14 Temmuz 2010 Çarşamba

Başbuğ-Kürtler Mumcu-CHP - Ergun BABAHAN

Ergun BABAHAN ebabahan@stargazete.com



Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un Star gazetesine verdiği demeç doğrudan yargıya müdahaleydi.

Geçmişte savcıları meslekten ihraç ettirten, davaları kapattırma gücüne sahip olan Genelkurmay’ın medya üzerinden şikayetle yetinmesi Türkiye gibi bir ülke için gelişme bile sayılabilir.

Ancak bu konuşmanın yapılabiliyor olması bile gündemdeki anayasa değişikliğine evet demek için yeterli bir nedendir.

Şemdinli gibi bir hukuk skandalı yaşamış, devlet adına işlenmiş tüm suçları bir şekilde örtbas ettirmeyi başarmış bir düzenin kapanması sözkonusu olan.

Gürültü de burada kopuyor zaten.

Sözkonusu olan yüksek yargının siyasetin denetimine sokulması değil, askeri bürokrasinin vesayetinden kurtarılmasıdır.

Aksi halde Avrupalı sosyal demokratların CHP’ye “evet” oyu çağrısı vermesi normal olur muydu?

Referanduma dönersek...

Erzincan’dan Ergenekon’a kadar olan dava sürecinde rahatsızlığın en dışa vurulduğu kurumun Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu olduğunu anımsayın.

Aynı HSYK’nın dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın talimatıyla Şemdinli davası savcısını meslekten ihraç ettirip davayı askeri mahkeme eliyle kapattırdığını hatırlayın.

Sonra mevcut Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un Albay Temizöz davasıyla ilgili sözlerini hatıra getirin.

İnfazlarda en fazla 3 kişinin öldürülebildiğini, çünkü JİTEM’in kullandığı beyaz Toros’ların bagajının en fazla 3 ceset aldığını anlatan itirafçıların anlattıklarını zihninizde canlandırın.

Ya da suikasti yine devlet tarafından karartılan Uğur Mum

cu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’nun sözlerine kulak verin:

“Zamanın Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral ile cinayetten sonra Güldal Mumcu ve Avukat Emin Değer ile birlikte bir kez görüştük. Demiral, bize açık açık ‘Eğer bu olayı devlet çözmek isterse katiller bulunur ama istemezse bulunamaz. Siz gidin, Bakanlara, Başbakana rica edin. Onlar düğmeye basarsa Uğur Mumcu’nun failleri bulunur ve ben dava açarım’ dedi

“Beni esas şaşırtan olgu da Nusret Demiral’ın bu yetersiz performansından birilerinin çok memnun olmasıdır. Memnun olduklarının kanıtı da görev süresinin bitmesine rağmen, atamasını birileri durdurdu. O birilerinin kim olduğunu araştırdım ve şunu öğrendim ki, bunun atamasını MİT veya Genelkurmay durdurmadı. Bu konunun ortaya çıkması gerekli. Bu konunun ayrıntılarına vakıf olan eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın bu atamanın neden durdurulduğunu gerekçeleriyle açıklamasını bekliyorum. Demiral’ın ataması çıkıyordu, Konya DGM Başsavcılığı’ndan, birileri araya girdi ve durdurdu. Bu bir Devlet kuşatılmışlığıdır. Bu kuşatılmışlığın içine SHP’liler bulaştırılmıştır. Anladığım kadarıyla, görünürdeki engellemeler Adalet Bakanı Seyfi Oktay ve müstşarı Yusuf Kenan Doğan tarafından yapılmıştır.”

Bugün Uğur Mumcu’nun eşinin CHP saflarında bu yapının değişmesini isteyen zihniyete destek olması hazindir.

Daha hazini Albay Temizöz gibi nicelerinin yargı önüne çıkmasını engellemek isteyenlere, faili meçhüllerin en ağır bedelini ödeyen Kürtler’in destek olmasıdır.

Çünkü önder öyle diyor...

13 Temmuz 2010 Salı

Sistem ve dahiler - Eser KARAKAŞ

Sistem ve dahiler


Eser KARAKAŞ ekarakas@stargazete.com



21. yüzyılda toplumsal sistemler için en önemli şey dahi çocuklarından nasıl yararlanabilecekleri olacak.

Önümüzdeki hafta yine eğitim köşemde farklılaşmayı temel alan eğitim sistemlerine sahip ülkelerin, benzeşmeyi temel alan eğitim sistemlerine sahip ülkelere oranla çok daha başarılı olacakları konusunu ele alacağım.

Geçen hafta bir fransız gazetesine yansıyan ilginç bir haberde ABD’nin Fransa gibi bir ülkeden dahi nasıl deha devşirdigi yaziyordu.

Bugüne kadar Fransa’nın en prestijli okullarından deha devşiren ABD, 21. yüzyılda bu devşirme işini varoşlara kaydıracağını, çünkü varoşlarda keşfedilmeyi bekleyen çok önemli dehaların yaşadığını açıklıyordu.

Biz bu konuda acaba hangi noktadayız?

Bırakın dışarıdan deha devşirmeyi, acaba ender yetişen kendi dahilerimizi nasıl kullanabiliyoruz?

Geçen hafta 8. Sınıflar Seviye Belirleme Sınavı (SBS) sonuçları açıklandı ve Antalya’dan bir çocuğun tam puan aldığı bildirildi.

İşin ilginç tarafı, aynı çocuk 6. ve 7. Sınıflarda girdigi SBS’lerde de tam puan almış.

Karşımızda bir dahi mi değil mi bilemiyorum ama çok dikkatle takip edilmesi gereken bir beyin olduğu muhakkak.

Bu haberi gazetelerde okuduğumda ilk aklıma gelen bu çocuğun yirmi sene sonra nerede olabileceği sorusu oldu.

Bu çocuk liseyi ve üniversiteyi acaba nerede okuyacak?

Sistem onu çok önemli bir küresel kurumda doktora yapmaya yönlendirecek mi?

Bu sorulara çok olumlu yanıt verebileceğimizi zannetmiyorum.

Mesela, geçtiğimiz son otuz yılın üniversite giriş sınavları birincilerini, hatta ilk yirmiye girenleri, bir çıkaralım.

Şimdi bu insanlar nerelerde, ne işler yapıyorlar, bir inceleyelim.

Karşımıza çok parlak bir tablo çıkacağı kanaatini taşımıyorum.

Üniversite giriş sınavları birincileri ya da ilk yirmiye girenler, şaka değil, yaklaşık bir buçuk milyonda birinci olan kişiler.

Bu kadar sert bir seleksiyon ile bilebildiğim kadarıyla Harvard’a dahi girilmiyor.

Ama bundan beş altı sene önce bana ulaşan bilgiler altın beyin diye nitelendireceğimiz üniversite giriş sınav birincilerinin toplumda çok da önemli yerlere gelemedikleri doğrultusunda idi.

Altın beyinlerini, dahilerini bu kadar hoyratça kullanan, onların üzerlerine titremeyen bir sistemden, bir ülkeden ne köy olur ne kasaba.

Zaten benzeşmeyi bir marifet, farklılaşmayı ise kabahat olarak algılayan bir sistemden dahilerini el üstünde tutması, onları kayırması beklenemez.

Girdiği son üc SBS’de tam puan alan Manavgatlı çocuk konusunu bir kenara yazın.

Allah ömur verir ise on beş-yirmi sene sonra bu konuya geri dönelim, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Fransız savunma bakanı paşasını kovarken Eser KARAKAŞ

Fransız savunma bakanı paşasını kovarken


Eser KARAKAŞ ekarakas@stargazete.com



Hukukçu değilim, detaylarını bilemem ama bir hukuk-şehir efsanesine göre bizim idare hukukumuzun Fransa’dan kopya edildiği iddia olunur.

20. asrın başlarında eserlerini veren ünlü fransız idare hukukçusu Leon Duguit’nin başta 27 Mayısçı idare hukukçusu Prof. Dr. Sıddık Sami Onar olmak üzere bütün bir türk idare hukuku geleneğini şekillendirdiği söylenir.

Ne kadar doğrudur bilemem zira türk kamu yönetiminden kimi örnekler fransız kamu yönetimi sistemini ne kadar benimsediğimiz hakkında ciddi kuşkular uyandırıyor.

Geçtiğimiz hafta Çarşamba günü Fransız Savunma Bakanı Herve Morin, Fransa’nın çok önemli bir generalini, Vincent Desportes’u apar topar fgörevinden azletti.

General Vincent Desportes’un görevi bizdeki Harp Akademileri Komutanlığı’na tekabül ediyor, yani tüm Fransız kurmaylarını yetiştiren kurumun başındaki adam Desportes.

General Vincent Desportes, basına bir açıklama yapıyor ve bu açıklamasında Fransız hükümetinin ve Afganistan’da görev yapan NATO askerlerinin savaşma stratejilerini ağır bir dille eleştiriyor.

Fransız Savunma Bakanı Herve Morin de bir orgeneralin, Harp Akademileri Komutanı dahi olsa siyasetçiler tarafından saptanan stratejileri eleştirme hakkının asla olmadığını ve general Vincent Desportes’un yasalar ile kendisine verilmiş olan görev çizgilerini ciddi bir biçimde ihlal ettiğini öne sürüyor ve generali azlediyor.

Siyasi demeç verdiği ve siyasetçiler tarafından saptanan Afganistan stratejisini eleştirdiği için görevinden azledilen komutanın yaşadığı ve görev yaptığı ülke Fransa.

Komutanı görevden alan Bakan da Fransa’nın çok çok başarılı Savunma Bakanı Herve Morin.

Bu ülke de, yani Fransa, idare hukuku anlayış ve şemasını kopya ettiğimiz ülke güya.

Bizde böyle bir olayın yaşanabileceğini şimdilik tasavvur edebiliyor muyuz?

Madem Fransa’nın o ünlü merkeziyetçi idare hukuku anlayışını benimsedik, bir devlet memuru olan Genelkurmay Başkanı bizde niye Başbakan’a bile bağlı değil?

Türkiye’de neden Fransız Savunma Bakanı Herve Morin’in yetkilerini haiz bir savunma bakanı tipolojisi yok?

Daha da önemlisi, hatta vahimi, neden Türkiye, Herve Morin çapında bir savunma bakanı yetiştiremiyor?

Sabah akşam üniter devlet güzellemeleri yap, adem-i merkeziyetçi her girişime aslanlar (!) gibi karşı çık, sonra dünyanın en adem-i merkeziyetçi devlet yapısında bile olamayacak bir ilişkiyi benimse, genelkurmay başkanını, bırakın savunma bakanına, başbakana bile anayasada (m.117) bağlama.

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.

Genelkurmay başkanları sabah akşam en kof, en içi boş siyasi demeçleri versinler, kimse parmağını kımıldatmasın, sonra da Anayasa Mahkemesi bir oy verme tekniğini anayasanın ikinci maddesinde ifadesini bulan demokrasi ilkesine aykırı görsün.

CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da, yani ana muhalefet partisi başkanı, kendi partisi, yani bürokrasiyi dışarıdan denetlemekle yükümlü bir parti, 27 Nisan bildirisini zamanında alkışlasın, bugün de başbakanı neden gereğini yapmadınız diye suçlayıversin.

Sapla samanın birbirine karıştığı bir dönemden geçiyoruz.

Demokraside sapla samanı ayrıştırmanın ilk adımı silahlı bürokrasiyi MUTLAK OLARAK siyasi otoritenin emrine sokmaktan geçer.

Başka türlü muasır medeniyet lafı havada kalmaktadır

Devlet ve vicdan Eser KARAKAŞ

Devlet ve vicdan


Eser KARAKAŞ ekarakas@stargazete.com



Bu yazı yakın bir tarihte çıkan bir AİHM kararı ile ilgili.

Daha doğrusu bu karar karşısında devletimizin ne yaptığıyla ilgili.

Daha da doğrusu ne yapmadığı ile ilgili.

Konu siyasi bir konu değil.

Yani kürt meselesi değil, Abdullah Öcalan meselesi değil, Kıbrıs meselesi değil, ifade özgürlüğü meselesi değil, işkence meselesi değil.

Ama özünde devletin adam gibi bir devlet olup olmadığı ile ilgili bir mesele.

1996 senesinde bir küçük çocuğa Kızılay’da kan ama beraberinde HIV virüsü de veriliyor.

Bir süre sonra bebeğin bu kan verme işlemi nedeniyle AIDS hastası olduğu anlaşılıyor.

Aile de bu aşamadan sonra hem sağlık hem de hukuk süreçlerini beraber yürütmeye gayret ediyor.

Basından öğrendiğimize göre çocuğun babası bir şoför yani son derece sınırlı maddi imkanlara sahip bir aile.

Ailenin yeşil kartı var ve bu kart sayesinde çocuğun tedavisine başlanıyor ama bir süre sonra hukuk sürecinde Sağlık Bakanlığı aileye tazminat ödemeye mahkum olduğunda (miktar da orantısız ölçüde mütevazi) yeşil kart uygulaması aile için durduruluyor.

Ve aile de bebeğin çok masraflı tedavisini yürütmekte zorlanıyor.

Aile bu arada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de başvuruyor ve AİHM yüklü bir tazminata ve devletin çocuğun bakım masraflarını yaşamı boyunca tümüyle üstlenmesine hükmediyor.

Ortada bir devlet kurumunun, Kızılay’ın akıl almaz bir hatası nedeniyle hayatı kararan küçük bir çocuk, bu çocuğun çok masraflı tedavisini üstlenemeyecek maddi koşullarda bir aile ve daha da önemlisi AİHM’in tazminat ve sürekli bakım kararı var.

Olmayan ise devletin ailenin bu mağduriyetini asgariye indirmek için atması gereken adım.

Adım dediğimiz de AİHM kararının acilen uygulanması, tazminatın ve bakım masraflarının gecikmeden aileye ödenmesi.

Ailenin avukatının ifadesine göre yasal sürenin geçmesine rağmen devletin yükümlülüklerinie yerine getirmemesi nedeniyle aile büyük bir sıkıntı içinde zira tedavi çok pahalı, ailenin bu tedaviyi kendi olanaklarıyla yürütme olanağı yok.

Yine basından öğrendiğime göre konu Dışişleri bürokrasisinin önünde ama henüz (!) AİHM kararının gereği yapılmıyor.

Ama bu arada fakir bir ailenin Kızılay’dan HIV virüsü kapmış çocuğu tedavi görebilmek için bekliyor.

Beklesin.

Devletin mutlaka daha önemli işleri vardır.

Herhalde bir parça vicdanı da vardır

Yargı, arındırır; güçlendirir - Sami SELÇUK

Yargı, arındırır; güçlendirir


Sami SELÇUK



Anayasa Mahkemesinin (AYM) anayasal değişikliklerle ilgili maddelerini incelemesiyle birlikte yine kıyametler koptu.

Toplum iki karşıt kutba ayrıldı.

Hukukçular bile iktidar yanlısı ya da karşıtı olup olmamalarına göre görüş açıklıyorlar izlenimi var, toplumda.

Bu çok sağlıksız süreçte ilkin AYM’ye başvurmak bir suç gibi algılandı.

Bu yadırganası durum ilk kez yaşanmıyor, bu ülkede.

Kimileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvurmayı bugün de “Türkiye’yi dış dünyaya şikâyet etmek” olarak algılıyorlar.

Oysa bir işlem hakkında yargıya başvurmak özendirilesi bir

tutumdur.

İşlemin hukuk ve yargı süzgecinden geçirilmesi, onu arındırır;

güçlendirir.

Yargı, işlem hakkında hukukun ne dediğini (jurisdictio) saptar.

Bu saptamada işlem doğru ise, hukuk süzgecinden de geçtiği için, sağlamlığı açığa çıkmış olur.

İşlem yanlış ise, sakatlık saptanmış; düzeltilme olanağı sağlanmış olur.

AYM’ye ve/ya AİHM’ye başvuruda da elbette böyledir.

AYM, yasalaşan normun anayasanın normlarına uygunluğunu saptamışsa, norm konusundaki tartışmalar biter.

Norm sağlıklı doğmuş demektir. Normu kotaranlar, bunun kıvancını yaşarlar.

AYM, eğer yasalaşan normun anayasaya aykırılığını saptamışsa, yasa koyucu onu anayasal çerçeve içinde yeniden düzeltme olanağına sahiptir. Düzeltir, yeni norm sağlıklı biçimde hukuk düzeninde yerini alır.

İkinci kez bu tür bir yanlışlığa düşmezler.

Elbette ders alırlarsa.

Avrupa insan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Türkiye Cumhuriyetinin özgür iradesiyle benimsediği bir sözleşmedir, bir iç hukuk metnidir.

Tıpkı Türk yasaları gibi.

AİHM de öyle. Bizim mahkememizdir. Tıpkı AYM, Yargıtay, Danıştay, Van Ağır Ceza Mahkemesi, Muğla Asliye Hukuk Mahkemesi gibi.

Türkiye’deki hukuk yolları bitince her birey, AİHM’ye başvurabilir. AİHM de Türk yargısının kararını AİHS’nin normları açısından irdeler, bu konuda yine hukukun ne dediğini söyler.

AİHM, eğer Türkiye’de verilen yargısal kararın AİHS’nin normlarına uygunluğunu saptarsa, karar konusundaki tartışmalar biter. Karar sağlıklı doğmuş demektir.

AİHM, eğer Türkiye’de verilen yargısal kararın AİHS’nin normlarına aykırılığını saptarsa, Türk yargısının onu gözden geçirme olanağı bulunmaktadır (Ceza Yargılama Yasası, m. 311/f).

Türk Mahkemesi, buna göre yeniden bir karar verir; yeni karar sağlıklı biçimde hukuk düzeninde yerini alır.

Bir adli yanılgı da ortadan

kalkmış olur.

Türk yargısı da bu kararı değerlendirir, aynı yanılgıya bir daha düşmemeye özen gösterir.

Dahası AİHM’ye her başvuru, Türk hukukunun Batı hukukuyla bütünleşmesine katkıda bulunmak demektir.

Suç olmak şöyle dursun, hukuka hizmettir.

Artık herkesin bu bilince ulaşması gerekir.

Türkiye, henüz bu bilince ulaşmış değildir.

Özellikle siyasetçiler, kendileriyle ilgili kararlarda AİHM’ye başvurmaktan kaçınmaktadırlar.

Nedeni belli: Türkiye’yi dış dünyaya şikâyet etmiş olma suçlamasının siyasal açıdan kendilerine zarar vereceğini düşünüyorlar.

Ama bu arada hukuka kıymış oluyorlar.

Siyasal gerekçe, hukuksal ve kamusal gerekçeye üstün tutuluyor.

Yitiren de Türkiye oluyor.

Son Anayasa değişiklikler dolayısıyla AYM’ye başvuru konusunda da bu tür yadırganacak tartışmalar, daha doğrusu pazarlıklar yapıldı.

Hukukçular arasında bile.

Şimdi de AYM’nin “davanın kabul edilebilirliği kararı”nı vermesi üzerine kimi çevreler kaygılandı.

Çünkü 1970’li yıllardan bu yana AYM yargıçları, anayasal değişiklikleri, yalnızca biçim açısından değil, öz açısından da inceliyor ve iptal kararı veriyorlar.

Bunu nasıl yaptıklarını bütün hukukçular, bütün siyasetçiler de biliyorlar. Bu bir.

Bu tür iptal kararlarına sürekli karşı çıkanlardan biri de benim.

Ama bu yoruma ve kararlara karşı bile olsam, Anayasa’nın şu maddelerini de iyi biliyorum ben: “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” (m. 9). Bu iki.

“Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır.” (m. 138). Bu üç.

“AYM’nin kararları kesindir. AYM kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Bu dört.

Bütün dünyada yargı sık sık görüş değiştirmez. Bu beş.

Demek, çarşambanın geleceği perşembeden belliydi.

Öyleyse düzenlemedeki noksanlıkları, yanlışları yapmamak gerekmez miydi?

Bunalım yaratmak hüner değildir.

Hüner, bunalımı önceden görmek, önlemlerini almaktır.

Şimdi susma zamanı. Gereksiz sataşmaları, saldırıları, hukuk dışı önerileri bırakıp AYM’nin kararı bekleme zamanı.

Karardan sonra düşünelim,

çareyi.

Etik, hukuki olan budur.

Son söz: Hepimiz yastayız, sevgili şehitlerimiz! Sizler toprağınızda uyurken hukuk üzerine yazmak bana öyle zor geliyor ki! Sizlere Tanrı’dan rahmet, ailelerinize sabır diliyorum. Ulusumuzun başı sağ olsun.

İlhan Selçuk -Sami SELÇUK

İlhan Selçuk


Sami SELÇUK



Cumhuriyet’te ilk yazım, 1964’te yayımlanmıştı.

Yıl, 1990 ya da 91 olmalı.

Cumhuriyet, Anayasa Mahkemesinin (AYM) 1989 tarihli “türban kararı” üzerine bir yazı istedi.

Art arda yayımlanmak üzere üç yazı yolladım.

Birincisi hemen yayımlandı.

Aynı gün ikinci yazının atlanarak üçüncü yazının yayımlanması için izin istediler.

Nedeni şuydu: Eleştirdiğim gerekçenin yazarı, AYM’ye başkan adayıydı; zarar görebilirdi.

Karşı çıktım. Son iki yazı yayımlanmadı.

Daha sonraları yazının bütünü Güneş gazetesinde ve TBB dergisinde yayımlandı.

Cumhuriyet, daha sonra yolladığım yazılarımı da yayımlamadı. Merhum Prof. Dr. Sahir Erman’ın iki güzel yazısını da yayımlamamıştı

Bir gün İstanbul dönüşü İlhan Selçuk’a uçakta rastladım. Yan yana oturup konuştuk.

Neden makale yazmadığımı sordu. Anlattım. Haberi olmadığını, üzüldüğünü söyledi.

O da türbana karşı çıkmanın demokrasiyle bağdaşmadığına inanıyordu, Merhum U. Mumcu gibi. Ancak, Merhum Ord. Prof. Dr. H. V. Velidedeoğlu’nun bunu erken bulduğunu, kendilerini uyardığını söylüyordu.

Merhum Erman’ın ve benim yayımlanmayan yazılarımızı kendisine yollamamı istedi. Yolladım. Hiçbiri yayımlanmadı.

1995 yılında Hürriyet’te çıkan uzun bir söyleşim, Cumhuriyet’i çok kızdırmıştı.

Bu arada laiklikle ilgili bir yazım da dört gün boyunca Milliyet’te yayımlanmış, daha sonra kitaplaştırılmıştı.

Kanımca Cumhuriyet, din özgürlüğünü savunmak ile laiklik karşıtlığını birbirine karıştırıyordu.

Nitekim bir Cumhuriyet yazarı, bir din adamıyla çıkan resmi dolayısıyla kıyamet kopmuş, Cumhuriyet’ten uzaklaştırılmıştı.

Gazete bir örnek insan yaratmaya özenen toplum mühendislerini destekliyor; artık çoğulculuğa yaslanan demokrasiye geçildiğini göremiyor, “halk tarafından halk için” ilkesinden değil, hâlâ “halka karşın halk için” anlayışından yola çıkıyordu.

Merhum Selçuk, kimi yazılarla ilgili kovuşturmalar dolayısıyla da beni birkaç kez aradı, görüşümü sordu.

6 Eylül 1999 “adli yıl açış” konuşmamı, Başbakan Merhum Ecevit, çıkışta övdü; herkesin demokrasi ve laiklik anlayışını bu konuşmaya göre gözden geçirmesini istedi. Parti başkanları olumlu buldular. Basın toplantıları düzenleyen DYP Genel Başkanı Sayın Çiller, konuşmanın demokrasi tarihinde bir Milat olduğunu söyledi. CHP Genel Başkanı Sayın A. Öymen ile SP Genel Başkanı Sayın Kutan da desteklediler.

Konuşmanın özetini ve özellikle kimi kesimlerini hemen hemen bütün basın gibi Cumhuriyet de, ertesi günü, çok çarpıcı biçimde verdi.

Sadece Hürriyet, konuşmaya uzak duruyor, başyazarı da eleştiriyordu.

Cumhuriyet’in ünlü çizeri Tan Oral, güzel çizgileriyle ödüllendirmişti, konuşmayı.

Cumhuriyet’le olan kırgınlığın son bulduğuna inanmıştım.

Yanılmıştım.

İki gün sonra, iki yazarı -ki T. Oral gibi onlar da ayrıldılar- dışında Cumhuriyet, Başyazar Selçuk başta olmak üzere, saldırıya geçti.

Ağabey Turhan Selçuk, başıma sarık geçirerek karikatürümü çiziyor; muhabirleri, sadece olumsuz tepkilere ilişkin haberleri veriyor, yazarları da konuşmanın içinden işlerine gelen kesimlerini alarak saldırıyorlardı.

Evet, eleştirmiyor, saldırıyorlardı.

Ülkemizin en çok satan, en büyük gazetesi, hakkımda ne kadar dedikodu varsa bulmaya çalışıyor; lise yıllarımdaki ders notlarına dek eline ne geçirdiyse yayımlıyordu.

Aynı gazete, bilimsel nitelikteki konuşmamın dip notlarında adları geçen kimi düşünürlerin özel yaşamlarına bile el attı.

Sokrates, André Gide, Oscar Wilde, Michel Foucault’nun eşcinsel olduklarını duyurdu.

Üzücü ve bardağı taşıran bu duruş, basın etik kurallarına da elbette aykırıydı.

Konuşma ile bunlar arasındaki nedensellik bağını kurmakta zorlanıyor; sabırla izliyordum, olup bitenleri.

Yurt dışında ise konuşma çok olumlu yankılar yapmıştı.

Dış basın, konuşmadan özetler vermiş; kimileri de benimle görüşmüştü.

Avrupa Birliği ülkelerinin büyük elçileri beni yemeğe çağırmışlar, sorular sormuşlardı.

Dışişleri Bakanı Merhum İsmail Cem, bütün büyükelçiliklere bir yazı göndermiş, “Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un konuşmasının uluslar arası toplantılarda” değerlendirilmesini istemişti.

Ama devletin iki yüzü sırıtıyordu, bu yazıda.

Çünkü yazı “gizli” damgasını taşıyordu.

Peki, neden?

Konuşmam kimi çevreleri ürkütmüştü de ondan.

Konuşmam, Avrupa Konseyi Parlamentosunda gündeme alınmış, üzerinde tartışmalar yapılmış; Türkiye’nin Batı ölçeğinde bir demokrasiye doğru hızla yürümeye başladığı izlenimi yaratmıştı.

Katıldığım uluslar arası toplantılarda da konuşmanın iyi izlenimler bıraktığını görüyordum.

Cumhuriyet ve bir kesim basın ise bunları görmüyor, inatla saldırılarını sürdürüyordu.

Cumhuriyet, ilk günler konuşmayı desteklemişti. Çünkü yıllardan beri savunduğum ve Cumhuriyet’te de yayımladığım Atatürkçülük yorumunu beğenmişti.

Ama ne zaman sağ basın beni desteklemeye başlayınca bana omuz vermekten vazgeçmiş, saldırıya geçmişti. 8 Eylülde Selçuk başyazısında, “Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’u bu kez irtica basını manşetlere geçirdi, göklere çıkardı.” diye yazdı.

Bunu Cumhuriyet’ten ayrılan bir yazar da doğruladı, daha sonraları.

Bir ay boyunca sürdü bu saldırılar.

Bir gün bir Cumhuriyet yazarının dip notumda yer alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararındaki bir sözcüğü bana mal ederek eleştirmesi üzerine Selçuk’u aradım.

Gazetenin ağırbaşlılığıyla bu tür çarpıtmaların bağdaşmadığını belirttim. Kimi konuları dile getirdim. 1951’de yurt dışına kaçan Nazım Hikmet’e gazetenin yaptığını da anımsatarak demokrat olmadıklarını söyledim. Biraz tartıştık. İkimiz de ölçülüydük. Dingin bir ses tonuyla konuşuyordu. Bana bütünüyle hak vermedi. Ama “Galiba, dedi, biz de biraz ileri gittik. Yarından itibaren sizi üzecek yayın son bulacak.”

Sözünü tuttu.

Eşi öldüğünde kendisini aradım. Çok üzgündü. Eskilere dönmeden söyleştik. Bu kez hakkımda iyi şeyler söyledi.

Selçuk, kuşkusuz, sadece usta bir kalem değil, görüşlerinden sapmayan bir düşünce adamı idi.

Demokrasi konusunda ayrılsak bile, onun bu sağlam ve ödünsüz duruşunu her zaman takdir ettim.

Merhum Selçuk’un son yıllarda demokrasi anlayışını da gözden geçirdiğine inanıyorum. Nitekim hasta yatağında yatarken söylediği şu sözleri bunun kanıtıdır: “Artık Türkiye’de askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Ben Türkiye’nin zaman yitirmeden demokratikleşmesini istiyorum. Demokrasi ve özgürlükleri kim genişletirse ona gönülden destek veririm. Türkiye kendisiyle yüzleşmeli.” (11 Ocak 2010).

Selçuk’a Tanrı’dan rahmet, ailesine ve Cumhuriyet mensuplarına başsağlığı dilerim.

İnsan bu sürekli çelişir - Sami SELÇUK

İnsan bu sürekli çelişir


Sami SELÇUK



Binlerce, belki de milyonlarca kez düşünmüşsünüzdür.

Uzun uzun hem de.

Son soluğunuzu verinceye dek de düşüneceksiniz.

Oturup belki yazacaksınız.

Nutuklar, söylevler çekeceksiniz, belki de. Kalemlerin tükendiğini, seslerin kısıldığını gördüğünüz, anlatamayıp düş kırıklığı yaşadığınız halde yine sürdüreceksiniz çabalarınızı.

Yadırgayanlar bile çıkacaktır, sizi.

Açılan ağızlardan, yazan kalemlerden güzel övgüler de duyacaksınız, okuyacaksınız olasılıkla.

Zehirlerini kusanlar da olacak bu arada.

Ipıssız kalacak çevreniz uzun süre belki de. Ama aldırmamalısınız.

Müthiştir, çünkü insanoğlu. Düşünen bir beyni vardır. Bu yüzden insan denmekle yetinilmemiş, “bilen, kavrayan insan” (homo sapiens) denmiştir, ona.

Her gün çelişir, kendisiyle. Sözgelimi, ölüm cezasına karşı çıkar. “ölüm cezası, der, ceza değil, tasarlanarak işlenen bir cinayettir.”

Ona göre devlet, cinayet işleyen hukuk dışı bir aygıt değil, cinayeti önleyen hukuksal bir kurum olmalıdır. Doğru, ama aynı insanoğlu, her Allah’ın günü her canlıya kıyar. İri cüsseli deveyi, danayı boğazlar; minicik bıldırcının, serçenin, hamsinin etine göz diker. Isı işkencesiyle olduğu yerde besleyip irileştirdiği tavuğun kellesini koparır giyotinde, bir güzel yer.

Şaşıp kalırsınız onun mantığını tutsak eden bu oburluğuna, iştahına.

Çelişkidir, elbette bu. Hem de yaman bir çelişki.

Ama bu çelişki, kıydığı hayvanların etlerinden türlü çeşitli yemekler yapmaktan alıkoymaz insanoğlunu.

Kirazmış, cevizmiş, kayınmış, meşeymiş dinlemez, keser hepsini testereyle. Hem de canlı canlı.

Alır eline, kitabını, gazetesini insanoğlu. Geçer kurulur cevizden, meşeden koltuğuna ya da uzanır yatar kirazdan, meşeden yatağına. Hiç aldırmaz.

Lakırdısına bile katlanamazlar, kimi insanoğulları karşı düşüncenin.

Iraktır seslerini çıkaran telleri, yazan elleri kendilerini insan yapan beyinlerine.

Neden? Çünkü kendilerini eleştirenleri sevmezler. Ama dostları, yoldaşları, onları destekleyen yazarlar, çizerler düşünceyi açıklama özgürlüğünü, doğal haklarını kullandıkları için zindanı boyladıklarında kıyameti koparırlar. Haklıdırlar.

Sarsılırlar, derin acılar yaşarlar, çile çekerler. Ama o saat unuturlar, karşı düşünceyle karşılaşınca bütün bu yaşananları.

En acısı da işte bu unutmaktır.

Var olmanın yadsınmasıdır, çünkü unutmak.

Gerisi boştur.

İyiyi, güzeli, doğruyu öldürür, ağlatır; kötüyü, çirkini, sahteyi diriltir, söyletir, unutmak. Herkes de bilir bunları.

Lakin pek değişmez bu süreç.

İyiyi, güzeli, doğruyu savunan onca bilgelere, düşünürlere, peygamberlere karşın sapmalar yaşanır sürekli.

Oysa serinleten bir meltem gibidir, karşı görüşler, düşünceler.

Korur insanoğlunu sıcaktan, soğuktan, bütün sapmalardan, sağaltır. Güvencedir, insanoğlu için.

Uyarır dostça. Hem de insanı insan yapan en görkemli organdan, beyinden süzülerek uyarır.

Resmen der ki: “Tartışmalısın, değerlendirmelisin karşı görüşü. Acele etme. Enine boyuna düşün. Dokuz ölç, bir biç. Tartışma, bir yanılgısavardır. Bunu unutma!”

Laf söz dinleyen, uygar biriyse insanoğlu, karşı düşünceyi tartışır, değerlendirir.

Ama çoğu toplumlar, özellikle doğulu toplumlar, bugün bile hâlâ “eleştiri öncesi çağ”ı yaşarlar. Kravatını düzelteni severler, ama doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Çoğu insanoğlu, karşı düşünce altın tepsi içinde sunulsa bile, “tek doğru, bilmediğini bilmektir” sorgulamasını yapmaz, “benden yana ve benim grubumda olanlar, her zaman doğru düşünürler, hiç yanılmazlar” önyargısının, toplulukçuluğun/cemaatçiliğin pençesinde kıvranır, şakşakçılarının tutsağıdır.

Renksiz, durağan, cansız, soluk silik bir yaşam vardır oralarda. Diyalog yerini monologa bırakmış; diyalektik, canlık, dinamizm bitmiştir. Dia değil, mono toplumlarıdır, bunlar.

Issızdır, ortalık, en kalabalıklarda bile. Karanlıktır çevre, binlerce mumluk lambalar altında dahi. Bu ıssız karanlıkta, bu toz duman içinde göz gözü görmezi ki, doğruyu bulabilesiniz.

Mevsim karakıştır; doğa, yaman çelişkileriyle meydan okumaktadır. Baharların ısıtan güneşi, okşayan serinliği, uslu yağmurları gitmiş; kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştır, bütün hırçınlığıyla kar, fırtına, ayaz iç içedir. Tıpkı ölüm cezasına karşı çıkarken boğazlanan canlıların eti yendiğinde; düşün özgürlüğünü savunurken buyurganların buyruğuyla Brunolar yakıldıklarında, Voltaire’ler, Rousseau’lar kovulduklarında, Pir Sultan Abdallar asıldıklarında, Gramsci’ler, Nazım Hikmetler, Yaşar Kemaller, Kemal Tahirler, Rıfat Ilgazlar zindanlarda çürütüldüklerinde olduğu gibi. Bu yaman çelişki, insanın tanımında bile varken, insanın çilesi hiç biter mi? Latin düşünürü Seneca (MS, 7-65), “homo homini res sacra” (insan, insan için kutsal nesnedir), ondan 1500 yıl sonra İngiliz düşünürü Hobbes (1588-1679), “homo homini lupus” (insan, insanın kurdudur) ve yaklaşık 2000 yıl sonra Fransız düşünürü Sartre (1905-1980), “insan insanın cehennemidir” derken hep bu çelişkiyi vurgulamadılar mı?

Malum general...Mehmet ALTAN

Malum general...


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Jandarma Kriminal Laboratuarı’nın doğruladığı “ıslak imzaya” “kâğıt parçası”... Lav silahına “boru” diyen, malum generalden söz ediyorum.

Kendisini dinlerken...

Burasının nasıl palavra bir devlet, nasıl çakma bir askeri cumhuriyet olduğunu üzülerek bir kez daha gördüm...

***

Sanki 26 yıldır söz konusu olan beş bin kişilik silahlı gayri nizami bir güç değil de düvel-i muazzama...

Üç saat sadece PKK dinledik...

Nizami bir devlet ordusu ile savaşa girişseler ne olacak?

Daha da vahimi...

Sanki başarısızlığı ve yetersizliği her geçen gün biraz daha ortaya çıkan, karakollarını bile koruyamayan, PKK’lıları görüp “çoban zanneden”, kekik toplayan ihtiyarları “PKK’lı diye öldüren” bir manzara yok...

Sanki darbeleri ortaya çıkarmayan, sanki Ergenekon’u kendi içlerinden temizlemekte isteksiz davranan, sanki akıllarını siyasete takmış bir zafiyet yok...

Gözümüze hayatın soktuğu bu gerçeklere karşın, hiçbir cazibesi ve pırıltısı olmayan onca boş laf dinleyip durduk...

***

Burası asla demokratik bir hukuk devleti değil ama “askeri cumhuriyet” de değil...

Çünkü bu kadar askeri başarısızlıkla ancak “çakma askeri cumhuriyet” olunabilir.

***

Utanarak özeleştiri yapmak yerine herkese akıl ve nizam veren bir askeri bürokrat...

Demokratik bir ülkede asla olmayacak bir skandal bu...

Normal bir devlette, böyle bir siyasal tavrın karşılığı, iki aylık süreyi de beklemeden o bürokratı emekli etmektir...

Ama öyle siyasal bir cesaret de yok.

***

Söylemeye gerek var mı, hukuk da yok burada...

Malum General, Ergenekon’a arka çıkarken, birçok hukuksal maddeyi ihlal ederken, kendisinin doğrudan tabi olduğu Askeri Ceza Kanunu’nu da çatır çatır çiğnedi.

Ergenekon söz konusu olunca “usul” diye tepinenler, bu gibi durumlarda sağır ve dilsiz oluyor.

“Anayasayı millet yapmasın” diye yırtınırken, Genelkurmay Başkanı’nın işlediği hukuksal suçlara işaret etmek tabii ki o zevat açısından söz konusu değil...

Onlar sadece anayasayı milletin yapmaması ve Ergenekon konusunda hassaslar...

***

“Siyasi maksatlarla toplananlar, siyasi fırkalara girenler, siyasi makale yazan ve nutuk söyleyenler” hakkında Askeri Ceza Kanunu ne diyor?

148. maddeyi okuyalım:

“Siyasi maksatla toplananlar, siyasi fırkalara girenler, siyasi nümayiş ve içtimalara ve intihabata iştirak edenler veya her ne suretle olursa olsun bu maksatlarla şifahi telkinatta bulunanlar ve siyasi makale yazanlar ve bu yolda nutuk söyleyenler beş seneye kadar hapsolunur.”

Savcılar...

Yargıçlar...

Mahkemeler...

Sivil yargı... Askeri yargı...

Yüksek yargı...

Askeri Yargıtay, Askeri Danıştay...

Hani neredeler?

Kendisi, kendi tabi olduğu ceza yasasını açıkça ve fütursuzca çiğneyen biri, başka hukuksal konularda ne kadar “hukuktan” yana olabilir?

Burası henüz askerini siyasetten arındıramamış bir yer...

Bunca başarısızlığın ve can kaybının nedeni, askerlikle meşgul olmak yerine siyasete nizam vermeye kalkmak değil mi?

Osmanlı’da bundan battı...

***

2010 yılı Temmuz ayı itibariyle...

Hangi konumda olduğumuzu görmek için...

Jandarma Kriminal Laboratuarı’nın doğruladığı “ıslak imzaya” “kâğıt parçası”...

Lav silahına “boru” diyen malum generalin, mantık hatalarıyla, demokrasi ve hukuk ihlalleriyle dolu konuşmasını sabrınız var ise tekrardan izleyin.

Çok üzüleceksiniz.

Kısmi anayasa değişikliği gündemin en acil konusu ama...

Bu “çakma askeri cumhuriyeti” toptan AB standartlarında “demokratik bir cumhuriyet’e” dönüştürmeden her şey boş.

Askeri Ceza Yasası 148. maddeyi uygulamaktan başlamak ister misiniz?

“Kart kurt”tan “bölünme”ye... Mehmet ALTAN

“Kart kurt”tan “bölünme”ye...


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Yaklaşık otuz yıl önce askerlik yaparken... Eritici yaz sıcakları öğle vakti şahikasına çıktığında, subaylar bizlere “gölge dersleri” yaptırırlardı... Anlatılanlar daha ziyade ideolojik bir şartlandırmayı hedeflerdi.

Bunlardan biri de “Kürt” diye bir ulusun olmadığıydı...

Özellikle 30’lu yıllarda, güya Kürt kelimesinin etimolojik doğrusunu anlatmak için kullanılan “kart kurt” propagandası, 12 Eylül nedeniyle yeniden revaçtaydı...

Askerlere, daha doğrusu “resmi ideolojiye” göre Kürt diye bir etnik grup yoktu...

Kürtler “dağ Türkü”ydü...

Karda yürürken ayaklarından çıkan kart kurt seslerinden dolayı kendilerine “Kürt” denilmişti...

Bir devlet kendi insanına karşı bu kadar insafsızca bir yalana sarılırsa ne olur; çok kalmaz otuz yıl içinde “bölünme” konusunu mecburen gündeme getirmek zorunda kalır.

Gerçeği inkârın faturası ağır oluyor...

***

Biz yakıcı sıcakta resmi devlet palavralarını dinlerken...

Helmut Kohl da “Batı Almanya” Başbakanı olmuştu...

Daha sonra Kohl, 6 Mart 1983 genel seçimlerini kolaylıkla kazandı.

1987 seçimlerinde CDU-CSU Koalisyonu tarihin en düşük oy oranını aldı ise de, Kohl bir defa daha Başbakan seçilmeyi başardı.

1990 yılında Doğu ile Batı Almanya’nın birleşmesini sağlayarak da hem tarihsel bir lider, hem de “Birleşik Almanya”nın Başbakanı oldu.

2000 yılına kadar aktif siyasette bulunan Kohl, bu tarihte yapılan parti kongresinde yerini Angela Merkel’e bıraktı.

Almanya, Doğu ve Batı’yı birleştirirken biz kan revan içinde “kart kurt” noktasındaydık...

***

Kohl’dan sonra başbakanlığa sosyal demokrat Gerhard Schröder geldi.

İki ayrı rejimi birleştirerek tek bir bütün haline gelen Almanya’da, o da en az birincisi kadar zor bir devrime imza attı.

Almanya’da “sosyal piyasa ekonomisi” diye de telaffuz edilen “dayanışmacı kapitalizm”den “bireysel kapitalizme” dönüşü gerçekleştirdi.

Merkezi toplu sözleşmeler, işyeri sadakati, ömür boyu aynı kurumlarda kalmak gibi eski bir kültür gitti...

Kurumsal pazarlık, bireysel rekabet, kurum yerine iş avantajları öne çıktı...

Almanya bu ikinci büyük sosyal devrimle diğer dünya devleriyle rekabet imkânı sağladı.

“Mark’dan Euro”ya geçişi filan da bir yana bırakıyorum...

Türkiye gene kan revan içinde Kürt sorunuyla boğuşuyordu...

Ama “kart kurt” geride bırakılmış, çekingen bir şekilde de olsa “Kürt realitesi” de telaffuz edilir olmuştu...

***

1980’lerden 2010’lara...

Bir yanda Almanya diğer yanda Türkiye...

Almanya birleşmiş...

Birleşmekle de kalmamış ekonomik rejiminde de çok radikal kültürel bir değişime imza atmış...

Euro’ya geçmiş...

Rekabette ön almış ve Avrupa’nın en sağlıklı ekonomisi olmayı başarmış.

Türkiye ise hala çocuklarını öldürüyor.

Bu iki ülke arasındaki kocaman fark nedir?

Hemen söyleyeyim...

Birisi çok iyi yönetiliyor, diğeri de yerlerde sürünüyor...

***

Ankara egemenlerinin en büyük tabusu da bu; bu ülkenin “çok kötü yönetildiğini” asla ve kat’a söylemeyeceksin...

Ve bol bol “iç ve dış düşman” mavrasıyla zaman öldürüp, hedef şaşırtacaksın...

Hala ve gene yapılan o.

***

Allah aşkına, şu Türkiye’yi bunca yıldır peşi sıra yöneten tüm zevat kalkıp şu soruya cevap versinler:

Almanya’yı birleştirmek, komünal kapitalizmden bireysel kapitalizme atlatmak, ortak para birimine geçmek mi daha zordu, Cumhuriyet’i demokratikleştirerek “Kürt sorunu”nu çözmek mi?

***

Buranın halkını “tebaa” gibi görür, köhnemiş Saray’ı sürdürür ve amansız yalanlarla kendi statükonuzu korumak isterseniz, hem hiçbir şeyi çözemez, hem de rezil olursunuz.

Bize “gölge derslerinde” kart kurt palavralarını anlatarak, mevcut yalan rejimini sürdürmek isteyen zihniyet bugün “bölünme” konusunda ve Almanya’nın başarı grafiği için ne düşünüyor acaba?

Ne düşünecek, “iç ve dış düşman” propagandası dışında bir meziyet ve yöntemleri mi var?

Yeter ki halk buranın “yönetimleri dökülüyor” demesin, beyler de Saray’da oturmaya devam etsin.



Malum general...

Az hukuk, çok siyaset... Mehmet ALTAN

Az hukuk, çok siyaset...


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Anayasa Mahkemesi “anayasaya uygunluk” denetimi yaparken ya da yaptığını iddia ederken anayasayı çiğner mi? Söz konusu olan yer Türkiye ise çiğner.

Anayasa’nın 153. maddesi ne diyor? “İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.”

Anayasa Mahkemesi ne yapıyor?

Sürekli olarak, önceki gün olduğu gibi bu maddeyi alenen çiğniyor ve anayasayı bizzat kendisi ihlal ediyor...

Demek ki hukukun olmadığı aşikâr.

***

Zaten “hukukun üstünlüğü” söz konusu olsa, Anayasa’nın 148. maddesine saygı gösterilir...

Madde ne diyor:

“Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler.”

Nitekim, Anayasa Mahkemesi Başkanı da Anayasa’nın bu maddesine uyulmasını istiyor ama ne hikmetse Mahkeme’de azınlıkta kalıyor...

Uzatmaya gerek yok, Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı olan kararı aslında diğerleri gibi “az hukuk, çok siyaset” içermekte.

Sadece kararlar değil, Türkiye’nin genel tablosu da “az hukuk, çok siyaset” içeriyor.

Yoksa bir yüksek yargı mensubu, üstelik de Anayasa Mahkemesi’nin kararını yorumlarken, doğrudan iktidar partisini hedef alarak, “timsah gözyaşları döküyorlar. Gözlerinin içi gülüyordu” der mi?

İşlerin hangi düzeyde çivisinin çıktığını üsluptan da anlıyoruz.

***

O halde, duruma siyaseten bakmak gerek...

Anayasa Mahkemesi bu kez sadece statüko yanlılarını memnun edecek, doğrudan parlamento çoğunluğunu hedef alan bir karardan imtina etti.

Yorumlara bakınca kimsenin çok memnun olmadığı görülüyor.

Daha önceki yaklaşımlarda sadece statükonun memnuniyeti gözetiliyordu...

Kararın ne anlama geldiğini biraz da statükonun bu karara verdiği tepkiler gösteriyor.

Statüko “hoşnutsuz” ise, karar dar siyaset ve güncel bir değerlendirme açısından çok da fena değil demektir...

Kimin ne söylediğine bak, durumu anla...

***

Tabii bu süreç, Kılıçdaroğlu’na beslenen umutları da yok edeceğe benzer.

CHP, 12 Eylül rejimine hafif bir müdahaleye bile karşı...

Tümüyle statükodan yana ve tümüyle değişime karşı bir tavır takınmakta...

Kendini 12 Eylül ile bu kadar özdeşleştiren bir parti kitlelere ne diyecek, “daha iyisini” arzulayanlara ne cevap verecek?

Değişim ve dönüşüm iradesinden çok uzak, sadece sığ bir “AK Parti karşıtlığı” beklentileri doyurmaya yetecek mi?

***

Evet, görüldüğü üzere...

Bir sürpriz olmaz ise bundan sonraki süreç 12 Eylül referandumuna kilitlenmiş olarak geçecek...

12 Eylül’de, “12 Eylül Rejimi” otuz yaşında olacak ve biz kısmi, ürkek ve sınırlı bir değişimin oylamasını yapacağız.

Ve ne gariptir ki, referandum hükümet ve diğerleri arasında geçecek...

Anayasadaki kısmi değişimden ziyade, iktidar ve muhalefet sınanacak adeta...

Belli ki, referandum bu nedenle bir genel seçime dönüşebilecek...

***

12 Eylül rejimini ortadan kaldıramayan ama orasını burasını ameliyat ederek ehlileştirmeye çalışan, çok gecikmiş ve fazla yetersiz bir konumdayız...

Referanduma olumlu yaklaşanlar, çok haklı ve isabetli olarak “yetmez ama evet” kampanyasını şimdiden açtılar... Umut o ki, mevcut değişim paketi, gerçek bir değişime, rejimin demokratikleşmesine kapı açsın...

Kısmi değişimi gerçekleştiren siyasal iktidar veya Türk siyaset sistemi, bir sonraki aşamada 12 Eylül rejimini hedef alıp yok etsin... AB standartlarında özgür bir rejime kavuşalım...

12 Eylülcüler zor durumda Mehmet ALTAN

12 Eylülcüler zor durumda


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Anayasa reform paketine başından beri destek veren AB, düzenlemenin ufak değişikliklerle Anayasa Mahkemesi’nden geçmesini “olumlu adım” olarak değerlendirdi.

Genişleme Komiseri Füle’nin sözcüsü tarafından yapılan yazılı açıklamada, Mahkeme’nin onayladığı pakette, AB’nin ilerleme raporları ve katılım ortaklığı belgelerindeki birçok konunun ele alındığına işaret edildi.

Böylece değişim cephesine AB de katıldı.

12 Eylül cephesinde kalan “modernist-Kemalist” olmakla övünen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na da AB ile polemik yapmak kaldı.

***

Öte yandan...

ABD Başkanı Barack Obama’nın İtalyan Corriere della Sera Gazetesi’ne söyledikleri hem AB, hem de uluslararası sistemi okumakta zaman zaman zaaf gösteren siyasal iktidar açısından çok önemliydi...

Obama’nın söyledikleri AB açısından çok önemliydi çünkü “Müslüman dünya” ile entegre olamamış bir AB’nin küresel bir güç olma olanağı yok...

Bunu en iyi anlayan ülke ise İngiltere...

Obama da AB’ye yönelik olarak durumu şöyle ifade ediyor:

“Bunu, onların büyük bir Müslüman demokrasi olma biçimindeki niteliklerine saygı esasında ve bundan dolayı korkuya kapılmaksızın yapmalıyız. Eğer onlar evrensel haklara ve devletin laikliğine saygı gösteren bir İslam anlayışını somutlaştırabilirlerse, bu bizler açısından çok iyi olacağı gibi, muhtemelen İslam dünyasını da olumlu etkileyecektir.”

***

Obama’nın AB ile söylediklerinin siyasal iktidar açısından önemine gelince...

Bunu Obama şöyle ifade ediyor:

“Türkiye NATO’nun müttefikidir. Ekonomi de büyük gelişme göstermektedir. Halkın çoğu Müslüman olmakla birlikte demokratik bir ülke oluşu Türkiye’yi bölgedeki diğer İslam ülkelerine bir örnek model olarak göstermektedir.”

Hem Müslüman, hem demokrat...

Hem Müslüman, hem özgür, hem kalkınmış, hem zengin...

Arzulanan bu.

Bu da ancak AB standartlarına ve reformlarına samimiyetle sahip çıkmak ve daha önemlisi gereğini yapmakla mümkün.

Obama en çok AB standartlarında bir “Müslüman-demokrat” terkibini önemsediğini şu cümleyle vurguluyor:

“Bu nedenle Ankara ile ilişkilerin çok önemli olduğunu kabul ediyoruz.”

***

Ancak Almanya kadar üretebilen, 1 milyar 600 milyonluk 57 Müslüman ülkenin de kurtuluş reçetesi olabilecek bir model ülke olmayı Türkiye başarabilir mi?

Siyasal iktidar “siyasal İslam”a karşı “Müslüman-demokrat” duruşu dünyada bayraklaştırabilir mi?

Son zamanlarda, küreselleşmenin evrensel değer yargıları olan “demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisine” hiç de iyi bakmayan rejimlerle fazla iç içe girmek dünyada endişe yaratmışa benziyor...

Peşi sıra gelip giden tüm yabancı gazeteciler aynı şeyi soruyor:

- Türkiye’yi kayıp mı ediyoruz?

***

Bu endişenin kökenindeki İran politikası için Obama önce anlayışlı bir yaklaşımda bulunuyor:

“İran ile bir anlaşma için arabuluculuk girişimi gibi sıkıntı yaşandıysa da bunların Türkiye’nin İran ile uzun bir sınır bölgesi olmasından ve o bölgede herhangi bir çatışma istememesinden kaynaklandığını düşünüyorum.”

Sonra da “kas gösterisinden” söz ediyor:

“Bunda yükselen güç konumundaki Brezilya ile kas gösterisi yapma arzusu da rol oynamış olabilir.”

Neye ve kime karşı “kas gösterisi”?

Obama onu söylemiyor...

***

Ama belli ki, Türkiye’ye gerçekten kas yapacak reçete, AB standartlarında bir ülke olmanın zihniyetine ve dolayısıyla reformlarına sonuna kadar ve samimiyetle sahip çıkmak...

“İlerleme Raporu”nu hükümet programı olarak hızlıca ve tavizsiz uygulamak...

Bu, tüm dünyanın aradığı “Müslüman-demokrat” bir ülke olmanın ve hem zengin, hem özgür topluma dönüşmenin en kestirme yolu...

***

12 Eylül rejimini az biraz saha dışına itecek olan referandum, bu hedefin ara durağı sayılabilir...

Yeter ki ardından daha temel ve kapsamlı bir değişim iradesi gelsin... AB reformları da hız kesmesin...

İşte o zaman...

Şimdi zor durumda olan 12 Eylülcüler, 12 Eylül rejimiyle birlikte temizlenmekle kalmayacak, Türkiye dünyada kaslı gerçek bir model olacak...

Çünkü:

AB üyesi Müslüman bir ülkeye hem Doğu’nun, hem de Batı’nın çok ihtiyacı var.

Ulus-devlet cinayetleri Mehmet ALTAN

Ulus-devlet cinayetleri


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Srebrenitsa Katliamı’nın 15’inci yıldönümü törenlerine katılmak için dün akşam Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’ya gitti.

Hatırlayın...

1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşı sırasında Birleşmiş Milletler (BM), Bosna-Hersek’in doğusundaki Srebrenitsa’yı “güvenli bölge” ilan etmişti.

Kenti Hollandalı BM askerleri koruyordu. Ancak Sırpların tehditleri üzerine kent gece yarısı boşaltıldı, 11 Temmuz 1995 günü Ratko Mladiç kente girdi.

Ratko Mladiç o sırada Sırp ordusunun başkomutanıydı.

Mladiç komutasındaki Sırplar bir hafta boyunca çocuklar ve yaşlılar da dâhil olmak üzere 8 bin 300 Müslüman erkeği katletti, cesetleri en az 64 toplu mezara gömdü.

Srebrenitsa Katliamı öncesinde bir kameraya konuşarak söylediği:

“İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta Türklerden intikam almamızın vakti geldi” sözleri hafızalara kazılı kaldı.

***

Srebrenitsa Katliamı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki en büyük katliam oldu.

Lahey Adalet Divanı katliamı “soykırım” olarak kabul etti; ancak Sırbistan’ın sorumlu tutulmayacağına karar verdi.

Ratko Mladiç için ise...

Savaş sırasında Boşnak halkına karşı işlediği soykırım ve savaş suçlarından dolayı tutuklama kararı verildi, Mladiç hala aranmakta...

Sırpların siyasi lideri Radovan Karadziç ise on üç yıl kaçtıktan sonra yakalandı...

Ve...

Savaş suçları mahkemesinde ancak şimdilerde yargılanmakta...

***

Geçenlerde...

Katliamın vahametini yıllardır görmezlikten gelen Sırp Meclisi, iktidardaki koalisyon partilerince de desteklenen “katliamı kınama” karar tasarısını kabul etti.

Mecliste hazır bulunan 173 milletvekilinden 127’sinin oyuyla kabul edilen karar metninde, 1995 yılında Srebrenitsa’da 8 bin Boşnak’ın öldürülmesi kınanıyor, kurbanların ailelerinden özür dileniyordu...

***

Uluslararası adaletin “soykırım” olarak tanımladığı bu dramı Sırbistan yıllardır görmezlikten geliyordu.

Çünkü birçok Sırp Mladiç’i ve şimdi yargılanmakta olan Radovan Karadziç’i “milli kahraman” olarak görmekteydi...

Tıpkı Bosnalıların Nasır Oriç’i gördüğü gibi.

Miloseviç’in eski korumalarından Nasır Oriç’in kurduğu Müslüman direniş örgütü, hafif silahlarla ve az sayıda mermi ile Srebrenitsa’yı var gücüyle savunmuştu.

***

İki yıl önce, Lahey Mahkemesi Oriç’i, komutası altındaki askerlerin 1995 Srebrenitsa Katliamı’ndan çok uzun zaman önce Srebrenitsa’daki Sırp sivillere karşı savaş suçları işlemelerini önlememekten mahkûm etmişti.

Lahey Temyiz Mahkemesi, 3 Temmuz Perşembe günü hakkındaki mahkûmiyet kararını bozdu.

Böylece...

41 yaşındaki Oriç, cezaevinde iki yıl yattıktan sonra bütün suçlardan beraat etti.

Bosnalı Müslümanların pek çoğu onu kahraman olarak görse de, Bosnalı Sırplar serbest bırakılmasına isyan etmekte...

***

Srebrenitsa Katliamı’nın 15’inci yıldönümünde bile uluslararası hukuk ve mağdurlar için “savaş suçlusu” sayılan biri, bir kesim için “milli kahraman” olarak algılanmakta...

Neden?

Hayata ırk üzerinden bakıldığı için...

Hayata ulus-devlet şartlanmaları açısından yaklaşıldığı için...

Bunca ilkel ve vahşet barındıran “ırkçılık” yerini “insan olmanın kutsallığına” bıraksa o dönemdeki katliamlar ve vahşet yaşanır mıydı?

“Ulus-devlet” mantığının kışkırtıcı “ırkçılığı” sonunda etrafı kan revan içinde bıraktı...

Onca insan boş yere öldü.

***

“İnsanın kutsalların kutsalı” olduğu anlayışı herkesçe kabul edilinceye...

“İnsan olmanın”, din, ırk ve mezhepten çok daha önce geldiği algılanıncaya...

“Yerküre” denen ufacık gezegende yedi milyar insanın kaçınılmaz olarak bir arada bulunacağı gerçeği benimseninceye kadar...

Farklı ırklardan olduğumuz için birbirimizi öldürme utancını ve “ulus-devleti” insandan daha önemli sayma ayıbını yaşayacağa benzeriz.

***

Bugünkü hüzün dolu anma töreni, insanların çeşitli şartlanmalarla nasıl canavarlaştığının ve körleştiğinin son örneklerinden biri...

Meksika Körfezi’nde insansız siyaset Mehmet ALTAN

Meksika Körfezi’nde insansız siyaset


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Biz pek ilgilenmiyoruz ama... Yeryüzü ve dünya basını en çok... Hatta neredeyse dün gece sona eren Dünya Kupası Finali’ne yakın ölçekte...

Meksika Körfezi tabanındaki kuyudan akan günde 100 bin varil ham petrolün yarattığı faciayla ilgilenmekte.

Lousiana eyaletinin 80 km güneyinde, bin 600 metre derindeki deniz tabanında, ABD Başkanı Barack Obama’nın tabiriyle “bela” olan petrol kuyusunun ismi “Macondo”... And Dağları’ndaki İnka Kızılderililerinin konuştuğu “Kiçua” dilinde, “kulakları sağır eden gürültü” anlamına geliyor.

***

Önceki gün...

Meksika Körfezi’nde dev boyutta petrol fışkırtarak çevre felaketine neden olan kuyunun ağzındaki kapağı değiştirme operasyonunun ilk aşaması tamamlansa da...

Meksika Körfezi’ne yayılan ham petrol, sayısız deniz canlısını ve kuşu öldürmeye devam ediyor.

***

Meksika Körfezi’nde beş kaplumbağa türü yaşıyor. Bunlardan üçü, nesillerinin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya.

Oceana adlı hayvanları koruma örgütüne göre 20 Nisan’dan beri 300 kaplumbağa ölü ya da yaralı bulundu.

Neyse ki...

Kurtarma ekipleri, binlerce kuş, kaplumbağa ve yunus balığını Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısından kurtarmayı başardı.

***

Geçen gün...

Biyologların Körfez sahilindeki yumurtaları toplayarak, kaplumbağa neslinin yok olmasını nasıl engellemeye çalıştıklarını izledim.

Kumsalı derinlemesine kazıyor, oradaki kaplumbağa yumurtalarını toplayarak özenle frigoforik kasalara yerleştiriyorlardı.

O özel kasalar NASA’ya gidecek ve orada yumurtaların sağ salim kuluçkalaşmasına imkân verecek serin bir ortama yerleştirileceklerdi.

Bir hafta, on gün içinde yumurtalardan çıkacak yavrular okyanusta temiz bir sahile bırakılacaklardı...

***

Meksika Körfezi’ndeki çevre felaketinin tehdit ettiği bölgedeki deniz canlılarını kurtarmak için Amerikalı yetkililerin çabalarını izlediğim haber ile Keşan’da üç madencinin ölüm haberi üst üste geldi...

2010 yılının ilk yedi ayında madenlerde yitirdiğimiz insanlarımızın sayısı 68’e ulaştı.

Türkiye, maden kazalarında sicili utanç verici olan bir ülke... Maden kazalarındaki can kaybı açısından Avrupa’da “birinci”, dünyada “üçüncü” sırada.

Keşan’da üç madenciye mezar olan maden için 26 Haziran’da “havalandırma sistemindeki eksiklik” nedeniyle “üretimi durdurma” kararı verildi. Ama karar, işçiler toprak altında mahsur kaldıktan bir gün sonra madene faksla tebliğ edildi.

***

Maden İşleri Genel Müdürlüğü, son bir ayda Türkiye’deki 241 özel maden işletmesini denetimden geçirdi. Bunların yaklaşık üçte birine tekabül eden seksen beşi hakkında üretimi durdurma kararı verildi.

Durdurma kararlarının nedenleri, proje eksikliğine dayalı olarak havalandırma sisteminin standartlara uygun olmaması, tünel güvenliğinin olmaması, tahkimat eksikliği.

Denetlenen ocaklardan 15’inin ruhsatı iptal edildi. 10 işletme ile ilgili altı ay geçici kapatma kararı alındı. Denetlemelerden, denetlenen işletmelerin sadece 123’ü geçebildi.

Maden Mühendisleri Odası, iş kazalarının yüzde 98’inin önlenebilir kazalar olduğunu söylüyor... Mühendislik bilim ve teknolojisi uygulansa bu kazalar olmayacak.

***

Ne kadar çok insanımızı yok ediyoruz.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerine göre, son 10 yılda trafik kazaları katlanarak arttığından 2002 yılında Türkiye’de 438 bin trafik kazası meydana gelirken 2009 yılında bu rakam bir milyon sınırını geçmiş.

2010 yılı rakamlarına bakıldığında ise trafik teröründe çarpıcı bir durumun ortaya çıktığından, ilk 5 ayda 2002 rakamlarına ulaşıldığından ve trafik kazası sayısının daha şimdiden 413 bini geçtiğinden de söz etmiyorum.

Benim en çok merak ettiğim, siyasete gereğinden fazla ilgi duyanların yaklaşımları.

Daha ziyade “insani” boyutu olmayan bir siyaset merakı var...

Bunu şöyle özetleyebilirim:

“Yönetilenlerin” yaşamları önemli değil ama yönetenler çok önemli.

***

Tuzla tersanelerinde ölenler...

Madenlerde ölenler...

Davutpaşa’da ölenler...

Askerde ölenler...

Ve en çok da trafikte ölenler...

Siyasetin, bunların tümünü önlemeye yönelik çok etkili bir araç olarak değil de, içine binip Saray’a kapağı atmaya yönelik bir araç olarak algılanması ise bu ölümlerden de beter.

ABD deniz kaplumbağalarının neslini korumak için kaplumbağa yumurtalarını özenle NASA’ya taşırken, biz insanlarımızı harcıyoruz.

Ama hangi insanlarımızı?

“Yönetilen” insanlarımızı.

“Yönetenler” kampına kapağı atan ise kurtuluyor...

Zaten onun için 61 siyasi parti var.

Güney Afrika’da ne oldu? Mehmet ALTAN

Güney Afrika’da ne oldu?


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com



Hrant Dink cinayetinin bir arpa boyu bile yol alamayan davasının 14. duruşması... Ortaöğrenim yerleştirme sınavında çocukları şaşırttığı söylenen değerlendirme farklılığı...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Sırbistan ziyareti...

Numan Kurtulmuş’un Saadet Partisi’ndeki Erbakan vesayetine başkaldırısı...

Liderlerin görüşme takvimi...

Yargıtay Başkanı’nın Anayasa Mahkemesi’ne yönelik eleştirileri...

Katalanların da İspanya Anayasa Mahkemesi kararına karşı “bağımsızlık” talebiyle sokaklara inmesi...

Ve tüm dünyada epeyce yankılanmaya devam edeceği anlaşılan İspanya’nın zaferiyle noktalanan Dünya Futbol Şampiyonası.

***

Dünya futbol endüstrisinin boyutu nedir?

Bir trilyon dolarlık bir büyüklükten söz edilmekte...

Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan Güney Afrika bu pastadan beş milyar euroluk bir pay kapmış...

Ama son iki yıldır yapılan hazırlıkların maliyeti de üç milyar euroyu aşmış...

Buna karşın 200 bin Güney Afrikalıya da yeni iş sağlanmış, ayrıca Güney Afrika’ya maçlar öncesi 600 bin turistin geleceği tahmin edilirken bu sayı 800 bin kişiye ulaşmış.

Tabii bir de bu futbol turnuvasının ülke tanıtımına yaptığı katkı var.

***

ABN Amro Bank ekonomisti Hein Schotsman’ın hesabı doğru ise şampiyon İspanya’nın kazancı ev sahibi ülkeyi yediye katlamakta...

Çünkü şampiyonluk sevinci önce “tüketim harcamalarını” kışkırtacak, o da İspanya’daki yıllık ekonomik büyümeye yüzde 0,25 olumlu katkı yapabilecekmiş... İspanya’nın gayri safi yurtiçi hâsılası 1 trilyon 464 milyar dolar olduğuna göre bu miktar 36,6 milyar dolara tekabül ediyor.

Hatta 2010’da yüzde 0,3 küçüleceği öngörülen İspanya’nın o tek gol sayesinde büyümeyi ucu ucuna yakalayabileceği bile dile getirilmekte.

Ülkede düne kadar 13 bin İspanya bayrağı, 1 milyon milli takım forması satıldığı göz önüne alınırsa... İşsizlik oranının yüzde 20’yi bulduğu, 15 milyar euroluk kemer sıkma programına başlayan İspanya’ya ait bu iyimser öngörü doğru çıkabilir...

***

FIFA da Güney Afrika’da tarihinin en yüksek kârını elde etti.

FIFA’nın kupaya yönelik olarak 1,9 milyar dolarlık net harcama yaptığı tahmin ediliyor...

FIFA’nın sadece televizyon ve pazarlama haklarından elde ettiği gelir ise 3,5 milyar doları buluyor.

Sponsorların kupaya ayırdığı bütçe 3,5 milyar euroyu bulurken, bunun 1 milyarlık kısmı da FIFA’ya gitti.

FIFA’nın ilk kez İspanya’daki 1982 Dünya Kupası için sponsorlarla imzaladığı anlaşmanın tutarı 23,5 milyon dolarda kalmıştı. 2002’de ise 15 resmi sponsor 40 milyon dolardan toplam 562,5 milyon dolar ödedi.

***

Bu arada...

Kupanın parasal ödüllerinin de dört yıl önce Almanya’daki turnuvaya göre yüzde 61’lik bir artış gösterdiğini de söylemek gerek...

Şampiyon İspanya 31 milyon dolar kazanırken, ikinci olan Hollanda 24 milyon dolar, yarı finale çıkan takımlar 20’şer milyon dolar, çeyrek finalistler ise 18’er milyon dolar ödülün sahibi oldu.

Çeyrek finale çıkamayan fakat ikinci tura çıkan takımların her birinin kasasına 9 milyon dolar girerken, gruptan çıkamayan takımlar bile katılma hakkı elde ettikleri için 8’er milyon dolar kazandı.

Elemeleri geçemeyen Türkiye’nin ise ekonomik kaybının 400 milyon dolar civarında olduğu hesaplanıyor...

***

Güney Afrika’da dün sona eren Dünya Kupası’nın en çok da turnuvaya katılamayan Çin’e yaradığı söyleniyor.

Çünkü...

Güney Afrika’nın milli enstrümanı Vuvuzela’dan kupanın resmi topu Jabulani’ye kadar kupanın simgesi olan ne varsa Çin üretti.

“Çin’in Tahtakale’si” olarak bilinen Wu Yuwe kentinde tanesi 40 sente üretilen Vuvuzela’ların fiyatı Johannesburg’da 8 dolara kadar çıkmış.

***

Güney Afrika’da ne oldu?

Bir trilyon dolarlık dünya futbol ekonomisinin bir kısmı bir şölen etrafında yeniden paylaşıldı...

Biz ise bu şölenden sadece keyif aldık ama ekonomik bir pay alamadık.

Artık bir dahaki sefere...

Devlet sallanırken- Ahmet Altan

KUM SAATİ 10.07.2010


Ahmet Altan

Görüşmeler


Anlaşılıyor ki çatışmaların en keskin olduğu dönemlerde bile orduyla PKK arasında görüşmeler yapılmış.

Yıldıray Oğur’un yeniden gündeme getirdiği bu görüşmelerin seyrini bir vakitler Med TV’de çalışmış bir yetkilinin kaleminden aktarıyoruz bugün.

İsimler, tarihler, ayrıntılar veriyor.

Bence görüşmelerde eleştirilecek hiçbir yan yok.

Barışı sağlayacak her girişim kutsaldır.

Kim yaparsa yapsın sonuna kadar desteklenmelidir.

Buradaki sorun, görüşmeleri değil.

Sorun, ordu yetkilileri PKK’yla dolaylı ya da dolaysız görüşmelerini ve ilişkilerini sürdürürken, “barış olsun”, “PKK’yla görüşülsün” diyen insanların yargılanması ve hapse atılması.

Onlar görüşürken biz yargılanıyorduk.

Savaşanlar birbirlerini “düşman” olarak görse de bu “düşmanların” ikisi de bu toprakların çocukları.

Neden bu insanların kaderini belirleme hakkı yalnızca orduda?

Neden bu ülkenin insanları, kendi ülkeleri ve kendi insanları hakkında fikirlerini söyleme hakkına sahip değil?

Neden sadece “devletten para” alanlar, bu insanların kaderi hakkında konuşmak yetkisine sahip de, bu “devlete para verenlerin” hiç söz hakkı yok?

Hiçbir gelişmiş ülkede savaş ya da barış kararı orduya bırakılmaz.

Savaşa da barışa da o ülkenin insanlarının seçtiği temsilciler karar verir.

Onların kararları da toplumun özgürce tartışabilmesiyle belirlenir.

Bizde ise durum tam tersine.

Savaşa da barışa da karar verecek olan ordu.

Bu konuda fikirlerini söylemek isteyenler eğer ordunun fikrinden başka bir fikri savunursa ya “hain” ya “düşman”.

Generaller, ülke için neyin iyi olduğunu sadece kendilerinin bildiğine inanıyor.

Başka hiç kimsenin konuşmasından, fikrini söylemesinden hoşlanmıyor.

Hoşnutsuzluğunu da o insanları mahkemelere göndererek, mahkûm ettirerek gösteriyor.

Ve, yirmi beş yıldır bu sorun çözülemiyor.

Bu anlayışla yirmi beş yıl daha çözülemez.

Bu “sadece ben bilirim” anlayışı yalnızca bizim orduya mahsus değil.

PKK da aynı hastalıktan mustarip.

O da her yaptığının doğru olduğuna, doğruyu sadece kendisinin bildiğine ve asla eleştirilmemesi gerektiğine inanıyor.

Bazen PKK yöneticilerinin bizim gazeteyle ilgili yazılarını ya da sözlerini okuyorum.

Orduyu eleştirdiğimizde Orgeneral Başbuğ’un konuşma biçimi ve üslubu neyse, PKK’lılarınki de o.

Silahlı olmanın getirdiği ortak bir kibre sahipler.

İkisinin de yaklaşımı “dövüşen biziz, canını ortaya koyan biziz, en iyisini de biz biliriz” yaklaşımı.

Eğer sadece silahlı olanlar ve canlarını ortaya koyanlar “en doğruyu” biliyorsa, iki taraf da silahlı, iki taraf da canını ortaya koyuyor, o zaman “en doğruyu” bilen iki güç oluyor ama bildikleri “doğru” bir işe yaramıyor.

Kırk bin kişi öldü.

Hâlâ da ölüyor.

Türkler için ordu “kutsal”, Kürtler için PKK “kutsal”, orduyu eleştirdiğimizde Türk milliyetçilerinden, PKK’yı eleştirdiğimizde Kürt milliyetçilerinden benzer tepkileri alıyoruz:

“Sen kimsin, sen ne karışıyorsun, sen ne bilirsin?”

“Ben” bilmem ama “biz” biliriz.

Silahın rüzgârına kapılmamış, “en doğruyu” konuşarak bulmaya çalışan, bu savaşın durmasını isteyen Kürtlerle Türkler bilir.

Ordunun da, PKK’nın da, “benden başkası konuşmayacak” tavrından, baskısından, tehdidinden sıkıldık artık.

Kendi aralarında buluşup konuşacaklar ama kendilerinden başkasına konuşma hakkı tanımayacaklar.

Barışın üstündeki bu “ambargo” nedir?

Ordunun da PKK’nın da her yaptığı, her eylemi, her kararı, bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insanın geleceğini ilgilendiriyor.

Bu yetmiş milyon insan kendi geleceğini iki silahlı gücün tekeline mi bırakacak?

Barış istiyoruz, eşitlik istiyoruz, özgürlük istiyoruz, adalet istiyoruz.

Yirmi beş yıldır silahlıların beceremediğini bir de silahsızlar denesin istiyoruz.

“Silahsızların” barışı arama hakkı olmayacak mı?

“Dürüstlük ve akıl” sadece silahta mı, “silahsız” olanda dürüstlük ve akıl yok mu?

Bırakın silaha tapınmayı da...

Biraz da silahsızları dinleyin, sizin beceremediğinizi belki onlar becerir.



KUM SAATİ 09.07.2010

Ahmet Altan

Devlet sallanırken


Son dünya kupası sırasında çok sık duyduğumuz bir deyimle söylersek, oyun disiplininden koptular.

Fevkalade dağınık oynuyorlar.

Kemalist rejimin devlet ricali paniğe kapılmış gözüküyor.

Paniğin en büyük işareti “itibarlarından” hiç tereddütsüz vazgeçmeleri.

Önce Genelkurmay Başkanı, sürmekte olan davalara müdahale ederek, askerî yargının açık hükmüne rağmen siyasete bulaşarak suç işledi.

Ardından, Anayasa Mahkemesi, bizzat başkanının itirafıyla, Anayasa değişikliklerini “esastan” incelemeye kalkışarak Anayasa’yı çiğnedi.

Yasaları çiğneyen ve bunu “kılıfına uydurmaya” bile çalışacak mecali kalmamış bir Genelkurmay Başkanı ile bir Anayasa Mahkemesi var karşımızda.

Genelkurmay Başkanı, bütün bastırmalarına rağmen Ergenekoncuların hepsini kurtaramamasından, ordunun içindeki darbe planlarını gündemden düşürememesinden ve yönettiği birliklerin PKK karşısındaki başarısızlıklarından panikledi herhalde.

Son bir çıkışla bu gerçekleri saklamak için çabaladı ama o da olmadı.

O eski “paşa gürledi” günlerinin çoktan sona erdiği, “paşa dalkavuğu” medyanın yanı sıra gerçekleri söylemekten vazgeçmeyen gazeteler de bulunduğu için artık gündemi keyiflerince belirleyip, gerçekleri kolayından gizleyemiyorlar.

Sanırım bu yeni durum onu panikletiyor.

Anayasa Mahkemesi’nin bu âni paniklemesini ise doğrusu pek anlayamadım.

Bu son Anayasa değişikliğini, bizim Yıldıray’ın dalga geçerek söylediği gibi “ucundan azcık” kestiler ama bunu yaparken büyük bir suç işlediler.

Niye öyle telaşla karar verdiler, neden bu “kadarcık” bir değişiklik için o kadar büyük bir suçu göze aldılar, neden Mahkeme Başkanı suçu böylesine bir berraklıkla itiraf etti, bilmiyorum.

Ankara’nın derinliklerinde bir şeyler olmalı.

Bu telaşlı halleriyle, zaten sallanan rejimi iyice itibarsızlaştırıp, güçsüzleştiriyorlar.

Rejimin yıkılmasını önleyemeyeceklerini anladıkça yaptıkları hatalarla yıkımı hızlandırıyorlar.

Belki bu tarihî bir gerçekliktir, belki de rejimler “itibarlı” bir şekilde sona eremiyorlar.

Sahneden çekilmeye hazırlanan rejim önce “itibarını” kaybediyor belki de, yıkılışın ilk büyük işareti bu itibarsızlık oluyor.

Kendi halkıyla kavga eden ve gücü artık bu kavgayı kazanmaya da, saklamaya da yetmeyen bir rejim bitecek elbette.

Sanırım bu bizim tahminimizden de önce olacak.

Rejimin içindeki bu görkemli sarsıntı, siyaseti de altüst etti.

Yeni cepheler oluşmaya başlıyor.

Şaşırtıcı yol arkadaşlıkları çıkıyor ortaya.

Benim için en şaşırtıcı ve üzücü olanı BDP elbette.

CHP ve MHP ile aynı safta “Kemalist rejimin” savunuculuğunu üstlenmek bir Kürt partisine mi düşecekti?

Bu düzenin en çok ezdiği insanların “temsilcisi” olmaya soyunan bir parti, 12 Eylül Anayasası’ndaki değişikliklere böylesine canhıraş bir şekilde karşı çıkıp CHP ve MHP ile birlikte “tutucu” cephenin yoldaşı mı olacaktı?

“AKP bizimle konuşmadı, onun için AKP’nin hazırladığı Anayasa değişikliğine karşıyız” türünden çocukça bir mazeret, böylesine önemli bir kavşakta benimsenen “tutuculuğu ve rejim yandaşlığını” öyle kolayından mazur göstermez.

Bu referandum Kürt siyasetinde de önemli kırılmalara neden olacak sanırım.

Hakpar ve Kadep gibi sahne dışına itilmeye çalışılan Kürt partileri, Anayasa değişikliğine “evet” diyerek yeniden sahneye girdiler.

Benzer bir kırılmayı “milliyetçiler” cephesinde de görüyoruz, “rejim muhafızlığını” üstlenen MHP’ye karşı BBP “değişikliklere” sahip çıktı.

Saadet Partisi, dindar kesimin nabzını iyi tutarak “evet” diyeceğini açıkladı.

Kemalist rejimin paniklediği bir dönemde bu Anayasa değişiklikleri çok önemli bir adım, bu değişikliklerden bütün “ezilenler” yararlanacak, böylesine hayati bir dönemeçte “AKP’yi tek ölçü olarak” alıp bütün politikasını AKP’ye göre ayarlama sığlığı, “ezilen” insanlara bir fayda sağlamaz.

Kemalist rejimle sorunu olan, bu rejimin elinde çok acı çekmiş bulunan Kürtler de, dindarlar da bunun farkında.

Bu değişiklikler yetersiz ama bu “değişiklikleri” önlediğinizde bunun yerine daha iyisini koyamıyorsunuz, o zaman bu değişime niye karşı çıkıyorsunuz, bu değişimin hangi maddesi “ezilen” insanların aleyhine?

Her ırktan, her dinden, her mezhepten, her meşrepten demokrat güçlerin bulduğu “yetmez ama evet” sloganı, durumu ve izlenecek yolu çok açık gösteriyor.

Nedeni, amacı, hesabı ne olursa olsun bu büyük kavgada “Kemalist rejimin” yol arkadaşlığını seçenler, bunu ezilen insanlara anlatamazlar.

Biz bütün ezilen insanlarla birlikte bu rejimden kurtulmak istiyoruz, tavrımız net.

Bundan sonrasını, “zalimlerin” yanında saf tutanlar düşünsün.

Ahmet Altan - İhtimal

KUM SAATİ 11.07.2010


Ahmet Altan

İhtimal


Gerçekleri anlatmak için kullandığınız kelimeler bazen fazla kullanılmaktan eskir ve “eskimiş kelimeler” bu kez lanetli bir büyünün içinden geçmiş gibi biçim değiştirip “gerçekleri “saklar.

Kelime anlamını yitirir ve o “anlamsızlık” arkasındaki gerçeğin önünde kalın bir perde oluşturur.

Savaş, böyle bir kelime.

Bu kelimeyi söylüyor ama genellikle ne söylediğimizi bilmiyoruz.

Bu kelimenin içinde roketle parçalanmış bir çocuk bedeni olduğunu unutuyoruz, mayına basan bir askerin kopan bacağının yerinde kırmızı iplikler gibi sallanan kan damarlarını unutuyoruz, gözüne mermi yemiş bir gerillanın boşalmış göz çukurundan fışkıran kanı unutuyoruz, bindiği minibüsle birlikte havaya uçan genç bir kızın havada kavisler çizen kolunu unutuyoruz.

Savaştan konuştukça, savaş sözcüğünün derinlerinde saklı olan korkunç gerçekler uzaklaşıyor bizden.

Zihnimiz bir deri parçası gibi kalınlaşıp duyarlılığını kaybediyor.

Kelimeler içimize işlemiyor.

Bunları unuttuğunuzda, o parçalanmış bedenleri, yarılmış kafataslarını, akan beyinleri, elmacık kemiğinin yanından sarkan gözü unuttuğunuzda, “savaşın neden sürmesi gerektiğine” dair uzun nutuklar atabiliyorsunuz.

Sürmesini istediğiniz şeyin ne olduğunu iyi görmelisiniz.

Bir pazar sabahı size savaştan küçücük sahneler taşımaya çalışan kelimelerle incinen zihniniz, o kelimelerin gürültüsünü, patlayışını, inleyişini, kıvranışını duymalı, o kelimelerden akan pembemsi kanı, o kelimelerden sarkan kopuk kolları, o kelimelerin içine yan yana dizilmiş sıcaktan şişmiş ölü bedenleri görmeli.

“Savaş” dediğinizde bunlar yaşanıyor.

Kırk bin tane ölü beden yatıyor savaş sözcüğünün içinde.

Ve, beş yüz tane çocuk ölüsü duruyor aynı yerde.

En küçüğü üç yaşında.

Bir mermiyle vurulmuş.

O çocuğun “ırkını” merak ediyorsanız eğer, siz bir alçaksınız.

O bir çocuk, üç yaşında ve bu savaşın içinde vuruldu.

O artık bir ölü.

Onun gibi çeşitli yaşlardan beş yüz tane küçük çocuk var.

O dört yüz çocuğun hikâyesini topladı Tuğba Tekerek, onları size anlatacak, bir mermiyle nasıl vurulduklarını, bir otobüste nasıl yandıklarını, bir minibüsle nasıl havaya uçtuklarını, bir roketle nasıl parçalandıklarını anlatacak.

Savaş kelimesinin gerçek anlamını hatırlayın.

Devamını istediğiniz savaşın ne olduğunu iyice kavrayın.

Savaşı kutsayanlardan, savaşın devamını isteyenlerden, minicik bir barış ihtimalinin bile üzerine titrenmesi gerektiğini anlamayanlardan, savaşta ölenleri unutanlardan, savaşta ölecek olanlara aldırmayanlardan iğreniyorum.

Bazen öylesine öfkeleniyorum ki soğukkanlılıkla savaştan bahseden birini ensesinden tutup, yüzünü parçalanmış bir çocuk bedeninin kanlar içindeki karnına bastırmak, “bak, iyi bak, istediğin savaş bu işte” demek istiyorum.

Görelim bakalım, savaşı gene de isteyecek misiniz?

Alevler içindeki bir otobüste kendi etinin kokusunu duyarak yanmanın, kavrularak ölmenin ne olduğunu biliyor musunuz?

Patlayan bir roketle yarılan karnınızdan sarkan bağırsaklarınızı ellerinizle toplayarak ölmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?

Bu kelimelerden nasıl irkildiğinizi tahmin edebiliyorum, bir de bunu yaşayanları düşünün.

Ceylan’ın etrafa saçılmış etlerini toplayıp eteğine dolduran annesini düşünün.

Savaşı istiyor musunuz?

Bu ölümleri haklı gösterecek bir nedeniniz, bu çocukların hayatından daha kutsal bir amacınız var mı?

Savaşı isteyenleri Kürt ya da Türk diye birbirinden ayırmıyorum, en küçük bir barış ümidinin bile savaşı durdurmaya yeterli olduğuna inanmayan herkes, kalın kemikli elleriyle çocukları boğan bir cellât benim için.

Savaşı övenler, bu beş harflik kelimenin arkasında neler olduğunu görün.

Neyi savunduğunuzu, neyi övdüğünüzü görün.

Üzerine taşla vurulan taze bir ceviz gibi ezilen beyinleri, bir havan mermisiyle yüzünün yarısı uçan insanları görün.

Kimsenin galip gelemeyeceği, “kimsenin galip gelemeyeceğini” savaşan herkesin bildiği bir savaşı neden sürdürüyorsunuz?

Daha fazla genç, daha fazla çocuk ölsün diye mi?

Barışı hemen sağlayamıyorsak, bir “barış ihtimali” yaratmalı, o ihtimalin içinde durmalı, konuşmalı, o ihtimali bir gerçeğe çevirmek için uğraşmalıyız.

Bizim için bir “ihtimal” bile çok kıymetli şimdi.

Bir mermiyle alın kemiği kırılmış, gözü avucuna düşmüş bir çocuğu hayal edin, böyle ölen bir çocuk zihninizde ve vicdanınızda bir kıpırtı yaratmıyorsa, bunun sevdiğiniz bir çocuk olduğunu düşünün, böyle bir acının gerçekleşmesini önleyecek bir ihtimal bile çok değerli değil midir?

Savaşı o ihtimalden daha değerli bulan alçaklardan olmayın, çocuklara acımayanlardan olmayın, gençlerin ölümünden bir sevinç yaratmaya uğraşanlardan olmayın.

İnsanı ve tanrıyı unutanlardan olmayın.