23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - İçimizdeki şeytan

PANDORA'NIN KUTUSU 12.11.2010
Kutluğ Ataman “İçimdeki Düşman” diye adlandırmış İstanbul Modern Müzesi’ndeki sergisini, ama ben daha çok şeytani yanını vurgulamayı istedim. Mizah dolu bir şeytanlık var dünyaya bakışında. Melek yanımızı unutmuyor elbette. İnsan çamurundan sıyrılma çabamızı da görüyor. Ama nerede tökezliyorsak, kamerasıyla o düşüşü de yakalayan bir bakış onunki. Bütün garipliklerimizi belgeselci gözüyle kaydediyor. Bütün katmanlarıyla gerçekliğin nasıl inşa edildiğini gösteren sahneleme tuzakları kurmakta hünerli bir sinemacı. Sınır tanımazlığı kışkırtıcı. Sinema ve video alanında belki en çağcıl, zamanın ruhunu en iyi yakalayan sanatçılarımızdan birisi.
Yaramaz çocuk evine döndü. Bavulunda on bir yıllık üretimi yansıtan on bir tane video çalışması getirmiş. Dansöz kılığında zil çalıp göbek attığı kendi portresi karşılıyor sizi ana salonun girişinde. Kendini kadın kılığında teşhir etmekten, karikatürleştirmekten çekinmeyen, aynı zamanda “getir bakalım bütün kalıplaşmış önyargılarını” der gibi izleyiciye meydan okuyan, bir yandan da kırılganlığını gizlemeyen, hem dokunaklı hem şeytansı bir otoportre. (Türk Lokumu 2007)
Kutluğ’un dünya çapında bir sanatçı olmasının asıl sırrı bence hikâyeler anlatabilmesinde. Çok basit bir insani düzeyde tutuyor kamerasını, sıradan insan fantezilerine bakıyor, ama bunu yaparken neredeyse Hollywood tarzı diyeceğim bir kurgulama yeteneği, bilinçli bir abartma tekniği var. Los Angeles’te sinema okumuş olmasının bunda bir payı oldu mu bilmiyorum.
Önce bizden hikâyelerle başlamıştı. Üniversiteye türbanla girememek, politik nedenlerle kimlik değiştirmek gibi çeşitli nedenlerle peruk takan dört kadının kendilerini anlattığı dört ekranla çıkmıştı karşımıza. (1999)
Sonra travesti Ceyhan’la tanıştık. Türkan Şoray’a özenerek film yıldızı olmaya çalışan, Kutluğ’un kamerasına da Türk filmi kahramanı rolü yapmayı kabul eden bu kalp ve böbrek hastası insanın, müşteri mi arkadaş mı olduğu anlaşılmayan adamların isteklerini yerine getirirken (serginin bu bölümüne 18 yaş altındakilerin girmemesi uyarısı koymuş müze) bir yandan kendi kimliğini kurgulama çabalarını izledik. (Ruhuma Asla 2001)
Bu çalışmayı 2003’te Londra’da Serpentine Gallery’de izlerken tesadüf Ceyhan’la tanışmıştım. “Filmdeki hanım siz misiniz,” dedim, “bu bir film mi sizce” diye espri yaptı, sonra özür diledi. Diyaliz aletine girdiği hastane sahnelerini izlemekten çekindiğimi görünce, “aa şekerim korkma, aş o korkuyu, o tür korkular yüzeyseldir” dedi bana. Ama ölümü kabullenemediği her halinden belliydi. Tam iyileşmese de hayatta olduğunu öğrenmek beni sevindirdi. Kutluğ Ataman kamerasıyla insanların hayatına girerek risk almayı da bilen bir sanatçı.
O zaman bir başka şeyi fark ettim –Kutluğ’un bütün bu hikâyelerde ele aldığı esas tema aslında insan haysiyeti. Her fırsatta ayaklar altına alınan insan haysiyeti nasıl çabalıyor, kendimizi azıcık değerli görmek için nasıl çırpınıyoruz, onu anlatıyor ve sonunda bir tür cennete ulaşma özlemini ironik bir bakışla yansıtıyor.
Güney Kaliforniya’nın refah düzeyi yüksek Orange County bölgesinde yaşayan 24 Amerikalının mutluluğu arayış hikâyeleri, bizimkilerden çok da farklı değil. (Cennet 2006)
Vecd halinde zikir yapan adamın göğe yükselen ekranlardaki görüntüsü (99 Ad 2002), marazi bir saplantıyla evinde güve yetiştirerek hayattan kaçan adam (Stefan’ın Odası 2004) veya yılın her günü aynı soğanı ekip aynı ender çiçeği yetiştiren münzevi kadın (Veronica Read’in Dört Mevsimi 2002) dokunaklıyla gülünç olanı, grotesk ile acıklıyı, çirkinle güzeli bağdaştıran bu sıradan hikâyelerden bazıları.
Video aslında beni çağdaş sanatta en çok zorlayan alandır. Çoğu video çalışmasını izlerken sıkılırım. Kutluğ’un hikâyelerinden ayrılamadığımı itiraf etmeliyim. Gene de, İngilizce çalışmaların çeviri olmadan Türk izleyiciye ne vereceği sorusu uyandı zihnimde. Dilin daha az yer tuttuğu ya da hiç kullanılmadığı çalışmalara yöneldim. 2010 yılında ürettiği Dilenciler bu açıdan yeni bir yöne işaret ediyor sanki. İlk defa siyah beyaz film kullanmış; yedi tane sessiz dilenci portresi görüyoruz. Çaresizliğin kurgulanışı, neredeyse komik bir kelime kullanıp tasarımı diyeceğim, bana Jean Cocteau filmlerini hatırlatan gerçeküstü bir hava vermiş bu videolara.
Sanata niçin ihtiyacımız var sorusuyla yola çıktığım ve kahve pencerelerinden sokağın yansımasını izlediğim kurmaca oyunumda yeni bir aşamaya geçiyorum böylece. Sıradanlık veya olağan dediğimiz şey acaba gerçekliğin bize en yabancı yanı mıdır? Sıradışı olanı sıradan dediğimiz yerde mi buluruz? Bir başka yazıda belki bu oyunu da oynarız birlikte.
Kutluğ Ataman cinsel veya kültürel kimlik sorgulamasının sınırlarda dolaştığı çalışmalarıyla önce ülkesinde yadırgandı, uzaklara gitti, Carnegie Ödülü sahibi uluslararası bir sanatçı oldu, şimdi “orta kariyer” bir retrospektif sergiyle memlekete döndü. İçimizdeki meleği ve şeytanı bundan sonra nasıl dürtecek merak ediyorum elbette. Ama bu cesur sergi için İstanbul Modern Müzesi’ni de kutlamak isterim.

Hiç yorum yok: