23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - Aynada tarih

PANDORA'NIN KUTUSU 12.02.2010

Cemal Kafadar’ın kitabını nicedir bekliyordum. Kim var imiş, biz burada yoğ iken (Metis Yayınları) tarih bilincinin tarihini yapan bir çalışma. Ama buna meta-tarih ya da üst-tarih demeyeceğiz, çünkü tarihin böyle üstü altı falan olmadığına inanıyor yazar. Sadece tarih sürekli yeniden yazılır diyor. Çok da haklı bence.

Dört tane metin incelemesi yapıp üzerine deneme yazmış. Meselesi de birey olmak. Hani şu, Osmanlılarda birey var mıydı yok muydu sorusu.

Elbette Osmanlılarda birey yoktu denilemez, bu saçma önyargıyı çoktan yıkmıştı yazarımız. Modernleşmenin ideolojik önyargılarından arınarak tarihe bakan “revizyonist” nam, tabu yıkıcı yeni bir tarihçilik akımının temsilcisi ne de olsa.

Gene elbette, modernlik öncesi bireye bugünün tanımıyla yaklaşmayacağız. Tarihi böyle manasız ve popüler anakronizmlerden de arındırmaya çalışan bir tarihçilik rönesansı var şu sırada.

Hem tarih yapıyoruz, hem tarihçiliği ağır günahlardan kurtarıyoruz. Devir böyle.

Ne mutlu ki öyle, çünkü biz insanlar –özellikle modern olanlarımız- aynada kendimizi güzel görmek için tarih yerine masal anlatmaya çok meyilliyiz.

Cemal Kafadar’ın “birinci şahıs anlatıları” dediği ve örneklerini bu kitapta incelediği metinleri kaleme alan Osmanlı bireyleri aynada ne görüyordu acaba?

İşte orada duruyoruz. Çünkü ayna yok.

Yani, ayna teşbihinin akla getireceği mesafe yok yazarla metni arasında, öyle diyor Cemal Kafadar; anlatıcı ile anlatılan ben arasındaki üçüncü boyut eksik, kendine başkasıymış gibi bakabilen, ironi yapan ya da şüphe eden boyut yok. Birey minyatür gibi iki boyutlu. Bütün Osmanlı temsil ve temaşa sanatlarının ortak bir özelliğinden bahsediyoruz diye de gözlem yapıyor geçerken.

Burada bir ufuk görüyorum ve o ufukta biraz dolanmak istiyorum doğrusu.

Ama önce gelelim metinlere. Birini zaten tanıyoruz. İlkin Oğlak Yayınları’ndan çıkmıştı. 17. yüzyılda Üsküp’te yaşayan Asiye Hatun bağlı olduğu Halveti şeyhinden memnun değil, uzakta bir başka şeyhe mektup yazıp onun müridi oluyor, rüyalarını yazarak tarikatta mertebe atlamaya çabalıyor.

Buyurun size birey. Böyle zekice, incelikli stratejileri modern birey bile zor düşünür. Bu rüya mektuplarını okuyan kimse bir daha Osmanlılarda birey yoktu falan diyemez. İyi de, ne biçim bir bireydi bu?

Cemal Kafadar’a göre, her zaman her yerde olduğu gibiydi. Yani nasıl? Yani yaşadığı toplumun koşullarıyla sürekli pazarlık halinde, kendine yer açmaya çalışan insan işte, sizin benim gibi.

Tamam, ayna yok dedik, arada farklar var, bazen önemli de farklar bunlar, ama işte gene bildiğimiz insan. Kendi öznelik durumunu farklı görüyor ya da görmüyor olabilir. Ayna dediğim fazladan özneliğin farkında olmayı bilerek reddetmiş ya da bilmeyerek ıskalamış olabilir, tarihçi bize bu incelikleri göstermeye çalışıyor.

Tarih aynası böylece biraz daha derinleşmeye başlıyor, değil mi? Lezzet de o ölçüde artıyor tabii, çünkü hem tarihteyiz hem de buradayız, şimdide, hayatın en derin sorularında. Tanımı değişse bile temelde aynı kalan varoluşa ilişkin sorular.

İşte bir örnek daha: Bir dervişin güncesi. Şimdi tabii günce, hatıra defteri, otobiyografi, bizim kategorilerimiz. Osmanlılar bunlara başka isimler veriyor ve farklı amaçlarla yazıyorlardı. Sümbüli tarikatının Balat’taki şeyhi Seyyid Hasan da, “suhbe” denilen tarikat yoldaşlığının Sohbetname adını verdiği “seyir defterini” yazıyor, tasavvuf ehlinin gündelik yaşamlarını kaydediyor. Ama bireylik gene çıkıveriyor bir yerden. Şeyhimiz yemeğe meraklı. Karısının ölümüne ağlarken helvanın nefasetini yazmayı unutmuyor. Kendine rağmen otoportre.

Bir başka örnek: 1520’lerde ölmüş babasının çiftliğini geri almaya çalışan yeniçerinin dilekçesi. Böylece nizam bozulmadan önce yeniçeriler üretimle, mülkle uğraşmazlardı tabusu yıkılıyor. Bir örnek daha: 1575’de Venedik’te ölen Ayaşlı sof tüccarının terekesi. Müslümanlar ticaretle uğraşmazdı tabusu çoktan yıkılmıştı zaten.

Burada tabu değilse bile çetrefil bir alana gireyim ben de: Şu ayna eksikliği ya da üçüncü boyut eksikliği acaba sekülerleşmenin olmamasıyla mı ilgili? Öyleyse, birdenbire bu Osmanlı bireyleriye bizim bireyliğimiz arasında derin bir uçurum olduğu çıkıyor meydana. Sonra daha ciddi bir soru beliriyor: Modernlik öncesi bireyin henüz sekülerleşmenin olmadığı bir dünyada iki boyutlu kalmaya razı olması bir şey; günümüzde bazı modern bireylerin sekülerleşme hiç yaşanmamış gibi davranması başka bir şey. Üçüncü boyut hazır var iken yoğ imiş saymak nasıl bireylik?

Bu ayna-tarih-birey-sekülerleşme sarmalına gelecek yazılarımda bakmak istiyorum. Sevgili arkadaşım Cemal Kafadar’ı da ufuk açıcı kitabı için kutluyorum.

Nilüfer Kuyaş - Çalınan hayatlarımız

PANDORA'NIN KUTUSU 15.10.2010

İstanbul’da şu sıralar bir hayalet dolaşıyor. Mimar Sedat Hakkı Eldem’in hayaleti.
Bir zamanlar Taşlık denen geniş teraslı nefis çay bahçesinde “Şark Kahvesi” diye bir bina inşa etmişti.
Boğaz’a bakan muhteşem manzaralı bu mütevazı halk bahçesine her çeşit İstanbullu akın ederdi; benim gibi tek başına kitabını okuyan öğrenciler de vardı; bazen arkadaşlarla toplaşıp saatlerce sohbet ederdik. Babamla annem orada flört etmişler nişanlıyken.
Çocuklu aileler, sevgililer, eğlenen arkadaşlar, elinde kitabıyla hayale dalanlar, tek başına gazete okuyanlar, yazı yazanlar, ders çalışanlar, kavuşanlar ve ayrılanlar, hayatlarımızın sahnesiydi o bahçe.
Hava çok soğuksa, Şark Kahvesi’ne sığınırdınız. Sarp bir yamacın üstünde, seti koruyan istinat duvarından payandalarla taşırılmış, denize doğru uzanan çıkıntısı pek hoştu. Boğaziçi’nin en eski yapısı, Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’ndan esinlenmişti. Modernleştirilmiş bir Türk eviydi. Mekân boydan boya sürme pencereler ve sedirlerle çevriliydi, ortada havuzlu bir mermer çeşme şırıldardı.
Sonra Taşlık bahçesi yok edildi, yerine Swissotel yapıldı, Şark Kahvesi yıkıldı, betondan daha ufak bir taklidi inşa edildi, hayallerimizle birlikte o bahçede nefes alan hayatlarımız da çalındı.
Hikâyenin ikinci bölümünde hayaletin yanında bir de avatar dolaşıyor şimdi, dijital bir hayalet. Sanal bir dünyadayız, gerçek dünyanın yanı sıra; paralel dünyalar sözkonusu. Bizim avatar o dijital ortamda bir film yapıyor, kendi bakışı gibi kullanıyor kamerayı. Şark Kahvesi’nin üç boyutlu bir hayalet modelini inşa ediyor, Amcazade Yalısı’na benzer bir başka binayı da canlandırmış ayrıca, hayalet bir denize bakıyoruz, Şark Kahvesi’nin hayalet pencerelerinden ve kubbesinden hayalet bir gün ışığı akıp gidiyor. Sedat Hakkı Eldem’in elinden çıkma başka peyzajlardan gerçek birkaç parçayı da görüyoruz arada, hangi imge gerçek hangisi sanal belli değil artık.
Birden anlıyoruz ki tek bir kişinin bilinçaltında oluşsa bile aslında bu mekân teşbihleri, bu kültürel katmanlar, bu ideolojik göndermeler bizim kolektif, ortak hayal dünyamıza bir direnç payandası eklemeyi amaçlıyor, bize bir şey öneriyor. Görüntülerin arasında beliren yazılı metin de bunu bir ölçüde açık ediyor zaten.
Bizim avatar bir de hikâye yazmış, Şark Kahvesi’ni sanal ortamda nasıl ve neden inşa ettiğini anlatıyor. Kendince ipuçları koymuş. “Bir Okuma Yeri” adını vermiş Şark Kahvesi’ne, “kıraathane” kelimesiyle oynuyor, o mekânda bir kadın geçmişi ve geleceği okumaya çalışıyor; Taşlık bahçesi otopark olmuş, Şark Kahvesi’nin kalıntıları bir lüks otelin içinde gömülü; çalınmış hayatlarından sürgün edilenler var hikâyede, benim gibi.
Kadın, sevdiği erkekle birlikte dijital hayalet kisvesine bürünüyor, hikâyeyi yazdığı Cenevre Gölü kıyısından kalkıp Boğaziçi’yi ziyaret ediyor. Ama sadece gerçek mekânlar değil, sanal ortam da büyük paranın emrinde artık; kiraladıkları dijital mekânın süresi bitmiş, kovulmak üzereler. Polisiye bir filmdeki gibi, vakitleri daralıyor, hızla çalışmaları lazım. Arkeolojik kazı yapar gibi çalınmış hayatlarımızın izini süren bu iki avatar bir bilgisayar filmi hazırlıyorlar ve filmin gösterileceği ekranı da İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kutu gibi bir odacığa saklıyorlar. Kaçıp gidiyorlar sonra.
Paranın ve her türlü iktidarın üzerimizde kurduğu kara bir büyü var adeta. İşte bu sanatsal eylemde o büyüyü bozan bir titreşim var, bana kadar ulaşıyor o titreşim. Paranın ve iktidarın egemenliği de sonuçta sanal bir hâkimiyettir, diyor bu eylem bana, o da imgelerle yaratılmıştır, diyor. Ve sen de kendi imgelerinle o hâkimiyete bir neşter atabilirsin diyor. O neşterin izi kalıyor kalbimde. Bizler de bazen dönüp imgelerle daha derin bir gerçeklik kurabiliriz, direnebilmek için, işte böyle acı bir ironiyle, kırılgan bir başkaldırıyla diyor iki avatar bana.
Kim bu iki avatarın gerçek sahipleri? Victor Burgin adında İngiliz asıllı bir çağdaş sanatçı ve onun fotoğrafçı karısı.
Onlarla gerçek bir kahvede, gerçek bir ekim günü buluşup sohbet ettim. Neden Sedat Hakkı Eldem, neden Şark Kahvesi diye sordum. Çünkü hem Doğulu kalıp hem Batılı olmak isteyen bir adamın mimari ütopyasıydı o bahçe dedi Victor; o kahve bir toplumsal ve politik idealdi. Sadece zenginlerin değil, herkesin gelebildiği bir bahçeymiş o dedi. Doğru. Bir şehrin tarihinden kalıntıları ve izleri hortlak gibi canlandırmayı seviyor Victor; etrafımızda yükselen bu lüks binalar, bu rant hakimiyeti bizi kendi hayatımızdan sürgün etmeye çalışıyorsa, çok kırılgan ama çok etkili bir direniş öneriyor bize.
2010 Kültür Başkenti Görsel Yönetmenliği iyi ki onu İstanbul’a davet etmiş, bu şehir için bir şeyler üret diye. Filmi Arkeoloji Müzesi’ne saklaması da güzel bir şaka, çünkü filmin orada olduğundan Müze görevlilerinin çoğu haberdar bile değil. (31 ekime kadar görebilirsiniz.) Benim bir önerim var 2010 Ajansı’na: Bu filmi Internet’e, Facebook’a, dijital ortama koyun, Sedat Hakkı Eldem’le birlikte hayalet gibi dolaşmaya devam etsin hayatımızda. Hayaletler bazen çok işe yarayabiliyor.

Nilüfer Kuyaş - Yaratıcı yazar, yaratıcı okur

PANDORA'NIN KUTUSU 24.09.2010

Yaratıcı yazarlık okullarının yararı kadar zararı da mı var? Elif Batuman son makalesinde böyle bir tartışma başlattı. Amerikan eksenli de olsa bu polemiği önemsiyorum.
Amerika’da yüksek lisanslı yazarlık mezunu olmayan romancı neredeyse kalmadı. Toni Morrison’dan Thomas Pynchon’a kadar bütün ünlü yazarlar böyle. İngiltere için de durum aynı.
Edebiyat kuramcısı Mark McGurl’ün bu duruma olumlu bakan Yaratıcı Yazarlığın Yükselişi (Harvard) kitabını eleştirdiği, “Gerçek Diplomayı Al” başlıklı yazısında Batuman bazı sakıncalara değiniyor. Adeta iki gezegen oluştu diyor, birinde gerçek sanat eseri “büyük edebiyat” niteliğinde roman yazılırken, diğerinde “kurmaca” diyebileceğimiz kaliteli ama etkisiz ürünlerle dolu bir piyasa gelişmekte.
İtirazlarını iki noktada toplamış Batuman: 1) Yaratıcı yazarlık kursları edebiyat tarihini gözardı etti, yani başka yazarları okumayı unutup, teknik beceriyi öne çıkarttı diyor. “Teknomodernist” bir cahilliğe yatırım yapıldığı kanısında. Kitapçılar iyi romanlarla dolup taşıyor, ama kaç tanesi bizi heyecanlandırıyor?
2) Politik açıdan sakıncalı bir de eğilim saptıyor; bir tür etnik azınlık edebiyatı oluştu, alt kültür ve farklı sesler yansıtmak adına “edebî getto” tarzı pazarlama kategorileri yaratıldı, böylece kültür kendi içinde yeniden kolonize ediliyor düşüncesine sahip.
Elbette yazarlık okullarının edebiyatçılığı yaygınlaştırmak gibi bir yararı olduğunu kabul ediyor; ama bu kurslar biraz daha dünya ve tarih bilinci aşılasa daha iyi olmaz mı diye bitirmiş yazısını. Amerika’da unutulmaya yüz tutan evrenselci, hümanist bir bakış açısı olduğu söylenebilir.
İlginç bir tartışma. Edebiyat yazarlığı böyle karmaşık tartışmalara konu oluyorsa, edebiyat okurluğu da zorlaştı demektir. Haritanın neresinde dolaştığımızı anlamak için rehberlere ihtiyaç var sanki.
Okurluk da böylece yaratıcı bir uğraş oldu. Benim “yaratıcı okurluk” dediğim kurslar, yani okuma seminerleri veya edebiyat atölyeleri galiba bu yüzden çok revaçta.
Türkiye’de hem yaratıcı yazarlık kursları hem de okuma grupları çoğalıyor. Kendini geliştirme tarzı programlardan tutun da yeniden üniversiteye gitmeye benzer etkinliklere kadar uzanan bir alan. Henüz küçük bir alan belki, ama ille seçkinci olması gerekmiyor, keşke daha yaygınlaşsa.
Bu açıdan birkaç güzel örnek çarptı gözüme son günlerde.
 “Üniversite” kelimesinin evrenselci, hümanist bilgi yayma anlamını temel alarak sanat seminerleri düzenleyen Simya Galeri’de bu sonbahar, Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi Emine Ayhan, Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı” şiirinden yola çıkarak, modern klasikler diyeceğimiz Avrupa ve Türk romanlarını ele alan bir okuma programı sunuyor. Neden göğe bakmak diye sordum, edebiyata okur odaklı değil, yazar açısından bakmak için diye cevapladı; edebiyat eserlerini, yaratıcılık sürecine bakarak ele alan bir seminer bu, 4 ekimde başlıyor. (info@simyagaleri.com)
Daha ziyade kişisel gelişim odaklı bir kuruluş olan Nirengi ise, bu sonbahar tanınmış yazarımız Buket Uzuner’i davet etmiş. “Edebiyat hayatımıza ne katar” sorusundan yola çıkan Buket Uzuner hayallerimizle ilişkimize bakan, edebiyatla resim arasında ilişki kuran, bir de “ötekileştirme” kavramı üzerinden edebiyatla empati geliştiren bir okuma programı sunacak.
Buket yazarlık öğretilemez diyor, yazarlık derslerine de inanmıyor, ama tıpkı Elif Batuman gibi o da gerçek yazarlığın “iyi yazarların iyi okuru olmaktan geçtiği” kanısında. Bu atölyede ne amaçladığını sorduğumda, ilginç bir cevap verdi. “Artık her şey kurgulanıyor, biz de gerçek yerine kurguyu algılıyoruz; artık aktör tamamen piyasa, ama iyi okur olabilirsek, hâlâ elimizden bir şeyler gelebilir” dedi. Çok ender de olsa bu amaçla okuma atölyeleri yapıyor. Bu seferki 22 kasımda başlayacak. (nirengi.com.tr)
Bir başka çok sevdiğim yazar, Murat Gülsoy ise, yazarlığın öğretilebileceğine inanıyor, ülkemizde bu alanın öncüsü, bir de kitabı var: Büyübozumu ve Yaratıcı Yazarlık (Can Yayınları). İlginçtir, yazarlık derslerini sanat eğitimi olarak tanımlayan Murat da, aynı Elif Batuman gibi, tekniğin yanısıra geçmişin ve bugünün iyi yapıtlarını okumanın yazarlık için elzem olduğu kanısında. Ve gene Emine Ayhan gibi, o da okurluğun yaratıcı ve inceleyici bir eylem olduğunu, metinlere yazar açısından bakarak, bir bakıma yazarın yaratıcılık büyüsünü bozarak görmenin bizi edebiyat eserini kutsal ve uzak bir şey gibi yorumlamaktan kurtaracağını, daha zengin bir okurluk ve yazarlık sağlayacağını düşünüyor.
Murat Gülsoy’un yıllardır ödül sahibi yazarlar da yetiştirdiği yazarlık dersleri Boğaziçi Üniversitesi’nde bu yıl 6 ekim (başlangıç kursu) ve 7 ekim (ileri seviye atölye) tarihlerinde başlıyor. (bumed.org.tr)
Son olarak Ankara’da Edebiyatçılar Derneği’nin yazarlık atölyesi, Mustafa Şerif Onaran ve Cemil Kavukçu gibi ünlü isimlerle 2 ekimde başlayacak. (edebiyatcilardernegi@gmail.com)
Yaratıcı yazarlar, yaratıcı okurlar, alan sizin!

niluferkuyas@ymail.com

Nilüfer Kuyaş - Geleneği dönüştürebildik mi

PANDORA'NIN KUTUSU 19.02.2010

Zaman tüneli 1991’de başlıyor.

İbrahim Paşa Sarayı’nda, İslam Eserleri Müzesi’nde bir sergiye girmişim; o zamanki günlüğümden bir pasaja baktım, serginin düzenlemesi kötüydü demiş sonra şu izlenimi yazmışım:

“Dev İslam eserleri arasına modern tabloları yerleştirmek için salondaki bazı eşyayı kenarlara itmişler, sahibi taşınmak üzere olan bir saray görüntüsü; ya da birden Batı resmini sevdiğini vehmeden bir Paşa’nın merakı. Braque, Picasso, Matisse, sahilde kadınlar, çarpık bacaklar derken başını kaldırıyorsun karşında muazzam bir Uşak seccadesi, bronz minber şamdanları, sedefli rahleler!”

O sergide sırf mekân nedeniyle modern sanat ve İslam eserleri zoraki birleşmişlerdi, ama hoş da bir tuhaflık çıkmıştı ortaya.

Geldik 2010’a. Bu sefer Osmanlı İslam eserlerinin küratör iradesiyle bilerek araya serpiştirildiği bir çağdaş sanat sergisine gittim. İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde yeni açılan Gelenekten Çağdaşa adlı sergi. Aldığım izlenim yirmi yıl öncekine çok benziyordu.

Eski eserler bu sefer mahsus yerleştirilmiş çünkü bu sergi gelenekle ilişki kurarak üreten dokuz çağdaş Türk sanatçısının işlerinden oluşuyor.

Fakat sırf arada böyle bir bağlantı var diye o minyatürleri, Çanakkale seramiklerini ya da hat örneklerini sergiyi gezenlerin gözüne sokmaya çalışmazdım ben olsam.

Çoğunluk için okunamaz olmuş eski eserlerin orada olması sergiye katkıda bulunmuyor bence. Tersine, zorlama bir koşutluk çabası, ayrıca bir başka sorunu düşündürtüyor: Modernliğin içinde geleneği dönüştürmeyi başarabilmiş bir kültür olsaydı ortada, böyle bir sergi düzenine gerek kalır mıydı?

Yapıtları sergilenen sanatçılara da bir haksızlık var burada, yaptıkları işler kendi başına duramazmış gibi; ayrıca gereksiz bir öğreticilik havası var.

Osmanlı İslam sanatı konusunda bilgim ya da bilgisizliğim değişmeden çıktım sergiden, o eski eşya da bir fark yaratmayacaktı. Açıklama panolarında yeterli bilgi verilmiş zaten. Ama sanatçılardan bazılarının işlerine bakarak çok şey öğrendim. Daha önemlisi çok şey hissettim.

Murat Morova’nın Hayı/r adlı işi örneğin; Hz. Fatma (Ehl-i Beyt) ellerini temsil eden büyük metal heykellerin üzerine eşcinsel, travesti, bütün dışlanan alt kültürlerin dergilerinden malzeme koyarak, ötekileştirdiğimiz insanların da korumamız gereken hane halkından olduğunu, dışlananlara şefkat elini uzatmamız gerektiğini hatırlatıyor; eski bir sembole, o sembolün anlamını hiç bozmadan, fazladan bir çağdaş boyut ekleyebiliyor, üstelik politik bir mesaj da veriyor.

Balkan Naci İslimyeli bir başka örnek. Onun İslami semboller kullandığı kolajları bana pek hitap etmez, ama hikâyeler kurduğu, dramatik mizansenle çektiği stüdyo fotoğrafları etkileyici. El Öpen Kız / Hap İçen Kız adlı fotoğrafları da öyle. Çarşaf örtünmüş bir genç kadın başını eğmiş, ona uzatılan erkek elini öpüyor, bir sonraki fotoğrafta aynı kadın meydan okur bakışıyla kameraya dönmüş, bir hap almak üzere. Uyuşturucu mu alıyor, intihar mı etmek üzere, doğum kontrol hapı mı? Bu da sarsıcı bir iş ve bence aynı Murat Morova’da olduğu gibi, geleneğin bugünkü dönüşümünden söz ediyor.

Gelenek aslında bizimle birlikte değişiyor, çünkü sürekli yorumlayıp yeniden inşa etmemiz gereken bir şey. Aksi takdirde ölü bir yük olarak üzerimizde kalır, nefes alamayız. Örneğin modernlik içinde ataerkilliği yeniden inşa edemediği için bazı adamlar kızlarını diri diri toprağa gömebiliyor, bazıları da din ya da milliyet adına anlamsız eylemler içine girebiliyorlar, şiddetten kurtulamıyoruz.

Yerini tam bulamamış, dünyada dışlanan bir modern toplumun geleneklerini dönüştürebilmesinde sanatın ne kadar önemli bir yeri olduğunu hatırlattı bu sergi bana. Bir yandan da zaman tünelinde başka durakları anımsadım. 1999 yılındaki Bellekten Modernliğe sergisi de böyleydi, sadece eski eserleri gösterme gereği duyulmamıştı. 2007’de Sabancı Müzesi’ndeki Habersiz Buluşma sergisinde modern sanatın baş temsilcileriyle Osmanlı hat ustaları güya evrensel bir soyutluk kurgusunda karşılaşmıştı.

Doğu ile Batı’yı, çağdaş ile gelenekseli bu şekilde birbirine taş sürtüp kıvılcım bekler gibi biraraya getirme çabaları, bazen güzel olabiliyor, bazen de zorlama. Üstelik İstanbul Modern’deki sergiye ben olsam Erol Akyavaş ve Bedri Rahmi yerine yaşayan başka çağdaş sanatçıları koymayı tercih ederdim. Çok şey birden yapmak bazen beklenen enerjiyi vermeyebiliyor.

Ama bütün bu ayrıntılar bir yana, önemli sanatçıların işlerini minik retrospektif gibi toplu gösterebilmesi ve geleneğe çok farklı bakışları biraraya getirmesi açısından küratör Levent Çalıkoğlu görülmesi gereken, heyecan verici bir gösteri hazırlamış. Mayısa kadar daha çok düşünmek için de zamanımız var.

Nilüfer Kuyaş - Nasıl yaşamalı

PANDORA'NIN KUTUSU 16.04.2010
Tolstoy hayatı boyunca bu soruya cevap aramış. Romanlarının tümü, kendine bu soruyu soran insanların güzeli ve iyiyi bulma çabalarına odaklıdır.
Radikal adammış; hayatı tutkuyla sevdiği halde hep yokuşa sürüyor; kendisiyle didişiyor; kadınlara düşkün ama sürekli perhiz peşinde; yaşlılığında vejetaryen olmuş, Budizm’e ilgi duymuş, Gandi’ye mektup yazmış. Aile hayatını önce yüceltirken, giderek evlilik karşıtı hatta kadın düşmanı kesiliyor.
En büyük saplantısı, modern insanın yalnızlığını iyileştirme arzusu. Mevcut dinlerin hepsini ikiyüzlü buluyor. Ahir zaman peygamberliğine eğilim gibi bir zaaf taşıyor içinde.
Kendisi dahil bütün insanları bencilliğe iten, mal mülk ve zevk peşinde koşturan, şiddeti egemen kılan koşullardan arınmak arzusu –romanlarını da yönlendiren etik arayış- ileri yaşlarında bu büyük sanatçıdan büyük bir fanatik çıkartmış ortaya.
İstanbul Film Festivali’nde uluslararası yarışma bölümünde gösterilen, Amerikalı yazar Jay Parini’nin romanından uyarlanmış Son İstasyon filmi bu yaşlı fanatiğin trajedisini gösteriyor. (“Aşkın Son Mevsimi” gibi anlamsız bir Türkçe ismi bu filme kim taktı bilmiyorum.)
Filmde ömrünün son yılındaki Tolstoy’u, kırk sekiz yıllık karısı Sofia ile feci bir savaşın içinde görüyoruz. İnsana evlilik cehennemdir dedirten bir savaş bu.
Altmış yaşında roman yazmayı bırakan, kendini toplumun iyileşmesine adamış bir Tolstoy var karşımızda; sahtekârlıkla suçladığı Kilise tarafından aforoz edilmiş, toplumdaki eşitsizliğe ve savaş yanlısı politikalara karşı kalemiyle mücadele ediyor.
Tolstoy için artık bugünün diliyle angaje bir yazar demek bile yetersiz; o, tam anlamıyla bir rejim muhalifi. Ama düşünceleri temelde politik olmaktan çok etik ve manevi olduğu için, kendini bir kitle tarikatının ruhani lideri rolünde buluyor.
Her ruhani lider gibi onun da yanında kraldan çok kralcı bir “ikinci adam” var; hareketi onun adına yöneten ve büyük adamın her sözünü defterine not eden, sinir bozucu aristokrat çömezi Vladimir Chertkov.
Tolstoy, özel mülkiyetten nefret ettiği için kendi topraklarını kooperatif tipi bir komün haline getirmiş, kölelerini azat etmiş, şimdi de kitaplarının bütün yayın haklarını ve gelirini bu vakıfa devretmeye hazırlanıyor ve işte o noktada kızılca kıyamet kopuyor; karısı bu çılgın kararı engellemek ve Tolstoy’u kurtarmak için Chertkov’la kıyasıya vuruşuyor.
Yaşlı Tolstoy’un sonunda dayanamayıp karısından ve evinden uzaklara kaçışı içler acısı bir durum tabii. Örnek bir hayat yolculuğunda son durak olan yer, 1910 yılında 82 yaşında son nefesini verdiği ücra bir tren istasyonu. Dünya basını kapıda toplanmış, ünlü haber sinemacısı Pathe bile orada.
Burada bir parantez açayım.
Tolstoy’un romanlarında bizi en etkileyen estetik unsur, hayatın özünü sanatta yeniden yaratan manevi bütünlük izlenimidir. Karakterlerin başına gelenler hem kader dediğimiz önlenemezlik akışında cereyan eder, hem de o insanlar tamamen kişiliklerine göre yaşar ve kişiliklerine uygun şekilde ölürler; en trajik hayatta bile insanın kendisi olmak, kendine sadık kalmak gibi yüceltici bir mutluluğu vardır.
Dostoyevski’de ise insanlar histerik bağırtılar ve yapay acılar içinde, günah işleye işleye Tanrı’ya yürümek gibi, sansasyona dayalı, aşırı dramatik sahnelerde çırpınıp kıvranırlar. Manevi bütünlük sonradan eklenmiş, ideolojik bir süstür Dostoyevski’de, Tolstoy’daki gibi derin bir insani gerçeklik olmak yerine.
Tolstoy’un sonunda bir Tolstoy karakteri gibi değil de bir Dostoyevski karakteri gibi ölmesi, herhalde hayatın cilvesi dediğimiz şeyin en karanlık örneği olmalı.
Belki diye düşünüyorum, bir sanatçının (ya da herhangi bir insanın) ne kadar yüce olursa olsun fikirler ve ilkeler uğruna kendine ihanet etmesinde bir yanlışlık var. Yani fanatizmin ve her tür ideolojinin nihai kötülüğü.
Acaba Tolstoy vaaz vermek yerine roman yazmaya devam etseydi ne olurdu? İnsan kardeşliği ve sevgi uğruna bile olsa sanatına ihanet etmeseydi, sonu gene böyle hazin olur muydu? Yoksa o ölüm ona en yakışan son muydu?
Filmden çıkarken kendime bir başka soru daha sordum: Angaje sanatçılığa hâlâ inanıyor muyum? Yoksa sanatçının angajmanı açıklamalarında değil de yapıtlarında mı olmalı?
Haksızlığa ve kötülüğe karşı çıkmak gibi bir manevi yükümlülük vicdan sahibi herkes için sözkonusu elbette. Nasıl yaşamalı sorusunun cevabını hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama başkalarına nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmeye kalkışmamak belki de doğru cevaba atılmış bir ilk adım olabilir.
Tolstoy’u mutsuz eden şey –ki asıl fanatizm budur- kendisiyle didişmesini başkalarına örnek gibi dayatmasıydı. Halbuki romanlarında belki cevabı çoktan bulmuştu: İnsan için asıl kötülük sahte olmak, asıl iyilik ise sahici kalmaktır, sahiciliği zaaf ve kötülük barındırsa bile. İnsan için tek özgürlük samimiyettir.
Ama bu Tolstoy’a yetmemiş belli ki; manevi açgözlülük diye bir şey de var galiba.
niluferkuyas@ymail.com

Nilüfer Kuyaş - Saçmalık

PANDORA'NIN KUTUSU 10.09.2010
Kendimi ne zaman saçma bir durumda bulsam, tereddüt etsem, evet ile hayır arasında kalsam aklıma Albert Camus gelir.
Referandumun evet’i ile hayır’ı değil kast ettiğim, hayatın saçmalığından söz ediyorum. Gözümüzdeki perde kalkıp da tam olarak gerçeğe baktığımız ender anlarda olur bu –hayat boştur, varoluş anlamsızdır, ne yapsak faydasızdır, hatta bir şeyler yapmanın saçmalığı apaçık ortadadır ama... gene de yaparız bir şeyler işte, bu da insan olmanın tuhaflığı. “Demek ki felsefenin sadece iki çözümü var, evet ya da hayır” diye yazmıştı Camus, “Sisifos Efsanesi” adlı uzun denemesinde.
Hayatın saçmalığı karşısında ya umutla ya da intiharla, ya evet’le ya hayır’la, ama bir şekilde yüzleşmek zorunludur sanki. “Ciddi olan tek felsefi soru intihardır” diye başlıyor kitaba.
Saçmalıkla karşılaşan insan, gündelik amaçların, hedeflerin, gelecek kaygısının, bildiğimiz her şeyin ötesine geçmiş, karanlığa bakmıştır.
Camus sonunda cevabı bulur, ama ne intihardır cevap ne de umut, ne hayır’dır ne de tam evet, bir bakıma koşullu evet, Camus saçmalıktan üç sonuç çıkartmıştır: İsyan, özgürlük ve tutku.
O artık isyan etmiş bir insandır, baş kaldırmıştır, herhangi bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı asla sessiz kalmayacaktır. Karanlığa bakış, saçmalığın mutlaklığı, aynı zamanda saçma bir özgürlük vermiştir ona. Madem her şey anlamsız, öyleyse ben de özgürüm.
Ama ne yapacak o özgürlükle? Bir tutku besleyecek. İnanç ya da umut değil, sadece tutku. Kendini adamak. Saçma da olsa bir şeyler yaratmaya adamak kendini.
Saçmalığın en tipik kahramanı Sisifos’tur tabii; tanrıların cezalandırdığı adam, bir kayayı dağın tepesine taşımaya mahkûmdur, kaya her defasında yeniden yere yuvarlanır, Sisifos’un çilesi her gün yeniden başlar.
Yani hayata bir nevi evet demiştir Camus ama yaptığı seçim ve üstlendiği yük konusunda kendini bir saniye bile aldatmaz, sorumluluğun farkındadır, yük hâlâ saçmadır, özgürlük burada adamakıllı korkunç bir şeydir, hani insanın şöyle sırtını ürperten cinsten. İşler ortalama iyi giderken her şey güzel de, birisi sırtınıza binip özgürlüğünüzü elinizden almaya kalksa, ya da korkunç haksızlıklar ve suçlar işleniyor olsa gözünüzün önünde, ne yapacaksınız? İşinizi kaybetmemek için susmak? Dayak yememek için boyun eğmek?
Yani bu isyan, özgürlük ve tutku, kolay işler değil.
Sisifos Tanrı’ya da isyan etmiştir, göksel de olsa otoriteyle fazla işi yoktur. Ölümden nefret eder çünkü elindeki tek şeyin hayat olduğunu bilir. Hayata olan tutkusu ise saçmadır çünkü o kaya her seferinde sırtlanacak, dağın doruğuna kadar taşınacak, iş bitince kaya tekrar yuvarlanıp eski yerine düşecek. “Bu dünyanın tutkuları için ödenecek bedel budur” diyor Camus: Hiçbir şey başaramadan çabalamak.
Ama o günlük işi bitip de kayayı ertesi gün tekrar taşımadan önce, dorukta bir lahza nefeslendiği sırada, tekrar aşağıya, ovaya inerken, o aradaki zamanda asıl ilginçtir Sisifos, diyor Camus. Bilinçlidir çünkü. Kaderi ona aittir, başkasına değil. Kayasından daha güçlüdür o. Feci acılara rağmen bir mutluluk hisseder. Saçmalığın mutluluğu. Çünkü mutluluk da saçmadır. Ama vardır işte.
Sisifos’u mutlu hayal etmek gerekir, diyor Camus. Kaya onun “şeysi” olmuştur. Nesi? Şeysi işte. Herkesin bir şeysi var. Ne diyeceksek ona. Coşkusu, tutkusu, başaramasa da her gün yeniden başlayacağı çabası.
Sisifos’u trajik yapan ve özgür kılan şey durumunun bilincinde olmasıdır.
Camus bu konuda Kafka ile ne kadar kardeş olduklarını vurgular. Kafka’nın romanlarında deliliğin bir mantığı olması, saçmalığın mantığıdır.
Şu banyo suyunda balık tutan deli hikâyesi. Doktor hastayı sınamak için “Ya ısırırsa” diye soruyor, deli de cevap veriyor: “Saçmalama, burası sadece banyo.”
Sadece banyo, sadece deniz, sadece akşam, sadece bir yaz ufkunda minik bir bulut, sadece bir eylül sabahı... hem de bir bayram sabahı.
Bir bayram sabahı yazıyorum bu satırları. Bayram sabahına uyanır gibi uyanmak her sabaha, dünyanın sabahlarına... Camus’nün saçmalık felsefesinde bu aydınlık da vardır. Her şeyi öneren ve sunan ama hiçbir şeyi doğrulamayan, bereket dolu bir boşluk.
En ünlü romanı “Yabancı” da o boşlukta cereyan eder. Saçma kahramanların en saçması olan Meursault’nun yargılandığı mahkeme ile K’nın Duruşma’sı arasında pek fark yoktur aslında. Bizim suçlu Cezayir plajında rastgele bir adam öldürdüğü için değil, toplumun önyargılarına evet demediği için idama mahkûm olur sonunda. Ne olursa olsun hep doğruyu söylüyor adam, doğrusu saçma da olsa, asla yalan atmıyor; hani bir kerecik de ak yerine kara dese, yargıç affedecek. Yok, demiyor. Doğruyu söylemek uğruna ölümü göze alan bir adam bu saçmalık adamı. Sisifos gibi tıpkı. Kendine sadık. Tam da o yüzden Camus ölünce Sartre onun ardından en güzel güzellemeyi yapmış; önüme hangi mesele gelse, o ne düşünürdü diye sormadan edemem kendime, diyor Sartre. Bütün siyasi kavgaya, fikir ayrılığına, rekabete rağmen söylüyor bunu.
Başkalarına bunu dedirten adam kendine şöyle söylüyor: Kışın ortasında keşfettim ki, içimde ölümsüz bir yaz duruyor. Bir de öyle bir Camus var işte, her sabaha bayram sabahı gibi uyanan, güneşli Camus. Onunla da bir başka gün buluşalım.

niluferkuyas@ymail.com

Nilüfer Kuyaş - Edebiyat ve Felsefe

PANDORA'NIN KUTUSU 20.08.2010
Yaşadığı her şeyi ancak yazarsa anlamlandırabilen birisiyim ben.
Düşünürseniz, yaşadığımız gerçekliğin büyük kısmı dilin dışında kalıyor. Duygularımızın, sezilerimizin, en gizli arzularımızın kaynaştığı, daha derinde bir gerçeklik var. Dil o gerçekliğe pusular kurmaktır, kendini ele versin diye.

Yazmak en temelinde böyle bir dürtü. Hele deneme yazmak, iyice öyle.
Dünyada deneme yazmayan yazar yok gibi bir şey. Mesela herkes şiir yazamaz. Ama bütün yazarlar deneme yazar. Şair olmayanlarımızın şiir yazmaya, felsefeci olmayanlarımızın felsefe yapmaya en yakınlaştığı türdür derdim deneme için.
Deneme bir yoğunlaşma çabasıdır. Aynı zamanda bir saydamlaşma çabası. Bir yandan da kendini açık etme dürtüsü. Kendine karşı dürüst olma arzusu. Şu konuda gerçekten ne düşünüyorum? Falanca meselede en sahici duygularım neler? Allah’a inanıyor muyum? Ölümden niçin korkuyorum? Şu kitabın ya da bu yazarın neden iyi olduğunu düşünüyorum? Bana göre “iyi” ne demek? Düşlerim nelerdi ve niçin gerçekleşmediler?
Her insanın kendisine sorduğu sorulardır bunlar. Ben de aynı soruları kendime soruyorum. Kendi sırrımı çözmeye çalışıyorum. Belki de böyle bir sır yok! Ama ya varsa? Nefis bir arayış değil midir bu?
Biraz korkutucudur da aynı zamanda, çünkü bazen bir konuda gerçekten ne düşündüğümüzü kendimize bile söylemekten korkarız. Dürüst davranırsak, hepimiz düşünmekten korkarız. İnsanlar ölümden bile daha çok korkarlar düşünmekten. Edebiyat korkmama çabasıdır. Ortak bir insanlığımız var, ama hepimiz biraz farklı yaşıyoruz bunu. Deneme ya da roman yazarken, işte diyorsunuz, benim gördüklerim bunlar.

Bu anlamda felsefeye en yakın edebiyat türü deneme.
Bizim müthiş bir deneme geleneğimiz var. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını okumadan hiç kimse şehir hayatını ve kendi yaşantısının şehirlerle ilişkisini yazmayı düşünemez mesela. Salah Birsel’in insanı sürekli gülümseten o fıkra benzeri denemelerini hatırlayın.

Bizde iyi deneme yazmayan şair ve romancı hemen hemen yoktur. Avrupa’yı hiç saymıyorum bile, orada iyice büyük başyapıtlar var deneme türünde. Deneme bütün diğer edebiyat türlerini besleyen bir ana damar. Belki de en doğrusu deneme için edebiyatın laboratuvarı demek!
Ve bence deneme şimdi altın çağını yaşıyor.
Bir de soru dolaşıyor kafamda: Roman da denemeye ve felsefeye daha mı çok yaklaşıyor acaba? Geleceği orada mı? Geçmişi kesinlikle orada.
Modern klasiklerin arasında sevdiğim yazarların hepsi felsefe yapıyordu mesela. Tolstoy romanlarında sürekli din ve tarih felsefesi yapar. Proust romanında Platon’cu felsefeyi sanata ve hayata uygular. Virginia Woolf değme bir mistiktir. Rilke de öyle. Felsefe bilmeden Thomas Mann’ın hiçbir romanına derinlemesine nüfuz edemezsiniz. Bir tek modern Amerikan yazarları fazla meraklı değillerdir felsefeye, daha hayatın içinden yazar onlar.
Romancılık son dönemde niçin felsefeden uzaklaştı diye düşünüyorum. Galiba bir nedeni modern bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle felsefenin de çok teknik bir alan haline gelmesi.
Fakat ilginçtir, modern felsefenin büyük bir kısmı teknikleşerek insan hayatından uzaklaştıysa, yeniden insana yakın bir alana dönüşmesi de edebiyatla ilişki içinde gerçekleşti. Son yüzyılın bütün büyük felsefecilerine bakın, örneğin Sartre, yahut Foucault, ya da Derrida, Benjamin, Adorno, Roland Barthes, hepsi edebiyatla bağlantılı felsefeler kurmuşlardır. Modern felsefe ne zaman ki aşırı soyutlaştı ve yaşamın sorunlarına sırt çevirdi, o zaman teknik ve soğuk bir alan haline geldi. Şimdi bundan bir dönüş var.

Ve bu dönüşle birlikte felsefe ile edebiyat, özellikle de felsefe ve roman, şimdi yeniden buluşuyor bana kalırsa.
Aynı soruları soruyorlar ama soruş tarzları farklı. Geçmişte de böyleydi. Homeros öykü anlatıyor ama bütün yaptığı insanlarla tanrıların ilişkisini ve kader dediğimiz şeyi sorgulamak. Platon ahlak felsefesi yapıyor ama Sokrates’in baş karakter olduğu öyküler ve diyaloglar kurarak yapıyor bunu. Kutsal kitaplardaki ahlak öğretisi de baştan sona öykülerle anlatılmış. Mevlana veya Yunus şiir yazıyorlar ama şiirleri tamamen tasavvuf felsefesiyle örülmüş. Nietszche şiir gibi özdeyişlerle kurmuştur felsefesini. Sartre romanlarında ve tiyatro oyunlarında felsefe yapar.
Felsefeyle bu iç içeliği ne kadar vurgulayacağı biraz yazarın seçimine, yazarın kişiliğine bağlı. Biraz da gelenekle ilgili. Daha önce dediğim gibi Avrupa edebiyatında daha çok felsefe vardır. Amerikalılar ise neredeyse hiç felsefe yapmazlar. Sadece öykü anlatırlar.
Bizde ikisi de var. Hem müthiş bir sözlü edebiyat ve masal geleneğimiz var, hem de felsefenin hiç değilse tasavvuf yanıyla daha çok sindiği uzun bir yazılı geleneğimiz var. Çok şanslıyız fakat çoğu zaman bu şansımızın farkında değilmiş gibi davranıyoruz.
Genelde edebiyatın, özellikle de romanın felsefeyle yeniden bütünleşmesi şu anda beni en heyecanlandıran konu sanırım.
 
niluferkuyas@ymail.com

Nilüfer Kuyaş - ‘Çoğunluk’

PANDORA'NIN KUTUSU 27.08.2010



Dayanışma güzel şey. Birliktelik harika. Hele çoğulcuysa, uzlaşma içinde yaşanıyorsa, tadına doyulmaz topluca karar vermenin, ortaya bir iş çıkartmanın.
Buna karşın çoğunluk olmak zor ve tehlikelidir.
Demokrasi bir çoğunluk rejimi. Güzelliği de zorluğu da buradan geliyor.
Kendinizi ne zaman çoğunlukta bulsanız, dikkatli olun, büsbütün duyarlı ve tetikte durun demek geliyor içimden.
Şu sandıkta oy verdiğimiz en geniş demokrasi değil yalnızca, en ufak herhangi bir toplu faaliyette çoğunluk daima esastır, kararlarımızı öyle veririz, başka yolu yoktur.
Ama ben kendimi ne zaman çoğunlukta bulsam hemen rahatsız olurum, huzurum kaçar. Aman, yanlış bir şey mi yapıyorum diye ikirciklenirim; antenlerim, radarlarım, duyargalarım derhal üst düzeyde alarma geçer, fazladan çalışmaya başlar.
Çoğunluk hem temeldir demokraside hem de bu rejimin en zayıf noktasıdır.
Doğru ve haklı bir şeyin çevresinde çoğunluk oluşturmak kadar güzel bir şey olamaz elbette.
Ama demokrasi dediğimiz bu kaypak rejimde zemin de sürekli kayar, hiç yerinde durmaz.
Bazen bakarsınız çoğunluk dediğiniz şey meğer sadece popüler olanmış, ille haklı olan değilmiş. Tıpkı popüler kültürün gelip geçici moda akımları gibi, demokrasinin diğer alanları da kitlesel olduğu, yığınları içerdiği için bazen öyle bir an gelir ki insan sel sularına kapılmış gibi bir düşünce akımının çekiminde sürüklenir. Herkes o tarafa koşuyordur, siz de aman ne olmuş diye aynı tarafa gidersiniz. Meraktan, yalnızlıktan, biraradalığın sıcaklığını özlediğiniz için ya da –en tehlikelisi- tek başınıza düşünmekten yorulmuşsunuzdur, ay biraz da başkası düşünsün benim yerime dersiniz, bak işte ne yerinde görünüyor şu popüler kanaat, falanca kitlesel tavır, filanca yığınsal eylem diyerek bırakırsınız kendinizi tekinsiz sulara, rüzgâr ne zaman farklı yönden esecek, akıntı nereden değişecek bilmeden bir denizde bulursunuz kendinizi.
Çoğunluk iyi kullanılırsa en hakkaniyetli olabilen, kötü kullanılırsa kaba kuvvete dönüşen bıçak sırtı bir toplumsal araç. İkisinin arasında çeşitli olumsuzlukların gizlendiği bir yelpaze var. Çoğunluk genellikle bencildir mesela. Çoğunluk çok kolayca önyargılı olabilir. Çoğunluk rahatlıkla hoşgörüsüzlüğe dönüşebilir. Çoğunluk sırasında kayıtsızlıktır, bana ne diye omuz silker. Çoğunluk bazen maalesef nefret de olabilir. Sevgisiz ve acımasız davranabilir. Çoğunluk sırasında ortak aklı bile terk edebilir, bağnazlığa kadar uzanır. Bazen de tahakküm eder, diktatörleşir.
Popüler kanaatlere karşı durabilmek, çoğunluğun isteklerini reddetmek bazen kişisel hakları savunmak için elzem hale gelebilir. Bunu yapabilen tek güç var elimizde, o da hukuk. Bu nedenle hukukun üstünlüğü diye bir temel ve vazgeçilmez koşulu var demokrasi olmanın. Hukuk devleti olmak da diyoruz buna.
Ayakta tutması zor bir iş, onun için anayasa mahkemesi denen kurumlar var demokratik ülkelerde. Çünkü korunması gereken kişisel haklar çoğu zaman popüler olmayan haklardır. Ancak bağımsız bir yargıç heyeti koruyabilir o hakları, hükümetler yerine. Mesela eşcinsel evliliği. Mesela terörist olduğu şüphesiyle tutuklanan bir insana demokratik ceza usullerine göre eşit davranılması.
Türkiye’de taş attı diye terörist muamelesi görüp hapse tıkılan çocuklar için adalet arama girişimlerinin ne kadar zorlu geçtiğini hatırlayın. Şimdi de vicdani ret diye bir mesele var. Askere gitmenin hem kural hem popüler olduğu bir ülkede ben her tür şiddete karşıyım askerlik yapmam diyen insana nasıl adalet sağlanacak?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Biz adalet deyince tuhaflaşan bir toplumuz. Başımıza herhangi bir dert geldiğinde adalet nerede diye haykırır, sonra keyfimiz yerindeyken başkasına adaletsiz davranılması umurumuzda olmaz.
Topkapı Sarayı’ndaki Adalet Kulesi gibi yüksekçe bir yerden ekmek kırıntısı dağıtır gibi dağıtılan bir şey zannediyoruz adaleti. Halbuki adaleti de hukuk gibi toplumun kendisi yaratır. Demokratik olgunluğuna göre tabii. Bizim ülkede televizyonda hukuk dizisi, sinemada mahkeme filmi neredeyse yoktur mesela. Nedenini hiç merak ettiniz mi?
Bir Amerikan dergisinde anayasa mahkemesine (onlar yüce mahkeme diyor) yeni üye seçilmesi işleminde nasıl daha demokratik olgunluğa erişilir konusunda nefis bir makale okuyordum.
New York Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe hocası Ronald Dworkin tartışıyordu konuyu. Amerikan anayasa sistemini çok beğeniyorum ben, çünkü bizdeki gibi manasız atamalar yerine Başkan tarafından önerilen adayların Senato’da fiilen "ifade" verdiği ve bir onaylama yahut reddetme sürecinden geçtiği bir sistem. Gerek anayasa mahkemesinin gerek de kamuya açık duruşma yapan olağan mahkemelerin işleyişinin demokraside oy vermek kadar hatta daha önemli bir unsur olduğunu o makaleyi okurken hatırladım. Keşke dedim içimden, referandumda bu tarz üye atama seçeneği veya mahkemelerde jüri sistemi gibi şeyler sunulsaydı oyumuza.
Hayaller bir tarafa, çoğunluk olmak zor ve önemli iş gerçekten. İster bir apartman toplantısında, ister en yakıcı toplumsal tartışmada, kendimizi çoğunlukta bulduğumuz an bütün şüphelerimiz ayaklansa, nerede durduğumuza bir iyice baksak, ne güzel olurdu değil mi?
niluferkuyas@ymail.com

Nilüfer Kuyaş - İçimizdeki şeytan

PANDORA'NIN KUTUSU 12.11.2010
Kutluğ Ataman “İçimdeki Düşman” diye adlandırmış İstanbul Modern Müzesi’ndeki sergisini, ama ben daha çok şeytani yanını vurgulamayı istedim. Mizah dolu bir şeytanlık var dünyaya bakışında. Melek yanımızı unutmuyor elbette. İnsan çamurundan sıyrılma çabamızı da görüyor. Ama nerede tökezliyorsak, kamerasıyla o düşüşü de yakalayan bir bakış onunki. Bütün garipliklerimizi belgeselci gözüyle kaydediyor. Bütün katmanlarıyla gerçekliğin nasıl inşa edildiğini gösteren sahneleme tuzakları kurmakta hünerli bir sinemacı. Sınır tanımazlığı kışkırtıcı. Sinema ve video alanında belki en çağcıl, zamanın ruhunu en iyi yakalayan sanatçılarımızdan birisi.
Yaramaz çocuk evine döndü. Bavulunda on bir yıllık üretimi yansıtan on bir tane video çalışması getirmiş. Dansöz kılığında zil çalıp göbek attığı kendi portresi karşılıyor sizi ana salonun girişinde. Kendini kadın kılığında teşhir etmekten, karikatürleştirmekten çekinmeyen, aynı zamanda “getir bakalım bütün kalıplaşmış önyargılarını” der gibi izleyiciye meydan okuyan, bir yandan da kırılganlığını gizlemeyen, hem dokunaklı hem şeytansı bir otoportre. (Türk Lokumu 2007)
Kutluğ’un dünya çapında bir sanatçı olmasının asıl sırrı bence hikâyeler anlatabilmesinde. Çok basit bir insani düzeyde tutuyor kamerasını, sıradan insan fantezilerine bakıyor, ama bunu yaparken neredeyse Hollywood tarzı diyeceğim bir kurgulama yeteneği, bilinçli bir abartma tekniği var. Los Angeles’te sinema okumuş olmasının bunda bir payı oldu mu bilmiyorum.
Önce bizden hikâyelerle başlamıştı. Üniversiteye türbanla girememek, politik nedenlerle kimlik değiştirmek gibi çeşitli nedenlerle peruk takan dört kadının kendilerini anlattığı dört ekranla çıkmıştı karşımıza. (1999)
Sonra travesti Ceyhan’la tanıştık. Türkan Şoray’a özenerek film yıldızı olmaya çalışan, Kutluğ’un kamerasına da Türk filmi kahramanı rolü yapmayı kabul eden bu kalp ve böbrek hastası insanın, müşteri mi arkadaş mı olduğu anlaşılmayan adamların isteklerini yerine getirirken (serginin bu bölümüne 18 yaş altındakilerin girmemesi uyarısı koymuş müze) bir yandan kendi kimliğini kurgulama çabalarını izledik. (Ruhuma Asla 2001)
Bu çalışmayı 2003’te Londra’da Serpentine Gallery’de izlerken tesadüf Ceyhan’la tanışmıştım. “Filmdeki hanım siz misiniz,” dedim, “bu bir film mi sizce” diye espri yaptı, sonra özür diledi. Diyaliz aletine girdiği hastane sahnelerini izlemekten çekindiğimi görünce, “aa şekerim korkma, aş o korkuyu, o tür korkular yüzeyseldir” dedi bana. Ama ölümü kabullenemediği her halinden belliydi. Tam iyileşmese de hayatta olduğunu öğrenmek beni sevindirdi. Kutluğ Ataman kamerasıyla insanların hayatına girerek risk almayı da bilen bir sanatçı.
O zaman bir başka şeyi fark ettim –Kutluğ’un bütün bu hikâyelerde ele aldığı esas tema aslında insan haysiyeti. Her fırsatta ayaklar altına alınan insan haysiyeti nasıl çabalıyor, kendimizi azıcık değerli görmek için nasıl çırpınıyoruz, onu anlatıyor ve sonunda bir tür cennete ulaşma özlemini ironik bir bakışla yansıtıyor.
Güney Kaliforniya’nın refah düzeyi yüksek Orange County bölgesinde yaşayan 24 Amerikalının mutluluğu arayış hikâyeleri, bizimkilerden çok da farklı değil. (Cennet 2006)
Vecd halinde zikir yapan adamın göğe yükselen ekranlardaki görüntüsü (99 Ad 2002), marazi bir saplantıyla evinde güve yetiştirerek hayattan kaçan adam (Stefan’ın Odası 2004) veya yılın her günü aynı soğanı ekip aynı ender çiçeği yetiştiren münzevi kadın (Veronica Read’in Dört Mevsimi 2002) dokunaklıyla gülünç olanı, grotesk ile acıklıyı, çirkinle güzeli bağdaştıran bu sıradan hikâyelerden bazıları.
Video aslında beni çağdaş sanatta en çok zorlayan alandır. Çoğu video çalışmasını izlerken sıkılırım. Kutluğ’un hikâyelerinden ayrılamadığımı itiraf etmeliyim. Gene de, İngilizce çalışmaların çeviri olmadan Türk izleyiciye ne vereceği sorusu uyandı zihnimde. Dilin daha az yer tuttuğu ya da hiç kullanılmadığı çalışmalara yöneldim. 2010 yılında ürettiği Dilenciler bu açıdan yeni bir yöne işaret ediyor sanki. İlk defa siyah beyaz film kullanmış; yedi tane sessiz dilenci portresi görüyoruz. Çaresizliğin kurgulanışı, neredeyse komik bir kelime kullanıp tasarımı diyeceğim, bana Jean Cocteau filmlerini hatırlatan gerçeküstü bir hava vermiş bu videolara.
Sanata niçin ihtiyacımız var sorusuyla yola çıktığım ve kahve pencerelerinden sokağın yansımasını izlediğim kurmaca oyunumda yeni bir aşamaya geçiyorum böylece. Sıradanlık veya olağan dediğimiz şey acaba gerçekliğin bize en yabancı yanı mıdır? Sıradışı olanı sıradan dediğimiz yerde mi buluruz? Bir başka yazıda belki bu oyunu da oynarız birlikte.
Kutluğ Ataman cinsel veya kültürel kimlik sorgulamasının sınırlarda dolaştığı çalışmalarıyla önce ülkesinde yadırgandı, uzaklara gitti, Carnegie Ödülü sahibi uluslararası bir sanatçı oldu, şimdi “orta kariyer” bir retrospektif sergiyle memlekete döndü. İçimizdeki meleği ve şeytanı bundan sonra nasıl dürtecek merak ediyorum elbette. Ama bu cesur sergi için İstanbul Modern Müzesi’ni de kutlamak isterim.

Nilüfer Kuyaş - Müminler arasında kargaşa

PANDORA'NIN KUTUSU 26.11.2010

Nedir bu şiddet, bu celal? V.S. Naipaul Müslümanlara parazit demiş, İstanbul’da onur konuğu olmasınmış.
Bir kere, Müslümanlara parazit dememiş, bu yanlış. Kitap İnternet’te, buyurun, okuyun. (Akıllı bir yayıncı hemen çevirse iyi para kazanır.)
O kelimenin geçtiği pasajda köktendincilikten bahsediyor, İslamiyet’ten değil.
İslami fundamentalizmin hem Batı’yı reddedip hem Batı’nın teknolojisine, düşüncesine ihtiyaç duyduğunu söylüyor. “Bütün bu Batı’yı reddediş bir varsayıma dayanıyor, böyle hazır bir uygarlık var ortada, yaratıcı, yaşayan, garip şekilde kutupsuz, isteyenin kullanımına açık. Yani ret mutlak değil. Ama bir yandan da cemaatin entelektüel çabadan vazgeçmesi demek. Yani parazitleşmek. Fundamentalizmin itiraf edilmemiş özelliklerinden biridir parazitlik.”
Yani “geri zekâlı” da demiyor, akıl tutulmasından söz ediyor, üçüncü dünyalıların fikir üretememe hali. Doğruluk payı yok mu? Aziz Nesin’in ruhu şad olsun.
Naipaul burada uygarlıklar çatışması denen kavganın ikiyüzlülüğüne işaret ediyor aslında; herkes birbirini kullanıyor, herkesin birbirine ihtiyacı var, ama işine gelince kötüleyip dışlıyor da. Naipaul’un bir eksiği varsa, o da bu ikiyüzlülüğün Batı’daki tezahürünü eleştirmemesi.
Bunun nedeni de gayet açık. Naipaul İslamiyet’e ve onun köktendinci yüzüne öfke duyuyor, doğru, ama bu çok daha büyük ve kendisini de içeren bir başka öfkenin ve korkunun parçası: Bir zamanlar üçüncü dünya dediğimiz, gelişmemiş toplumların karanlığından duyulan korku. Kendisi de açıkça söylüyor. Onun verdiği isim “bozkır” (İngilizce “bush” yani çalılık, uygarlığın dışında kalan yer, “yaban”.)
Üçüncü dünya insanlarına karanlık bakışının nedenini bir söyleşide şöyle açıklıyor: “Bozkırın beni yutacağı korkusundan kaynaklanıyor, bu korkudan kurtulamadım. Benim değer verdiğim uygarlığın düşmanı çünkü orası.”
Şimdi, olsa olsa kendinden ve köklerinden nefret etmek denir buna. Ay ne sinir adam, gelmesin o zaman. Evet de, biz hiç mi nefret etmedik kendimizden? Bizde de Batı uygarlığına karşı hem hayranlık hem tepki yok mu, dışlanmışlık hıncı duymuyor muyuz? “Yarım kalmış toplumlar ve yarım kalmaya mahkûmlar” diyor Naipaul. Gözünü kırpmadan söylüyor gerçeği. (Biz yarım kalmaya razı değiliz tabii, tekrar bütün olmaya çabalıyoruz, ağır bedel ödüyoruz, dünya bunu yeni görmeye başladı, o da ayrı konu.)
İslamiyet’in buradaki rolü de başka kültürleri istila eden Arap-İslam emperyalizmine Naipaul’un duyduğu antipati. Gittiği yeri Araplaştırıyor demiş. Tamamen yanlış denebilir mi? Müslümanlığa geçenler kendi sahihliklerini kaybetmiş, din değiştirmek “nevroz” ve “nihilizm” getirmiş bu toplumlara diyor. Doğruluk payı yok mu?
O yarım kalmışlıktan kurtulmak, bozkırda muasır medeniyeti yakalamak değil miydi yaptığımız?
Hilmi Yavuz’un ortalığı karıştıran yazısı, 2001’de Naipaul Nobel ödülünü aldığı zaman E Dergisi’nde yazdığı yazıyla satırı satırına aynı. Hocam, dokuz yılda bir satır fikir değiştirmediniz mi? İzninizle ben de o dönemde aynı dergide çıkan bir yazımdan alıntı yapayım; “Huzursuz Miras-Suat’ın Mektubu” adlı yazımda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kendimizi sevmiyoruz” ve “Elbette bir gün kendimizi gerektiği gibi seveceğiz” sözlerini ele almıştım.
İşte yazar budur. Korktuğu karanlığı irdelemekten geri durmuyor. (Joseph Conrad’ı örnek almıştır Naipaul bu konuda.) “Tüm değerleri yeniden değerlendirmek” yazar kılar insanı, Nietzsche’nin deyimiyle. Naipaul bunu yapmış, kendi zaaflarından edebiyat inşa edebilmiş bir yazar. Üstelik Müminler Arasında (1981) ve İnancın Ötesinde (1998) kitaplarını yazmak için aylarca o ülkeleri dolaşan, yüzlerce insanla röportaj yapan bir adam. O kitaplarda tarihin karmaşasına girmekle hata etmiş tabii, o ormandan çıkış zordur, yakın okuma gerektirir, ona sabrı yok Naipaul’un, genellemeler yapıyor, bazen hedefi buluyor, bazen ıskalayıp çuvallıyor, hepimiz gibi.
Yoksa ayna çok mu yakın geldi bize? Çok mu benzeriz? “İki yüzlü okur, biraderim, benzerim” demişti Baudelaire. Modern insanın çelişkileri bunlar. Biz dönüp de “Ey ikiyüzlü yazar, benzerim, kardeşim, gel tartışalım” diyemedik.
Hilmi Yavuz’u yazar ve insan olarak çok severim, oryantalistleri hiç affetmez, ortalık karıştırmaya bayılır, iyi ki de öyle, yoksa hayatımız daha renksiz olurdu. Robert Musil’in güzel lafıdır, “Deha sahibinin görevidir saldırmak” der. Hilmi Yavuz da Naipaul da deha kıvılcımıyla saldırıyorlar işte. Ama Hilmi Hoca şimdi bu adamla nasıl yan yana oturacaksınız diye kışkırtınca hemen kaçanlara hayret ediyorum. Pek de güzel otururuz işte diyecektiniz, diyemediniz.
Ahmet Hakan da Naipaul’dan nefret etmek hakkımı kimse elimden alamaz demiş. Nefretin bir hak olduğunu ilk kez işitiyorum. Naipaul’un nefret suçu işlediği su götürür. Afrika’da kültür yok demişti. Derek Walcott da ona ırkçı dedi. Küçümseme, acıma, bol öfke var, ama nefret yok Naipaul’da.
Fakat asıl sorum şu: Türkiye son zamanlarda niçin müminlik yarıştırmaya, Müslümanları kim kötülemiş bekçiliği yapmaya başladı? Böyle bir kültürel endişeye gerek var mı? Tam Naipaul’un kalemine layık bir durum.

Nilüfer Kuyaş- Anarşistlerin bayramı

PANDORA'NIN KUTUSU 03.12.2010

Çok mutluyum. Gündelik dertlerimi bile bir süreliğine unutacak kadar mutluyum.
WikiLeaks’in sızdırdığı dosyaların açıldığı günü Anarşistler Bayramı ilan ettim.
Yani, Cumhuriyet Bayramı, Cadılar Bayramı, Şeker, Kurban, Zafer, bir sürü bayram var ya, bu da Anarşistler Bayramı. En azından benim için öyle.
Doğrusu bu kadar anarşist bir ruhum olduğunu ben de bilmiyordum. İşaretler vardı gerçi, otoriteyi oldum olası hiç sevmem, otoriteye vurulmuş her darbe beni sevindirir, ama bu sefer sevincim katıksız.
Kim mağdur oldu bu sızıntılardan? Gerçi, sızdırmak da denemez buna, akıtıyor adam dosyaları. Helal olsun. Kim mağdur oldu? Sözde devlet adamları. Diplomatlar. Demokratik yolla seçilmiş ama hesap vermeyi hiç sevmeyen siyasi liderler veya despot, diktatör yöneticiler.
Oh olsun hepinize dedim içimden. Sırlarınız, güç politikalarınız, iktidar didişmeleriniz, çıkar savaşlarınız, hepsi yerin dibine batsın.
Rezil olmaları bende çok derin bir rahatlama yarattı. Çünkü naçizane bendeniz mütevazı bir anarşist olarak, bütün bu gizli devlet oyunlarından, diplomasinin çirkefliğinden, ikiyüzlülükten, politikanın kirliliğinden, iktidarın ve her türlü gücün mutlaka ve en kötü şekilde istismar ve suiistimal edilmesinden tiksinirim, öteden beri midemi bulandırır.
Dünya halidir, dünyanın düzeni budur ezelden beri, bilirim, herkes gibi ben de mecburen katlanırım, ama içten içe de hep yıkılsın diye umarım.
İnsanların iyiliğineymiş, güya ulusa - millete hizmet içinmiş gibi gösterilen bu iktidar zırhında ne çatlak oluşsa, ne gedik açılsa kazançtır diye düşünürüm.
Ay ben ne anarşistmişim meğer dedim kendime. İşte İnternet’in gücü. Bu şeffaflık ille olacak, kodamanlar istese de istemese de olacak. Sansür arzusu da oradan kaynaklanıyor zaten. Bakın nasıl gazaba geldiler hemen, şaşkına döndüler. Bu şaşkınlık, öfkelenme, karşı saldırıya geçme furyası, bu toz duman hali çok eğlendiriyor beni. Bundan daha iyi seyirlik keyfi olur mu? Medya şenlendi, uykudan uyandık, şüphecilik kaslarımız gelişti, tekrar uyuyana kadar hiç değilse biraz entelektüel cephane stoklayacağız. Biz yönetilenlerin başka gücü mü var şu dünyada? Bilgi teknolojisinin Robin Hood’u adını verdim Julian Assange’ye.
Şimdi bu hacker cumhuriyeti, bilgisayar korsanları camiası, sızdırıcılar milleti benim fahri vatanım oldular. Keşke aralarına katılabilsem, keşke yeni teknolojiye bu kadar hâkim olsam da ben de bir şeyler sızdırabilsem! Çok imrendim.
Şimdi tek dileğim benzer ölçekte sızmaların Türkiye’de büyüyerek devam etmesi. Sızma zeytinyağı gibi dolsun inşallah ifşaat fıçılarımız. İlk baskı, ikinci baskı, özel üretim sızma, öyle gitsin. Eminim bu ülkede de en az Assange kadar yetenekli korsanlar vardır.
Zaten şu âna kadar faili meçhulden derin devlete, yolsuzluktan darbeye kadar ne öğrendiysek bu sızdırmalar sayesinde öğrenmedik mi? Velev ki sürsün. En büyük yolsuzluklar açığa çıksın, takkeler düşsün, kendini beğenmiş çıkarcı bütün odaklar çözülsün. Keşke herkesin ipliği pazara çıksa, hepsi bir anda olsa! Şöyle panayır gibi bir roman olsa hayat aniden, bütün iskambil şatolar, bütün gösteriş kaleleri düşse, bütün sahtekârlık maskeleri yırtılsa, erdem iddiaları, üstünlük hevesleri, ben senden daha iyiyim şişinmeleri balon gibi sönse. Otorite iyileşmez yara alsa. Herkesin gerçek yüzü açığa çıkıp sırıtsa.
İyi kötü sırıtıyor da zaten, epey yol aldık, ama ben yıkım tam olsun istiyorum, temizlik muhteşem olsun, saklanacak yer kalmasın istiyorum, çıplak kalan kralı tefe koyup bir güzel eğlenelim, sahte aynalar parçalandıkça hakikatin tadını çıkartalım istiyorum.
Şiirseli de geçti, ilahi adalet istiyorum ben galiba, biraz abarttım.
Yok, biraz değil, hayli abarttım, ama elimde değil, çok hoşuma gidiyor.
Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. En çok da komplo teorilerine gülüyorum. Yok Bin Ladin’e çalışıyormuş, yok CIA kendisi yapıyormuş, ya da İsrail yaptırıyormuş. Hiç aklınıza gelmiyor mu adamın bunu sırf zevk için yapmış olabileceği? Belki yeminli anarşisttir. İnsanlığa büyük hizmet yaptığı kesin. Sizin elinize böyle belgeler geçse ne yapardınız? Olay biraz da cesaret işi galiba.
Türk medyası de eğlendiriyor beni. Avrupalı veya Amerikalı meslektaşlarınıza bir bakın önce; hepsi de ah biz bu hikâyelerin çoğunu biliyorduk ama yazamıyorduk diye hayıflanıp imrenme krizindeler, bunları ben yazmış olmak isterdim ama okuması gene de çok zevkli diyorlar. Bizde herkes 28 Şubat’ta neredeydin, 12 Eylül’de ne yaptın diye birbirini yemekle meşgul. Şu otoriter devlet bizi mum edip şamdana dikmiş, haberimiz yok. Bari orada çatlak açıldı diye sevinin.
Anarşizm, yani yönetenle yönetilen farkının ortadan kalkması bir ütopyadır, idealdir, kolay gerçekleşmez. Arada demokrasi diye bir aşama var, orada bu sayede epey yol kat ettik. Benim de fantezi dünyam genişledi: Assange kaçar da yolu Türkiye’ye düşerse onu evimde saklıyorum, bana teknolojiyi öğretiyor, ekibe katılıyorum falan. Ben en iyisi bir senaryo yazıp sinemacılığa başlayayım.
Hepinizin Anarşistler Bayramınız tekrar kutlu olsun.

Nilüfer Kuyaş - Yoksa 70’lere mi döndük

PANDORA'NIN KUTUSU 10.12.201
Uzun bir ayrılıktan sonra uçağınız Türkiye’ye indi. Daha ülkeye adım attığınız anda bir gariplik hissediyorsunuz. Taksi şoförü esefle başını sallıyor, ah ah ortalık çok kötü ablacım, keşke dönmeseydiniz, ben de dönmeseymişim, Almanya her şeye rağmen iyiymiş meğer. Berlin’de Adlon Oteli’ni bilir misiniz? Orada kebapçı restoranım vardı, kayınbiradere devredip döndüm, dönmez olaydım, baksanıza, fiyatlar arttı, işsizlik dizboyu, gençler polisle çatışıyor, benzin ateş pahası, etraf casus kaynıyor, Amerika’yla aramız iyi değil, İsrail sağı solu bombalıyor, Amerika bir yerleri işgal etmiş çıkamıyor, İran karıştı, birileri Türkiye ilerlesin istemiyor ablacım, ne olacak bu gidişin sonu?
Şoför yetmiyormuş gibi, havaalanında şöyle gündemden haberdar olayım diye topladığınız gazeteleri açıyorsunuz, başlıklara göz gezdirdikçe, içinizdeki o tuhaf duygu daha da artıyor: Polis gösteri yapan öğrencileri copla kıyasıya dövmüş; köpekbalıkları insanlara saldırmış; hükümet katı bir dille muhalefete çatıyor, muhalefet hükümeti yerden yere vuruyor, Başbakan öğrenci olmayanlar da karışmış araya diyor, üstelik öğrencilerin Üniversite’de ne işi vardı, kimse onları davet etmedi diye gürlüyor.
Başarısız askerî darbe girişimleri olmuş, kontrgerilla yayınları yapılıyor, darbe komplosu yapanlar tutuklanmış, ay hiç değilse bu olumlu derken şaşırıyorsunuz, o da ne, hukuk süreci yerle bir, tutuklamalar cezaya dönüşmüş, insanlar yıllarca hücrelerde çürüyor, yargısız infaz ülkesindeyiz, haklıyla haksız, doğruyla yanlış birbirine girmiş, aman Tanrım diyorsunuz, ben sadece Türkiye’ye gelmemişim, 1970’lere dönmüşüm!
Amerika’da birileri gizli askerî belgeler yayınlamış, Amerikan yönetimi rezil olmuş. Pentagon Dosyaları! Herkes birbirini dinliyor gizlice. Watergate skandalı! Eyvahlar olsun, gerçekten 1970’lerdesiniz, hangi zaman makinesi çıkartacak sizi oradan?
Sonra çantanızda bir şey guk gukluyor, cep telefonunuz! Birden yüreğinize sular serpiliyor, muska gibi sarılıyorsunuz telefona. Şükürler olsun! 1970’lerde değilsiniz, işte gazete de Aralık 2010 diyor zaten. Bundan sonra vampir görseniz cep telefonunu sallayacaksınız sarımsak yerine; gerçi vampirler bile cep telefonu kullanıyordur artık, ama o kadarı da önemli değil. Derin bir nefes aldınız.
1970’lerde internet yoktu işte. Bir tek bu fark yeter zamanın ilerlediğini göstermeye. Fakat, o da ne? Amerikan gizli diplomatik belgelerini çalıp Internet’te yayınlayan bir adamı hapse atmışlar. Siz de zaman kayması için tam bu Julian Assange’ı suçlamaya hazırlanıyordunuz, çünkü moda olmuş ya, herkes onu suçluyor. Amerikan medyası bu gizli belgeler dünyayı değiştirdi diye yazmadı mı? Gerçekte dünya değişmemiş sadece zamanın akışı değişmiş, Alice Harikalar Diyarında masalı gibi bir delikten 1970’lere düşmüşsünüz, geri çıkmaya çalışıyorsunuz şimdi.
İyi de, bu adamın çaldığı söylenen belgeler Amerika’da yaklaşık üç milyon kişinin zaten ulaşabileceği belgeler değil mi? Evet. Bu ne biçim hırsızlık o zaman? Öte yandan, bu bilgileri gerçekten demokratik bir hükümet zaten halkıyla paylaşmak zorunda değil mi? O da evet. İşgal edilen yer Vietnam değil Afganistan’mış meğer, tek değişen o. Yoksa yalanlar aynen devam.
Peki ama, diyor mantığınız, beş ayrı gazete de yayımlamış bu bilgileri, daha önce de böyle yayınlar oldu, gazetelere dava açmayı aklına bile getiremeyeceğin bir konuda Internet’i engellemek ya da yasaklamak niye? Hani Internet demokrasiyi güçlendirecekti, hani Çin ve İran Internet’i engelledikleri için haydut ve baskıcı yönetimlerdi? İyice kafanız karıştı şimdi değil mi?
Tam o sırada inadına Rolling Stones’un “Angie” parçası çalmaya başlamaz mı radyoda? Ah, ben bu parçaya âşıktım. 1970’ler bu şarkı demekti benim için. Demek ki gerçekten 1970’lere dönmüşüz.
“Angie..Aaan- gie... Bu iş bizi nereye götürecek? / Ruhumuzda sevgi kalmadı, cebimizde para yok; tatmin olduğumuzu söyleyemezsin. / Ah ama Angie! Angie, hiç denemedik de diyemezsin. / Angie çok güzelsin, Angie hâlâ seviyorum seni / ama veda etme zamanı gelmedi mi?”
Mick Jagger’in sesi değil bu, bir kadın söylüyor, re-mix yapmışlar, gene de şarkı aynı. 1970’lerde bir kış günü Boston’dan İstanbul’a dönerken, gözlerim pamuk gibi bulutlarda, ağlayarak saatlerce bu şarkıyı dinlemiştim uçakta.
“Hatırla ağladığımız bütün o geceleri; sımsıkı tuttuğumuz o düşleri; hepsi duman oldu, uçtu gitti. / Gel kulağına fısıldayayım, Angie.. ANGIE! Bu iş bizi nereye götürecek?”
Ne olacak bu gidişin sonu, diyor şoför hâlâ, trafikte sıkışmışsınız. Julian Assange bir seks skandalı suçlamasıyla hapse girmiş, kefalet reddedilmiş, demek ki gözaltı yasası orada da buradaki gibi birilerinin işine gelmezse ihlal edilebiliyor!
“Angie! Sakın ağlama. Öpücüklerin hâlâ tatlı; gözlerindeki hüzünden nefret ediyorum, Angie... Artık veda etme zamanı gelmedi mi? Seni hâlâ seviyorum bebeğim, eline su dökecek kadın yok, hadi kurula gözyaşlarını, fakat Angie, Angie... Yaşamak güzel değil mi? Hiç denemedik diyemezsin...”

Ahmet Altan -Kemalist şiddet

KUM SAATİ 12.12.2010


Acemi doktorun kanserli tümöre yanlış neşter vurup bir anda metastaza yol açması gibi polisin İstanbul’da gençlere vahşice saldırıp dövmesi de “genç faşizmin” saldırgan şiddetini toplumun “doğal ve alışılmış” bir parçası haline getirdi.
İstanbul’da gençler fikirlerini söylemeye çalışıyorlardı.
Fikirlerinin ne olduğu önemli değildi, neticede haklı ya da haksız bir şey anlatmaya uğraşıyorlardı.
Ellerindeki sopalara ve saldırgan tavırlarına rağmen olay, insanların yerlerde sürüklenip tekmelendiği bir rezalete dönüştürülmeden önlenebilirdi.
Öyle olmadı.
Fikirlerini söyleyemediler ve insafsızca dayak yediler.
İstanbul’da susturulan gençler, bu kez Ankara’da başkalarını susturmak için ortaya çıktılar.
Süheyl Batum’u konuşturmadılar.
Burhan Kuzu’yu yumurta yağmuruna tuttular.
İstanbul’da “susturulan” onlardı, Ankara’da “susturan” onlar oldular.
Dolmabahçe’de bir haksızlığa uğramaları, Ankara’da ise “iktidar” milletvekiline saldırmaları, onlara epeyce taraftar kazandırdı.
Ve, Türkiye’nin gündeminin bir parçası haline geldiler.
Dün de Türkiye’nin en parlak entelektüellerinden biri olan şair Roni Margulies’e saldırarak üstüne boya döktüler.
Sosyalist bir demokrat olan Margulies’in fikirlerinden hoşlanmıyorlardı ve onu kaba kuvvetle susturmayı istiyorlardı.
Ankara’daki olay da, Çanakkale’de dün gerçekleşen saldırı da bu gençlerin asıl amacının “susturmak” olduğunu ortaya koyuyor.
Gençlerden beklenildiği gibi bir özgürlüğün öncüsü değiller.
Aksine toplumsal bir “susturucu” olmayı görev edinmişler.
Şiddet uygulamaya yatkınlıkları, İstanbul’da kendilerini döven polislerin şiddete yatkınlığından hiç farklı değil.
“Tek sesli” bir toplum kurmayı tasavvur eden Kemalizm’in “yumurtalı, boyalı” yeni havarileri rolündeler.
Belli ki saldırılarını da sürdürecekler.
Ne yapacağız bu çocukları?
Kemalist SS’ler gibi oraya buraya saldıran, fikirleri ezmeye çalışan, kaba kuvvete başvuran bu gençlerin önünü nasıl keseceğiz?
Herhalde onların yöntemlerini kullanmayacağız.
Onları dövmeyeceğiz.
Onları dövenleri alkışlamayacağız.
Sadece dürüst ve ilkeli olacağız.
Onlar, bütün bu faşizan saldırılarına rağmen bir haksızlığa uğradığında onları koruyacağız, oraya buraya saldırdığında onların saldırılarını kınayacağız.
Bu tür faşizmin panzehiri, kararlılık, dürüstlük ve ilkeliliktir.
Peki, bütün bir toplum olarak bu ilkeli kararlılığı gösterebilecek miyiz?
Onlar dayak yediğinde ayaklananların ve onlara sahip çıkanların hepsi, şimdi onlar, yapayalnız, korumasız, korunaksız gezen, sadece kendi fikirlerini söyleyen bir şaire saldırdığında aynı tepkiyi gösterecek mi?
Dayak yiyen Kemalist gençleri sahiplenenler, saldırıya uğrayan sosyalist bir şairi de savunacaklar mı?
Yoksa, şartlar ne olursa olsun yalnızca bu saldırganları mı destekleyecekler?
Bu tür olaylar, bu ülkedeki yazar çizerlerin, aydınların tercihlerini ve tıynetlerini de ortaya çıkaracak birer imtihandır.
Kimin ilkeli, kimin ilkesiz olduğunu gösterir.
Bunu görmek bile bir kazançtır.
Bir şerden bir hayır çıkar o zaman.
Ayrıca bütün maskeli ve maskesiz Kemalistler, zihinlerinde hep bir “takrir-i sükûn” kanununun özlemini taşıyanlar, toplumu susturmak isteyenler, Margulies gibi adamların susturulamayacağını da görürler.
Roni kimseye yumurtayla, boyayla saldırmaya tenezzül etmez, buna ihtiyacı da yoktur, onların hepsini fikirleriyle korkutur, ödlerini patlatır, çaresizlikten beyinleri yerine boya kovalarını kullanmak zorunda bırakır.
Şairdir, yazardır, sosyalisttir, yiğittir.
Kimseyi susturmak istemez, aksine herkes konuşsun diye mücadele eder.
O genç Kemalistler buna cesaret edebilir mi, saldırmadan, çeteler halinde dolaşmadan, ona buna boya atmadan fikir tartışmalarına girebilir mi?
Pek zannetmiyorum.
Bunu becerebilecek olsalar ülkenin gündemine yumurtaları ve boyalarıyla değil fikirleriyle girerlerdi.
Ama görünen o ki, yumurta bile onların “fikirlerinden” daha dikkat çekici bugün.