4 Ekim 2010 Pazartesi

Yasemin Çongar -Yürüyerek kaçanların ölümle karşılaşması

YA DA 25.09.2010


Yasemin Çongar

Yürüyerek kaçanların ölümle karşılaşması




* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.

***

Mekânın içinde hareket etmeyi seven bir kul, sayfa uğruna sokağı terk ettiğinde, içinde hareket edebileceği mekânlar yaratan yarı tanrı-yarı kul birine rastlar. Yürüyüşçüyle edebiyatçı böyle buluşur. Çok özel bir buluşmadır bu; okurken değil sadece, yürürken de en büyük mesafeyi zihnimizin kat ettiğini hatırlatan bir temastır.

Sokağı terk edip sayfaya varan okur, yürüyüşünü yazarın kurduğu dünyada sürdürürken, bir yandan da içine doğduğu dünyayı arşınlamaktadır zihni, sayfadaki kelimelerde mahallesini, ailesini, kendisini aramaktadır. Tırmandığımız her yokuş, içinden geçtiğimiz her tünel, köşesini döndüğümüz her sokak gibi, mısralarında dinlendiğimiz bir şiir ya da cümlelerinde dolaştığımız bir hikâye de, en sonunda kendi içimize vardırır bizi. Her yol aslında ölümümüze çıkar.



Kaldırım botanikçilerinin izinde

Bir de tabii, yürüyen yazarlar var; yürüyerek arayan, yürüyerek bulan, yürüyerek yazan edebiyatçılar var. Onlara, “flaneur” demişti Baudelaire. Farklı anlamlarının her birini ender birer mücevher gibi içinde saklayan bir hazineye benzetiyorum ben bu kelimeyi; hiçbir sözlükteki hiçbir tarifi, bir bütün olarak flaneur’ün hakkını vermiyor sanki; Fransızcadan başka herhangi bir dile hakkıyla tercümesi mümkünse de, ben beceremiyorum. Zira kelimeyi yeniden doğuran şairin deyişiyle, “mükemmel bir tembel”dir flaneur, “tutkulu bir gözlemci”dir; aylaktır, başıboştur ama ayağının götürdüğü yere zihnini de götürür. 1863’te Le Figaro’da yayımlanan makalesinde, “Flaneur’ün kimyasal elementi kalabalıktır” diye yazar Baudelaire. “Kuşlar için hava, balıklar için su neyse,” yürüyen bir edebiyatçı için de kalabalık aynı şeydir Şer Çiçekleri’nin şairine göre. Bir tür, “evden uzakta olma ama her yerde kendini evinde hissetme” halidir flaneur’lük; “dünyayı görmek, dünyanın merkezinde olmak ama bunu yaparken dünyadan saklanmaktır.”

Yetmiş yıl kadar sonra, bu kez Walter Benjamin, Baudelaire üzerine yazdığı kitabı flaneur’lüğü anlatan bir bölümle başlatır ve kapitalizmin yeniden kurduğu, iç mekânla dış mekân arasındaki sınırları giderek belirsizleştiren şehirlere getirir sözü. Bu şehirlerde, sınırlara aldırmaksızın yürüyen ve sınırları eriterek yazan edebiyatçılar vardır. Benjamin’den, flaneur’ün muhtemel karşılıklarından biri olarak “kaldırım botanisti” tarifi kalır bize. Bir de, yürüyüşçüyle edebiyatçıyı yekvücut düşleyen şu satırlar: “Evlerin dış duvarları defterini dayayıp yazdığı masasıydı onun, gazete büfeleri kütüphanesiydi ve kafelerin terasları, çalışmasını tamamladıktan sonra oturup ev halkını süzdüğü birer balkondu sanki.”



Adı “irade,” soyadı “benlik” olan bir yazar

Bu uzun girizgâhtan sonra, postmodern bir flaneur’ü anlatacağım size. Bugüne dek, benim ilgimi, daha ziyade bir “popüler kültür objesi” olarak çeken, çok üretken, epeyce hergele ve üç ayrı kitabıyla ‘Edebiyatta Kötü Seks Ödülü’ne aday gösterilmesine yetecek kadar da “muzır” bir yazar olarak bildiğim Will Self, son kitabında tam anlamıyla flaneur’lük yapıyor zira; yürüyerek yazıyor.

1961 doğumlu İngiliz romancının yeni kitabı Walking to Hollywood (Hollywood’a Yürümek), üç ayrı yürüyüşün hikâyesi. Bir bütün olarak okunduğunda, insana ilk anda pek ummadığı türden bir ruhanî devrialem yaptıran yürüyüşler bunlar. Bu duygunun benim için başlı başına bir sürpriz olduğunu söyleyebilirim. Belki de, adı “irade,” soyadı “benlik” anlamına gelen Will Self’in, bugüne dek hep kıyısında durduğu ama bir türlü içine atlayıp, dibine dalmayı göze alamadığı bir derinliği çağrıştıran, ziyadesiyle yüklü bir ismin hakkını ilk kez bu kitapta verdiğini düşündüğüm içindir.



Dev anıtlar yaratan bir cüce

Kitabın ilk yürüyüşü, Kanada’daki bir kitap imzalama turunu konu alıyor. Bölümün adı, “Very Little” (Çok Küçük): kahramanı da Will Self’e bu turda eşlik eden, Sherman Oaks. Hayır, Los Angeles’in San Fernando Vadisi’ne gömülmüş, şu meşhur Sherman Oaks Mahallesi’nden söz etmiyorum. Self’in anlattığı Sherman Oaks, uluslararası üne sahip bir heykeltıraş. Kendi bedenini kalıba döküp, sonra kat kat büyüterek dev anıtlara dönüştürmesiyle tanınıyor ve boyu sadece doksan dokuz santim.

Oaks’la yürüyor Self ve yürüdükçe devlikle cücelik üzerine, büyüklüğün büyüsü ve küçüklüğün güçlüğü üzerine düşünüyor. Boy ve hacim, öylesine belirliyor ki dünyaya bakışımızı, Oaks’la Self’in dostluğunun, aralarındaki bir metreye varan dikey mesafeye er geç yenik düşeceğini kavramadan ve bunun acısını peşinen hissetmeden okumak imkânsız bu bölümü. Bu bir metrelik fark, iki hayat arasında devâsâ bir uçurum oluşturuyor; “Ne kadar derin duygusal yaralar taşısam da içimde,” diyor Self, “benim hayatım her zaman şefkatle sarılıp sarmalanacak, içgüdülerimse her zaman ‘uygitsinci’ kılacaktı beni. Oysa insanın iradesini gerçek anlamda kullanması, Sherman’ın hayatına hâkim olan o engellilik haline karşı koyarkenki kuvvetiyle mümkündü ancak...”



Sizi kim oynardı dersiniz

Will Self’in, Sherman Oaks’tan ebediyen ayrılmasıyla bitiyor “Very Little.” Kitabın ölümle bu ilk karşılaşması, “Walking to Hollywood” başlıklı ikinci bölümdeki, adı üstünde, bizi Hollywood’a vardıran yürüyüşe de bir geçiş aslında. “Biri ya da bir şey filmleri öldürmüştür ve Will Self sinemanın katilinin peşine düşer...” Hayatın, ama Los Angeles usulü “hep daha fazla, hep daha zengin, hep daha canlı, hep daha genç ve güzel” olmaya adanmış bir hayatın kendi içinde bir filme dönüştüğü yürüyüş bu anonsla başlıyor.

Self dahil herkesi bir başka aktörün canlandırdığı her yanı plastik, her yanı selofan, her yanı boya, her yanı “photo-shop” bir maceranın içinde buluyoruz kendimizi. Salman Rushdie bir sokak serserisi olarak çıkıyor karşımıza, Bret Easton Ellis, Orson Welles’in gençliğini oynuyor. Self’i ise kâh Harry Potter serisinden ve tabii Mike Leigh’nin Naked (Çıplak) filminden tanıdığımız yakışıklı David Thewliss canlandırıyor, kâh Constant Gardener (Arka Bahçe) ve en son, Inception (Başlangıç)’dan hatırlayacağınız Pete Postlethwaite. Böylece Self, görünümü kendisini andıran, akranı sayılabilecek bir aktörün bedeninden, babası yaşında ve olsa olsa kendisinin yirmi yıl sonraki karikatürüne benzeyen bir başka aktörün bedenine geçerek, her iki halde de, onların bedenlerine sığınıp saklanarak, çevresindeki hayata ancak bir maskenin arkasından katlanabilen sancılı bir ruh olarak dolaşıyor Hollywood’u. Giderek bir saklambaça dönüşüyor bu yürüyüş ve Self, kayıpları arayan bir ebeden ziyade, sürekli sobelenen bir kayıp gibi hissetmeye başlıyor kendisini. “Saklayacak çok şeyi olduğu için, durmadan konuşan ve sürekli sırlarını açık eden insanlar”dan birine dönüşüyor yürüdükçe ve bu dönüşüme yol açan Hollywood’un hükmünü, “Burada kıskandığım yegâne insanlar ölüler” cümlesiyle veriyor.



Sona doğru, sona rağmen yaşamak



Walking to Hollywood’ın aslında tek bir şeyi anlattığını sanırım bu son cümleyle anladım ben; her yürüyüşün bir kaçış olduğunu ve yürüyerek kaçanların da, er geç ölümle karşılaştığını hatırladım. Kitaptaki üç yürüyüşü de birer hastalık gibi okumak ve her bir marazın içinden ölümle yüzleşmek mümkün bence. Sherman Oaks üzerinden obsesif bir çöküşü, bir duygusal tutulmayı, Hollywood’un hakikate birtürlü güvenemeyen kahramanlarının aynasında ise, müzmin bir paranoyayı, insanın kendisini bir başkası sanmasına varan bir şizofreniyi anlatıyor Self.

Bütün bu hastalıkların ucundaki ölüm ise, asıl üçüncü yürüyüşte, Self’in sonunda her şeyi unutacağımızı bilerek, yavaş yavaş unutmanın hikâyesini yazdığı “Spurn Head” (Spurn Burnu) adlı bölümde çıkıyor karşımıza.

İngiltere’de, Yorkshire’ın mavinin, grinin ve yeşilin adı konmamış bir karışımı olan su, hava ve taş renklerine bürünmüş Bridlington sahilindeyiz. Erozyon öylesine kemirip tüketmiş ki bu sahili, yürürken, “Bu yolculuğu bir başkası yapamayacak” diye içinden geçiriyor Self, “Bir yıl sonra şimdi benim ayaklarımı tutmak için yükselmiş olan bu topraktan eser kalmayacak.” Ve birden, daha uzun yaşamak istemediği, basbayağı sonsuza dek yaşamak istediği gerçeği bir vahiy gibi iniyor Self’e. “Mikrohicivleri ve pis karalamaları tarihin marjlarında unutulmaya mahkûm” bir yazar olarak algılamaya başlıyor kendisini; küçüklüğünün, geçiciliğinin farkına vardıkça ölümden daha çok korktuğunu anlıyor.

Kitabın tam bu yerinde, Will Self’i unutup bir başka yazarı düşündüm ben. Yıllar önce bir gün, Caddebostan sahilinde denize bakarak yürürken, içini kaplayan o tuhaf, o yabancı hissin ne olduğunu uzun süre kavrayamamışken, sonra birden “Ölümden korkmuyorum artık” diye mırıldanıverdiğini anlatan Ahmet Altan geldi aklıma.

Sonra, Fransız antropolog David le Breton’un Eloge de la Marche (Türkçesi Yürümeye Övgü, Sel Yayıncılık’tan İsmail Yerguz’un tercümesiyle çıktı) adlı mükemmel kitabında gördüğüm o cümleyi arayıp buldum: “Akıp giden zamana ve nihayet bütün yürüyüşlerin sonu olan ölüme doğru yavaş yavaş ilerlemeye meydan okumaktan başka bir şey değildir yürümek.” Flaneur kelimesinin tarifine bunu da eklemek lâzım belki; edebiyatçıyla yürüyüşçüyü yekvücut kılan şeyin, biraz da, ölüm karşısındaki bu meydan okuyuş olduğunu zihnimizdeki sözlüğe not düşmek lâzım.

Hiç yorum yok: