16 Mayıs 2011 Pazartesi

Askerlik tezkeresini okulda veren ülke...Mehmet Altan



3 Nisan 2011 Pazar
Avustralya’da askerlik tezkeresini okullar veriyor...
Çünkü...
Lisede askerlik eğitimini içeren belirli bir süreyi doldurduğunda askerlik de yapmış sayılıyorsun.
Kısacası fiilen askerlik yok.
 ***
Ayrıca...
Avustralya, on altı yaşına gelen her vatandaşına bir vergi numarası veriyor, bir de aylık gelir bağlıyor.
On altı yaşındaki genç insanlar, kendi yaşam planlarını standardı daha yüksek mecralara doğru yönelttikçe, örneğin girilmesi daha zor okullarda başarı sağladıklarında, aldıkları aylık gelir de artıyor.
  ***
Olağanüstü doğası, ileri medeniyeti, gerçek bir “insan odaklı” ülke olması nedeniyle Avustralya vatandaşı olmak isteyenlerinde sayısı sürekli artıyor. Vize başvurusunda bulunanların, bu işlemin bir parçası olarak, Avustralya değerlerine saygı duyacaklarına ve Avustralya kanunlarına uyacaklarına dair söz vermeleri de gerekmekte...
Avustralya değerleri ise her ferdin eşit değerde olduğuna, itibarına ve özgürlüğüne saygı, ifade özgürlüğü, dini hoşgörü ve laik hükümet sistemi, bir grup veya kuruluşa katılma özgürlüğü, parlamenter demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygı, kanun önünde eşitlik, kadın-erkek eşitliği, fırsat eşitliği ve barışçıl olma gibi gerçekten hayata geçmiş, çoktandır yaşayan değerlerden söz ediliyor...
Bu değerler arasında ayrıca adil fırsat, karşılıklı saygı, hoşgörü, yardıma muhtaç olanlara karşı merhametli olma ve kamu yararını koruma gibi siyasi ve sosyal eşitlikçilik değerlerini kucaklayan bir ruh da mevcut. O toplumda yaşamaya başlayınca kendi toplumunuzun ne kadar gerilerden geldiğini görerek üzülüyorsunuz...
  ***
Avustralya kendi vatandaşı olmak isteyenlerden yeterli İngilizce bilmesini istiyor, hatta bunu şart koşuyor... Çünkü İngilizce’nin Avustralya toplumunu birbirine bağlayan önemli bir bağ olduğunu düşünüyor...
  ***
İngilizce sadece Avustralya için değil, dünya vatandaşı olarak yaşamak isteyen herkes, özellikle de gençler için çok önemli bir önkoşul haline geliyor. İngilizceyi iyi bilmeniz halinde tahminlerin ötesinde imkânlar da söz konusu olabiliyor...
Örneğin “Açık Üniversite”yi ele alın...
Açık Üniversite, İngiltere’de öğrencilerin evlerinden çalışmasına izin veren en büyük üniversite... Kurum, internet üzerinden verilen sertifika programlarının da öncülerinden.
23 ülkede 263 bini aşkın öğrencisi olan Açık Üniversite, üniversite öğrencilerinin yararlanabileceği bir dijital kütüphane imkânı sunan iTunes’da da indirme rekoru kırmış durumda.
Aralarında Harvard, Oxford ve Cambridge’in de olduğu dünyanın önde gelen üniversiteleri, eğitim malzemelerini kullanıcılara bu sitede ücretsiz bir şekilde sunuyor.
Çoğu ülkede üniversitelerin ücreti artarken, “Açık Üniversite”ye yönelik talep daha da artmakta... Düşünsenize odanızdan çıkmadan Harvard Üniversitesi’nden eğitim alma imkânı var...
  ***
Dünyadaki daha “kaliteli yaşam” trendinden bizim çok genç nüfusumuz ne kadar yararlanabilir sorusunun peşine düştüm...
Gördüm ki dil büyük bir sorun.
Türk eğitim sistemi öğrencilere yabancı dil öğretmiyor...
Dil derslerini ne öğretilebilir hale getiriyor, ne de kaldırıyor, göstermelik tutuyor...
Onun için de 44 farklı ülkeden 2,3 milyon kişinin katıldığı ve 2007-2009 yılları arasında yapılan İngilizce yeterlilik sınavlarının sonuçlarına göre oluşturulan sıralamada Türkiye, İngilizce yeterlilikte 44 ülke arasında 43’üncü sırayla “en düşük İngilizce yeterliliğine” sahip ülkeler arasında yer alıyor...
Dünyanın en büyük İngilizce eğitim merkezlerinden biri olan “EF English First”ün yaptığı araştırmaya göre, “en yüksek İngilizce yeterliliğe sahip” ilk beş ülke ise Norveç, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Finlandiya.
 ***
 Avustralya ile başladım, Avustralya ile bitireyim... Avustralya’da liselerde mecburi iki dersten biri İngilizce, diğeri matematik.
Türkiye’nin ise en zayıf olduğu iki temel konu... Türkiye’nin kendi çocuklarına çok sağlam İngilizce ve matematik öğretmeyi en ciddi mesele haline getirmesi halinde çağı rahatça yakalayacağımıza inanıyorum...
O zaman askerlik tezkeresini de liseler verecektir, şüpheniz olmasın...

Kim kim ile şifreleşiyor? Mehmet Altan



4 Nisan 2011 Pazartesi
Şifre, Türkçeye Fransızcadan girmiş bir kelime...
“Başkalarının anlayamayacağı biçimde düzenlenmiş, gizli haberleşmeye yarar işaretler dizgesi” demek.
Türkiye birkaç gündür “şifre” ile yatıp, “şifre” ile kalkıyor...
Çünkü Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) için gündeme gelen şifreli sorular Türkiye’yi sarstı.
Başta 1 milyon 700 bin genç olmak üzere herkes geçtiğimiz yıl yaşanan KPSS skandalını hatırladı. Çünkü orada da “gizli haberleşme” bağlamında soruların çalındığı ortaya çıkmıştı.
***
Artvin’den ortaya atılan “şifre” iddiasının hemen ardından şifrecilikte büyük bir uzmanlaşmanın geliştiği anlaşılmakta:
“Küçükten büyüğe sıralanıp, soruyla üst üste konulduğunda ‘çakışan şık’ doğru cevap çıkıyor.
Küçükten büyüğe sıralandığında çakışan iki şık varsa, küçük olan doğru cevabı veriyor.
Hepsinin çakıştığı beş soruda ise cevap ilk çakışan, yani ‘a’ oluyor. Harf kullanılan (a, b, c gibi) üç soruda, alfabetik sıraya göre şıklar diziliyor; çakışan şık doğru cevabı veriyor. ‘x, y, z’li üç soruda ise ‘x’ değişken yerine 1 yazılıp işlem yapılınca, küçükten büyüğe kuralı işliyor...”
***
Dün sabah televizyonu açtığımda ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir, kameraların karşısına geçmiş çırpınıyordu... Prof. Demir, 27 Mart Pazar günü gerçekleştirilen YGS’de, hiçbir adayı haksız bir şekilde diğerinin önüne geçirecek herhangi bir uygulamanın asla oluşmadığı konusunda kamuoyunu iknaya uğraşıyordu... Kısacası açıklamaya göre “kimse kimseyle şifreleşmemişti”...
***
Türkiye bir “şifreleşme” toplumu...
Din üzerinden, ırk üzerinden, mezhep üzerinden, ideoloji üzerinden, dindarlık üzerinden, laiklik üzerinden, Kemalizm üzerinden, cemaat üzerinden, partizanlık üzerinden, meslekler üzerinden ve aklınıza gelen her şey üzerinden herkes sabahtan akşama kadar şifreleşerek ön almaya çalışıyor...
Hakkaniyetin, adaletin, vicdanın ve liyakatin şifresi olmadığı için, şifreleşerek hak etmediğine el uzatmanın egemenliğindeki bu topraklarda geçerlilikleri yok...
***
İlk olarak, teknik açıdan, ÖSYM Başkanı’nın açıklaması ve çabası, başta 1 milyon 700 bin genç ve aileleri olmak üzere genel kuşkuları pek gidermiş gözükmüyor... Kamuoyunun da merak ettiği şu sorular ortalıkta dolaşmaya devam ediyor:
“Neden basına dağıtılan kitapçıkta şifreli çözüm yer aldı, bu şifreye neden gerek duyuldu?
Sınav sonuçlarına göre ilk bine giren adayların kitapçıklarının bağımsız bir kurul tarafından incelenmesine izin verir misiniz?
Soru ve yanıtları birbirinin tıpatıp aynı olan iki kitapçık var mı?
Her aday için tamamen ayrı kitapçık basmak teknik olarak mümkün mü? Bu mümkün ise ne kadar zamanda, hangi teknik ve program ile bu gerçekleştirildi?
Kitapçıkların üzerinde adayların fotoğraflarının ve isimlerinin olması, hangi adaya hangi kitapçığın verileceğinin önceden bilinmesi, kopya ihtimalini güçlendirmez mi?
Kızların, ‘Pozitif ayrımcılıkla’ tek bir okulda sınava girmeleri için sisteme müdahale edilebiliyorsa; (varsa) şifreli kitapçıkların da önceden belirlenen kişilere dağıtılması için sisteme müdahale edilmiş olamaz mı?
KPSS’deki kopya skandalının dokuz aydan beri ortaya çıkarılmamış olması yeni kopya skandallarına fırsat tanımıyor mu?
Basına dağıtılan kitapçıkta, matematik soruları için geçerli olan şifre gibi diğer bölümlerin de bir şifresi var mı?
Kitapçıkta böyle bir şifrenin yer aldığını ÖSYM yönetiminde kimler biliyor?”
***
Peki bu güvensizlik ortamı nasıl giderilir?
Bizim toplumumuz açısından bu sorunu gidermek hiç de kolay değil. Öncelikle özgüvenin gelişmesi gerekir. Özgüven gelişsin ki kimse rekabetten korkmasın... Liyakat öne çıksın...
Bu da çalışanların yüzde 60’ının mesleksiz olduğu, ortalama okul yılının yediyi bulmadığı Türkiye’de şimdilik Kaf Dağı’nın ardında...
O zaman gelsin “şifrecilik” ve “şifreleşme”...
Sanırım, üniversiteye giriş sınavında kimsenin kimseyle “şifreleşmediğini” ispat etmek isteniyor ise sınavı yenilemek gerekecek...  Herkesin “şifreleşmeye” iman ettiği Türkiye’de, bir şaibe ertesinde tersini ispat çok zor çünkü...
Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Miloseviçleri kim kovalar? Mehmet ALTAN



5 Nisan 2011 Salı
2010 yılına ait muhteşem büyüme rakamlarından sonra, enflasyonda da son kırk yılın rekorunu kıran bir düşüşle güne başladık…

Gün, Hrant Dink cinayetinin çocuk mahkemesinde yargılanan katil zanlısı Ogün Samast’tan “nasıl bir bebekten katil yaratıldığını” kısmen anlatan mektubu ile kapandı…

* * *

Günün parantezi içinde, bir askerin yaralanmasına neden olan mayınlı saldırı ile Libya’daki operasyonun komutasını üstlenen NATO’nun en yetkili ismi Rasmussen’in Başbakan Erdoğan ile görüşmesini kapsayan kısa Ankara ziyareti de vardı.

Üstelik dün NATO’nun kuruluşunun 62. yıldönümüydü…
* * *

NATO Genel Sekreteri’nin Ankara ziyaretinin NATO’nun kuruluş yıldönümüne rastlaması beni eskilere götürdü… 

1960’lı yılları neredeyse tümüyle kapsayan anti-Amerikan ve anti-NATO gösterileri…

O gösterilerin ilk kurbanı olan Battal Mehetoğlu’nun öldürülmesi…

Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in “Türkiye’de ABD üssü yoktur, tesisi vardır” demesi…

Kısacası iki kutuplu dünyadaki ağır ve saldırgan Soğuk Savaş Dönemi…

* * *

Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ve NATO’nun tek amacı sosyalist bloğu ve onun lideri rolündeki Sovyetler’i yok etmekti…

Ne var ki Soyvetler Birliği’nin 1991’de dağılması sonrası NATO hedefsiz kaldı. İttifak o tarihten bu yana savunma rolünü “alan dışı” faaliyetlerde de kullanmaya başladı. Bu noktada NATO’nun temel argümanı şuydu: “Avrupa’nın herhangi bir bölgesindeki istikrarsızlık üyeleri için tehdit oluşturabilirdi.”

İttifak 1995 yılı sonunda tarihinde ilk kez Birleşmiş Milletler’in verdiği yetkiyle, Bosna’daki barış anlaşmasının askeri hükümlerinin uygulanması için çok uluslu bir güç oluşturdu.

* * *

Soğuk Savaş ertesinde, NATO’nun nitelik değişimindeki en önemli ve vurucu örnek, 1999’da Kosova’daki Sırp güçlerini geri çekilmeye zorlamak için 11 hafta boyunca Yugoslavya’ya hava saldırısı düzenlenmesi oldu.

Küreselleşme, ulus devletlerin kendi halkına zulmetmesine ve bunu “egemenlik” olarak sunmasına son veriyordu…

İnsan, sınırlardan önemli hale geliyordu…

Demokrasi ve insan hakları da NATO’nun resmi felsefesi haline gelmekteydi…

Merkezi yönetimin mezalimine karşı NATO’nun Kosova halkına sahip çıkması, 1949 ila 1999 yılları arasındaki dünyadaki değişimi de somutlaştırıyordu…

* * *

1999 Washington Zirvesi’nde onaylanan Stratejik Konsept’te NATO’nun rolü şu şekilde tespit edilmişti:

ABD, Kanada ve Avrupa arasında bu ülkelerin hayati çıkarlarını etkileyecek konularda transatlantik bağını kurmak.

Avrupa’da stratejik dengeyi korumak.

Avrupa’da demokratik kurumların genişlemesi ve anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümlenmesine dayanan istikrarlı bir güvenlik çevresi sağlamak.

NATO’nun klasik fonksiyonu olan ortak savunmayı gerçekleştirmek…

* * *

Ve ardından…

2002 yılının Mayıs ayında NATO-Rusya Ortaklık Konseyi’nin kurulması kararlaştırıldı. Bu konsey, terörle mücadele ve diğer güvenlik tehditleri gibi konularda, NATO’nun karar verme sürecinde Rusya’ya eşit rol veriyordu.

Bunun ardından NATO, 2003 yılında, tarihinde ilk kez operasyonlarını Avrupa dışına taşıdı.

İttifak, Afganistan’ın başkenti Kabil ve çevresinde, BM kararıyla oluşturulan barış gücünün stratejik komutasını üstlendi.

* * *

Ancak, 11 Eylül saldırıları ile NATO kendisine yeni bir varoluş, bir başka değişle varlığını devam ettirme gerekçesi yarattı; terörizme yönelik tutumunda belirgin bir değişikliğe gitti. Bu değişiklik, özellikle Prag ve İstanbul Zirvesi’nde alınan kararlarla kendisini gösterdi.

Elbette ki NATO bu zirvelerdeki kararlarını sadece terörizmle mücadele ile sınırlamış değil. Ancak alınan kararlar ve öngörülen girişimler dikkate alındığında İttifak’ın terörizmle mücadeleye, 21.yüzyıla dair misyonları arasında öncelikli bir yer verdiği görülmekte…

Aslında 62 yıllık NATO tarihi, yeryüzünün sosyolojik ve siyasal dönüşümünün kısa tarihi gibi…

* * *

NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in dünkü kısa Ankara seyahati, beni elli yıl gerilere götürdü…

Sovyet düşmanlığından Miloseviçleri kovalamaya…

Rusya karşıtlığından Rus ittifakına…

Ulus-devlet yüceltmesinden küresel algıya…

Dünyanın değiştiğine inanmayan NATO’nun kısa tarihine baksın.


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Muhalefetin halkı, halkın muhalefeti -Mehmet ALTAN



6 Nisan 2011 Çarşamba
Dün, siyasi partilerin son grup toplantıları vardı. Ama ben “Ankara’nın gündemi”ni bir yana koyarak önce “Türkiye gündemi”ne yöneldim...
Türkiye’nin en has gündemi, yeni yapılan anayasa değişikliği nedeniyle yakında çok öğretici sinyallerinden mahrum kalacağımız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında yatıyordu...
***
Baktım, cezalar yağmur gibi yağmış...
Dün açıklanan ilk mahkûmiyet kararı adeta Türkiye’nin otopsi raporu gibiydi: AİHM, Samsun’un 19 Mayıs ilçesine bağlı Yörükler Beldesi’nde, 51 yıldır süren kadastro davasında, Türkiye’nin, vatandaşlara 700 bin TL manevi tazminat ödemesine karar vermişti...
Kararın kendisi, her türlü söylenecek sözü anlamsız kılıp, yoruma yer bırakmadığı için ikinci mahkûmiyet kararına geçtim.
Okuma yazma ve Türkçe bilmeyen Sultan Şaman’ın gözaltı süresince avukat ve çevirmen isteği reddedildiği gerekçesiyle, Türkiye 2 bin 800 euro tazminata mahkûm olmuştu...
Gene AİHM, “İtirafçı: Bir JİTEM’ci Anlatıyor” adlı kitabın yayınevine verilen para cezasını ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirmişti... 51 yıldır bitmeyen tapu ve kadastro davası, resmi dili bilmediği halde kedisine gözaltı süresince çevirmen verilmeyen vatandaş, toplanan kitap, bunlar konuşmadığımız “Türkiye gündemi” idi...
***
Seçim yaklaştıkça dozu daha da artacak olan Ankara’nın atışmalı siyasal gündeminde ise karşılıklı suçlamalar vardı... 
Başbakan Erdoğan, “8 yıldır söylüyorum; böyle muhalefete can kurban, inanın can kurban. 12 Haziran seçimlerine çok bildik, çok tanıdık bir rakiple, sürekli çark eden, umut simsarlığı yapan, hayal tüccarlığından medet uman bir CHP ile giriyoruz” derken... CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da siyasal iktidarı “Deniz Feneri Davası” üzerinden eleştiriyordu:
“Bu düzen yolsuzlukları kapatma düzenidir. Almanya’da Deniz Feneri Davası görüldü. Suçlular bulundu, daha önemli kişiler Türkiye’de dendi. Hatta biri Türkiye’de önemli bir kurumun üst yönetimindeydi. Ancak dokunulmadı.
Bu dava açılmazsa, bunun sorumlusu Ankara’daki başsavcıdır, bu dava açılmazsa bunun sebebi de hükümettir.”
***
Başbakan Erdoğan’ın “bu partinin adındaki ‘halk’ ifadesine bakmayın, bu parti halksız bir CHP’dir. Bunlarda halk yok” sözünden hareketle, “muhalefetin halkı yok ise halkın muhalefeti neydi” sorusuna takıldım... O bağlamda, Pazartesi gecesi 239’uncusunu gerçekleştirdiğimiz Mehtap TV’deki “akıl defteri” programına gelen onca elektronik mesajdan rastgele ikisine geri döndüm:
“Sayın Altan, askeri yargının ‘askerlik hizmetlerinin gereklerine göre değil, hakim bağımsızlığı ve tarafsızlığına göre yapılandırılması’ hususu 12 Eylül’de referanduma sunuldu. Yüzde 58 oy ile bu değişiklik halk tarafından kabul edildi. Sorun şu ki; bugün 4 Nisan 2011 referandumun üzerinden 7 ay geçmesine rağmen AK Parti bu anayasa değişikliğini anlamlı ve uygulanabilir hale getirecek uyum yasalarını hala çıkarmadı. Meclisin 3 çalışma günü kaldığı dikkate alınırsa çıkacak gibi de görülmüyor. Askeri yargıda askerlik hizmetlerinin gerekleri hala geçerli. Referandumda evet oyu veren bir vatandaş olarak bu uyum yasalarının niçin çıkarılmadığını anlamakta zorlanıyorum ve AK Parti’nin hukukçu kurmaylarına sizin vasıtanızla bu konuyu soruyorum. 28 Şubat bin yıl sürmedi ama AK Parti’nin demokratikleşmesi yüz bin yıl sürecek gibi görülüyor. Saygılarımla-Hasan Yılmaz.”
Adana’dan Muhammet Bas da mevcut düzenin iç yüzünü sergileyen bir örneği naklediyordu:
“Maliye bakanlığı TSK personelinin maaşını kamuoyuna açıklamama kararı aldı. Ben de bilgi edinme yasasından teğmenden Genelkurmay Başkanı’na kadar aldıkları maaşı sordum. Gelen cevabi yazıda muhatabın Milli Savunma Bakanlığı olduğunu söylediler. Sonra aynı dilekçeyi Milli Savunma Bakanlığı’na gönderdim. Milli Savunma Bakanlığı da konunun muhatabının Genelkurmay Başkanlığı olduğunu ve dilekçemin oraya yönlendirildiğini belirten bir mail gönderdi. Sonra Genelkurmay bana ilgili dilekçede istenen bilgilerin kişilerin ÖZEL hayatını ilgilendirdiğini, dolayısıyla bu konuda cevap veremeyeceklerini ifade eden bir mektup gönderdi. Kısacası TSK personelinin aldığı maaş kişilerin özel hayatını ilgilendirdiği için cevap vermediler...”

TSK’nın hayata dönüş şifrelerini de konuşalım - Mehmet Altan



7 Nisan 2011 Perşembe
Üniversiteye girişte birinci aşama olan Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda “şifre” tartışması dün de alabildiğine sürüyordu...
Hâlbuki Türkiye’nin ürkütücü şifrelerini ortalığa seriveren bir dehşet gelişme söz konusuydu...
“Hayata Dönüş Operasyonu” kapsamındaki son gelişmelerden söz ediyorum...
***
19-22 Aralık 2000 tarihleri arasında, 20 cezaevinde yapılan Hayata Dönüş Operasyonu’nda ikisi asker 30 kişi hayatını kaybetmişti. Operasyonları takip eden süreçte ve ölüm oruçlarında toplam 122 kişi hayatını kaybederken, 600’den fazla insan sakat kaldı.
Bayrampaşa Cezaevi’ndeki operasyonda ise 12 kişi yaşamını yitirdi, 55 kişi yaralandı. Bayrampaşa’da, 12 kişinin hayatını kaybettiği C-1 koğuşunda bulunan 5 kadının yanarak öldüğü, birinin de gazdan zehirlendiği bilirkişi raporuyla tespit edildi.
10 yıl sonra açılan davanın ilk duruşması 23 Kasım 2010’da Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. İkinci duruşma da dün yapıldı.
***
Tam da dünkü duruşmadan bir gün önce...
Bayrampaşa Cezaevi’nde gerçekleştirilen operasyonun dayandırıldığı “Bayrampaşa Cezaevi Özel Müdahale Planı EH-3” başlıklı 15 Aralık 2000 tarihli belge, olaydan 10 yıl sonra ortaya çıktı. Planın gün yüzüne çıkmasıyla kamuoyuna “Hayata Dönüş” olarak açıklanan operasyona “Tufan” adının verildiği anlaşıldı. Planda, mahkûmlara karşı “tereddütsüz, misliyle mukabelede bulunulacak, zor ve silah kullanılacak” gibi sert ifadeler kullanıldığı da görüldü.
Planda, tutuklu ve hükümlülerin üzerine gaz bombası atılmasının ardından, tazyikli su ve köpük sıkılması da öngörülüyor. Müdahale edecek birlikte, kalkan, gaz maskesi, çelik yelek, jop, gaz bombası, bomba atar, otomatik av tüfeği, kırıcı, kesici ve delici alet bulunuyordu.
Belgeye göre, operasyonu Tuğgeneral Engin Hoş ile Albay Burhan Engin yönetti.
Hâlbuki...
Jandarma Genel Komutanlığı, mahkemeye yolladığı 11 Şubat 2011 tarihli belgede, Bayrampaşa Cezaevi davasında yargılanan erlerin burada görev yapmadığını açıklamış, harekât planı da dâhil istenen belgeleri “bulunamadığı” gerekçesiyle mahkemeye sunmamıştı.
***
Planın ortaya yeni çıkması yanında...
Bir başka skandal da ortaya çıkan plan ile mahkemenin hazırladığı “iddianame” arasındaki fark.
Operasyonda zarar gören tutuklu ve hükümlülerin avukatları, savcı hakkında suç duyurusunda bulunarak, savcının, “soruşturma sonunda hazırladığı iddianame ile hakkında soruşturma yaptığı askeri personeli korumaya çalıştığını” ifade ettiler.
13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde şimdi sadece 39 er yargılanıyor...
***
Geçen yıl operasyon mağdurları AİHM’e başvurdu. Bu başvuru iç hukuk yolları tüketilme koşulu aranmaksızın kabul edildi. 
Ardından da mahkeme geçtiğimiz ay Türkiye’ye bir dizi soru göndererek yanıt istedi.
AİHM, “bu kadar güç kullanmak kesinlikle gerekli miydi” diye sordu.
Acaba, son düzenlemelerle AİHM yerini alacak olan Anayasa Mahkemesi de bu tür işlevleri yerine getirecek, askeriyenin planlı, programlı bir imha operasyonunun hesabını sorabilecek mi, bu da bir başka konu...
***
“Hayata Dönüş Operasyonu” etrafındaki gelişmelerin incelenmesi Türkiye’nin gerçek şifrelerini tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor...
Ne var ki...
Genelkurmay Başkanlığı’nın bu konuyla ilgili açıklama yapması gerekirken...
“Balyoz darbe planı” ile ilgili sessizliğini bozdu...
Ve hukuku çiğneyerek, görüşülmekte olan davaya müdahale etmekte beis görmeden, “163 personelin tutukluluk halinin devamını anlamakta güçlük çekiyoruz” açıklamasını yaptı.
***
Genelkurmay’ın Balyoz açıklaması nedeniyle askeriyeyi eleştirmenin gereği yok...
Dün, son anda gelen açıklama, AB istikametinde sistemi tümüyle dönüştürmeyip, siyasal çıkarlara göre orta sahada top döndürüp, eski güç dengeleriyle birlikte mevzuatı da olduğu gibi korumanın, bizi geriye doğru hangi noktalara kadar götürebileceğinin de güzel bir örneğini verdi...
Hâlbuki referandum ertesinde “Yeni Türkiye”nin “ileri demokrasisinden” söz eden bir hükümet var...
O halde, bu olup biteni izah etmek de hesabını sormak da onlara düşüyor...
Bu savsaklandıkça, demokratik bir
“hayata dönüş” hiçbir zaman
gerçekleşemeyecek..


Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Askerler ‘Yeni Türkiye’ lafını tekzip etti - Mehmet Altan



8 Nisan 2011 Cuma
Genelkurmay’ın hem Anayasa’nın 138. maddesini, hem de Türk Ceza Kanunu’nun 288. maddesini açıkça ihlal edip, Balyoz Davası ile ilgili muhtırayı dayamasının bir gün öncesinde, Endonezya’ya giderken gazeteciler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e soruyorlar:

“Türkiye için 27 Nisan benzeri olayların geride kaldığını söyleyebilir miyiz?”

Gül de cevap veriyor:

“Hiç tereddüt yok. Onlar eski Türkiye’de idi, geçmişte kaldı. Şimdi yeni Türkiye var. O (e muhtıra) veya ona benzer hiçbir şeyin tekrarlanacağına ihtimal vermem.”

* * *

Türkiye’de siyaset kurumu ve uzantılarının ağzında çiğnemeyi çok sevdikleri bir “Yeni Türkiye” lafı var...

“Yeni Türkiye”…

Neresi yeni?

Örneğin, Türkiye’yi “yenilediği” söylenen “siyaset kurumu” yeni mi?

Siyasi Partiler Kanunu 12 Eylül’den…

Seçim Yasası 12 Eylül’den…

“Halk iradesini” temsil eden Millet Meclisi’nin çalışma biçimini belirleyen Meclis İç Tüzüğü 12 Eylül’den…

Bir de buna hiçbir ülke de eşi menendi olmayan yüzde 10’luk seçim barajını koyun…

Bu tablodan “yeni” çıkar mı, otuz yıldır cuntacıların oluşturduğu siyasal yapı ile sorunu olmayanların “değişimi” ne kadar köklü, ilkeli ve sistemli olabilir?

Zaten olsa, askerler mahkemeyi etki altında bırakan bildiri yayınlayamazlar, yayınlarlarsa da yargı ve idare anında harekete geçer…

Burada ikisi de olmuyor…

“Yeni Türkiye” ve “ileri demokrasi” bu mu?

* * *

Olup biteni dünkü yazımda şöyle tanımlıyordum:

Genelkurmay açıklaması, “AB istikametinde sistemi tümüyle dönüştürmeyip, siyasal çıkarlara göre orta sahada top döndürüp, eski güç dengeleriyle birlikte mevzuatı da olduğu gibi korumanın, bizi geriye doğru hangi noktalara kadar götürebileceğinin de güzel bir örneğini verdi…”

Türkiye’nin “yeni” mi, “eski” mi olduğunu en iyi olarak, artık siyasal iktidarın dönüp bakmadığı “İlerleme Raporu” anlatıyor…

“Türkiye 2010 Yılı İlerleme Raporu”ndan şu satırları birlikte okuyalım:

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevlerini tanımlayan ve askerlere siyasete müdahil olacak şekilde geniş bir hareket alanı sağlayan bir madde içeren Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda değişiklik yapılmamıştır. Milli Güvenlik Kurulu Kanunu ise, yoruma bağlı olarak neredeyse tüm politika alanlarını kapsayacak şekilde geniş bir ‘güvenlik’ kavramı içermektedir.”

“Silahlı Kuvvetlerin kıdemli mensupları, özellikle yargı ile ilgili konularda olmak üzere, sorumluluk alanlarının dışında bir dizi açıklama yapmışlardır. TBMM’nin bütçe dışı askeri fonlar üzerindeki denetimi konusunda ilerleme kaydedilmemiştir.”

Referandum sonrası 29 Ekim Resepsiyonu’na gitmeyi reddeden askerlerden başlayarak, AB uyum yasaları çerçevesinde çıkarıldığı söylenmesine rağmen askeri teçhizatın yerinde denetlenmesine imkân tanımayan Sayıştay Yasası’nı,  Omsbudman Yasası’nı, gene dünkü yazımda anımsattığım askeri yargıya ait anayasal değişikliği hayata geçirecek olan uyum yasasının ertelenmesini de birlikte değerlendirince, “Yeni Türkiye” ve “ileri demokrasi” laflarını garipsiyorum…

Askerler de garipsiyor ki muhtıralarla tekzip etmekten çekinmiyorlar…

* * *

Çırpınıp dursak da siyaset bildiğini okuyor…

AB’nin demokratikleşme reçetelerini yırtıp atınca, olacağı, askeri vesayetin her defasında hortlamasıdır…

Önceki gün olan da bu…

Çok olumlu adımlar atılsa da bu köklü ve sistematik bir demokratik düzen değişimine dönüşmeyince, “eski vesayet” her daim kapıda hazır bekler…

Turgut Özal döneminden 28 Şubat’a, 27 Nisan’a böyle gerilemedik mi?

İnsanın avaz avaza bağırası geliyor:

“Gerçekleri görmüyor musunuz?”

Şifre sorusu: Kürdün makbul olanı hangisi? Mehmet Altan



9 Nisan 2011 Cumartesi
Hükümetin Arap coğrafyasında başlayan toplumsal deprem için uygulamak istediği “halkın değişim taleplerine kulak verilmesi” prensibi her yerde aynı kolaylıkla işlemiyor... Zaten Ankara da değişim rüzgârlarının estiği her ülke için bu prensibi aynı doz ve mesafede bir duruşla uygulayamıyor...
Örneğin Suriye’de değişimi, reformları savunuyor ama “rejim değişsin, lider gitsin” demiyor...
Ama gene de en zorlanılan yer Libya...
Libya’da değişimin zor ve zahmetli olacağının anlaşılması yanında, Türkiye ile Fransa arasındaki dozu artan rekabet de durumu tatsızlaştırıyor...
***
Dünkü Economist Dergisi, Türkiye’nin Libya politikasını şöyle analiz ediyordu:
“Türkiye’nin bu oynak tavrının söylendiği gibi Erdoğan’ın Batı karşıtı hisleriyle ilgisi yok. Ankara daha ziyade pragmatizm ve ileri görüşlülükle hareket ediyor. Olaylar başladığında Libya’da 20 bin civarında Türk yaşıyordu. Uzmanlar, Türkiye’nin, Kaddafi’nin Libya’da lider konumunu koruması durumunda varlığını riske atmamak için Libya’da tedbirli bir politika sürdürdüğünü ifade etti.
Erdoğan’ın daha önce defalarca uyardığı üzere, Libya iç savaşa doğru ilerliyor. NATO olayın içine çekildikçe, operasyonlarda sivillerin öldürülmesi riski de büyüyor.
12 Haziran genel seçimlerinin yaklaştığı bu dönemde, Erdoğan Batı’yla işbirliği yapıp elini Libyalı kanına bulamak istemiyor. Ak Parti’nin seçmeni Irak ve Afganistan’daki ABD operasyonlarına destek konusunda muğlâk bir tavır sergiliyor. Dahası Wikileaks belgeleriyle İncirlik üssünün CIA tarafından Müslüman tutukluların tahliyesi için kullanıldığının ortaya çıkması da işleri zorlaştırıyor.”
***
Geçici yönetimin ileri gelenlerinin Türk Hükümeti’ni “Kaddafi yanlısı” olmakla suçladıkları Bingazi’de, iki gün üst üste Türkiye aleyhinde gösteriler, Türk Başkonsolosluğu’ndaki bayrağı indirme noktasına gelince, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ani bir şekilde hükümetin bu ülkedeki “yol haritasını” açıklamak mecburiyetinde kaldı...
***
Libya’da çatışan güçlere...
Bahreyn’de Sünni-Şii gerginliğine...
Filistin’de El Fetih-Hamas arasındaki kanlı rekabete...
Suriye’de reform yapmakta zorlanan Esad yönetimine taraf olup, akıllar veren Türkiye’nin bu rolü, anlaşılan bir takım bölgesel muhalifler biriktiriyor ve bu koalisyon da Bingazi üzerinden harekete geçmiş gözükmekte...
***
Ancak...
Bingazi’deki anti-Türkiye koalisyonundan ziyade, Ankara açısından en dikenli engel ve büyük kambur bir türlü çözülemeyen “Kürt Sorunu”...
Geçen gün Şark adlı Katar gazetesi bu garipliği şöyle yorumluyordu:
“Türkiye, Erdoğan’ın en önemli başlığı ‘Libya’da Kaddafi rejimiyle kavga etmeyen Türk tutumu’ olan altın ‘ulusal çıkarlar’ kuralına göre çalışıyorsa, gözler kendiliğinden Irak’ın Erbil’iyle Türkiye’nin Diyarbakır’ı arasındaki benzer Kürt sorunlarına yönelik Türk tutumuna çevriliyor.
Zira Türkiye’deki Kürtler, sivil itaatsizlik hareketlerine başladı. Türkiye, ‘dışarıdaki Kürtleri’ kendi kimlikleri, devletleri, siyasi oluşumları, başkentleri ve başkanlarıyla tanırken, AKP hükümetinin ‘içerideki Kürtlere’ yönelik ideolojik tutumu, Kemalist rejimin Kürt kimliğine yönelik inkârcı tutumlarının dekore edilmiş versiyonuydu.
Şaşırtıcı olansa, bölgesel ve uluslararası roller için çabalayan Türkiye’nin hâlâ iç istikrarının önemli şartlarından birini yerine getirmemesi.
Bölgede istikrar isteyen, Filistin’i savunan ve Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunu tanıyan bir ülkenin iç meselelerine aksi yönde yaklaşması ilginç.”
***
Katar gazetesinin eleştirisi ilginç...
Anlaşılan, Kürt Sorunu Ankara’dan farklı, Katar’dan farklı gözüküyor...
Kürdün makbul olanı hangisi?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanı mı yurtdışında yaşayanı mı?

Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Kadir Topbaş kimin üvey kardeşi? Mehmet Altan



11 Nisan 2011 Pazartesi
Dün, Kenya’nın başkenti Nairobi’de, modern ve farklı mimarisiyle etkileyici Tribe Otel’inde, hem Afrika yağmuruna, hem de Afrika güneşine uyandım...Koştura koştura Birleşmiş Milletler Yerel Yönetimler Danışma Komitesi’nin (UNACLA) toplanacağı görkemli binaya gittik...
Daha önce de vurguladığım gibi, UNACLA, seçilmiş belediye başkanları ve yerel yönetim temsilcilerinden oluşan üst düzey bir grup, dünya şehirlerine pozitif ve yenilikçi bir gelecek vizyonu sunmakta, BM-HABITAT İcra Direktörüne kuruluş kararlarının uygulanması konusunda danışmanlık yapmakta...
***
Dünya Yerel Yönetimler Birliği (UCLG) Başkanı da olan Kadir Topbaş, hem bu toplantının ana konuşmacısı, hem de BM-HABİTAT Başkanı Joan Clos’un önerisiyle UNACLA’nın başkanlığına adaydı...  Bu açıdan seçilmesi sürpriz olmayacaktı... Ve seçildi... Böylece yerel idareler bağlamında küresel kimliği İstanbul’la birlikte iyice güçlendi...
*** 
Topbaş’ın konuşmasındaki kimi vurgular, beni geçmişe götürüverdi... Artık iyice küresel bir kimlik kazanan İstanbul Belediye Başkanı şunları söylüyordu:
“Bugüne dek, UNACLA’nın gündemi desantralizasyon konusunda uluslararası bir diyalogun teşvik edilmesi olmuştu. Yerel yönetim teşkilatları, daha sonra ‘Desantralizasyon Uluslararası Ana Esasları’ belgesine dönüşen ‘Dünya Yerel Yönetimler Şartı’nın geliştirilmesine destek oldular.
Bu süreçte UNACLA, ‘Ana Esaslar’ belgesi için yerel yönetimlerin aktif olduğu bir siyasal forum görevi gördü. Şimdi de bu esasların UCLG üyeleri arasında yaygınlaştırılması ve ulusal hükümetlerce uygulanması için konuyu yakından takip etmektedir.
Değerli Dostlarım,
Günümüzde demokrasi konusunda önemli adımlar atılıyor; desantralizasyonun bir ihtiyaç olduğunun farkına varılıyor. Bununla birlikte daha yapacak çok işimiz var. Öncelikle ulusal hükümetlere kararlılığımızı sürekli göstermek zorundayız.”
***
Topbaş’ın “desantralizasyon” vurgusu aldı beni 1877 yılında doğup, 1948 yılında ölen Osmanlı İmparatorluğu’nun II. Meşrutiyet döneminde etkin olmuş ünlü bir siyasetçi ve düşünürü Prens Sabahattin’e savurdu... Çünkü Prens Sabahattin, “yerinden yönetimin gerekliliğini iddia ederken, sebep olarak da; bir vilayetteki idare usulünün diğer bir vilayette aynen uygulanmasının mümkün olamayacağını ileri sürer... Merkeziyetçi anlayışı, özgürlüğün kısıtlandığı, çoğunluğun azınlık tarafından baskı altında tutulup yönetildiği bir yapı olarak görür.  Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin 1906 tarihli programına göre; yerinden yönetim sağlanacak, il genel meclis üyelerini halk seçecek ve merkezi yönetim de halkın seçtiği temsilcilerden oluşacaktı.”
***
Topbaş konuşurken Prens Sabahattin’in üvey kardeşi gibiydi... Üvey diyorum, çünkü öz kardeşi olsa Prens Sabahattin’in öncülük ettiği ve hala Türkiye’ye çok bol gelen “âdemi merkeziyetçilik” sekiz yıllık AK Parti iktidarı döneminde hayat bulurdu...  Anayasa’nın “mahalli idareler” başlıklı 127. maddesindeki şu paragraf bizdeki durumu netleştiriyor:
“Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.” Paragrafı dikkatlice okuyunca belediyelerin merkezi idarenin “vesayeti” altında olduğu görülmekte...  Desantralizyasona da gerçek belediyelere de çok uzun bir yol var...
***
Kadir Topbaş “Dünya Yerel Yönetimler Birliği” başkanı idi...  Şimdi “Birleşmiş Milletler Yerel Yönetimler Danışma Komitesi”nin de başkanı oldu... Umarım, bu büyük başarısı onu “üvey” kardeşlikten kurtarır... Öncülük edeceği “âdemi merkeziyetçilik” akımı Türkiye’de de dört dörtlük bir şekilde hayata geçer ve Topbaş, Prens Sabahattin’in öz be öz kardeşi olur...
Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Soru: AK Parti’nin 2007 yılı seçim vaatleri neydi? Mehmet Altan



13 Nisan 2011 Çarşamba
Dün, Sovyet kozmonot Yuri Gagarin’in uzay yolculuğunun 50. yıldönümüydü…
Gagarin, Vostok uzay aracıyla yaptığı yolculukta dünyanın yörüngesinde tam bir turu tamamlamıştı.
 
Böylece insanlığın en büyük başarılarından biri gerçekleşti…
Geçen 50 yılda beş yüzü aşkın kadın ve erkek uzaya yolculuk yaptı.
Gagarin, dünya medyasının dünkü temel konularından biri iken, biz aday listeleriyle hemhal olmaya devam ettik…
* * *
Strasbourg’a giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan AK Parti’nin “2011 Seçim Beyannamesi”ni hazırladıklarını duymasam, belki de Gagarin’den ayrılmayacaktım…
Ama “seçim beyannamesi” lafını duyunca, “bilinçli bir seçmen” olarak 2007 Seçim Beyannamesi’ne geri döndüm…
Hemen başlangıçta da şaşırtıcı sürprizlerle karşılaştım…
* * *
2007 Yılı Seçim Beyannamesi’nin hemen başında yine “yeni bir anayasa” vaadi karşıladı beni…
AK Parti bizlere o dönem “parlamenter sistem” üzerinden demokrasi vaat ediyor, “başkanlık rejiminin” esamesi bile okunmuyor:
“Hazırlanacak yeni anayasa, kısa, öz ve açık olmalı; yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler parlamenter sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli; bu çerçevede Cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı; temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlanmalıdır. Yeni Anayasa en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır.”
* * *
Beyanname’nin 15. sayfasında da “siyasetin yeniden yapılandırılması” başlığına rastladım.
Son zamanlarda, otuz yıldır dokunulmadan korunan 12 Eylül rejiminin “siyaset kurumu”nu fazlaca eleştirip durduğum için biraz daha meraklandım…
 
“Siyasal yaşamın demokratikleşmesi için Anayasa’dan başlayarak ihtiyaç duyulan bütün yasalarda gerekli düzenlemeler yapılacaktır” sözü vardı ama Siyasal Partiler Yasası da, Seçim Yasası da aynen korundu…
“Parti içi demokrasi” sözü verildiğini de gördüm.
Paragraf şöyleydi:
“Siyasi partilerin hesapları ve adayların harcamalarına şeffaflık ve denetlenebilirlik getirilmesi için Parti Grubumuz tarafından TBMM’ye verilen Kanun Teklifi yasalaştırılacaktır. Parti Grubumuz tarafından TBMM’ye teklif edilen ve Meclisin gündeminde bulunan ‘Siyasi Etik ve Mal Beyanı’ ile ilgili düzenleme yasalaştırılacaktır.
Partilerin içyapılarının demokratikleşmesi ve üyelik hukukunun geliştirilmesine önem verecektir.
Bütün seçmenlerin siyasal yaşama etkin katılımı ve seçmen seçilen ilişkisinin güçlendirilmesi sağlanacaktır.
Siyasetin yeniden yapılandırılması yoluyla, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının siyasete ve siyasetçiye kazandırdığı güven ve itibar pekiştirilecektir.”
* * *
Siyasetin yeniden yapılandırılması yoluyla…
İtibar ve güvenin pekiştirilmesi…
Hani nerede? Bilinçli bir seçmen olarak biraz buruldum…
* * *
AK Parti’nin Seçim Beyannamesi’ne ara verdim, Yuri Gagarin’e geri döndüm…
Unutmadan söyleyeyim, uzayı fetheden astronot Gagarin, 1968 yılında bir uçak kazasında ölmüştü…
Kaderin garip cilvesine bak…

Sizi listelerde görmüşler
12 Nisan 2011 Salı
Çokça aynı tabloları görmüş...
Çokça aynı yorumları duymuş...
Çokça aynı şeyleri yaşamış deneyimli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, gündemi her daim siyasetin belirlediği, siyaseti de aday adayı listelerinin şekillendirdiği bir tempoda, kimin gidip kimin kaldığını beklemeden yazımın başına oturdum...
Çünkü ben, arzu ettiğimiz Türkiye’nin, gelen ya da giden aday adayları üzerinden değil, 12 Eylül siyasal sisteminin yerine, gerçek bir halk egemenliğinin konulmasından hareketle ivme kazanacağını düşünenlerdenim...
***
Listelerin belirlenmesinden çok önce, milletvekili aday adaylarına birkaç seminer verdiğim “Temel Stratejik Araştırma ve Danışmanlık Merkezi”nden aldığım elektronik bir mesajda, “Özlenen Meclis Analizi” başlığı altında, giden Meclis’in analizi ile “olması gerekeni” birlikte değerlendirmemi isteyen bir taleple karşılaştım...
***
Onlara da şu kısa değerlendirmeyi yazdım:
“Şu anki meclis profili nedir?
Ya da olması gerekenle ilgili öneriler ne olabilir? Tabii ki bu soruları Meclis’teki insanlar değil, onları formatlayan ‘siyasal sistem’ cevaplıyor... O halde öncelikli olarak ‘siyasal sisteme’ bakalım: Siyasi Partiler Kanunu 12 Eylül’den...
Düşünün ki ‘eskileri’ silerek yarattığı nispi umudu Ergenekoncuları listelerine koyarak torpilleyen CHP dışında kısmi ön seçime bile başka hiçbir parti yanaşmadı...
Ayrıca... Seçim Yasası 12 Eylül’den...
‘Halk iradesini’ temsil eden Millet Meclisi’nin çalışma biçimini belirleyen Meclis İç Tüzüğü 12 Eylül’den...
Bir de buna hiçbir ülkede eşi menendi olmayan yüzde 10’luk seçim barajını koyun...
***
12 Eylül, siyaseti liderler üzerinden kontrol etmek istediği için, zaten o güne kadar pek işliyor sayılmayan parti içi demokrasiyi kurumsal olarak iyice yok etti ve siyaseti tamamen liderler sultasına dönüştürdü...
Yukarıdaki listeye bu gerçeği de ekleyin...
Bu tablodan, gerekirse ‘fikir ve ilkeleri’ uğruna siyaseti bırakacak birilerinin siyasete girmesine olanak veren bir resim çıkar mı?
***
Siyasal sistem değişmez ise Meclis’e kim girer ise girsin resim de değişmez...
Siyasal sistemi konuşmayıp değişim beklemek bizim bu toprakların aşamadığı talihsiz bir kısır döngüdür... Zaten farklı olsa, ‘sivil siyaset’ olduğunu iddia eden anlayış otuz yıldır bu kadar rahatlıkla 12 Eylül’ün siyasal rejimini hiç rahatsız olmadan kabullenir hatta çıkarına görür müydü?
Bu tablodan ‘yeni’ çıkar mı, otuz yıldır cuntacıların oluşturduğu siyasal yapı ile sorunu olmayanların ‘değişimi’ ne kadar köklü, ilkeli ve sistemli olabilir?
Zaten gerisi de laf...”
İstedikleri metne bunları yazdım...
***
Dünden beri ortalığı birbirine katan onca siyasal gürültüye rağmen gene de düşüncem bu...
Listelere girmeyenler öfkeli, girenler ise seçilip seçilemeyeceklerini tartıyor... Aday listelerindeki yerlerini garanti görmüyorlar ise öfkeleri devam ediyor, daha seçilecek bir noktalarda ise bu kez de seçim sonuçları için endişeleniyorlar...
Bunların hepsi nihayetinde kişisel ikbal hesapları...
Olmasa, 12 Eylül’ün siyasal yapısı otuz yıldır arsızca sürmezdi... Sistemle kavga eden yok, o sistemde Meclis’te var olmak isteyenlerse istemediğim kadar fazla...
***
Çokça aynı şeyleri yaşamış deneyimli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, gündemi her daim siyasetin belirlediği, siyaseti de aday adayı listelerinin şekillendirdiği bir tempoda, kimin gidip kimin kaldığını beklemeden yazımın başına oturdum...
Varsayın ki sizi listelerde görmüşler...
Siyasal sistemin belirleyicisi olamayıp, mevcudun figüranları olarak kaldıktan sonra ne olur ki?
12 Eylül’ün mevcut siyasal sisteminde ise başka türlüsü de zaten olası değil...
O halde nedir? Yakaya takılan altın bir rozet, bele takılan bir tabanca ve “sayın milletvekilim” selamı mı?
İstediğiniz bu kadarcıksa, hayırlı olsun.

Dünyaya Fransız kalmak - Mehmet ALTAN



14 Nisan 2011 Perşembe
Bugün Turgut Özal’ın Türkiye’nin AB’ye “tam üyeliği” için müracaatının 24. yıldönümü…

24 yıldır, köklü reform sürecini tamamlayamadığımız ve zihniyet devrimi yapamadığımız için AB tam üyeliğine hala “Fransızız”…

* * *

Ama “Fransız kalmak” jargonunun şahını, üstelik de tüm dünyayı şaşırtarak, dün Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Genel Kurulu’na hitap eden Başbakan Erdoğan’ın Avrupalı vekillerin sorularını yanıtlarken verdiği cevaplar sırasında yaşadık…

Erdoğan, Türkiye’deki dini özgürlükler konusunda soru yönelten bir vekil için, “zannederim arkadaş Fransız. Ama Türkiye’ye de Fransız” dedi.

Erdoğan, oturumda bir diğer parlamenterin sorusuna da “halk isterse seçim barajını düşürürüz, size soracak değiliz” diye yanıt verdi…

O saatten sonra bu konuşmaya benim açımdan “Fransız kalmak” mümkün değildi, yurt içinden ve dışından aramaların ardı arkası kesilmedi…

Genel bir şaşkınlık hâkimdi…

* * *

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan deneyimli bir siyasetçi, üstelik de çok uzun zamandır Başbakanlık yapıyor, dolayısıyla nerede nasıl konuşulmasını da bilen bir kişi…

Doğal olarak Avrupa Konseyi parlamenterleriyle, daha da doğrusu aslında hiç kimseyle de bu üslupla konuşulmayacağını herkes gibi Başbakan da biliyor…

Peki, neden aşırı milliyetçi, hırçın ve özensiz bir üslubu seçiyor?

* * *

BBC’nin de sorduğu bu soruyu ben “seçim sürecine” işaret ederek cevap vermeye çabaladım…

Şu an için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tek hedefi, gönlünde yatanları hayata geçirebilmek için seçimden büyük bir başarıyla çıkmak… Bunun için de MHP oylarına göz dikmiş vaziyette…

Nitekim Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nı da hepimizi şaşırtan bir üslupla hedef almasının temelinde MHP oyları ve İç Anadolu seçmeni vardı. Yoksa Iğdır’daki “Süngü Anıtı”na da muhalif olması gerekir…

İç siyaset, din, ırk ve mezhep vurgusundan nemalanan siyaset kurumunu da siyasetçiyi de ölçüsüz bir biçimde savurtuyor…

* * *

Nitekim Erdoğan’ın doğrudan ağır bir şekilde hedeflediği bir diğer isim olan Sarkozy de aynı iç siyaset hesaplarını yapıyor…

O nedenle Türkiye’ye soğuk, Çingenelere düşman…

Sürekli yükselen aşırı sağın oyları Sarkozy’nin geçerli saydığı tek pusulası…

* * *

Ama bir sorun var…

Fransa’da aşırı sağcı oylar, burada da MHP tabanı sizin ilk hedefiniz haline gelince, sizin siyasetinizi, hedeflediğiniz kitlenin geleneksel partisi yönetmeye başlıyor…

Fransa’da “Le Penleşiyor”, Türkiye’de de “MHPlileşiyorsunuz”…

Tabii daha vahimi, iç siyaset avcılığı bu kadar öne çıkınca da dünyaya Fransızlaşıyorsunuz…

Nitekim Başbakan Erdoğan’ın Sarkozy’i suçladığı “Çingeneler” konusunda Fransız Devlet Başkanı ile AB Komisyon Başkanı Barossa gırtlak gırtlağa geldi, az kaldı yumruklaşacaklardı…

Çünkü Sarkozy, AB kriterlerine iyice Fransızlaşmıştı…

* * *

Benin sorum başka yerde…

Siyasal iktidar için, seçmen oyu için, siyaset ve siyasetçi bu kadar esneyebiliyor ise, onun esas kimliği nedir?

Neye göre oy vereceğiz?

Siyasetin “ilke” üzerinden oyunu çoğaltmasını beklemek çocuksu bir hayal midir?

Ya da siyasal gerçekçilik, siyasete, zamana ve zemine göre slalom yaparak bakmak mıdır?

* * *

Bugün Turgut Özal’ın Türkiye’nin AB’ye “tam üyeliği” için müracaatının 24. yıldönümü…
24 yıldır, köklü reform sürecini tamamlayamadığımız ve zihniyet devrimi yapamadığımız için AB tam üyeliğine hala “Fransızız”…

Çünkü ulus devlet algılarında hapis kalmış olarak siyaset yaparak, küreselleşmeyi yakalamak çok zor…

Keşke siyasetin kayganlığına Fransız kalıp da dünyaya tanış olan bir iklime sahip olabilseydik…

Zaten o zaman AB’ye çoktan tam üye olmuştuk bile…

Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Kime soracağız, Ankara’ya mı? Memet Altan



15 Nisan 2011 Cuma
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın, bugüne kadar hiç sektirmediği Washington’da düzenlenecek olan G-20 Bakanlar Toplantısı ile IMF-Dünya Bankası Bahar Toplantıları’na katılmayacağını duyunca meraklandım...
Meğer nedeni “Seçim Beyannamesi” çalışmalarıymış... Demek ki iktidar partisi için “Seçim Beyannamesi” hala çok önem taşıyor. Madem öyle... 2007 yılı AK Parti Seçim Beyannamesi’ne geri dönüp yeniden bakabiliriz... Örneğin, şu anda gündemdeki Avrupa Birliği faslına...
***
Önceki gün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dünyada hiçbir örneği olmayan yüzde 10 seçim barajı için, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesine “yeri geldiği zaman eğer bu barajın biraz düşürülmesi gerekirse onu da yine halkımızla müzakeresini yaparız, ama onu size soracak değiliz” diyordu... Peki, 2007 yılı Seçim Beyannamesi’nde de durum aynı mıydı?
***
2007 yılı Seçim Beyannamesi’nde AK Parti: “AB’ye tam üyelik, hem halkımızın hayat standardının yükseltilmesi hem de yakın çevremizde bir güven ve istikrar alanının oluşması için gereklidir” demekteydi... Cümledeki “hayat standartlarının yükseltilmesi” ifadesi parti tarafından koyu harflerle belirginleştirilmişti...
***
Devam edelim: “Türkiye’nin yakın bölge ve çevre havzalardaki politika öncelikleri, Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci ile bütünlük arz etmektedir. AK Parti, AB-Türkiye ilişkilerini ikili ilişkilerin yanı sıra küresel ve bölgesel barış ve düzen perspektifini de içeren stratejik bir vizyon çerçevesinde değerlendirmektedir.
Bu perspektiften bakıldığında  AB-Türkiye ilişkileri, küresel barışı tehdit eden gerilimlerin yumuşatılmasında, uluslararası terör, kültürel çatışma, enerji güvenliği gibi risk alanlarında küresel işbirliğinin yaygınlaştırılmasında önemli bir mihver niteliği taşımaktadır.”
***
AB bu kadar önemli ve değerli ise neden bugüne kadar AB üyesi olamadık? AK Parti’nin 2007 yılındaki cevabına dikkat etmenizi isterim: “Daha önceki dönemlerde Türkiye iyi hazırlanamadığı ve demokratik standartlarını yükseltemediği için AB’nin genişleme dönemlerinde önemli fırsatlar kaçırılmıştır.”
Aslında son dört yıllık tüm süreci anlatıyor... O zamanlar AK Parti siyasal iktidardı ama Ankara’daki statükoya muhalifti... Birinci Cumhuriyet’e karşı Türkiye halkının “hayat standartlarını yükseltecek” olan AB reformlarının samimi takipçisiydi...
***
Devam edelim: “AK Parti, AB katılım sürecini hem bir entegrasyon hem de Türkiye’nin siyasal, ekonomik, sosyal ve yasal standartlarını yükselten bir yeniden yapılanma süreci olarak değerlendirmektedir. AB müktesebatını tarama çalışmaları, ülkemizde pek çok alanda gerçekleştireceğimiz yapısal dönüşümün alt yapısını hazırlamıştır.. 2007 başında aldığımız kararla fasılların müzakerelere resmen açılıp açılmamasına bakmaksızın pek çok alanda reformlar hızla devam edecektir.” Ediyor mu, ediyor ise acaba önünde hiçbir engel bulunmayan “Rekabet Dosyası” neden açılamıyor?
***
Son olarak şunu da okuyalım: “17 Nisan 2007’de açıkladığımız ‘Türkiye’nin AB Müktesebatına Uyum Programı’ 2007-2013 yıllarında gerçekleştirilecek reformların detaylı bir açılımını, takvimini ve sorumlu kuruluşlarını içermektedir. 188 yasal düzenleme ve 576 ikincil düzenlemeyi kapsayan bu doküman, AB katılım sürecinin siyasi sorunlarından bağımsız olarak Türkiye’yi en yüksek standartlara ulaştırma konusundaki kararlılığımızın somut bir göstergesidir.” 2011 yılına geldik... 188 yasal düzenleme... Ve 576 ikincil düzenlemeden ne kadarı gerçekleştirildi acaba?
***
“Daha önceki dönemlerde Türkiye iyi hazırlanamadığı ve demokratik standartlarını yükseltemediği için AB’nin genişleme dönemlerinde önemli fırsatlar kaçırılmıştır” anlayışından... Hiçbir ülkede örneği olmayan yüzde 10 seçim barajı için “size mi soracağız” noktasına...
Ankara muhalifliğinden, Ankara savunmasına...
***
2007 yılı Seçim Beyannamesi’ne baktıkça, nereden nereye gelindiğini gördükçe...
Ali Babacan keşke G-20 Bakanlar Toplantısı’na gitseydi diye düşünüyorum...
Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com

Ferhat Sarıkaya’yı meslekten kim men etmişti? Mehmet Altan



16 Nisan 2011 Cumartesi
Benim için dünün en önemli haberi, hiç şüphesiz Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun ünlü Şemdinli İddianamesi’ni hazırlayan eski Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya hakkındaki meslekten ihraç kararını kaldırmış olmasıydı…

Demokratik bir ülkede yaşıyor olsak Ferhat Sarıkaya’nın ömründen beş yıl çalıp üzerine kezzap dökmeyecektik…

***

Ferhat Sarıkaya’yı görünürde görevden men eden o dönemin HSYK’sıydı…

Ama sadece görünürde…

Çünkü anayasal bir suç işleyerek parlamento iradesine ket vuran eski Genelkurmay Başkanı, e-muhtırayı bizzat yazdığını açıklamakla kalmamış, Van Savcısı’nı da işten attırdığını itiraf etmişti...

Ama asıl vahamet, o emre uygun hareket edenlerin bulunmasıydı…

Hükümet boyun eğmese bırakın Ferhat Sarıkaya’nın meslekten men edilmesini, genç savcı ceza bile almazdı…

Dün bu gelişmelerle ilgili olarak yayınlanan bir haber geçmişi şöyle anımsatıyordu:

“Türkiye’yi sarsan iddianame Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 7 Mart 2006’da kabul edildi. Bu gelişmenin ardından HSYK devreye girdi. Sarıkaya, mesleki yeterlilikten uzak olduğu gerekçesi ile HSYK’nın 20 Nisan 2006’da aldığı kararla meslekten men edildi.

Kurulun 5 hukukçu üyesi ihraç yönünde oy kullanırken tek karşı oy müsteşar Fahri Kasırga’dan geldi. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in katılmadığı toplantıda Sarıkaya’nın avukatlık yapması bile yasaklandı.”

***

Oysa…

Şemdinli İddianamesi, yargılamayı yapan ağır ceza mahkemesi tarafından kabul edilerek, sanıklar itirafçı Veysel Ateş, astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ağır cezalara çarptırılmış, akabinde yargılamayı yürüten mahkeme üyeleri HSYK tarafından bu mahkemeden alınarak başka yerlere gönderilmişti.

Tabii bu davanın bir de defalarca anımsattığım Yargıtay safhası var…

***

Temyiz başvurusu üzerine Yargıtay 1. Ceza Dairesi, görevsizlik kararı verdi.

Dosya, terör, örgüt ve devletin birliğini bozmaya yönelik eylem davalarına bakan 9. Daire’ye gönderildi.

Kararı eksik soruşturma gerekçesiyle bozan 9. Daire, sanıkların eylemini “terörle mücadele görevleri kapsamında” gördü ve yargılamanın askeri mahkemede yapılmasını istedi.

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı askeri mahkemeye göndermeyince hâkim hakkında inceleme başlatıldı. Atama kararnameleri sonucu yenilenen mahkeme heyeti, dosyayı askeri mahkemeye gönderdi.

***

Ben, gördüğümüz o görüntülerin bizlere unutturulacağını çok öncelerden söylemiştim.

Nitekim aynen öyle oldu…

Askeri mahkemeler, Yargıtay’da bu süreci yokuşa sürenler, suç işlediğini açıkça itiraf eden eski Genelkurmay Başkanı, onun baskısına boyun eğen siyasetçi ve bürokratlar…

Maşallah hepsi yerli yerinde, hatta aday listelerinde…

***

Neyse…

Ferhat Sarıkaya kararına çok sevindim…

Yaşamının beş yılına kezzap döküldü ama gene de son gelişmeden dolayı onun adına sevinçliyim…

Zaten yapılmaması gereken bir hata düzeltildi.

Bu bile bizi sevindirmeye yetiyor, beklenti düzeyimiz nerelere düşmüş bir düşünün.

Siyasetten uzak huzurlu flamingolar - Mehmet Altan



17 Nisan 2011 Pazar
Geçen Pazar sabahı... 
Kenya’nın başkenti Nairobi’de, “The Lord Erroll” restoranının bahçesinde, insanın her an özleyebileceği bir huzur ortamında, flamingolar arasındaydım... 
Uzun ve ince bacakları...
Yine uzun, eğri, narin boyunları...
Rosa rengi tüyleri... 
Kıvrık, siyahla çevrelenmiş, pembe uçlu gagalarıyla...
Egzotik bir bahçede salınarak geziniyorlardı...
***
Biraz sonra...
Doğu Afrika’nın en yoksul ve en büyük gecekondu bölgesine vardığımızda, ne o egzotik bahçe, ne yaratılışları sanki doğanın ustalık dönemine denk düşmüş gözüken flamingolar, ne de huzur kaldı... Aksine sanki kimyam bozuldu...
Dört kilometrekarelik bir alana bir milyon yoksul insan; paslı, oluklu, saçtan yapılma tek göz harabelerde üst üste yığılmıştı...
Kibera’da şehir suyu şebekesi bulunmuyor... Dışarıdan getirilen niteliksiz suları, bidonuna otuz sent ödeyerek almaya çalışan insanlar, kuyruklarda ömür tüketiyor...
Kanalizasyonlar açıktan akıyor; kolera, tifo, ishal, verem kol geziyordu...
Kenya’da ortalama ömür 54 iken, şayet şanslılar ise Kibera’da insanlar 35 yaşına ancak zorla ulaşabiliyorlardı... 
Daracık, çamurlu, yol benzeri koridorlar, minnacık, üst üste yığılmış dükkânımsı gözenekler, açıkta satılan etler, toz içinde kızaran patatesler, ortalıktan akan mikroplu sular... Yığınla insan, insan, insan...
Burada kısa bir gezinti yaptığınızda, sanki etkileyici bir korku filmi seyretmiş gibi oluyorsunuz ve gördükleriniz hakikat mi, sanal mı ayıramıyorsunuz...
***
Yüz yıla yakın bir süre önce...
Sömürgeci İngilizler, Sudan’ın yerli halkı Nübyelileri, Birinci Dünya Savaşı’nda kendi saflarında savaştıkları için ödüllendirmek istemişler...
Onlara Nairobi’ye birkaç kilometre mesafede bir orman parçası vermişler... 
Nübyelilerin dilinde “cengel, balta girmemiş orman” anlamına Kibera böyle doğmuş...
Artık o ormandan eser kalmadığı gibi, Nübyeliler de azınlıkta...
Aralarına Kikuyu ve Luo gibi başka etnik topluluklar karışmış... 
Bu dört kilometrekarelik alanda, Nairobi’nin üçte biri yaşıyor...
Üstüne üstlük, Soweto, Katwekera, Silanga gibi adlar taşıyan birbirine yapışık on üç köyden oluşan Kibera’da, üç yıl önceki seçimler sonrası çatışmalar başlamış ve Aralık 2007 - Şubat 2008 arası, 1963’deki bağımsızlıktan bu yana görülmemiş çapta kanlı hesaplaşmalar yaşanmış...
“Machette” denen kısa saplı bıçaklarla bin 500 kişi birbirini öldürmüş...
***
İmdadımıza, Kibera ertesi gittiğimiz doğal parktaki uysal zürafalar yetişti...
Parkın içindeki zürafaların o çok uzun boylarına denk bir kuleye tırmanıp, zürafaların gelmesini bekliyorsunuz...
Salına salına uzaktan görünüyorlar...
Ve kuleye vardıklarında görevlilerin sizlere verdiği yemleri sizin elinizden usulca yiyorlar...
İri gözleri, sakin duruşları, endamları...
Susayınca da ormana geri dönüp
kayboluyorlar...
Avucunuzdan yemek yiyen bir zürafa deneyimi olağanüstü ama gene de kâbusu andıran ve zihnimize kazınmış olan Kibera izlenimini maalesef tamamıyla silemiyor...
***
Geçen Pazar sabahı... 
İnsanın sürekli özleyebileceği bir huzur ortamında, Kenya’nın başkenti Nairobi’de, “The Lord Erroll” restoranının bahçesinde, insanın her an özleyebileceği bir huzur ortamında, flamingolar arasındaydım... 
Uzun ve ince bacakları...
Yine uzun, eğri, narin boyunları...
Rosa rengi tüyleri... 
Kıvrık, siyahla çevrelenmiş, pembe uçlu gagalarıyla...
Egzotik bir bahçede salınarak geziniyorlardı...
Ve bu Pazar sabahı da, o ellerimizden yemek yiyen beyaz bacaklı zürafaların zihnimdeki resmini unutmuş olmasam da, sadece flamingoları anımsamak istiyorum...
Nairobi’de, “The Lord Erroll”un bahçesindeki flamingoları...
Huzurlu, sessiz ve sakindiler.

Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com