23 Aralık 2010 Perşembe

Nilüfer Kuyaş - Aynada tarih

PANDORA'NIN KUTUSU 12.02.2010

Cemal Kafadar’ın kitabını nicedir bekliyordum. Kim var imiş, biz burada yoğ iken (Metis Yayınları) tarih bilincinin tarihini yapan bir çalışma. Ama buna meta-tarih ya da üst-tarih demeyeceğiz, çünkü tarihin böyle üstü altı falan olmadığına inanıyor yazar. Sadece tarih sürekli yeniden yazılır diyor. Çok da haklı bence.

Dört tane metin incelemesi yapıp üzerine deneme yazmış. Meselesi de birey olmak. Hani şu, Osmanlılarda birey var mıydı yok muydu sorusu.

Elbette Osmanlılarda birey yoktu denilemez, bu saçma önyargıyı çoktan yıkmıştı yazarımız. Modernleşmenin ideolojik önyargılarından arınarak tarihe bakan “revizyonist” nam, tabu yıkıcı yeni bir tarihçilik akımının temsilcisi ne de olsa.

Gene elbette, modernlik öncesi bireye bugünün tanımıyla yaklaşmayacağız. Tarihi böyle manasız ve popüler anakronizmlerden de arındırmaya çalışan bir tarihçilik rönesansı var şu sırada.

Hem tarih yapıyoruz, hem tarihçiliği ağır günahlardan kurtarıyoruz. Devir böyle.

Ne mutlu ki öyle, çünkü biz insanlar –özellikle modern olanlarımız- aynada kendimizi güzel görmek için tarih yerine masal anlatmaya çok meyilliyiz.

Cemal Kafadar’ın “birinci şahıs anlatıları” dediği ve örneklerini bu kitapta incelediği metinleri kaleme alan Osmanlı bireyleri aynada ne görüyordu acaba?

İşte orada duruyoruz. Çünkü ayna yok.

Yani, ayna teşbihinin akla getireceği mesafe yok yazarla metni arasında, öyle diyor Cemal Kafadar; anlatıcı ile anlatılan ben arasındaki üçüncü boyut eksik, kendine başkasıymış gibi bakabilen, ironi yapan ya da şüphe eden boyut yok. Birey minyatür gibi iki boyutlu. Bütün Osmanlı temsil ve temaşa sanatlarının ortak bir özelliğinden bahsediyoruz diye de gözlem yapıyor geçerken.

Burada bir ufuk görüyorum ve o ufukta biraz dolanmak istiyorum doğrusu.

Ama önce gelelim metinlere. Birini zaten tanıyoruz. İlkin Oğlak Yayınları’ndan çıkmıştı. 17. yüzyılda Üsküp’te yaşayan Asiye Hatun bağlı olduğu Halveti şeyhinden memnun değil, uzakta bir başka şeyhe mektup yazıp onun müridi oluyor, rüyalarını yazarak tarikatta mertebe atlamaya çabalıyor.

Buyurun size birey. Böyle zekice, incelikli stratejileri modern birey bile zor düşünür. Bu rüya mektuplarını okuyan kimse bir daha Osmanlılarda birey yoktu falan diyemez. İyi de, ne biçim bir bireydi bu?

Cemal Kafadar’a göre, her zaman her yerde olduğu gibiydi. Yani nasıl? Yani yaşadığı toplumun koşullarıyla sürekli pazarlık halinde, kendine yer açmaya çalışan insan işte, sizin benim gibi.

Tamam, ayna yok dedik, arada farklar var, bazen önemli de farklar bunlar, ama işte gene bildiğimiz insan. Kendi öznelik durumunu farklı görüyor ya da görmüyor olabilir. Ayna dediğim fazladan özneliğin farkında olmayı bilerek reddetmiş ya da bilmeyerek ıskalamış olabilir, tarihçi bize bu incelikleri göstermeye çalışıyor.

Tarih aynası böylece biraz daha derinleşmeye başlıyor, değil mi? Lezzet de o ölçüde artıyor tabii, çünkü hem tarihteyiz hem de buradayız, şimdide, hayatın en derin sorularında. Tanımı değişse bile temelde aynı kalan varoluşa ilişkin sorular.

İşte bir örnek daha: Bir dervişin güncesi. Şimdi tabii günce, hatıra defteri, otobiyografi, bizim kategorilerimiz. Osmanlılar bunlara başka isimler veriyor ve farklı amaçlarla yazıyorlardı. Sümbüli tarikatının Balat’taki şeyhi Seyyid Hasan da, “suhbe” denilen tarikat yoldaşlığının Sohbetname adını verdiği “seyir defterini” yazıyor, tasavvuf ehlinin gündelik yaşamlarını kaydediyor. Ama bireylik gene çıkıveriyor bir yerden. Şeyhimiz yemeğe meraklı. Karısının ölümüne ağlarken helvanın nefasetini yazmayı unutmuyor. Kendine rağmen otoportre.

Bir başka örnek: 1520’lerde ölmüş babasının çiftliğini geri almaya çalışan yeniçerinin dilekçesi. Böylece nizam bozulmadan önce yeniçeriler üretimle, mülkle uğraşmazlardı tabusu yıkılıyor. Bir örnek daha: 1575’de Venedik’te ölen Ayaşlı sof tüccarının terekesi. Müslümanlar ticaretle uğraşmazdı tabusu çoktan yıkılmıştı zaten.

Burada tabu değilse bile çetrefil bir alana gireyim ben de: Şu ayna eksikliği ya da üçüncü boyut eksikliği acaba sekülerleşmenin olmamasıyla mı ilgili? Öyleyse, birdenbire bu Osmanlı bireyleriye bizim bireyliğimiz arasında derin bir uçurum olduğu çıkıyor meydana. Sonra daha ciddi bir soru beliriyor: Modernlik öncesi bireyin henüz sekülerleşmenin olmadığı bir dünyada iki boyutlu kalmaya razı olması bir şey; günümüzde bazı modern bireylerin sekülerleşme hiç yaşanmamış gibi davranması başka bir şey. Üçüncü boyut hazır var iken yoğ imiş saymak nasıl bireylik?

Bu ayna-tarih-birey-sekülerleşme sarmalına gelecek yazılarımda bakmak istiyorum. Sevgili arkadaşım Cemal Kafadar’ı da ufuk açıcı kitabı için kutluyorum.

Hiç yorum yok: