı herhalde ilerde daha iyi anlaşılacak.

Sadece “değiştirilen maddelerin” önemi değildi bu referandumu o kadar anlamlı kılan.

Maddeler elbette çok ciddi bir değişimi sağladı ama referandumdan o maddeleri de aşan bir mesaj çıktı.

Türkiye’de bilinen, ezberlenmiş “bloklar” dağıldı.

Bütün ezberler bozuldu.

Alışılmış milliyetçi söylemler, Kemalist tabular taraftar toplamakta zorlandı.

Toplum, siyasetçileri çok az rastlanır biçimde “değişime” zorladı.

Bundan sonra siyasette kimsenin işi kolay değil.

Eski usul “ırkçı hamasetle” oy toplama alışkanlığını sürdürmeye, siyaseti “harabede namaz kılma” tarzından ucuzluklarla yapmaya kalkması halinde MHP’nin bir dahaki seçimde barajı bile geçemeyeceğini söylemek büyük bir kehanet olmaz.

İnsanlar, bunu istemiyorlar.

Ciddi çözümler duymak istiyor onlar.

CHP, mesajı herkesten çabuk algılamış gözüküyor.

“Anayasa değişmesin” diyen, başörtüsü için Anayasa Mahkemesi’ne giden CHP yüz seksen derecelik bir dönüşle şimdi “bütün mağdurların haklarını koruyan” yeni bir anayasa istiyor.

Özgürlüklerden söz ediyor.

“Başörtüsü sorununu çözmeye” talip oluyor.

Değişime karşı çıkmanın bir dahaki seçimlerde büyük bir yenilgi getireceğini kavradılar.

Bu, çok büyük bir değişim.

Kimsenin CHP’nin niyetini sorgulamaya hakkı yok, “samimi mi, değil mi” tartışmaları da bir anlam taşımıyor.

“Özgürlüklerin gelişmesini istiyorum” diyorsa, özgürlük isteyen herkes CHP’ye “gel hadi, genişletelim özgürlükleri” demek zorunda.

CHP’nin yeni tavrına ciddi bir cevap verir, onları değişim için işbirliğine davet edersiniz, samimi olup olmadıklarını bu işbirliğine yanaşıp yanaşmadıklarına göre “eylemlerinden” belirlersiniz.

CHP’nin bu, biraz utangaçça da olsa yeni söylemi AKP’yi zorluyor.

Referandumun kârlı partisi gibi gözüken AKP’nin de bundan sonra eski rahatlığını kaybedeceğini sanıyorum.

Herkesin değişime karşı çıktığı, statükonun bir parçası gibi davrandığı bir ortamda “değişimin tek sahibi” AKP, “değişimin hızını ayarlamakta” çok serbestti.

“Niye daha fazla özgürlük için harekete geçmiyorsun” dendiğinde, “ne yapayım, herkes bana karşı, ancak bu kadar yapabiliyorum” diyordu.

Bu, kuvvetli bir mazeretti ve buna karşı söylenecek bir söz yoktu.

Böyle bir mazerete sahip olan AKP de “değişim süratini” siyasi hesaplarına göre belirliyordu, anlayabildiğim kadarıyla, “Anayasa değişimini” önümüzdeki seçimlerde “oy alabilmek” için kullanmayı düşünüyordu.

“Bana oy verin, Anayasa’yı değiştireyim” diyecekti.

CHP’nin “hadi hemen değiştirelim” demesi AKP’nin de hesaplarını ve ezberini bozdu.

Bu öneriye fevkalade şaşkınca bir tepki verdiler.

Şimdi durumu toparlamaya çalışıyorlar.

Kürt politikacıları, özellikle BDP ve PKK da yeni durumu kavramakta ve buna ayak uydurmakta zorlanıyorlar.

“Boykot” kararına karşı bizzat Kürtlerden yükselen itiraz sesleri, belki de ilk kez PKK’nın iradesine bu kadar açıkça direnilmesi, Kürtlerin önemli bir bölümünde ortaya çıkan “değişim ve demokrasi” isteği, barışa şans tanınması için ortaya konulan talepler, Kürt siyasetinde de yeni bir dönem başlattı.

Kürtler sadece “anadilde eğitim” değil, bütünlüklü bir “demokrasi” de istiyorlar, devletten ve PKK’dan korkmadan konuşmak istiyorlar.

Şimdi herkes, yeni oluşan şartlara göre yeni pozisyonlar belirleyecek.

PKK’nın, biraz tehditkâr bir ifadeyle de olsa “süresiz ateşkesten” yana olduğunu açıklaması çok önemli bir adım.

Bu adıma, AKP aynı şekilde cevap verirse, barış kapısı açılır.

Ben aslında bu kapının “referandumda” açıldığını, AKP ile PKK’nın fazla taraftar kaybetmeden bu kapıdan geçmeye çalıştığını düşünüyorum.

Türkiye, barışa ve demokrasiye kavuşacak.

Bu ülkedeki bütün mağdurlar devletten “haklarını” alacak.

Zorbalığın her türü bitecek bu ülkede.

Arada “olmadık” işlerle de karşılaşabiliriz ama kimse artık bu değişimin önünde duramaz.

Değişime karşı çıkanı hayat değiştirir.

Çok ümitli bir geleceğe doğru, Kürt, Türk, Sünni, Alevi, solcu, ülkücü, bileğimizin hakkıyla ilerliyoruz.

Ahmet Altan - Siyaset

KUM SAATİ 02.10.2010


Ahmet Altan

Siyaset


Kafalarında bir halk var, bu halk çok “tutucu ve Atatürkçü”, Atatürk ne dediyse aynen o olsun istiyor ve hiçbir değişiklikten hoşlanmıyor.

Bana bu tarif bizim halktan çok “merkez medyaya” uyuyormuş gibi gözüküyor.

Acaba bizim politikacılar merkez medyada yazılanları halkın görüşleri mi sanıyor?

Bizim halk bu kadar “tutucu” da neden hep ANAP gibi, AKP gibi “değişim” diyen partiler seçim kazanıyor?

Neden ANAP gibi “yıkılmaz” görünen bir parti, “değişimden” kopup “tutucu” olduğunda tarihten silinip gidiyor?

Halk o kadar Atatürkçü de neden “Atatürkçülerin şahı olan” CHP bir türlü iktidara gelemiyor?

Halk o kadar Atatürkçü de neden Atatürkçüler bu halktan böylesine korkuyor ve onu aşağılıyor?

Ben bu gazetede hapsolmadan önce arada bir Anadolu’yu dolaşırdım, hiç de öyle “1923’e takılmış, değişim düşmanı, Atatürkçü” bir halk görmedim.

Merkez medyanın yazarlarına benzeyen bir Allahın kuluna rastlamadım.

Benim gördüğüm bu tarifin çok dışında bir halktı.

“Atatürkçülük” denen “modern şekilcilikten” hiç hazzetmeyen, muhafazakâr bir yaşam biçiminden hoşlanan, Bektaşi fıkralarından korkmayan bir dindarlığa sahip, değişimden ve dünyaya açılmaktan yana, zenginleşmek isteyen, Ankara’nın askerî ve sivil bürokratlarının vesayetinden nefret eden bir halktı benim gördüğüm.

“Atatürkçü ve tutucu” medyayla tek benzerlikleri “milliyetçilikleriydi” ama bu “milliyetçiliğin” değişimin önünde bir tıkaç olarak kullanıldığını da fark etmeye başlamışlardı.

Milliyetçiliklerine bir mahcubiyet de katılmıştı.

Anayasa Mahkemesi’nin başkanı Haşim Kılıç’ın çok mantıklı ve cesur bir yaklaşımla “Anayasa’nın değişmez maddelerinin de değişebileceğini” söylemesine üç siyasi partinin karşı çıktığını görünce bir düşündüm.

Niye karşı çıkıyorlar?

Halktan korktukları için mi?

Yoksa Ankara’daki askerî ve sivil bürokratlarla “Atatürkçü tutucu” medyadan korktukları için mi?

Hadi CHP’yi anlarım.

Bu parti, son zamanlarda bir kimlik bunalımına girmiş ve “değişimcilikle tutuculuk” arasında bir yol aramaya başlamış da olsa, gövdesiyle “tutucu” bir parti, Atatürk çizgisinin milim dışına çıkılmasını, yeni bir Türkiye’nin oluşmasını, Kürtlerle eşitliği, dinin devlet denetimi dışına çıktığı gerçek bir laikliği kabul etmekte zorlanır.

Onun için onlar “Anayasa’nın değişmez maddelerine” sarılır.

MHP, bugünlerde ne yaptığını tam bilebiliyor mu, emin değilim.

Epeydir halktan uzaklaşıp devlete yaslanmış bir parti görünümünde.

Bunun bedelini de tabanını ve oylarını kaybederek ödüyor.

Siyaseti, her şeye “hayır” diyen bir fikirsizlik sandıkları sürece erimeleri de kaçınılmaz.

Peki, AKP’ye ne oluyor?

Bu halkın siyasetteki en kuvvetli temsilcisi AKP neden “hayır” diyor Kılıç’ın önerisine?

“Değişimci” olmakla övünen bir parti, Anayasa Mahkemesi başkanından bile geri kalabilir mi?

Bir ülkede siyaset kurumu, Anayasa Mahkemesi başkanından daha tutucu olabilir mi?

Bir darbe anayasasının her maddesi değişir ve değişmelidir.

Önemli olan nasıl değişeceği, bu ülkenin yapacağı tartışma da “bu değişimin” niteliği konusunda olmalı.

Ama bizim siyaset, işe “neyin değişmeyeceğini belirleyerek” başlıyor.

İlk üç madde değişmezmiş.

Sebep?

Bunun, “korkudan” başka bir sebebi yok, asker ve sivil bürokratlarla merkez medyadan korkuyorlar.

Halkın da onların peşinden gideceğini sanıyorlar.

Siyasetçiler, hâlâ bu “eski yapının” yenildiğini, halkın değişim istediğini, her şeyi yeni baştan kurmak zorunda olduğumuzu anlamıyorlar mı?

İlk “üç madde” referanduma sunulsun, “değişsin” diyeceklerin kazanacağına eminim.

Halk, siyasetçilerin tahminlerinden daha hızlı değişiyor bu ülkede, daha hızlı gelişiyor, gerçekleri daha hızlı kavrıyor ve siyaset halka ayak uydurmakta zorlanıyor.

Halktan gelen “uğultuyu” mahkeme başkanı duyuyor, siyasetçiler duymuyor.

Siyasetçilik sağırlık mı yapıyor acaba?

Ahmet Altan - Sana ne?

KUM SAATİ 03.10.2010


Ahmet Altan

Sana ne?
Galiba beni en çok öfkelendiren tavır, güçlülerin güçsüzler karşısındaki o aldırmaz ve insafsız küstahlığı.

Kılıçdaroğlu’nun, Hürriyet gazetesinde Fatih Çekirge’yle yapmış olduğu konuşmayı okuduğumda da aynı öfkeyi hissettim.

Başörtüsü ile türbanın farkını anlatıyordu.

Saçı tümden örterse “türban” olurmuş, saçın bir kısmı gözükürse “başörtüsü” olurmuş falan filan...

Bu adam altmış yaşını geçmiş.

Koskoca bir partinin başkanı olmuş.

Zihinsel gündemini bu laflar mı oluşturur böyle birinin?

Çekirge diyor ki, Anayasa tartışmalarını bu fark belirleyecekmiş.

Yani, üniversiteye giden kızın saçı gözükecek mi gözükmeyecek mi?

Buna öfkelenmemek mümkün mü?

Sana ne kardeşim?

İster saçını açar, ister açmaz, sana ne?

İnsanların saçına başına karışma hakkını kim kime verebilir?

Orduna, polisine, mahkemene, anayasana, her neyineyse işte, ona güvenip insanların yaşama biçimine karışmaktan, onlara müdahale etmekten, “şunu giyemezsin, bunu yapamazsın” demekten daha zorba, daha küstah bir tavır olabilir mi?

Bu nasıl bir küstahlık?

Yeryüzünün her yanında üniversiteler dünyanın en özgür yeridir, gençler istedikleri gibi giyinirler, istedikleri gibi fikirlerini söylerler, partiler yaparlar, üniversite kampusunun etrafındaki lokantalarda canları isterse içki içerler, evlerinde, odalarında sevişirler, ibadet ederler, en saçma konuları bile istedikleri gibi tartışırlar, kızlar isterlerse şortlarını giyer sabah koşularına çıkar, isterlerse başlarını bağlar ibadethaneye giderler.

Onların nasıl yaşadığıyla, nasıl giyindiğiyle, nasıl düşündüğüyle ilgilenmez kimse.

Onların nasıl çalıştığıyla, derslerini ne kadar bildiğiyle, ne kadar yaratıcı olduğuyla ilgilenir hocalar.

Üniversitelerde çocukların özgürlüklerine müdahale etmezler, aksine onlara özgürlüğü öğretirler, özgürce düşünebilmelerini sağlarlar, özgürlüğün kapısını ardına kadar açarlar.

Onların zihinsel gelişmeleri ve özgürlükleri engellenmesin diye hocalar onların en saçma fikirlerini bile ciddiyetle dinler, zaman zaman zirzopluklarına gülüp geçerler.

Üniversite öyle bir yerdir.

Çocukların nasıl giyindiklerine karışılan bir yer değildir.

“Dediğimi yapmazsan seni burada okutmam” diyerek zorbalık yapılan bir yerden özgür düşünceli insanlar çıkabilir mi?

Burası zorba bir ülke.

Küstah bir yönetim var burada.

Herkese, her şeye karışıyorlar.

Sadece üniversiteli kızların başörtüsüne değil, Alevi çocukların derslerine, Kürtlerin anadiline, dindarların ibadetine de karışıyorlar.

Her şeyi devlet kendi belirlemek istiyor.

Zorbalık budur işte.

Küstahlık budur.

Halkın hiçbir kesimi bu ülkede özgür değildir.

Devleti yönetenler her türlü saçmalığı yapabilirler buna karşılık.

Arapça “seçmeli ders” olabilir ama Kürtçe seçmeli ders olamaz.

Niye?

Başörtülü kız üniversiteye giremez.

Niye?

Alevi’nin ibadethanesine ibadethane denilemez.

Niye?

Yasaklar devletin içinde olmalı, devlet görevlilerinin cinayet işlemesi, darbe hazırlaması, çete kurması, yolsuzluk yapması, hukukun dışına çıkması yasaklanmalıyken, bunları serbest bırakıp halkın hayatına karışmış devlet burada.

Ve, buna inatla devam etmek istiyor.

Bu zorbalık sizi öfkelendirmiyor mu?

Güçlünün küstahlığı sizi kızdırmıyor mu?

Koca koca adamların “kızların saçının ne kadarı görünsün” diye tartışması size saçmalığın zirvelerinden biri olarak gözükmüyor mu?

Kız çocuklarını bir “saçmalığa” kurban etmek tepenizi attırmıyor mu?

Bu ülkedeki herkes, fikrinde, inancında, giyiminde, eğitiminde, özel yaşamında özgür olma hakkına sahiptir.

Yeter bu kadar zorbalık, yeter bu kadar saçmalık.

Ezilenler, birbirlerine uygulanan yasakları desteklemek yerine artık bu yasakların tümüne hep birlikte karşı çıkıp, var güçleriyle Ankara’ya haykırmalılar:

Sana ne benim inancımdan, düşüncemden, dilimden, giyimimden?

Sana ne?

ARDA USKAN - Asmayalım da besleyelim mi

Asmayalım da besleyelim mi


ARDA USKAN / 24 Ocak 2010, Pazar - 22:27

1980'e yaklaşırken, ülkede sağ sol çatışması, cinayetler, suikastlar ve siyasi istikrarsızlık almış başını gidiyordu. Üçüncü Ecevit Hükümeti'nin istifasından sonra Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi'nin hükümete alınmasına karşı çıktığı için, Üçüncü Milliyetçi Cephesi gerçekleştirilmemiş ve 12 Kasım 1979'da Süleyman Demirel'in başbakanlığında azınlık hükümeti kurulmuştu. Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partisi bu hükümeti dışarıdan destekledi. Bu arada Demirel, 'Yüz Gün Planı'nı açıklayarak anarşi ve enflasyon olmak üzere iki temel sorununu 100 günde çözeceğini iddia ediyordu. Ancak plan tartışmalara yol açmıştı. Bu arada 1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi'nin öldürülmesiyle başlayan cinayetler sürüp gidiyordu. Aralarında Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Gün Sazak ve DİSK Başkanı Kemal Türkler'in de bulunduğu 15 siyasi cinayet işlenmişti. Bu isimlerden biri de Nihat Erim'di.



KADAYIFIN ALTI

Tarih 27 Aralık 1979... Genelkumay Başkanı Kenan Evren kuvvet komutanlarıyla yaptığı toplantının sonunda Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e şu uyarı mektubunu gönderiyordu: "Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir." Bu, ilk ihtardı. Necmettin Erbakan'ın tarihe geçen sözü işte bu dönemlere rastlar. Erbakan, Demirel hükümetini istemeyerek desteklediğini 13 Mart 1980'deki basın toplantısında şu cümlelerle belirtmişti: "Kadayıfın altı kızarmadan bu hükümeti uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfın altının kızarmasını bekleyeceğiz. Evet bir ay daha kan ve gözyaşı." Ülkede çalkantı durmuyordu. Evren artık kararlıydı. 17 Haziran'da kuvvet komutanları ve Genelkurmay II. Başkanı (RÜTBE) Necdet Öztorun'u çağırdı ve kod adı 'Bayrak Harekâtı' olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de gerçekleştirilmesini bildirdi. Ancak 2 Temmuz'da Demirel hükümeti güvenoyu aldığı için hareket ertelendi. Ve daha sonra 28 - 31 Ağustos'ta '5 Eylül 1980'den itibaren her an hazır olunması' bildirilen 'Bayrak Harekâtı' emirleri özel kuryelerle komutanlara teslim edildi. Ve 27 Mayıs günü geldi çattı. Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik konseyi 1983 genel seçimine kadar ülkeye ilişkin tüm kararları aldı. 6 Kasım 1981'de YÖK kuruldu. Bundan sonra özellikle solcu olduğu düşünülen 71 Üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı. Genelkurmay'ın açıklamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent, 1402'lik olmuştu. Ancak 1402'lik olmasını istemediğinden istifa yolunu seçenleri dahil edildiğinde bu rakam 20 bin civarına ulaştı. 12 Eylül bir kesim için tam bir cehenneme dönüşmüştü. 650 bin kişi göz altına alındı. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 43 kişi intihar etti. İdam edilenler arasında cezası iki kez Yargıtay tarafından iptal edilen Erdal Eren de vardı. Milli Güvenlik Konseyi'nin kararıyla 13 Aralık 1980 günü infazı gerçekleştirilen Eren'in arkasından Kenan Evren'in söylediği "Asmayalım da besleyelim mi?" cümlesi yıllarca hafızalardan silinmedi. Dönemin trajikomik olaylarından biri de Genelkurmay Başkanlığı'nın bastırdığı, Kürtler hakkındaki şu maddeydi: "Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, 'kırt-kürt' diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenler'e, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında."



O, ARTIK CUMHURBAŞKANI

Ve sıra Anayasa'ya gelmişti. Cunta'nın belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan yeni Anayasa halk oylamasına sunularak yüze 92 çoğunlukla kabul edildi. Halk oylamasında 'Hayır' oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa'nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi. Anayasa'nın kabulünün bir başka önemli etkeni darbe öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe duymasıydı. Aynı halk oylamasında, Kenan Evren otomatik olarak cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa'da, cunta üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, daha sonraki seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü. 6 Kasım 1983 seçimlerine 'yasaklılar' katılamıyordu. Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti, Turgut Özal'ın Anavatan Partisi ve emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in kurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi yarışacaklardı. Evren, tüm gücüyle Turgut Sunalp'i destekliyordu. Ama bu kez ok tersine döndü. Anavatan ipi göğüslemişti. Türkiye, çok tartışılacak ama vizyonu geniş yeni bir başbakanla tanışıyordu: Turgut Özal ile... Kenan Evren ise etkisini altı yıl daha sürdürecekti.







12 Eylül’ün en zengin paşası



Tahsin Şahinkaya Time Dergisi’nin Dünyanın en zengin 50 generali listesinde..

12 Eylül zengini paşa, 30 yıldır Anayasa madde 15'ten yırtıyor..



Dünyaca ünlü Time Dergisi'nin 'Dünyanın en zengin 50 generali" arasında gösterdiği 12 Eylül'ün kudretli generali Tahsin Şahinkaya'nın babası "Topal Mehmet"in cebinde 1 kuruş bile yoktu.

Dünyaca ünlü Time Dergisi'nin "Dünyanın en zengin 50 generali arasında gösterdiği Tahsin Şahinkaya, Topal Mehmet'in oğluydu. Şahinkaya Ailesi, 1. Dünya Savaşı sırasında eski adı "Horovi" olan Trabzon'a bağlı Düzköy'de yaşıyordu. Yöredeki herkes gibi, onlar da açlık sınırındaydı. Şahinkaya'nın babası Mehmet Bey, Rus işgali ile birlikte köyünü terk edip, Merzifon'a kaçmak zorunda kaldı.

Giderken de yanında bir çöp bile götüremedi. Merzifon'da bir evlilik yaptı ve Tahsin Şahinkaya dünyaya geldi. Daha sonra askeri okula giden ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na kadar yükselen Tahsin Şahinkaya, 12 Eylül Darbesi ile birlikte "Milli Güvenlik Konseyi Üyeliği" sıfatını kazandı. Türkiye'yi yöneten 5 kişi içinde yer aldı. Ardından da Time Dergisi'nin araştırması sonucu "Dünyanın en zengin 50 generali" arasına girdi.

23 MİLYONLUK RÜŞVET

Allah, kendisine "Yürü ya kulum" demişti, ama Tahsin Şahinkaya'nın nerelerde yürüdüğü ve hangi yolları kat ettiği bir türlü ortaya çıkmadı.

Türkiye'de bir ihtilal yönetimi vardı ve böyle bir sorunun sorulması bile intihar anlamına gelirdi. Ardından da 1982 Anayasası'na konulan geçici 15. maddeyle diğer Konsey üyeleri ile birlikte Şahinkaya da "dokunulmazlık zırhına" büründü. Ancak, fısıltı gazetelerinde Şahinkaya ismi bir seramik fabrikası ve F-16'ların alımı sırasında verildiği iddia edilen 23 milyon dolarlık rüşvetle anılır oldu.

Demokrasiye geçildikten sonra Şahinkaya hakkındaki iddiaların araştırılması için TBMM'de bir araştırma komisyonu kuruldu. Şahinkaya'yı, Anayasa'nın Geçici 15. maddesi kurtardı ve ANAP'lılar ile birlikte bağımsız milletvekillerinin verdikleri oylarla aklandı. Anayasa uyarınca hakkında dava açılması mümkün olmadığından, hiçbir yolsuzluk iddiası soruşturulamadı.

NASIL ZENGİN OLDUĞUNU ASKERİYEYE SORMAK LAZIM

Şahinkaya'nın baş döndürücü yükselişi, hep muamma olarak kaldı. Üstelik, kendisini ve ailesini tanıyanlar da o günden bu yana "Nasıl?" sorusuna cevap verebilmiş değiller.

Şahinkaya'nın asıl memleketi olan Düzköy'ün eski Belediye Başkanı Avni Akdeniz (77), "Nasıl zengin olduğunu ben bilemem" dedi: "Topal Mehmet burada berberlik yaparmış.

1917-1918 yıllarında Rus işgalinden canını zor kurtarıp Merzifon'a kaçmış. Ben bilemem, oğlu nasıl zengin olduysa oldu. Onu askeriyeye sormak lazım, askeriyede zengin oldu. Babası buradan giderken bir çöpü yoktu. Nasıl zengin olmuş, onu askerler iyi bilir." Akdeniz, 12 Eylül 1980 İhtilali'nin ardından "memleketimizin çocuğu" deyip, Şahinkaya'yı ziyaret için Ankara'ya gittiğini de belirterek, şunları söyledi: "Önemli adamdı, Türkiye'yi idare eden 5 kişiden biriydi. Beni yanına bile sokmadı. Açık söylüyorum, memlekete de hiçbir faydası olmamıştır. Burada uzaktan akrabaları var. O dönemde dedesinin kardeşi Ahmet Şahinkaya ile görüştüklerini biliyorum. Fakat ona da faydası olduğunu sanmıyorum. Zaten Ahmet Bey vefat etti. Burada sadece çok uzak akrabaları kaldı." Akdeniz'in söylediklerini, Düzköy'e bağlı Aykut Beldesi'nin yeni Belediye Başkanı Muhammet Topaloğlu da doğruladı. Topaloğlu, "Buradaki insanlar ekonomik zorluklar yüzünden sürekli göç ederler. Düzköy'ün tamamı bir kişinin olsa, Ege ve Akdeniz'deki normal bir insanın standardını yakalayamaz" dedi.

ANAYASA'NIN 15. MADDESİ SORUŞTURULMASINA ENGEL

1980 İhtilali'nin mimarı Kenan Evren, hep "Ülkeyi uçurumun kenarından çekip aldık" sözlerini tekrarlayıp durdu. O günden bu yana da Evren ve arkadaşlarının ülkeyi kurtarıp kurtarmadıkları tartışılıyor. Ancak, tartışılmaz gerçek, dönemin Milli Güvenlik Konseyi Üyesi Tahsin Şahinkaya'nın kendisini çok iyi kurtardığı!

Buna karşılık Şahinkaya'nın hangi sihirli formülü kullandığını bilen yok.

Hakkında soruşturma yapılmasına Anayasa'nın geçici 15. maddesi hep engel oldu.

Önümüzdeki 12 Eylül'de yapılacak referandumda "evet" oyu çıkar ve anayasa değişirse, belki o zaman Şahinkaya ile ilgili soru işaretleri de aydınlığa kavuşabilecek.

HAKKINDA YILLARDIR ARAŞTIRILMAYAN İDDİALAR

Tahsin Şahinkaya, 11 Eylül 1980'de ABD'den döndü, ertesi gün darbe oldu. İşte Şahinkaya ile ilgili yıllardır bir türlü araştırılamayan iddialar: n 19 Mart 1976'da Northrop uçak şirketi, askeri uçak alımları için Türkiye'de bazı yetkililere rüşvet verdiğini açıkladı. Pek çok ülkede hükümetlerin başını yiyen bu skandal, Türkiye'de araştırılmadı. n Yıllarca süren F-16 uçaklarının ihalesi 1983'de sona erdi.

Amerikan Kongresinde hakkında soruşturma açılan General Dynamics Şirketi'nin eski Başkan Yardımcısı Veliotis, Türkiye'ye 23 milyon dolar rüşvet verildiğini açıkladı. TBMM'de bir araştırma komisyonu kuruldu. Şahinkaya, ANAP'lı ve bağımsız milletvekillerinin oyu ile aklandı. n Şahinkaya'nın adı, ünlü MİT Raporu'na da girdi: "Tahsin Şahinkaya, Sarı Avni, Behçet Cantürk, Dündar Kılıç, Fahrettin Aslan ile inşaat ve ihale mafyasıyla ilişkilidir. Bu alandaki ilişkilerine ait ifadeler ve teyp bantları bulunmaktadır." n Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı'nın verdiği bilgilerle yazılan mektup, Devlet Başkanı Kenan Evren'e gönderildi. Mektupta, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın rüşvet aldığı tarif ediliyordu. Ancak, bu mektupla ilgili hiçbir işlem yapılmadı. (TAKVİM)