25 Eylül 2010 Cumartesi

Ahmet Altan- İki tür...

KUM SAATİ 03.09.2010


Ahmet Altan

İki tür...


Bugün ciddi bir kavga yaşanıyor Türkiye’de.

Neyin kavgasını yapıyoruz?

Basit olarak anlattığımızda iki temel görüş ve iki temel grup var.

Biri, devletin, halkın iradesiyle işbaşına gelen parlamentoyu ve siyasi iktidarı yönetmesini istiyor.

İkincisi, halkın iradesinin belirlediği parlamentonun ve siyasi iktidarın, devleti yönetmesini istiyor.

Kavganın özü bu.

Zaten tarafların neleri savunduklarına bakarsanız, bunu açıkça görürsünüz.

Bu önemli Anayasa değişikliklerini için yapılan referandumda bu değişikliğe karşı çıkanlar, ordunun ve yargının siyasi iktidarları denetleyecek bir güce sahip olması fikrini destekliyorlar.

Ordu, kendi kendini çok hırpaladığı, çok fazla hata yaptığı, kendini çok fazla eskittiği için artık bu kavgada eskisi kadar önemli değil.

Asıl kavga “yargı” üzerinden devam ediyor.

Bu Anayasa değişikliği, “yüksek yargının” siyaseti sınırlama gücünü buduyor, yargıyı “evrensel” ölçülerde olması gereken yere çekiyor.

Bu neden çok önemli?

Çünkü siz yüksek yargının bu gücünü kısıtlayamazsanız, “halkın iradesini” güçlü kılacak hiçbir anayasa değişikliğini gerçekleştiremezsiniz.

Bugünkü yapısı ve gücüyle “yüksek yargı” her demokratik adımı engeller.

Demokratik değişimleri gerçekleştirebilmek için mutlaka bu engelin yıkılması gerekir.

Referandumda oylayacağımız değişiklikler de zaten bunu yapıyor.

Burada görüntüyü “karmaşık” hale getiren, normalde “halk iradesini” desteklemesi gereken siyasi partilerin bizzat kendi özgürlüklerinin kısıtlanması için uğraşmaları.

Bir siyasi parti, halkın iradesinin sınırlanmasını, kendi özgürlüğünün

kısıtlanmasını niye ister?

Benim görebildiğim kadarıyla bunun tek bir nedeni vardır.

Asla halkın desteğiyle iktidara gelemeyeceğine inandığı için kendisine devlet destekli bir iktidar kapısı arar.

Peki, bir siyasi parti hangi nedenlerle “asla iktidara gelemeyeceğine” inanır?

Halkın taleplerine cevap veremeyeceğine kesin kanaat getirdiğinde.

Neden CHP ve MHP, Anayasa değişikliklerine karşı çıkarak “devlet iktidarını” savunuyor?

Çünkü iktidara gelebileceklerine dair hiçbir umutları yok.

Bu iki parti de, iki büyük grubun, muhafazakârlarla Kürtlerin taleplerini karşılamaya muktedir değil.

Muhafazakârlarla Kürtlerin desteğini almadan da iktidar olamazlar.

AKP, neden değişiklik olsun, devletin baskısı azalsın, sivil siyasetin alanı açılsın istiyor?

Çünkü o, iktidar olabileceğine inanıyor ve kendi iktidarının da “demokratik” ülkelerin siyasi iktidarları kadar güce sahip olmasını istiyor.

Niye AKP iktidar olabileceğinden emin?

Çünkü o, çok önemli bir “kesişme” noktasını keşfetti.

Türkiye’nin muhafazakârlarının “kendi hayat tarzlarına” göstertilmesini istediği saygıyla, aynı kesimin zenginleşmek için dünyaya açılma isteğinin kesiştiği noktayı besleyen bir politika izliyor.

Ama AKP’nin ve muhafazakârların ciddi bir sorunu var.

Kendileri için istedikleri özgürlükleri, aynı cömertlikle Aleviler ve Kürtler için istemiyorlar.

Bu, çok uzun yıllar boyunca birikmiş “milliyetçi ve mezhepsel”

reflekslerinden kaynaklanıyor.

Muhafazakârların ve AKP’nin, gerçek bir demokraside sahip olmaları gerektiğine inandıkları “gerçek” iktidar için Kürtlere ve Alevilere ihtiyaçları var, bu iki grubun çıkarlarını da kendi çıkarları kadar dirençle savunmadıkları sürece “iktidar” olurlar ama “devletin baskıcı gücünü” geriletmekte zorlanırlar.

Kavga, devlet gücünden yana olanlarla olmayanlar arasında, bu tamam.

Ama devletin “haksız” gücünü geriletmek için harekete geçen AKP, bu kavgada “doğal” müttefikleri olacak kitlelerle gerektiğince bütünleşemediği için, “devlet yanlıları” gerçekte sahip olduklarından daha fazla bir güce sahip gözüküyorlar.

Muhafazakâr Sünniler, Alevilerle Kürtlerin güvenini kazanmak zorunda.

Bu büyük kavga, “demokrasi lehine” ancak böyle sonuçlanır.

Bugün “siyasi iktidar” kavramının somut temsilcisi olan AKP, bu gerçeği anladığında, burası gerçek bir demokrasiye doğru hızla yürür.

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Diyarbakır’da bir başbakan...

KUM SAATİ 04.09.2010


Ahmet Altan

Diyarbakır’da bir başbakan...



Musa Anter’i öldürten devletten, Diyarbakır’da “Ape Musa’nın acısını unutmadık” diyen başbakana...

Uzun ve kanlı bir yoldan geçti Türkiye.

Devlet, baskının her türünü denedi Kürt meselesini “demokratik” yollardan çözmemek için.

Sonunda devletin en azından bir bölümü bu meselenin silahla çözülemeyeceğini keşfetti.

Şimdi “silahsız” bir çözüm aranıyor.

Ve, “silahlı bir çözümsüzlükten”, “silahsız bir çözüme” geçmenin zorlukları ortaya çıkıyor.

İşin en zorlu noktasındayız.

Bu savaşın bitmesi gerektiğini herkes biliyor.

Ama herkes bu savaşın “kendi istediği” gibi bitmesini arzuluyor.

Yirmi beş yıl süren bir savaştan sonra “zaferi kazanamamış” olmak “iki tarafın” da kalbini kırıyor çünkü.

Bir zafer arıyor iki taraf da.

“Ben yendim” diyebilmek istiyor.

Bunu diyemeyeceklerini kabul etmek Türkler için de Kürtler için de çok zor gözüküyor bu aşamada.

“Büyük hastalıklarla” karşılaşanların geçtiği o bilinen aşamalardan biri bu, “inkâr” dönemi.

“Zaferi silahla” kazanamayacağı gerçeğini iki taraf da kabullenemiyor.

Bu, meydan okumaları, tehditleri artırıyor.

Bir yandan barışı arıyoruz, bir yandan birbirimizi tehdit ediyoruz.

Herkes inanılmaz biçimde alıngan.

Barış için atılan her adım, “biz yenildik mi yani” sorusunu sorduruyor, “hayır yenilmedik” diyebilmek için de hemen sesler ve tehditler yükseltiliyor.

Barışma mecburiyeti ile savaşı kazanamamış olma gerçeği sıkıştırıyor insanların ruhunu.

Bu sıkışmışlığı alabildiğine sömüren ırkçı nutuklar da arka arkaya patlıyor.

Dün Başbakan Erdoğan Diyarbakır’da konuşurken, “iki taraftan” da oy isteyen “tek parti” olmanın bütün sıkıntılarını çekiyordu.

Kürtlerin kalbini kazanmak için söyleyeceği her söz, vereceği her vaat, CHP ve MHP’nin “Başbakan Türkiye’yi bölüyor, PKK ile pazarlık ediyor” bağırtılarına yol açacaktı, Türkleri yatıştırmak için söyleyeceği her söz de Kürt politikacılarının “Başbakan Kürtleri satıyor” demelerine altlık hazırlayacaktı.

Erdoğan, sanırım Diyarbakır konuşmasını “hasarsız” atlatmaya özen gösterdi.

Duygusal bir konuşma yaptı, Kürtlerin “acılarını paylaştı” ama “somut” vaatlerde bulunmadı, “Kürtlerin eşit vatandaşlık haklarına, anadilde eğitime” hiç girmedi.

Bunların yerine, bu referandumda “evet” çıkması halinde “yeni bir anayasanın” kilidinin açılacağını söyledi.

Türkiye’nin yepyeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu çok açık.

Hep “anayasa” için bir “mutabakat” gerektiği söyleniyor.

“Mutabakat” derken siyasi partiler arasında bir mutabakattan bahsediyorlar ama bence halklar arasında bir mutabakat gerekiyor.

Bu mutabakat için de “iki tarafta” da ciddi bir zihniyet değişikliği, bir tür fikirsel devrim gerçekleşmesi lazım.

Bu nasıl olacak?

Bir yandan baktığınızda Türkler arasında da Kürtler arasında “ırkçılık” kendine yerleşik bir zemin bulmuş durumda.

Irkçılık, “koşulsuz bir nefret” demek.

İki tarafta da buram buram nefret kokan kesimler var, “zafersiz bir barıştansa” daha binlerce insanın öleceği bir savaşı sürdürmekten yanalar, böyle bir savaşın sürmesinden kârı olanlar da bu ırkçılığı alabildiğine körüklüyor.

Ama bir başka kırılma yaşıyoruz bu arada.

Türklerin ve Kürtlerin “demokrat öncüleri”, kitlelerin öfkesini üstlerine çekme pahasına “bu ırkçılığa” karşı çıkıyorlar, barışın yolunu arıyorlar.

Türk ve Kürt “ırkçıların” gittikçe daha çok ortaya çıkan “ortaklıkları ve yakınlıkları” karşısında, seslerini her iki tarafın da “egemenlerine” karşı yükselten Türk ve Kürt demokratların birliği beliriyor.

Bu, çok yeni ve çok ümit verici bir gelişme.

Kürt ve Türk demokratlar elbette savaşı bitiremezler, böyle bir güçleri yok, ama bu “ırkçı nefreti” kıracak, zihinsel bir devrim yaratacak, “sadece zafer aramanın” manasızlığını gösterecek, barışın yararlarını anlatacak ve “silahın” iki yandaki “iktidarını” sarsacak bir güçleri var.

Kürt ve Türk demokratlar, bütün siyasilerden daha cesur davranabiliyorlar, iki yandan birden üstlerine yönelen kızgınlığı göğüsleyebiliyorlar ve iki yandaki “iktidarları” da şaşırtabiliyorlar.

Savaşın şiddetiyle donmuş bu toplumda, bu demokratlar bir buzkıran gemisi gibi donmuşluğu kıracaklar.

Ve, bu toplum yeni, hakkaniyetli, eşitliğe dayanan bir anayasa yapacak.

Söz, silahı yenecek.

Ahmet Altan -Pide

KUM SAATİ 05.09.2010




Pide

Hangi duygunuza dokunursanız dokunun mutlaka sizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarır, çocukluk denen o küçük ve esrarengiz ormanda yaptığınız gezintilerden, o zaman tattığınız ve size sihirli görünen yemişlerin lezzetinden, bir yerinizi kesen dikenli bir sarmaşıktan, her biri sizin için çok yeni olan ve içinize her zaman hatırlanmaya hazır bir şekilde yerleşen kokulardan bir iz vardır duygularınızda.

Yılların içinde gelişen, köklenen, gürbüzleşen düşünceleriniz, bütün güçlerine ve zihninizin sahibiymiş görünmelerine rağmen bazen geçmişe uzanan küçücük bir duyguyla altüst olabilir.

Geçen gün, kenarları hafifçe yanıp siyahlaşmış, üstündeki küçük kubbecikleri çıtır bir kızıllığa bürünmüş, taze, sıcak bir pideyi ellerimle bölüp, önce kokladım sonra bir lokma kopardım.

Hiçbir düşünceyle, hiçbir akıl yürütmeyle açıklanamayacak bir sevinç ve mutluluk hissettim.

Belki bir an süren çok kısa, çok derin bir mutluluk.

O kısacık anda ben, iftara pide götüren küçük, inançlı bir çocuktum.

Eğer büyük bir kudretim olsaydı ve birisine dinin ne olduğunu anlatmam gerekseydi, onu küçük bir çocuk yapar, serince bir akşam fırın kuyruğunda bekletir, elinde sıcak pidelerle eve koşturur, bir iftar sofrasına oturtur, yaşlılar mırıl mırıl dua okurken patlayacak topun sesini bekletir, top patladığında içindeki bütün telaşa rağmen minik elini yavaşça sofraya uzattırır, bir pideyi böldürür, o pideden gizliden gizliye hissedilen odun dumanı kokusunu da içine çekerek bir lokma aldırır ve o bir lokmayı ısırdığı anda tanrının kendisini sevdiğine duyacağı inancı, o inancın yarattığı büyük güveni ve sevinci içine yerleştirir ve “din budur” derdim.

“Din, hissettiğin bu güven ve sevinçtir.”

Her şeye kadir bir sonsuzluğun şefkatini herkesle eşit paylaştığın, dokunulmaz olduğuna, kötülüklerden azade kılındığına, büyük bir sevgiyle sevildiğine inandığın andır.

Bu anı, bütün hayatın boyunca aynı güven ve sevinçle yaşamaktır dindarlık.

Biliyorum dinden ve dindarlıktan bahsetmek bana düşmez, inançsız ve cahilim ama gene de dindarların hoşgörüsüne sığınarak arada bir dinden söz etmekten hoşlanıyorum.

Dinin, çocuklara ait bir sevincin hiç bitmemesi olduğuna inanıyorum.

Böyle bir sevinci yaşayabilen dindarlara gıpta edip, bu sevinci kaybeden dindarlara üzülüyorum.

Bana öyle geliyor ki sanki tanrı, bu sevinci kaybeden dindarlara, “neden benim sevgim seni sevindirmiyor” diye sitem ediyor, “ben seni severken sen neden böyle gazaplı ve öfkelisin”.

Önceki gün Cihan Aktaş’la bunları konuşurken o bana “ama Allah’ın gazabı da vardır” dedi.

Ben de, haddim olmayarak, “elbette vardır ama o gazabını nerede, nasıl göstereceğini söylüyor zaten” dedim, “illa benim gazabıma siz yeryüzünde aracılık edin demiyor, onun kime kızıp kime kızmayacağını, kim nereden biliyor?”

Sıcak bir pideden bir iftar vakti koparıp aldığı ilk lokmayla orucunu açan hangi çocuk Allahın gazabını düşünür?

Neden öfkeyi ya da gazabı düşünsün ki?

O çocuk, o bir lokma pideyle bile kendisini bütün büyüklerle eşit

kılma mucizesini gösteren tanrısına minnettardır, onun sevgisine sığınır, onu sever, onun sevgisiyle sevinir.

O küçük çocuk için o iftar sofrasında bütün büyüklerle eşit olabilmek, o büyüklerden başka hiçbir zaman görmediği bir saygıyı görmek, unutulması mümkün olmayan bir mucizedir.

Niye bir dindar büyüdüğünde bu mucizeye olan inancını, sevincini, mutluluğunu kaybetsin?

Neden bir çocuk, inancında ve inandığı tanrısında lekesiz ve berrak bir şefkatin koruyuculuğunu ve güvenini bulurken, büyükler bu inançta, gazap, korku ve öfke bulsun?

O çocuk, o pideden ilk lokmayı ısırdığında, içinde herhangi birine karşı en küçük bir kızgınlık hissetse, nasıl dehşetli bir günah korkusuna kapılır biliyor musunuz, o anda birine kızmanın büyük bir günah olduğuna inanır çünkü, o an herkesin kendisini sevdiği ve kendisinin herkesi sevdiği andır, tanrının onun başına dokunduğu, ona gülümsediği andır, böyle bir anda nasıl kızgınlık hissedilir?

Ve, eğer bu anın sonsuzluğa uzanması değilse din, din nedir?

Elbette bu sorunun, benim cevabımdan daha doğru cevapları vardır.

Ben onları bilmiyorum.

O sıcak pideden ilk lokmayı kopardığım anı biliyorum yalnızca, hissettiğim mutluluğu biliyorum, o mutluluğun sonsuzluğa yayılmasındaki sevinci biliyorum.

Ben bunun için dindarlara gıpta ediyorum.

Ben bunun için ramazan pidesini o kadar çok seviyorum.

ahmetaltan111@gmail.com

Neşe Düzel -Adil Gür: ‘Seçmenini sandığa götüren kazanır’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 06.09.2010


Neşe Düzel

Adil Gür: ‘Seçmenini sandığa götüren kazanır’



“İmralı’nın boykotu derinleştirin demesinden sonra, artık referandumda ‘hayır’ çıkması sürpriz olmaz. Sonucu BDP’li Kürtlerin boykota uyup uymaması belirleyecek.”



“‘Bitaraf olan bertaraf olur’ lafı, Öcalan’la görüştü görüşmedi meselesi, ‘hayır’ı iki puan arttırdı. Erdoğan, CHP’nin sertliğine aldırmayıp Anayasa’ya odaklansaydı ‘evet’ yükselirdi.”



“En son araştırmada, ‘evet’ yüzde 51, ‘hayır’ yüzde 49 oldu. Öncekinde ‘evet’ 50,7, ‘hayır’ 49,3’tü. CHP’liler ve MHP’liler, ‘12 Eylül darbesi doğruydu’ diyor. AKP’liler ‘darbe yanlış’ diyor.”

* * *

NEDEN ADİL GÜR



Türkiye, bu pazar günü hayati bir referanduma gidiyor. Geleceğini belirleyecek çok ciddi dönemeçlerden birine giriyor. Bu Anayasa değişikliği kabul edilirse, yeni bir anayasanın yolu açılacak. Demokratik hukuk devletine doğru önemli bir adım atılacak. Kabul edilmezse bugünkü düzeni, asker ve yüksek yargının toplum üzerindeki hükümranlığını değiştirmek çok zorlaşacak. Anayasayı ve Türkiye’yi sivilleştirmek iyice güçleşecek. Peki, böyle kritik bir oylamaya yaklaştığımızda durum ne? Referanduma bir haftadan az bir süre kala, “evet”lerin ve “hayır”ların oranı nasıl? Kim, ne oy verecek? Niye öyle oy verecek? Hangi bölgelerden, hangi şehirlerden nasıl oy çıkacak? İstanbul’da ne yaşanacak? Bu sonuçlarda hata payı ne? İnsanlar referandumla ilgili tercihlerini korkmadan açıklayabiliyorlar mı? Bu oyları hangi nedenler etkileyecek? Kararsızlar niye hâlâ kararsızlar? Kararsızlar kimler? Kararsızların oyunu neler ve hangi olaylar değiştirecek? Böyle başa baş bir yarışta BDP’li Kürtler ne yapacak? Partinin boykot kararına ne ölçüde uyulacak? Uyulursa sonuç ne olacak? Bu referandumda sonuçları ne belirliyor? Liderlerin mitingleri, üslupları insanların tercihlerini ne ölçüde ve ne yönde değiştiriyor? Başbakan Erdoğan ve CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun referandumun sonucunda kişisel etkileri neler? Referandumun sonuçlarının siyaset üzerindeki etkisi ne olacak? Sonuçlardan en çok hangi parti etkilenecek? Bütün bunları, 2007 ve 2009 genel ve yerel seçimlerinin sonuçlarını en doğru şekilde önceden tesbit eden, Türkiye’nin önde gelen güvenilir kamuoyu araştırmacılarından ve siyaset analizcilerinden A&G Araştırma Şirketi’nin sahibi Adil Gür’e sorduk. Adil Gür referandumla ilgili bugüne dek Türkiye genelinde peş peşe altı araştırma yaptı. Yedinci ve son araştırmasını da hâlâ saha çalışmalarıyla ve yüz yüze görüşmelerle sürdürüyor.

* * *

NEŞE DÜZEL: Referanduma beş gün kaldı. Referandumla ilgili en son araştırmanızı ne zaman yaptınız?

ADİL GÜR: Anayasa değişikliği Meclis’in gündemine geldiğinden beri biz referandumla ilgili altı tane araştırma yaptık. Sonuncusunu da 28-30 ağustosta, 46 ilde 3681 hanede yüz yüze görüşme metoduyla gerçekleştirdik.



Sonuç ne çıktı?

28-30 ağustosta yaptığımız araştırmanın sonucu da, beşinci araştırmanın sonucuna çok yakın çıktı. Beşinci araştırmada, “evet” oyu yüzde 50,7, “hayır” oyu yüzde 49,3’tü. Altıncı araştırmada da “evet” yüzde 51, “hayır” yüzde 49 oldu. İki araştırma arasında sadece binde ikilik, üçlük fark ortaya var. Bu bindelik fark, altıncı araştırmada “evet” lehine gelişti ama şunu bilmek lazım. Bu kadarlık fark, araştırmanın hata sınırları içinde olabilir.



Bu sonuçlarda hata payı nedir peki?

Bu araştırmaların, artı ve eksi yüzde 1 ve yüzde bir buçukluk bir hatası vardır. Dolayısıyla “evet”ler artmamış, aksine azalmış da olabilir. Zaten son altı aydır yaptığımız araştırmalarda trend hep aynı. Yaptığımız altı araştırma da, hata sınırları içinde hep birbirine çok yakın sonuçlar verdi. Bizim bütün araştırmalarda, yüzde 51 mertebesinde “evet”, yüzde 49 mertebesinde “hayır” sonucu çıktı. Mesela yaz tatilinden önce yaptığımız referandum araştırmasının da sonuçları aynen böyleydi. Siyasi partiler bir buçuk aydır mitingler yapıyorlar, tanıtım ve ilana paralar harcıyorlar ama insanlar pek etkilenmiyor ve sonuç değişmiyor.



Niye?

Çünkü Türkiye’de halk, birkaç yıldır çok kutuplaştı. Bu referandumda sonucun nasıl oluştuğunu anlamak için son seçimlerin sonuçlarını önünüze koyun. Referandumda “evet” diyen partilerin, 2009 yerel seçimlerinde aldıkları oyları toplayın. Sonra, diğer yanda da “hayır”cı partilerin son seçimlerdeki oylarını alt alta yazıp toplayın. Seçimlerde çıkan başa baş sonucun aynısının bu referandumda da çıktığını göreceksiniz.



Yaptığınız araştırmalarda kararsızların oranı nedir?

“Kararsızım” diyen yüzde 10-11 oranında bir kitle var ama gerçek kararsızların oranı aslında yüzde 5-6’dır. Çünkü kararsızların bir bölümü, aslında sandığa hiç gitmeyecek olanlardır. Bunlar oy kullanmaya gitmeyeceğim demek yerine, “kararsızım” demeyi tercih ediyorlar. Bütün seçimlerde bu böyledir. Bu referandumda da sadece yüzde 5-6’lık bir kararsızlar grubu sandığa gidecek.



Eğer evet-hayır sonuçları sizin dediğiniz gibi başa baş gidiyorsa, bu referandumun sonucunu bu kararsız yüzde 5-6’lık kitle mi belirleyecek?

Aynen öyle... Bir de tabii, BDP’li Kürtlerin boykota uyup uymama, kararı belirleyecek. BDP’li Kürtlerin tavrı çok önemli! Eğer araştırmalarda, “evet” ve “hayır” oyları arasında yüzde 55’e yüzde 45 gibi “evet” ya da “hayır” lehine durum ortaya çıkmış olsaydı, bu kadar çok araştırma yapmaya, emek ve para harcamaya gerek yoktu. Ama bu referandumda öyle başa baş, nefes nefese bir yarış var ki, yüzde 1, yüzde 2’lik fark bile çok çok önemli!



Kimler bu kararsızlar?

Her seçimde bir ‘son dakikacılar’ vardır. Bunların, bir partiye sadakati, o partiyle yakın bağları yoktur. Daha az politize olmuş insanlardır bunlar ve oy verecekleri partiyi son anda belirlerler. Bu referandumda sonucunu da, BDP’li Kürtlerle birlikte çok az sayıdaki kararsızlar belirleyecek. Bu kararsızları, ağırlıklı olarak kadınlar ve gençler oluşturuyor.



Pazar günü sandığa gidilecek. Önümüzdeki birkaç gün içinde, bu sonuçları değiştirebilecek bir olay olur mu?

Burası Türkiye, her an her şey olabilir. Türkiye’de değil bir hafta, 24 saat bile çok çok önemlidir. Referandumun sonucunu değiştirecek bir olayın olmamasını temenni ediyorum. Çünkü bu ülkede yaşayan halkın, ciddi ekonomik dalgalanmalarla, terör olaylarıyla ve bazı dinî-milli konularla ilgili ciddi hassasiyetleri vardır.



Nasıl bir olay bu sonuçları değiştirir?

Son düzlüğe girildi. Artık kararsızları etkileyecek olan lider konuşmalarıdır. Bu yüzden liderlerin olası bir hatası veya gafı bu referandumun sonucunu belirleyecek. Mesela Başbakan’ın “bitaraf olan bertaraf olur” açıklaması ve Öcalan’la görüşüldü görüşülmedi meselesi, “hayır” oylarını iki puan birden arttırdı. Aslında Başbakan Erdoğan muhalefetin sert söylemini dikkate almayıp, Anayasa değişikliğine ve referanduma odaklansaydı, “evet” oyları yükselirdi. Ama Erdoğan muhalefetin sert söylemine cevap verdi ve toplumda zaten var olan kutuplaşma daha da arttı. Bu sert kutuplaşma, CHP içinde Anayasa değişikliğine “evet” diyeceklerin sayısını iyice aşağıya çekti. Bir de referandumun sonucunu değiştirmede BDP’nin tavrı çok önemliydi.



Hangi açıdan önemliydi?

Şöyle... Kürtlerin büyük çoğunluğunun evet dediği dikkate alınırsa, bu referandumun sonucunu, boykota uymayıp sandığa giden BDP’li Kürtlerin tavrı belirleyecek. Eğer BDP’li seçmen boykot kararına uyup sandığa gitmezse, “evet” ile “hayır” arasında zaten çok küçük olan fark daha da küçülecek. Anlayacağınız nefes nefese bir sonuç yaşanacak.



Tam olarak ne yaşanacağını öngörüyorsunuz?

Üç gün öncesine kadar, BDP’nin boykot kararını yumuşatma ihtimali vardı. Ama son üç gündür gerek İmralı’dan gerekse BDP’li yöneticilerden yapılan açıklamalar, boykotun yumuşatılmayacağını, işin aksine tabanda sıkı tutulacağını gösterdi. Hatta Öcalan yeni avukat görüşmesinde, “Boykotu derinleştirin” dedi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, eğer boykota uyanların oranı yüzde 51’in altında çıkarsa, gereğini yapacağını söyledi. Oysa BDP, boykotu yumuşatsaydı, referandumda “evet” lehine bir gelişme olurdu.



BDP boykot kararını sertleştirdi. Şimdi ne olacak sizce?

BDP’nin kararı boykotu sıkı bir şekilde uygulatma yönünde olunca... Durumun başa baş gittiği bu referandumda artık “hayır” sonucu çıkması sürpriz olmaz!



Sizin yaptığınız araştırmalara göre BDP seçmeninin ne kadarı boykotçu?

Bizim yaptığımız araştırmalarda, BDP seçmeninin yarısı boykotçu değil. Yüzde 50’si “ben sandığa gideceğim” diyor. Bunlar ağırlıklı olarak Adana, Mersin, Antalya, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde ve metropollerde yaşayan Kürt kökenli BDP seçmenleri... Ayrıca Diyarbakır, Mardin, Batman gibi illerin kent merkezlerinde yaşayanların arasında da “sandığa gideceğim” diyenler var. Köyde ve kırda ise boykot kararına uyma eğilimi çok yüksek.



Güneydoğu’daki BDP’lilerle batıdaki BDP’lilerin boykota karşı tavırları nasıl olacak?

Çok farklılar. Bölgedekilerin yüzde 70’i boykotçuyken, bölge dışındakilerin sadece yüzde 35-40’ı boykotçu. Batıdaki BDP’lilerin önemli bölümü boykotçu değil.



İnsanların referandumla ilgili kararlarını ve düşüncelerini korkusuzca ve dürüstçe açıkladıklarından emin misiniz?

İnsanların yüzde 95’inden fazlası korkusuzca ve dürüstçe açıklıyordur kararını. Ancak bu referandumda durum öyle başa baş gidiyor ki insanların yüzde 2-3’ü bile gerçek kararını açıklamaktan çekiniyorsa ve cevabında dürüst davranmıyorsa, bu, araştırmalardaki hata payını yükseltiyor. Bugüne kadar çok seçim yaşadım, en zoru bu oldu. Çünkü “evet” diyenlerin içinde, aslında “hayır” diyecek olanlar olabilir. Devletle, belediyelerle işi olabilir ve gerçeği söylemekten çekinebilir. Ayrıca tabii, CHP ve MHP seçmeni içinde de “evet” diyeceğini söylemekten utananlar olabilir.



AKP tabanının kaçta kaçı bu referandumda “evet” diyecek?

Son yaptığımız araştırmaya göre, bugün milletvekili seçimi olsa AK Parti’ye oy vereceğini söyleyenlerin seçmenin yüzde 90’ı “evet” diyor. Yüzde 5,8 kararsız olduğunu söylüyor. AK Parti seçmeninin yüzde 4,2’si ise “referandumda ‘hayır’ diyeceğim” diyor. Yani AK Parti seçmeninin yüzde 10’u şimdilik “evet” demiyor.



CHP tabanından “evet” çıkar mı?

CHP seçmeninin yüzde 92,8’i “hayır diyeceğim” diyor. Tüm parti seçmenleri arasında en yüksek oranda sandığa gideceğini ve “hayır” oyu vereceğini söyleyen seçmen, CHP seçmeni. Sadece yüzde 2,5’luk kesim, “evet” diyeceğini söylüyor. ‘Anayasa değişiklikleri yeterli olmasa da en azından olumlu bir adımdır ve Türkiye’nin lehinedir’ teziyle hareket eden bir aydın kitle var. Bir de şunu söyleyeyim... İlginçtir, 12 Eylül darbe söyleminin referandumda bir karşılığı yok. Bugün seçmenin yüzde 50’den fazlası 12 Eylül’ü hatırlayacak yaşta değil. Üstelik 12 Eylül’ü hatırlayanların ve yaşayanların çoğunluğu da, “o günün şartlarında 12 Eylül darbesi doğruydu” diyor.



Hangi partilerin seçmeni, “darbe doğruydu” diyor?

Ağırlıklı olarak CHP’liler ve MHP’liler “doğruydu” diyor. AK Partililer ise darbeyi yanlış buluyor. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın 12 Eylül mağduru ülkücülere ve devrimcilere seslenmesinin referandum sandığında çok fazla karşılığı yok. Başbakan’ın MHP içindeki ülkücülerden yüksek orandaki “evet” beklentisi karşılanmayacak.



Neden?

Bir insan 18-20 yaşında devrimci ya da ülkücü olabilir ama 30-35 yaşına geldiğinde artık devrimci ve ülkücü değildir. O adam liberalizme, merkeze kaymıştır ve bugün zaten o partilere oy vermiyordur. Ayrıca, MHP seçmeninin yüzde 10’u “evet diyeceğim” diyor. MHP’nin toplam yüzde 12 oyu var. Dolayısıyla MHP’deki yüzde 10’luk “evet”çi kesimin referanduma etkisi, yüzde 40’lık oya sahip olan AKP’deki yüzde 4,2 oranındaki “hayır”cıların referanduma etkisinden daha düşüktür. AK Parti’nin yüzde 4,2’sinin “hayır” demesi, referandumu 1,7 puan etkiler. Size şunu söyleyeyim... Bu referandumda en fazla “evet”çi olanlar Kürtler.



En fazla “hayır”cı olanlar kimler?

Yaptığımız altı araştırmada hiç değişmeyen şu oldu: Ege, Akdeniz ve Trakya’da yüzde 60-70’ler mertebesinde çok yüksek bir “hayır” oyu çıkıyor. Mesela İzmir’de “hayır”lar yüzde 65-70 düzeyinde bulunuyor. Trakya’da yüzde 65-70 oranında “hayır” çıkıyor. Buna karşılık Marmara’da Kocaeli, Sakarya gibi illerde yüzde 65-70 “evet” diyor. Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu’da yüzde 60’a yakın “evet” derken, Güneydoğu’da “evet”çiler, boykotçuların önünde gidiyor. Yüzde 55-60 “evet” diyor. En yüksek “hayır” Adana, İzmir, Antalya, Muğla, Trakya’da çıkacak görünüyor. Mersin’de “hayır” çıkacak. Bursa’da durum başa baş olacak.



En yüksek “evet” hangi ilde çıkacak sizce?

Bingöl’de çıkar herhalde. Bingöl, 1982 Anayasası’na “hayır” diyen tek şehirdir Türkiye’de. Her yerde 1982 Anayasası’na yüzde 92 “evet” çıkarken Bingöllüler “hayır” dedi. Ayrıca Doğu Anadolu’nun kuzeyinde Erzurum, Erzincan, Elazığ ve Malatya da yüzde 65-70’ler civarında “evet” diyecek. Konya, Kayseri gibi büyük şehirlerde “evet” oyu yüzde 80’lere ulaşabilecek. Size şunu söyleyeyim... Bu referandumda daha muhafazakâr olan insanlar, fakirler, garibanlar ve düşük eğitimliler çok yüksek oranda “evet” diyecekler. Yüksek gelirliler, eğitimliler ise yüksek oranda “hayır” diyecek. Çünkü “evet” ve “hayır” oyları sosyoekonomik yapıyla yakından ilgili. Biz altı araştırmada da bunu gördük.



Tam olarak ne gördünüz?

İlkokul ve daha alt eğitim grubunda olanların yüzde 60’a yakını referandumda “evet” diyecek. Üniversite mezunu olanların yüzde 65’inden fazlası da “hayır” diyecek. Hane halkı geliri bin liranın altında olanların yüzde 70-75’i “evet” diyecek. Hane halkı geliri beş bin liranın üzerinde olanların çok büyük bir kısmı da “hayır” diyecek. Çünkü zenginler ve eğitimliler AKP’den memnun değiller. Biz bu dönemde, domates ekimi yasaklansın mı, yasaklanmasın mı diye bir referandum yapsaydık, gene buna benzer bir sonuç çıkacaktı.



Peki, İstanbul’dan nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

“Evet” lehine bir sonuç bekliyorum. İstanbul, Konya ve Kayseri kadar olmasa da yaşam tarzı açısından Türkiye’nin en muhafazakâr şehirlerinden biri. Aslında İstanbul, bu referandumun kaderini belirleyecek. Eğer İstanbul’da yüzde 55 “evet” çıkarsa, Türkiye’de her halükarda “evet” çıkar. Eğer İstanbul’da yüzde 50,5 oranında “hayır” çıkarsa, Türkiye genelinde yüzde 55’le “hayır” çıkar. Çünkü İstanbul bu kadar değişmişse, Konya, Kayseri ve Çorum da değişmiş demektir İstanbul’da “hayır” lehine bu kadar gelişme oluyorsa, taşrada da “hayır” lehine o kadar bir gelişme yaşanıyordur.



Eğer İstanbul bu kadar belirleyici idiyse, niye Türkiye genelinde bugüne dek altı araştırma yapıp da İstanbul’da hiç yapmadınız?

Yaptığımız araştırmalarda örneklemelerin yüzde 20’sini zaten İstanbul oluşturuyor. Her araştırmada, İstanbul’da “evet”ler hep üç-beş puan daha önde çıkıyor. Türkiye genelinde “evet” yüzde 51, “hayır” yüzde 49 ise İstanbul’da bu oran yüzde 53’e 47 gibi çıkıyor... İstanbul’da yüzde 55 çıkarsa, Türkiye’de “evet” garantidir. Ama “evet” ve “hayır” İstanbul’da başa baş olursa, bu referandum reddedilmiş demektir. Bu yüzden bu hafta, hem Türkiye genelinde hem de İstanbul ve Ankara’da ayrı ayrı araştırmalar yapıp, Türkiye sonuçlarını İstanbul’la çekedeceğiz.



Sizce Ankara’da ne çıkacak?

“Hayır” çıkacak. Zaten bunun için araştırma yapmaya da gerek yok. 2007 ve 2009’da siyasi partilerin aldıkları oy oranlarını alt alta yazınca, referandumda çıkacak sonucu görüyorsunuz. 2009 yerel seçimlerindeki sonuç neyse, referandumda da aynı sonuç çıkacak. Türkiye’nin renkleri değişmeyecek. Sahiller gene kırmızıya bürünecek.



Bu referandumda sonuçları ne belirliyor sizce?

Siyasi partilerin oy oranları belirliyor. Anayasa değişiklikleri belirlemiyor. Mesela bu anayasa değişikliği memura sendika hakkı veriyor ama, memurların büyük çoğunluğu “hayır” diyor. Özel sektör çalışanları, işsizler, emekliler de “hayır” diyor. 2009’da İl Genel Meclisi seçimlerinde AK Parti yüzde 38,4, CHP yüzde 23,1, MHP yüzde 16 oy aldılar. CHP ile MHP’nin yüzde 39’luk toplam oyuyla AK Parti’nin yüzde 38,4’lük oyu gene başa baş çıkmıştı. Anlayacağınız CHP ve MHP’nin toplamı AKP ediyor. İşte bu yüzden de referandumun sonucunu BDP’li Kürtler belirleyecek ya. Anahtar BDP’li Kürtlerde. Ayrıca bu referandumda en yüksek oranda “evet”çiler, kadınlar.



Niye ev kadınları “evet”çi?

Kadınlar her zaman istikrardan yanadır. Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın başından beri kadınlar nezdinde bir karizması var. Kadınlar Başbakan’ı çekici buluyorlar.



Liderlerin mitingleri sonuçta etkili oldu mu?

Aslında referandum süreci boyunca “evet” oyları artmadı ama AK Parti’nin oyları arttı. Bu referandumun etkisi, genel seçimlerde görülecek. Geleceğe dönük seçmen yaratma konusunda mitingler etkili oldu. AK Parti bu süreçte güçlendi. Görünürlüğüyle, mitingleriyle oyunu arttırdı. Bunu, partilerin oy oranlarına bakarak söylüyorum. MHP bu süreçte çok geride kaldı. Devlet Bahçeli son anda bunun farkına varıp mitinglere ve ekranlara çıkmaya başladı.



Kılıçdaroğlu’nun çıkacak sonuçta kişisel etkisi nedir?

Kılıçdaroğlu 2011 seçimlerine ciddi yatırım yapıyor. Gittiği her yerde sizi ihmal ettik diyerek halktan özür diliyor. Onun gösterdiği performansın yarısını CHP parti olarak gösterebilseydi, bu referandumdan kesinlikle “hayır” çıkardı.



Erdoğan’ın kişisel etkisi nedir peki?

AK Parti bu referandum kampanyasını çok iyi yürüttü ama Başbakan yaptığı hırçın çıkışlarla kampanyanın etkisini azalttı.



Bulduğunuz sonuçların doğruluğundan ne kadar eminsiniz?

Hata sınırları içinde araştırma sonuçlarımıza güveniyoruz. “Evet”ler bir adım önde ama araştırmanın hata sınırları içinde, referandum ortada demektir bu. “Evet” ve “hayır” başa baş gidiyor. Ben yüzde 55 gibi bir sonuç beklemiyorum. Yüzde 55 benim için çok büyük bir sürpriz olur. BDP’nin boykotu sıkı tutma kararlılığından sonra ise referandumda “hayır” çıkması sürpriz olmaz. Şunu söyleyeyim...



Evet..

Bu referandumda seçmenini sandığa gitme konusunda motive eden, seçmenini sandığa götürmeyi başaran kazanacak. Eğer “evet” ile “hayır” arasında yüzde 5’lik bir fark olsaydı, yüzde 2-3’lük kesimin sandığa gelmemesi çok önemli değildi. Ama durum öyle başa baş ki, seçmeninin yüzde 2’sini, 3’ünü sandığa getiremeyen referandumu kaybedebilir!

Nabi Yağcı - Hukuk yaratma üstüne

NEDEN OLMASIN 06.09.2010


Nabi Yağcı

Hukuk yaratma üstüne

Sol içinde Anayasa değişiklik paketine hayır deme gerekçeleri arasında benim anlamlı bulduğum tek gerekçe, “Yeni bir anayasa istiyoruz, kısmi değişiklik değil”dir. Bu gerekçeyi gerçek düşüncelerini gizlemek için söyleyenlerin hayli fazla olduğunu tabiatıyla bilmekteyim. Dünyanın en mükemmel anayasası da olsa böyle bir tasarıyı AK Parti sunduğunda yine hayır diyecekler çok. Fakat öyle bakmayıp bu gerekçeyi samimi olarak ileri sürenlerin olduğunu da biliyorum. Sözüm onlara olacak. Çünkü bugün hayır da deseler yarın yeni bir anayasa için mücadelede onlar da olacak.

Yeni anayasa şimdiden telaffuz edilmeye başlandı bile. Soldaki bu arkadaşlarımız yeni bir anayasanın anlamı üstüne bugünden düşünmeliler. 12 Eylül Anayasası’nın yerini alacak yeni bir anayasa veya mükemmel bir anayasa nasıl ve hangi şartlarda mümkün olabilir? Bu paketle ilgili dahi, “Devleti ele geçirecekler” diye kıyamet koparıldığı bugünkü koşullarda mükemmel bir anayasa mümkün müydü?

CHP-MHP muhalefeti merkez medya eliyle kısmi Anayasa değişikliği için referandumu yalnızca hükümetle ilgili bir güven meselesi değil aynı zamanda bir rejim meselesi haline getirdiler. Aslına bakarsanız gerçekten de ülkemizin hangi ciddi meselesine el atsanız karşınıza siyasi rejim meselesi çıkıyor. Türban yasağının kaldırılması meselesinde olduğu gibi. Yani muhalefet olmayan bir şeyi yaratmıyor. Ancak CHP ve MHP bu durumu soğukkanlı tartışmak yerine “irtica” geliyor diyerek korkuları tahrik etti.

Siyasi rejim meselesinin hukuksal ifadesi elbette en başta anayasadır. Çünkü başka şeyler yanında asli olarak vatandaş-devlet ilişkisini ya da hukukunu düzenleyen belgeler anayasalardır. Artık ezberledik, 12 Eylül Anayasası devleti vatandaşa karşı korumak için düzenlenmiş bir anayasadır. Fakat bu totaliter devlet anlayışı 12 Eylül Anayasası’yla doğmadı, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri durum buydu. 12 Eylül Anayasası ise bu ittihatçı oligarşik rejimi “hukuk yoluyla değiştirilemez” hale getirdi.

Bunu nereden çıkarıyoruz?

12 Eylül Anayasası’nın başlangıç ve ilk dört maddesinden. Yani “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olan hükümlerinden. Bunlara dokunulmadığı durumda acaba yeni ve mükemmel bir anayasa yapmak mümkün olabilir mi? Olabilir diyecekler çıkacak elbette, ama benim sorum mükemmel bir anayasa istediği için bugünkü değişikliklere “hayır” diyen soldaki arkadaşlarıma. Kendi düşüncemi söyleyeyim: Bu tabu hükümlere dokunmayan bir anayasa ne yeni ne de mükemmel olur. Dünyanın en ileri, en mükemmel anayasasını alın, bizim anayasanın başlangıç ve bu dört maddesinden sonrasına monte edin. Ne olur acaba? Kan uyuşmazlığı doğar.

Başlangıç ve bu dört maddeye hiç dokunmadan yapılmış bir anayasa ne çokkültürlülüğe, ne kültürel çok kimlikliliğe, ne katılımcı demokrasiye, ne etnik olmayan anayasal yurttaşlık tanımına, ne demokratik laikliğe ve ne de yerel yönetimlerin özerkliğine imkân tanır. Dolayısıyla Kürt meselesi de çözülemez.

Başka soru; Ülkemizin bugünkü iç siyasi konjonktüründe bu tehlikeli bölgeye girebilecek ve bu tabulara dokunabilecek etkili bir siyasi güç var mıdır? Hayır, henüz yoktur. CHP ve MHP bırakalım Anayasa’nın bu tabularına dokunmayı tersine onların bekçiliğini yapıyorlar. AK Parti dahi buna henüz hazır değildir.

Çünkü Kemalist vesayetçi devlet erkinin dayandığı ideolojik ve siyasi yapıyı köklü biçimde yani radikal demokrasi yönünde dönüştürmenin adı literatürde demokratik devrimdir. Soğuk Savaş öncesinde böylesi bir demokratik devrim ancak zor yoluyla olabilirdi. Koşulları varsa tabii. Oysa bugün küreselleşen dünyada, ekonomiden, siyasete, dış politikaya kadar her alanda karşılıklı bağımlılığın baskın eğilim olduğu koşullarda; ulus-devletin zayıfladığı, devletlerin egemenlik haklarını paylaşmak zorunda kaldığı, evrensel insan hakları hukukunun ulusal hukukların üstünde yaptırım gücü kazandığı, sivil toplum güçlerinin yükseldiği koşullarda radikal demokratik köklü değişimler için artık zora başvurma yolu ne gereklidir ne de mümkün.

Şimdi günümüzün değişen koşullarında zor yoluyla değil ama halkın, sivil toplumun hukuk yaratması yoluyla radikal köklü değişimler mümkündür. Bu yol barışçı devrimsi değişimler yoludur ve Türkiye’deki sosyal ve siyasal değişim süreçleri de kanımca o yoldadır.

Kısmi Anayasa değişikliği paketi, tartışmalara halkın da geniş ölçüde katıldığı ilk ciddi Anayasa değişikliğidir. TBMM’nin bu değişiklik teklifi “evet” ile yasalaştığında hep birlikte hukuk yaratmış olacağız. Bu durum anayasa yapma yani kurucu iradenin elitlerden halka geçmesi demek olacak. Bu bir hegemonya değişimidir.

Yeni anayasa ancak böyle bir irade kazanımı üstünde doğabilir.

Mehmet ALTAN - Bir Başkan’a, 32 bin padişah

Bir Başkan’a, 32 bin padişah



Her zamanki gibi dün de gene nöbetteydim. İç ve dış tüm haberleri izledim. Ve bir şeyi bir kez daha fark ettim. Konu “yöneten” ile ilgili ise öne geçiyor. “Yönetilen” ile ilgiliyse de yaya kalıyor...

Nitekim... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Başkanlık Sistemi” ile ilgili ABD’de yaptığı açıklamalar sadece medyada çok büyük yer bulmadı, dünkü tartışma gündeminde de önde koştu...

Abdullah Gül şöyle diyordu:

“Başkanlık sisteminin kongresi, yetkileri, seçim sistemi, kontrol dengeleme sistemi farklıdır. Sadece yasa değil onun ötesinde farklılık olur. Milletvekillerinin seçim şekli farklı olur. Tarihimize baktığımızda biz Türklere sempatik gelebilir. Ama buradan da hakanlık sultanlık anlayışı çıkmamalı. Başkanlık sisteminin her ülkede farklı uygulamaları var. Parlamenter sistemin de avantajları var. Onun ya da başka sistemin lehine bir şey söylemek istemiyorum. Zamanı gelince tartışılır.”

Cumhurbaşkanı’nın bu tespitleri kendisini izleyen gazetecilerin aşağı yukarı tümü tarafından “Başkan’lığa mesafeli, güçlendirilmiş parlamenter sisteme daha yakın” olarak yorumlandı...

622 yıllık Osmanlı tek adamdı...

Cumhuriyet tek adamdı...

Şimdiki siyasal liderlikler de “tek adamlık”...

“Yönetim”e ait haberlere meftun, “yönetilenlere” ait olanlara ise fazla aldırmaz olan gelenekte, zaten bu geçmişin adeta kromozomsal bir kültüre dönüştüğünü belki Cumhurbaşkanı Gül de görmekte...

***

“Yönetilenler” deyince de...

Aslında Türkiye’deki en iyi resmi banka sistemindeki mevduatların paylaşımı vermekte...

Ne demek mi?

Tüm bankalardaki toplam mevduatın yüzde 46’sı, 32 bin 170 “milyoner mudi” hesabında...

Kurumların hesaplarını bundan düşün...

Aynı şahsa ait birçok hesabı da düşün...

32 bin 170 sayısı iyice küçülecek...

Kısacası “egemenlik milletin” ama “paralar” bir avuç insanın...

***

Türk bankacılık sisteminde Temmuz itibariyle 568 milyar 279 milyon TL’lik mevduat var...

Yurtiçi ve yurtdışı yerleşiklerden oluşan 32 bin 170 milyoner mudi hesabında ise toplam 260 milyar 796 milyon TL bulunuyor.

Son bir yılda milyonerlerin hesabında tutulan mevduat 60 milyar 723 milyon TL artarken, milyoner mudi sayısı 3 bin 860 kişi artmış...

Son 7 ayda ise milyoner sayısı 990 kişi artarken, aynı dönemde milyonerlerin bankalarda tuttuğu toplam mevduat ise 39 milyar 148 milyon TL’lik artış göstermiş.

***

Belki...

Bankalardaki hesapların anatomisi üzerinden “yöneten” ve “yönetilenlerin” durumunu daha da net olarak görmek isteyebilirsiniz...

Türkiye’de 98 milyonun üzerinde mevduat hesabı bulunuyor...

Bunlardan 46 milyon 850 bin hesapta 10 bin TL’ye kadar...

3 milyon 32 bin hesapta 10-50 bin TL arası...

1 milyon 66 bin hesapta 50-250 bin TL arası...

162 bin hesapta 250 bin-1 milyon TL arası mevduat bulunduğu tespit edilmiş...

Toplam banka mevduatının yüzde 46’sının 32 bin 170 hesaba ait olduğu ülkenin sosyo-ekonomik resmi bu dökümde yatıyor...

***

Her zamanki gibi dün de gene nöbetteydim...

Rahmetli Özal’a suikast polemiğinden ÖSYM Başkanı Yarımağan’ın istifasına...

Birleşmiş Milletler Toplantısı’ndan İran ambargosunun delinme tartışmalarına kadar...

İç ve dış tüm haberleri izledim...

Ve bir şeyi bir kez daha fark ettim...

Konu “yöneten” ile ilgili ise öne geçiyor...

“Yönetilen” ile ilgiliyse de yaya kalıyor...

Başkanlık sistemi tartışıla dursun...

Bankalardaki tüm mevduatın neredeyse yarısına sahip ve hiçbir sağlıklı ülkede örneğine rastlayamayacağınız 32 bin hesaplı finansal bir padişahlık sistemimiz var...

Neşe Düzel - Tarhan Erdem: ‘Ak Partisi’nin oyu yüzde 46-47’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 20.09.2010


Neşe Düzel

Tarhan Erdem: ‘Ak Partisi’nin oyu yüzde 46-47’


“Türkiye bölünmüyor aksine bütünleşiyor. Rakamları kıyaslayın. AKP daha da yayıldı. CHP-MHP ise bulunduğu alanda yoğunlaştı. Yoğunlaşmak, ruhen yalnızlaşmaktır.”



“Halkın üçte biri olan modernler, endişeli, mazbut ve muhafazakâr modernler diye üçe ayrılıyor. ‘Hayır’ın yarısı endişeli-mazbut modernlerden geldi. Bunların adı artık ‘kararlı korkaklar’ olmalı.”



“Kemal Kılıçdaroğlu toplantı ve mitinglerde tam 104 konuşma yaptı. 104 konuşmasının içinde bir tane bile Kürt lafı yok hanımefendi! Bu ne demek. Böyle bir CHP olabilir mi?”

* * *



NEDEN TARHAN ERDEM



Gerçek bir sosyal demokrat olan Tarhan Erdem, yılların siyasetçisi... Yılların köşe yazarı... Ve, yılların ‘araştırmacısı’... Bilgisi, tecrübesi, güvenilirliği ve çarpıcı analizleriyle Türkiye’de siyaseti en iyi yorumlayan isimlerden biri olan Tarhan Erdem, KONDA şirketiyle kamuoyu araştırmacılığını bu ülkeye ilk getiren isim. CHP eski Genel Sekreteri ve Radikal gazetesi köşe yazarı Tarhan Erdem’in şirketi KONDA, 2007 Genel Seçimleri’nden sonra bu referandum oylamasının da sonuçlarını, diğer pek çok kamuoyu araştırmalarını altüst ederek birebir bildi. Türkiye toplumunun sadece siyasi eğilimlerini değil ekonomik tercihlerini, sosyal taleplerini ve kültürel yaşamını da yaptığı araştırmalarla çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyan, Türkiye toplumunu Türkiye’ye tanıtan Tarhan Erdem’le yaptığı son siyasi araştırmaları, referandum sonucunun ne anlama geldiğini konuştuk. ‘Evet’lerin ve ‘Hayır’ların hangi nedenlerle böyle çıktığını, Türkiye’nin bölünüp bölünmediğini sorduk. BDP’nin boykotunun başarılı olup olmadığını, bugün seçim olsa siyasi partilerin oylarının ne olacağını, CHP’nin nereye gittiğini, MHP’nin kime kaydığını, CHP ve MHP, politikalarını değiştirmezse ülkede siyasi tablonun ne olacağını, Kemal Kılıçdaroğlu’nun oyunun niye düştüğünü, Temmuz 2011’deki genel seçimlerin sonucunu neyin etkileyeceğini sorduk.

* * *

NEŞE DÜZEL: Siz, referandumun bu rakamlarla çıkacağını ilk ne zaman gördünüz?

TARHAN ERDEM: Biz, bu yılın mart ayından beri, abonelerimiz için her ay bir siyasal eğilim araştırması yapıyoruz. Yüksek Seçim Kurulu, referandumun yani halk oylamasının 12 eylülde yapılmasına mayıs ayında karar verince, biz de her ay yaptığımız siyasal eğilim araştırmasına Anayasa değişikliğiyle ilgili birkaç sual koyduk. Dolayısıyla geçen hazirandan itibaren bizim bilgisayarımızda halk oylamasının (referandumun) sonuçlarıyla ilgili veriler var. Mesela haziranda ‘Evet’ yüzde 53,3’tü.



12 eylüle kadar trend ne oldu? ‘Evet’ler hep arttı mı?

Arttı. Ağustosta yaptığımız araştırmada ‘Evet’ oyları yüzde 55’e yükseldi. En son araştırmayı da referandumdan bir hafta önce, 4-5 eylülde yaptık. ‘Evet’ 56,8’e çıktı. Oturduk, arkadaşlarla konuştuk. Biz altı aydan beri siyasal eğilim araştırması yapıyoruz ve elimizde onların da sonuçları var. 4-5 eylüldeki referandum araştırmasının sonuçları bu araştırmalarla karşılaştırdık. İkisinin sonuçları çok tutarlı çıkıyor. Bu yüzden yapacak bir şey yoktu. Abonelerimize de hemen haber vermemiz gerekiyordu. Zaman çok daralmıştı. Sonucu açıkladık.



Yüzde 56,8 ‘Evet’, yüzde 43,2 ‘Hayır’ dediniz ve herkesi çok şaşırttınız.

Kendi araştırmalarımızın sonucundan gördüğümüz tablo buydu. Eğer en son hafta bir araştırma daha yapmış olsaydık, ‘Evet’ oyu yüzde 57’nin üstünde olurdu. Çünkü ‘Evet’ oyu hep yükseliyordu. Aslında şu da var. Anayasa değişikliği tartışılırken ve henüz referandum tarihi belli değilken, biz aylık araştırmalarımızda insanlara, “Anayasa değişiklikleri size ne ifade ediyor” diye sormuştuk.



Ne cevap verdiler?

“Bu değişiklikler, demokratikleşme anlamına gelir” diyenlerin oranı, nisandan itibaren hep yüzde 54’ün üstünde çıktı. Yani değişikliğe destek hiç yüzde 54’ün altına inmedi. “Hükümet bunu kendi iktidarını pekiştirmek için ve sivil diktatörlüğe gitmek için yapıyor” şıkkı, hiç yüzde 50 oranında olmadı.



‘Evet’lerin çoğalmasında en fazla hangi faktörler rol oynadı?

Bence soruyu “‘Evet’ler niye azaldı” diye sormak lazım. Çünkü bana göre ‘Evet’ler azaldı. ‘Evet’in çok daha yüksek olması lazımdı...



‘Evet’ler hangi nedenlerle azaldı peki?

Siyasi kutuplaşma sebebiyle azaldı ‘Evet’ler. Çünkü kutuplaşma, oylananın Anayasa olduğunu insanlara unutturdu. Bir de Türkiye’nin bir başka yeni gerçeği var. 1982 Anayasası’nın getirdiği idarenin sonucunda, bu ülkede insanlar politikanın dışına itildiler. Hele yeni gençler, âdeta politikanın dışında doğdular ve hep politikanın dışında kaldılar. Son yıllarda demokratikleşmeyle uyumlu yapılan bazı kanun değişiklikleri ve uygulamalar sonucunda gençler politikaya girmeye başladılar. Ama ilginç olan şu var. Gençler için politika yapmak, halkın sağlık, eğitim, işsizlik, üretim, tarım, meseleleriyle uğraşmak değil.



Eğer politika yapmak, insanların günlük sorunlarıyla ilgilenmek ve bu sorunları çözmek değilse, gençler için politika yapmak ne anlama geliyor?

İşte ilginç olan da o. Son dört yılda politikaya giren gençlerin önemli bir bölümü, “Politika, iktidara karşı olmadan yapılamaz” diye düşünüyor. Sadece gençler değil, büyük bir kesim, bu ülkede politikayı, “iktidara karşı olmak” diye tanımlıyor. Çok acınası ve dramatik bir durum bu. Mesela aydınlar, tam gün yasasına karşı çıkıyor. Bu memlekette yıllar yılı aydınlar, solcular “tam gün yasası” diye bağırmadılar mı? Şimdi nasıl olup da karşı çıkıyorlar.



Doğru ama... AK Parti, bu uygulamaları makul bir geçiş süreci tanımadan çok hızlı yapıyor. Mesela emekliliğine sekiz-dokuz ay kalmış bir doktordan ya muayenehanesini kapatması ya da otuz yıllık emeğinin karşılığı olan emeklilik ikramiyesinden vazgeçmesi isteniyor. Bu, demokratik ve adil bir uygulama sayılabilir mi?

Uygulama yılbaşında başlayacaktı. Buna, doktorların ve çıkarı zedelenenlerin karşı çıkmasına benim hiç itirazım yok ama... Tam gün yasasına kitleler karşı çıkamaz. Üstelik sol çizgide olduğunu söyleyen Tabipler Odası bu yasayı “düzeltelim” de demedi. Onlar, şaşırtıcı bir biçimde tam gün “ilkesine” karşı çıktılar. Aynı tablo referandumda da yaşandı. İş, anayasa değişikliğine ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ meselesi olmaktan çıktı, “iktidarın yanında olmak ya da karşısında olmak” sorusuna dönüştü. Bu da ‘Evet’ oylarını azalttı. Bence yüzde 85, iktidara karşı olup olmamak diye tanımladı halk oylamasını. Sadece yüzde 11-12’lik bir kesim gerçekten Anayasa’yı oyladı. Yani Ak Partisi’nden bağımsız olarak ‘Evet’ oyu verdi.



Referandumda, ‘Hayır’lar neden 16 puan geride kaldı?

Bana göre ‘Hayır’ geride kalmadı, aksine arttı. ‘Evet’lerin azalmasının da nedeni kutuplaşma, ‘Hayır’ların artmasının sebebi de kutuplaşma! İnsanlar partiye bağlılıklarının ve siyasi kutuplaşmanın dışına çıkamadılar. Ayrıca çeşitli sebeplerle iktidarı cezalandırmak istediler.



Kimler ‘Evet’ dedi?

‘Evet’ oyunun yüzde 46-47’si Ak Partisi’ne ait! Bunların büyük çoğunluğu dinsel ve geleneksel muhafazakarlardan oluşuyor. Muhafazakar derken şunu kastediyorum. Bu insanlar, siyasi bakımdan değil, sosyal hayat bakımdan muhafazakarlar. Ayrıca evet oyunun içinde, bir miktar geleneksel milliyetçiler ve bir miktar da Kürtler var. Bizim bir ay önceki araştırmamızda, “oyumu Ak Partisi’ne vereceğim” diyenlerin oranı yüzde 46-47’ydi. Buna, demokrasiyi isteyen yüzde 11-12’lik kesim de eklenince, referandumda ‘Evet’ler yüzde 58’e çıktı. Ayrıca ekonomideki iyi durum da ‘Evet’i olumlu etkiledi. Türkiye ekonomisi iki dönemdir yüzde 11 büyüyor. Enflasyon düşük seyrediyor. İşsizlik de düşüyor.



Referandumda kimler ‘Hayır’ dedi?

Bu çok önemli! Biz, 2006 ve 2008’de yaptığımız araştırmalarda, toplumu kolay tanımlayabilmek, anlatabilmek için dokuz kümeye ayırdık. Bunların içinde bir kesim var ki, onlara “endişeli modernler” diyoruz biz.



“Endişeli modernler” kimler?

Önce şunu söyleyeyim. Toplumun üçte birini oluşturan “modernler” üç parçadan oluşuyor. “Endişeli modernler”, “mazbut modernler” ve “muhafazakâr modernler”. Endişeli modernler, Ak Partisi’nin, Türkiye’de dinî kuralları egemen kılmak istediğine inanıyorlar. 2002’de, sadece bir kuşkuydu bu. “Ak Partisi şunu yaptı, bunu yaptı” diye konuşuluyordu. Açıkçası o zamanlar bende de böyle bir kuşku vardı. Ama şimdi bu kuşku, endişeli modernlerde azalmak bir yana kesin hüküm haline dönüştü. Artık öyle mi, böyle mi diye tartışmıyorlar. “Ak Partisi şeriat getirecek, nokta. Türkiye’yi İran yapacak, nokta” diyorlar.



Sizin kuşkunuz azaldı mı?

Evet azaldı. Çünkü adam sekiz senede bir şey yapmadı. Yapabilirdi. Peki, bundan sonra yapamaz mı? Ee biz de bakıyoruz işte. Bir şey yaptığı zaman yazarız, bağırırız çağırırız. Ama şu anda öyle bir şey yok. Gerçi hayat tarzı açısından Türkiye’de muhafazakârlık azalmadı. Aksine biraz arttı bence ama unutulmamalı ki, toplumun bu muhafazakâr baskıya karşı direnci de artıyor. Bu çok önemli!



Referandum sürecindeki tartışmalardan sonra, “endişeli modernler” diye tanımladığınız kesim için, hâlâ “endişeli” demeye devam ediyor musunuz?

Artık “kararlı korkaklar” demek lazım bence bu kesime. Bir de onların anneleri, babaları var. Daha farklı modernler bunlar. Onlar da, “mazbut modernler”. Kendilerine göre onları Cumhuriyet yetiştirdi ve Cumhuriyet’i koruyacaklar. Bunu gönülden hissediyorlar. ‘Hayır’ diyen başlıca iki kesim bunlar. Bizim yüzde 43’lük ‘Hayır’ın yarısını bu iki kesim oluşturuyor. Diğer yarıyı da parti temsil ediyor. Bir de ‘Hayır’ın içinde “kırsal gelenekseller” ve MHP”li bir damar var.



En ilginci galiba “muhafazakâr modernler”. Bunlar kimler?

Cuma namazına giden banka müdürleri... Anadolu kaplanlarının yöneticileri... Bunlar klasik müzik konserlerine de gidiyorlar, caz festivallerini kaçırmıyorlar. Oylarını ise Ak Partisi’ye veriyorlar.



BDP’ye gelirsek... Boykotu başarılı oldu mu?

Doğu’da kendi üç bölgesinde, BDP, ‘Hayır’ların sandığa gitmesini engelledi.



Nasıl, anlamadım. ‘Evet’ oylarını değil de, ‘Hayır’ oylarını mı engelledi BDP?

Bakın... Doğu’nun kuzey, orta ve güneyindeki üç bölgede toplam 7,5 milyon seçmen var. Bunun bir buçuk milyonu CHP, MHP ve Demokrat Parti’nin seçmeni. Mesela CHP Diyarbakır’da yok ama Erzurum’da var... Kilis’te var... CHP’nin 463 bin seçmeni var. Bu seçmenler, “sandık başında olay çıkacak! Ak Partisi’yle BDP birbirlerini yiyecek. Bırakın yesinler!” diyerek oy vermeye gitmediler. Bunlar sandığa gitselerdi ‘Hayır’ diyeceklerdi.



Türk kökenli seçmenler mi bunlar?

Evet. Zaten o üç bölgenin toplamında halk oylamasına iştirak yüzde 61 oldu. Güneydoğu Anadolu’da BDP’nin boykotu başarılı oldu ve katılım yüzde 20’de kaldı ama... Doğu’da bu üç bölgede sandığa gitmeyenlerin hepsi de BDP’lilerden oluşmadı. Biraz önce söylediğim gibi, BDP’nin katılmaması, Türkleri de etkiledi. CHP’li ve MHP’li olan bir milyon civarındaki Türk taban da sandığa gitmedi. Zaten BDP’nin kitlesine acaba büyüdü mü küçüldü mü diye bakıyorsunuz.



Boykot kararıyla birlikte BDP’nin oyu, kitlesi büyüdü mü peki?

Büyümedi. Çünkü sandığa gitmeyenlerin hepsi BDP’nin tabanı değil. Sandığa gitmeyen CHP’li ve MHP’li taban BDP’ye hiç bir zaman oy vermeyecek bir taban. Zaten o üç bölgeden 3 milyon 700 bin ‘Evet’ çıkacakken, 3 milyon 710 bin ‘Evet’ çıkmış. ‘Evet’ oyunu verenler de AKP’liler. Peki, ne azalmış? ‘Hayır’ oyu 900 bin eksik çıkmış! Dolayısıyla BDP de, Ak Partisi de bu üç bölgede tabanlarını korudu. Boykotun referanduma etkisi ise ‘Hayır’ oyunun eksik çıkması oldu.



Peki, BDP boykot kararını hiç almasaydı, sonuç ne olurdu?

Tabii ki ‘Evet’ler artardı. Çünkü BDP’nin seçmeni ‘Evet’ oyu verecekti. Bu anayasa değişikliklerine ‘Hayır’ diyecek halleri yoktu çünkü. 2,5-3 milyon BDP’linin ‘Evet’ diyeceğini varsayarsak, ‘Evet’in oranı yüzde 60 küsur olurdu. BDP büyük yanlış yaptı. Anayasa’yla beraber olacaktı ve halkına dönüp, “Ben bu anayasanın sahibiyim. Ben Türkiye siyasetinde etkili oldum. Kilit parti oldum” diyecekti. Bunu diyemedi. Bu kilit parti olma imkânını kaybetti. Kilit rolünü yitirdi.



Referandum sonuçlarına bakarak Türkiye’nin üçe bölündüğü söyleniyor. Üçe mi bölündü gerçekten?

Türkiye dört sene evvel hangi yapıdaysa, o yapı güçlenerek devam ediyor. “Sahiller...” gibi laflar, büyük rakamlara bakılarak yapılan büyük konuşmalardır. Doğu’da üç bölgede boykot vardı. Orayı ayırıp, 12 bölgeden oluşan Türkiye’deki durumu geri kalan dokuz bölgeyi ölçü alarak analiz edersek ve rakamları kıyaslarsak...



O zaman bölünme çıkmıyor mu ortaya?

Çıkmıyor. Türkiye’de bölünme falan yok. Aksine bütünleşiyor Türkiye. Bakın... Gerçeğe ulaşmak ve gerçekleri konuşmak için rakamları mukayese etmek lazım. Rakamları karşılaştırdığında, Ak Partisi’nin Türkiye’nin içine daha da fazla girdiği ortaya çıkıyor. Ak Partisi Türkiye’nin kılcal damarlarına şimdi daha da yayıldı. Bu yüzden referandumda Türkiye bölünmedi, aksine bütünleşti. Çıkan sonuç şu. Ak Partisi Türkiye’ye yayılıyor.



Peki, CHP ve MHP ne oluyor?

CHP ve MHP’nin oyları bazı yerlerde artıyor olsa bile, bu artış ülkeye yayılmaktan ötürü değil, bulunduğu alanda daha da yoğunlaşmaktan ötürü gerçekleşiyor. Yani Ak Partisi yayılıyor, CHP ve MHP yoğunlaşıyor. Mesela İstanbul’da, Bakırköy, Beşiktaş ve Kadıköy’de yoğunlaşma yaşandı.



Yoğunlaşmak ne demektir?

Yoğunlaşmak yalnızlaşmak demektir. Kendisini ruhen yalnız ve başarısız hissediyor. Kendisini iktidara karşı zayıf görmeye başlıyor. Şunu da söylemek lazım... Kutuplaşmada iktidarın da çok önemli bir rolü var. Ak Partisi’nin kutuplaşmayı yumuşatması ve azaltması lazım. Ama bunu yapmıyor.



İktidar, kutuplaşmayı yumuşatmadığı halde oyunu arttırıyor. Daha önce Ak Parti’den korkan bir kesim, artık korkularından ve endişelerinden vaz mı geçiyor?

Ekonomik durum, sosyal politikalar, sağlık hizmetleri bunda etkili oluyor belki de. Ayrıca partinin örgütleri de müthiş çalışıyor. Çok sade bir örnek verelim. Şu anda bu apartmanın kapıcısının çocuğunun kolu kırıldı ve kapıcının hiç parası yok diyelim. Bu adam nereye giderse çare bulur? Bu adam bir tek Ak Partisi Kâğıthane’ye giderse çare bulur. CHP’ye giderse zaten o kapalıdır. Diğerleri de kapalıdır. Ak Partisi’nin kapısı insanlara açık. Bu milletin geleneğinde var olan dayanışmayı, camide yaşanan dayanışmayı, adam siyasette görüyor.



Neden sahillerde ‘Hayır’ daha fazla sizce?

Çünkü modern yaşam tarzına sahip olanlar, üniversite mezunları burada sayıca daha fazlalar. Biliyor musunuz, 44 yaş üstü kadınların yüzde 70’ten fazlası Halk Partilidir. Çünkü Cumhuriyet yetiştirdi onları.



MHP’nin orta Anadolu’daki oyları ne oldu?

MHP seçmenlerinin belli bir bölümünü kaybetti.



MHP tabanı AKP’ye mi kayıyor?

Evet, çok önemli bir kısmı AKP’ye kayıyor. CHP’ye çok azı kayıyor. Bu kayış kalıcı mı belli değil. Bu kayışın sürmemesi için, MHP’nin yönetiminin ve parti politikasının değişmesi, MHP’nin korku politikasını terk etmesi lazım. Bu referandumda ‘Hayır’ kampanyası gerçek dışı korkular üzerine kuruldu. Ama toplum korkmuyor. Hem niye korksun? Niçin korkacak ki halk?



AKP, MHP’nin oylarını çekebilmek için milliyetçiliğe abanır mı sizce?

Sanmıyorum. Milliyetçiliğe abanmadan referandumda bu neticeyi aldı. Sadece bazı konuşmalarında dikkatli davrandı ve bazılarında milliyetçilik vurgusu yaptı. İlave bir şey yapacağını sanmıyorum.



CHP, bu referandumda kaybetmiş sayılır mı?

Kaybetti tabii... Üstelik liderini de değiştirmişti.



Neden CHP başarılı olamadı?

Politikası çok yanlış. CHP’ye yakışan demokrasinin ve insan haklarının gelişmesini, AB üyeliğini desteklemektir, statükoya karşı çıkmaktır. Ama 1992’de tekrar kurulan CHP, Deniz’in başkanlığında tamamen oligarşik, statükocu bir partiye dönüştü. Demokrasiye ve AB’ye karşı olduğu için ve statükocu olduğu için de referandumda başarısız oldu. CHP, iç düzenlemesinde de demokratik bir parti olmadı. Zaten olmayı da istemedi. Ama referandum sonuçları, Türk halkının demokrasi istediğini gösteriyor. Belki halk bunu özgürlük, demokrasi diye anlatmıyor ama... Türk halkı komşusuyla kavga etmeden farklı olanla birarada yaşamak istiyor. Bunun altyapısı da demokrasidir işte.



Peki, ‘Hayır’ diyen yüzde 43 demokrasi istemiyor mu?

Türkiye’de şu çelişki var. Sizin, benim gibi insanların çoğunluğu, yaşam tarzında, kişisel özgürlükler konusunda, tatilinde, giyiminde fevkalade demokratlar ama siyasi olarak çok muhafazakârlar. “Gerekirse ordu idareye el koyabilir mi” diye sorduğunuzda, darbe istiyorlar, darbeye müsaade ediyorlar. Bunun nedeni de şeriattan korkuyorlar. Bu korkuyu anlamak lazım. Dedim ya... AKP bu algıyı değiştirmek için bir şey yapmıyor. Bakalım ne zaman yapacak?



Kılıçdaroğlu olmasaydı referandum sonuçları değişir miydi?

Deniz kalsaydı, ‘Evet’ler daha artardı.



CHP nereye kayıyor?

Nereye kaydığını anlamak için, 19 Temmuz 2011 sabahını beklemek, genel seçimden bir gün sonra CHP nereye gidecek diye bakmak lazım. Çünkü o zaman seçim yenilgisiyle uyanacaklar. Çünkü hem iktidar olamayacaklar hem de etkili olamayacaklar. Zira CHP doğru şeyler söylemiyor, doğru politikalar izlemiyor. Televizyon hariç Kılıçdaroğlu’nun mitinglerde ve toplantılarda yaptığı 104 konuşma var. Hepsi bende var. 104 konuşmasının içinde bir tane Kürt lafı yok hanımefendi! Bu ne demek? Böyle bir CHP olabilir mi?



Kılıçdaroğlu genel af önerisini Kürt demeden mi yaptı?

Evet. Herkes için af önerdi o. Ama bir gün önce ya da sonra kalktı, “ben bu adamları Yüce Divan’a göndereceğim” dedi. Ee kardeşim, herkesle birlikte onları da affediyorsun. Hep affedip hem de Yüce Divan’a mı göndereceksin? Bu nasıl bir siyaset?



Şimdi seçim olsa ne olur?

Bugün seçim olsa yüzde 42- 43’ün üzerinde bir oyla Ak Partisi kazanır ve iktidar olur. Yüzde 26-28 oyla CHP ikinci olur. MHP de yüzde 11-12’nin altında kalır. MHP baraj altı da olabilir. BDP de 6-7 oy alır.



Seçim tarihine kadar bu sonuçlar ne yönde değişir sizce?

CHP değişirse, Türkiye siyaseti de çok değişir, iktidar da değişebilir ve CHP iktidar olabilir ama... CHP Genel Sekreteri, şimdi seçim için hazırlık yaptıklarını söylüyor. Demek ki CHP değişmeyecek. CHP bu kadroyla değişmez zaten. Bu da, seçim sonuçlarında bir değişiklik olmayacak demektir.



Peki, yaptığınız aylık siyasal araştırmaların sonuçlarında CHP’nin oylarında belirgin bir değişiklik oldu mu?

Oldu. Haziranda Halk Partisi’nin oyu arttı. Yüzde 29-30 mertebesine çıktı. Çünkü mayıs sonunda Kılıçdaroğlu genel başkan oldu. Ama hemen sonraki aylarda Halk Partisi’nin oyu önce yüzde 28, sonra yüzde 26’ya düştü. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığıyla oylardaki ilk artış 9-10 puanlıktı. Çok büyük bir artıştı bu. Ama onun da oyu, temmuzdan itibaren düşmeye başladı.



Kılıçdaroğlu’nun niye bu kadar hızlı arttığını anlattınız. Peki, ne oldu da oyu hemen bu kadar hızlı düştü?

Bence bunun iki nedeni var. Bir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin teşkilatı ve yapısı. İki, yeni liderin o yapıyı değiştirme kararlılığını açıklamaması ve böyle bir gücünün olduğunu göstermemesi.



İnsanlar, “CHP’de lider değişti ama CHP gene değişmedi” diye mi düşündü?

Evet... İnsanlarda, “CHP’de lider değişti ama CHP değişebilecek mi?” kuşkusu doğdu birden bire. Çünkü Kemal Bey, dünyanın değiştiğini, kendisine sosyal demokrat diyen bir partinin değişim ihtiyacı içinde olduğunu, CHP’nin bugünkü gibi değişimin karşısında durmak yerine aksine değişimin liderliğini üstlenmesi gerektiğini göremedi.



Seçim sonuçlarını hangi olaylar etkiler?

Ekonomi etkiler... AKP’nin başarısında ekonominin payı büyük.



AKP, seçimlerde bu oyu alabilmek için seçmene ne vaat edecek?

Anayasa vaat edecek. Bir de bazı projelerin temellerini atacak. Bunu göre Ak Partisi Kürt meselesinde elinden geleni yapmaya çalışıyor. Hakkâri’deki olay olmasaydı BDP’yle toplantı yapacaklarmış!..



neseduzel@gmail.com

Alper Görmüş - Referandum ve Kürt meselesindeki Türk meselesi...

MEDYAİRONİK 21.09.2010


Alper Görmüş

Referandum ve Kürt meselesindeki Türk meselesi...



PKK ve Öcalan’la “hükümet”in değilse de “devlet”in görüşebileceğini Başbakan ve Cumhurbaşkanı düzeyinde kabul etmenin ve bunu referandumdan önce yapmanın politik riskleri üzerinde kelam etmenin manasızlığı açık. Neden? Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) yürüttüğü “ihanet” ve “teröre teslimiyet” propagandası, referandumda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) yenilgisine yol açabilirdi. Peki, hükümet buna rağmen neden hiç değilse referandumun sonucunu beklemedi ve bu görüşmelerin “normal” kabul edilmesi gerektiğini kamuoyuna açıkladı?

Bu, hiç kuşkusuz öylesine ağızdan kaçmış bir laftan ibaret olamazdı, mutlaka üzerinde düşünülüp taşınılmış sonra da dile getirilmiş olmalıydı ve zaten konuya ilişkin vurgulu tekrarlar da bundan başka bir ihtimale kapı aralamıyordu.

Ben, en az iki televizyon kanalında Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarını dinlemiş bir gazeteci olarak “neden şimdi” sorusuna cevap aramış, referandum öncesinde Yeni Aktüel için kaleme aldığım “Öcalan’la görüşme reddedilmedi, bakalım ne olacak?” başlıklı yazıda bu soruya kendimce bir cevap bulmuştum... Bana göre, Erdoğan ve hükümet böylece bu türden görüşmeleri de referanduma sunmuş olacaklardı. Referandum öncesinde kaleme aldığım o yazıdan birkaç paragraf aktarayım:





Referandumda Öcalan-devlet görüşmeleri de oylandı



“Önce PKK liderlerinden Murat Karayılan açıkladı: ‘Devlet ateşkes istedi, biz de uyduk...’ Ardından Abdullah Öcalan benzer şeyler söyledi.



“Muhalefet partileri, bu açıklamalardaki ‘devlet’ vurgusunu ‘hükümet’ olarak okumayı tercih ettiler ve bütün oklarını siyasi iktidara yönelttiler. Başbakan Erdoğan hükümetin doğrudan bir görüşme yapmadığını çok sert ifadelerle duyurdu ama, ortalık biraz yatışınca ‘devlet’ adına bu tür görüşmelerin yapıldığını kabul etti. Benzer bir ima Cumhurbaşkanı Gül’den geldi.



“Bu bana çok önemli görünüyor. Siyaseten ‘doğru’ davranış hiç değilse referanduma kadar ‘ispatlayamayan şerefsizdir’e demir atmak iken, hükümet neden böyle yaptı? Böyle yapmakla, ‘devlet’in bu türden görüşmeler yapması da referanduma sunulmuş olmuyor mu?



“Bana öyle geliyor ki, hükümet bu tavrın bu anlama geleceğini bilerek böyle yaptı. Yani: Referandumda ‘Evet’ çıkarsa, bu bir anlamda ‘görüşmelere de evet’ anlamına gelecek. Bakalım ne olacak?”



“Kürt meselesindeki Türk meselesi” nedir?

Biliyorsunuz, bir Kürt meselemiz olduğunu nihayet kabul ettikten hemen sonra bu kabulün yanıbaşına bir de rezerv ekledik: “Ama Kürt meselesinin çözümünü tartışırken Türklerin hassasiyetlerini de unutmamalıyız...”

“Kürt meselesindeki Türk meselesi ve Türk hassasiyeti”, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi özellikle “terör örgütünü muhatap alma, onunla görüşme” noktasında ortaya çıkıyor, bunun “kabul edilemezliği”ni vurgulamak için kullanılıyor.

Kürtlerin PKK’ya ve Öcalan’a teveccühü arttıkça, hassasiyet sahipleri bu “yanlış sevgi” karşısında çıldırıyor, PKK ve Öcalan’a duydukları öfkeyi Kürtlere de yansıtıyorlar; bu büyük sorunun görüşmeler olmaksızın çözülemeyeceğine dair görüşler yaygınlaştıkça öfkeleri daha da büyüyor.

Oysa Kürtlerin PKK’ya ve Öcalan’a teveccühünde anlaşılmayacak bir şey yok. İlaveten: Bu teveccühü anlamadan ve kabul etmeden Kürt meselesinde artık mesafe kat edemeyeceğimiz bir noktaya geldik.

Ben, bu tesbitleri ilk olarak 2008 eylülünde, Başbakan Erdoğan’ın Demokratik Toplum Partisi’ni PKK’ya “terörist” demesi için zorladığı günlerde yapmış, şöyle demiştim:



“Türkiye’nin Kürt sorunu, bütün kimlik sorunları gibi, çözümsüz geçen her günün ‘psikoloji’yi başat konuma sürüklediği bir karaktere sahip. Aslında kendisini ‘haksızlığa’ uğramış ya da ‘kurban’ hisseden herkeste, her toplulukta ve her toplumda rastlanan tipik bir durumdur bu. Haksızlığa uğradığına ya da kendisine bir kötülük yapıldığına inanan birini asıl, ortada hiçbir ‘kötü fiil’in bulunmadığı propagandası, yani ‘inkâr’ kahreder. Mağdur, böyle durumlarda bütün gücünü kötülüğü şeffaf hale getirmeye harcar ve bu yolla kendisine kötülük yapanı itirafa zorlar.



“Bu durumda mağdurun kırılgan yapısının tedavisine nereden başlanması gerektiği çok açık: Haksızlığın kabulü... Aynı şekilde kırılgan yapıyı daha da kırılganlaştırmak için yapılacak şey de açık: İnkâra devam.

Bu ülkedeki Kürt kimliğinin inkârıyla geçen onlarca yıldan sonra nihayet gelen birkaç gönül alıcı sözün Kürtler üzerindeki olumlu etkisi düşünülürse, ‘psikoloji’nin önemi daha iyi anlaşılır.



“Psikolojiyi işin içine katmaksızın DTP’nin PKK’ya ‘terörist’ dememesi meselesini de anlayamayız. Şurada yüz yüze bakıyoruz, Kürtlerin, yukarıda işaret ettiğim ‘birkaç gönül alıcı söz’ün bile PKK sayesinde edilebildiğine inanmaması için bir neden var mı? Zor oyunu bozmasaydı, bugünkü resmî tezimizin 1970’lerdekinden, 80’lerdekinden farklı olacağının bir garantisi var mı? Kürtlere, ‘PKK olmasaydı da Türkiye Cumhuriyeti temsilcileri Kürt kimliğini tanıdıklarını ilan ederlerdi’ deseniz, Kürtler buna inanır mı?



“Peki, şimdiki, ‘Kürtler PKK’ya terörist desin’ talebini, Kürtlerin, ‘Tamam, PKK zor kullanarak sizin adınıza bazı şeyler elde etti, ama artık onu satın, satarsanız size bir şeyler daha veririm’ şeklinde algıladığını bilmiyor muyuz? Böyle bir şey yapan bir insan kendini onurlu bir insan olarak hissetmeye devam edebilir mi?”



“Açılım”lar, “görüşme”ler nasıl berhava olmaz?

O yazıya gelen küfürlü mektuplar, “Kürt meselesindeki Türk meselesi”nin ne kadar ciddi bir mesele olduğunu gözler önüne seriyordu: Mektup sahiplerine göre, değil mi ki PKK “binlerce şehit”in müsebbibiydi, değil mi ki araya kan girmişti, bu mesele artık öyle görüşerek falan çözülemezdi.

Hoş ben, “Türk meselesi”nin ne kadar ciddi olduğunu o mektupları almadan da, o küfürleri yemeden de biliyordum ama o tarihten sonra konuya ilgim daha da arttı ve zaman zaman konu üzerine yazdım.

İşte bu nedenle, Başbakan Erdoğan’ın referandumdan önce, üstelik “Türk meselesi”nin yapılan yoğun propagandalarla zirvedeymiş gibi göründüğü bir sırada “Devlet PKK’yla da Öcalan’la da görüşebilir” anlamındaki çıkışlarını hem çok riskli hem çok cesur bulmuştum.

Referandumda “Evet” oylarının ulaştığı oranı gördükten sonra, eline böyle bir ehliyet almış hükümetin herkesi şaşırtacak çok cesur adımlar atacağına inanmıştım ben. Haliyle, bu tablonun ortasına düşen Hakkâri provokasyonunun da (kim yapmışsa yapmış, fark etmez) Barış ve Demokrasi Partisi’yle yapılması planlanan görüşmeleri berhava edemeyeceğini düşünmüştüm.

Yanıldığımı gördüm ve bir kez daha anladım ki, hükümet, a) halkın kendisine sunduğu ehliyete rağmen hâlâ yeteri kadar cesur değildir, b) “Kürt meselesindeki Türk meselesi”nin yaratacağı komplikasyonlardan hâlâ ciddi bir biçimde korkmaktadır.

Hemen söyleyeyim: Referandumdaki açık icazete rağmen, hükümetin atacağı her adımın gerek devlet gerek toplum içinde çok sert bir direnç göreceği hususunda hiçbir kuşkum yok.

Çünkü bugün toplumda milyonlarca insan “Kürt sorunu”nun PKK’nın eylemleriyle birlikte 1983’te başladığına; onların da sırf “kötülük” olsun diye dağa çıkıp insan öldürmeye karar verdiklerine inanıyor. Ne ondan önce “ora”larda neler olduğunu biliyor, ne Diyarbakır Cezaevi’ni biliyor, ne de 1990’lardaki faili meçhuller dönemini biliyor...

Şurası çok açık: “Kürt sorunundaki Türk sorunu” özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunudur.

“Kürt sorunundaki Türk sorunu”nu aşabilmek için Türklere “ora”da ne olduğunu anlatacak bir medyaya ve böyle bir medyayı yüreklendirecek bir iktidara (ve siyasete) ihtiyacımız var.

Bunu başaramazsak, her açılım, her görüşme girişimi “Türk hassasiyeti”ne çarpar ve dağılır.

Bir sonraki yazıda, niyeti olan bir medyanın ve iktidarın bu çerçevede neler yapabileceği üzerine yazacağım.

Alper Görmüş - Kürt sorunundaki Türk sorunu nasıl çözülür

MEDYAİRONİK 24.09.2010


Alper Görmüş

Kürt sorunundaki Türk sorunu nasıl çözülür


Bir şeye duyulan kuvvetli inanç ve ondan kaynaklanan güçlü haklılık duygusu; aynı inanca ve duyguya başkalarının da kolayca ulaşabileceğini (ahlaken ulaşması gerektiğini) düşündürttüğü ölçüde, o inancın-duygunun daha geniş çevreler tarafından benimsenmesinin önünde bir engel teşkil edebilir...

Diyelim, işgal edilmiş bir ülkede kararlı bir direnişçisiniz ve düşmana direnmeyi basit bir ahlaki zorunluluk olarak görüyorsunuz. Oysa sizin için bu kadar net olan durum, herkes için o kadar da net olmayabilir. Onları ikna edebilmek için gayret sarf etmeniz, başka argümanlar geliştirmeniz gerekebilir. Fakat siz herkesin kendiliğinden “ahlaklı” bir tavır geliştirmesini beklediğiniz için böyle bir çaba göstermezsiniz; bu da pek tabii direnişçi saflarının genişlemesinin önünde bir engel teşkil edebilir.

Bu çerçevede hakiki bir örnek, 12 Eylül’ü halk nezdinde (de) mahkûm etmek için girişilen mücadelenin neden bir türlü istenen sonucu vermediğine dairdir...

Daha önce de yazmıştım, bunun nedeni, 12 Eylül’ü sadece 12 Eylül’ün zalimlikleriyle teşhir etmeye çalışmaktı. Bu, “eksik” bir teşhirdi.

Sol, 12 Eylül faşizmi karşısında kesin olarak yenildikten sonra, onu teşhir etmede de yanlış (eksik) bir siyaset izledi. Zannetti ki, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halk da bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyecek. Bu beklentinin karşılık bulmamasının temel nedeni, halkın, 12 Eylül’ün, başka çare kalmadığı için yapıldığına inanmasıydı.

Toplumlar, böyle koşullarda, otoriteyi (“istikrarı?”) sağlayan kuvvete çok geniş bir kredi tanırlar; o kuvvetin otoriteyi sağlamak için şiddet kullanmasını da meşru sayarlar.

Bu zincirin (halkta rıza yaratma sürecinin) kırılmasının tek bir yolu vardı: Kendisine kredi verilen gücün bizzat o kargaşanın aktörlerinden biri olduğunun, kargaşaya iktidar için bilerek göz yumduğunun ve kargaşayı kışkırttığının gösterilmesi...

Çeşitli nedenlerle bu yapılmadı ve işte bu yüzden 12 Eylül, halk nezdinde hiçbir zaman tam olarak mahkûm edilemedi; referandumdaki “yüzde 58”e rağmen söylüyorum bunu.



“Kürtlere ne yaptık ki, dağa çıkıyorlar?”

Salı günkü yazımda “Kürt sorunundaki Türk sorunu”nu özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunu olarak tarif etmiştim.

Kürtlere Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle de 12 Eylül’den sonra büyük haksızlıklar, hukuksuzluklar, kötülükler yapıldığına inanan sınırlı sayıda Türk, tıpkı işgal edilmiş bir ülkedeki direnişçilerin haklılık duygusuna benzer bir duyguyla bu inançlarının herkes tarafından paylaşılmasını bekledi. Oysa onlar için bu kadar net olan durum, bütün Türkler için o kadar da net değildi. Düşünmüyorlardı ki, sahip oldukları duyarlılık, sahip oldukları bilgiden kaynaklanıyordu ve geniş Türk kesimler o bilgiden mahrumdu. Yapmaları gereken şey, o bilgiyi bıkmadan, usanmadan kendileri dışındaki Türklere de taşımaktı. Bunu yapmazlarsa, bilgisizliğin duyarsızlığa, duyarsızlığın kibre dönüşüp bir “Türk sorunu” olarak karşılarına çıkacağını öngörememişlerdi.

Şimdi yaşadığımız odur işte: Kürt sorunundaki Türk sorunu, Türklerin, ortada ciddi hiçbir neden yokken Kürtlerin sırf kötülük olsun diye dağa çıkmalarına inanmaları sorunudur.

Geçen yazıda, “Kürt sorunundaki Türk sorununu aşabilmek için Türklere ‘ora’da ne olduğunu anlatacak bir medyaya ve böyle bir medyayı yüreklendirecek bir iktidara (ve siyasete) ihtiyacımız var” demiştim.

Ben, bilhassa medya açısından bazen böyle hayallere kaptırıyorum kendimi... Mesela Diyarbakır cezaevi gerçeğine ilişkin büyük basında çıkan ilk söyleşiyi (Radikal, Neşe Düzel’in Selim Dindar’la 2003’te yaptığı söyleşi) okuduğumda da aynı hayali kurmuş, şöyle demiştim:

“(...) Vakit hâlâ geç değildir ve o günleri bize anlatmaya başlayacak bir yayıncılık, bu ülkenin demokratikleşmesi için tayin edici önemdedir... Radikal ve Neşe Düzel sağ olsunlar, onlara ne kadar teşekkür etsek az olur ama bu gazetenin eti ne budu ne? Öyleyse hadi bakalım bu ülkenin büyük televizyonları ve büyük kanalları... Hadi cesaret...”

Benim bu satırları yazdığım gazetenin bağlı olduğu kurum, o satırlardan üç-beş ay sonra bir televizyon kanalı kurma kararı aldı. Hazırlık toplantılarından birine ben de katıldım. Kanalın, Türkiye’nin en temel sorunları üzerinde farkındalık yaratma amacıyla kurulacağı söylendiğinde, hatırlıyorum, çok heyecanlandım. O heyecanla, Serbestî dergisinin yayımladığı, aralarında Selim Dindar’ınkinin de bulunduğu Diyarbakır cezaevi tanıklıklarının televizyon versiyonunu uzun soluklu bir program olarak yayınlamayı önerdim. Tahmin edeceğiniz gibi toplantı salonu buz gibi oldu, konu açılmadan kapandı.



Bilgi sahibi olmadan duyarlılık sahibi olunamaz

Medya öyle de siyaset çok mu farklı? 78’liler Vakfı, yıllar süren bir çalışmayla Diyarbakır cezaevi tanıklıklarını belgeledi. Girişimin sözcüsü Celalettin Can, referandum tartışmaları sırasında, belgeselin tamamlanması ve yayını için ilgili bakanlıklardan destek aradıklarını, fakat bu desteğin kendilerine verilmediğini anlatmıştı.

Televizyon dizisi Bu Kalp Seni Unutur mu’yu hatırlayın... Oradaki, Diyarbakır cezaevini anlatan birkaç kare bile ne kadar büyük bir etki yapmıştı.

Belki bıktınız ama ben tekrar edeceğim: Kürt sorunundaki Türk sorunu, bizim bildiğimizi başkalarının da bilmesini sağlayarak aşılabilir... Bilgi sahibi olmadan duyarlılık sahibi olunamaz... “Ora”nın tarihine ilişkin bilgi sahibi olanlar, bu bilgiyi yaygın bir bilgi haline getirmek için yeteri kadar çalışmadılar. Oysa bıkmadan, usanmadan yapılmalıydı bu.

Evet, zaman zaman saman alevi gibi yanıp sönen girişimlere rastlıyoruz medyada, fakat bunlar yeterli olmuyor. Kürt sorunundaki Türk sorununun çözümü, hakiki hikâyeler anlatmaktan geçiyor, teorik kimlik tartışmalarından değil...

Emekli General Atilla Kıyat’ın 1990’lardaki faili meçhul cinayetlerin bir “devlet politikası” olduğuna dair açıklamalarının gazetelerde yer aldığı günlerde ben, bu tanıklığın Türklerin ikna sürecindeki önemini vurgulamak amacıyla “Atilla Kıyat, Türk sorununun çözümünü gösteriyor” diye not almışım.

Fakat ne yazık ki bu fırsat da kaçırıldı. Sorsanız, her gazete, her televizyon “biz verdik haberi” diyecektir. Verdiniz ama nasıl verdiniz? Benim gördüğüm kadarıyla, medyada, bu tanıklığın “Kürt sorunundaki Türk sorunu”nun çözümü açısından taşıdığı önemin farkında olanların sayısı üçü beşi geçmiyordu.

İhtiyacımız olan gazetecilik...

İnternet sitesi T24’te Selin Ongun imzasıyla yayınlanan “Güneydoğu’da neler oluyor” dizisini, hasretini çektiğim bir gazetecilik-habercilik anlayışının ete kemiğe bürünmüş hali olarak dikkatinize sunmak istiyorum.

Selin Ongun, referandumdan bir gün sonra bölgeye gitmiş, orada hemen hemen her kesimin sözcüleriyle konuşarak olağanüstü zenginlikte bir toplumsal-siyasi panorama derlemiş.

Selin Ongun’un dizisi beni neden bu kadar heyecanlandırdı? İki temel noktaya işaret edeceğim:

Her şeyden önce, muhabirin, okurların önüne gerçeğin tümünü sermekten ve kendi kararlarını ona bakarak vermelerini sağlamaktan başka hiçbir amacının olmadığını görmek heyecanlandırdı beni... Oysa biliyorsunuz, Türkiye gazeteciliğinde, bir meseleyi işlemeye başlarken öncelikle o meseledeki “doğru”nun ne olduğu tesbit edilir... Sorular ona göre hazırlanır; kim sıkıştırılacak, kime gollük paslar verilecek, onlar tesbit edilir ve işin sonunda mutlaka en başta tesbit edilen “doğru”lara ulaşılır.

Selin Ongun’un söyleşileri ise “okurların beynini iğfal gazeteciliği”ne bir reddiye mahiyetindeydi.

İkinci nokta: İstanbul gazetecileri, malum, sırf siyasi figürler üzerinden yürütüldüğü gerekçesiyle “Ankara gazeteciliği”ni eleştirirler... Fakat aynı şeyi, toplumsal boyutu çok önemli bazı haberlerde kendileri yaparlar ve bunun farkında bile olmazlar.

Öyle değil mi? Mesela Kürt meselesine ilişkin haberler hep siyasi figürler (parti ya da kişiler) üzerinden götürülmüyor mu?

Selin Ongun’un dizisi, Türkiye’nin en önemli meselesini toplumsal figürler ve aktörler üzerinden tartışmaya açtığı için de çok heyecanlandırdı beni.

Salı günü, bence bu dizinin en önemli yanlarından biri olan, PKK ile bölgedeki İslami yapılanmaları kapıştırma çabaları üzerine yazacağım.

Yasemin Çongar - PKK için sivilleşme vakti

YA DA 22.09.2010


Yasemin Çongar

PKK için sivilleşme vakti



PKK ve PKK’ya eklemlenmiş Kürt çevreleri önemli bir yol ayrımında: Ya silahlı mücadeleye aynen devam edecekler ya da ellerini tetikten çekip, Kürt halkının talepleri doğrultusunda siyaset yapacaklar, siyasetin sınırlarına tosladıkları yerde de sivil itaatsizlik eylemlerine yönelecekler...

Birinci seçenek, sadece ölmeye ve öldürmeye devam etmek anlamına gelmiyor; PKK’nın belki hiçbir zaman resmen kaybetmeyeceği ama asla da kazanamayacağı bir savaşı sürdürmesi, son kertede, Kürtlerin “eşit vatandaşlık” talebinin karşılanmasını geciktiren, bölgedeki özgürlük ve refah özleminin önüne set çeken bir işleve sahip. “Silah” bugün gelinen noktada, uğruna savaşıldığı iddia edilen şeyin elde edilmesini sağlamıyor artık, aksine bunu öteliyor, zorlaştırıyor.

Esasen, ikinci seçeneğin, yani siyaset kulvarının tam olarak kullanılabilmesinin önündeki en büyük engel de silahların susmaması. Savaş, Ankara’nın Kürtlere yönelik siyasetini köreltmekle kalmıyor, Kürtlerin siyasi ufkunu da daraltıyor. PKK’nın silahlı gücü ve bu gücü elinde tutan dağ kadrosunun tercihleri, örgütün yörüngesindeki Kürt siyasetçilerin seslerini kısıyor ve daha geniş bir tabana nüfuz etmelerini engelliyor.

Yürürlükteki “ateşkes,” siyasete yer açma, diyaloga imkân sağlama açısından olumlu bir fırsat belki. Ancak Ramazan’daki imam cinayetleriyle bizzat örgütün gerçekleştirdiği ihlal, yine dokuz can alan son mayınlı saldırıyla, örgütün (ya da devletin) içindeki bazı birimlerin yaptığı sabotaj gösteriyor ki, siyasetin sonuç alabilmesi için çok daha “sağlam” bir ateşkese ihtiyaç var. PKK tarafından daha kararlı ve daha kalıcı bir iradeyle ortaya konup desteklenecek, daha uzun süreli bir “eylemsizlik” uygulamasının başlatılması gerekiyor.

Burada, doğrudan ve bütün kapsamıyla, Kürt meselesinin çözümüne dönük siyasetten söz ediyorum. Dolayısıyla, BDP’nin Meclis’teki ve belediyelerdeki varlığının ötesindeki bir şey bu; Demokratik Toplum Kongresi’ni de aşan bir şey. PKK, istese de istemese de, bugün artık Kürt meselesinin çözümünde Kürt halkı adına taraf olanlar, PKK’yla ilişkili, örgüte eklemlenmiş çevrelerden ibaret değil. Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerine sahip çıkan çok daha geniş bir siyasi taban ve onun kanaat önderleri var. Silahların gölgesine rağmen PKK’dan farklı ses çıkarmayı göze alan bir Kürt sivil toplumu var. 12 eylül referandumu öncesinde, Kürt derneklerinin BDP’den farklı tavır alması, Kürt siyasetinin mevcut çoğulculaşmasının dışavurumuydu. Nitekim Tarhan Erdem’in araştırma sonuçları da, “Ben Kürdüm” diyen seçmenlerin yüzde 52’sinin “evetçi,” yüzde 34’ünün “boykotçu,” yüzde 13’ünün ise “hayırcı” olduğunu ortaya koydu.



İşte PKK için, silahları susturarak fiilen siyasallaşmanın, siyasi kanalların tıkandığı noktalarda da sivil itaatsizlik eylemlerine yönelmenin bugün artık “yegâne akılcı mücadele seçeneği” olarak belirmesi de bu ortamın sonucu. Bir yandan, devletin Apo’yla diyalogunun bugüne dek hiç olmadığı kadar geniş bir toplumsal kabule kavuştuğu, öte yandan, Kürt taleplerine sahip çıkan ama PKK’nın kontrolüne girmemiş bir sivil siyaset potansiyelinin, yine bugüne dek hiç olmadığı kadar güçlendiği bir ortamdayız. Başka deyişle, PKK siyasi alanda bir “güç” ve dolaylı da olsa bir “muhatap” olarak kabul görürken, bu siyasi alan, aynı zamanda, PKK’nın Kürtler arasındaki rakiplerinin de güçlenmesine, çeşitlenmesine, etkinleşmesine tanıklık ediyor.

Bu noktada, PKK akıllı davranabilse, İmralı inisiyatif alsa, dağ kadrolarının siyaseti silahla tıkaması uzun soluklu bir eylemsizlik süreciyle önlenebilse, hem Kürt meselesinin çözümünde daha hızlı adım atılabilir hem de örgütün, “dağdan iniş” sonrasında daha hızlı bir şekilde siyasete dahil olması sağlanabilir.



Aslında, PKK son dönemde “sivilleşme” yönünde bazı adımlar attı. Şahsen bana “akılsızca” da gelse, referandum boykotu bir tür sivil itaatsizlikti. Aynı şekilde, bugünlerde zayıf bir katılımla süren okul boykotu da meşru bir sivil itaatsizlik eylemidir. (Çocukların bu işten zarar gördüğüne inandığım için, okul boykotuna özel bir sempati duymuyorum ama ardındaki ‘anadilde eğitim talebi’nin yüzde yüz haklı olması ve yönteminin şiddet içermemesi nedeniyle bu eyleme saygım var.)

Bu iki boykot, eğer “sivil” sınırlar içinde tutulsaydı, PKK’nın silahsız bir güç denemesi olarak çok daha büyük saygı görebilirdi. Sorun, PKK’nın bir sivil itaatsizlik eylemini bile, silah tehdidiyle hayata geçirmek istemesinde yatıyor. Referandum öncesi, sandığa gidecek olanların sindirilmesine yönelik her çıkış, “evet” oyu vereceğini açıklayanlara yönelik her tehdit, örgütün sivil olgunluktan ne denli uzak olduğunun göstergesiydi. Aynı şekilde, eğitim boykotu gibi sivil bir eylemi, okulları ateşe vererek “destekleyen” PKK, bu yolla, eylemin ruhu kadar, mesajını ve etkisini de zayıflattığının farkında bile değil belki. Nitekim PKK’nın “siyasi rakip” saydığı imamları öldürmesi de, o imamların camilerini boykot etmek gibi kendi içinde yine “radikal” ama “sivil” bir seçeneğin örgütün aklına bile gelmediğini düşündürdü ve Apo, neden sonra, nihayet geçen hafta, “İmamları öldürmeyin, yalnızlaştırın” tavsiyesinde bulunarak bu seçeneği ortaya sürdü. Peki, silaha bunca tutsak bir örgütün sivilleşmesi nasıl mümkün olacak? (Bu konuya devam edeceğim...)

Yasemin Çongar - Eylemsizlik, sivilleşme, çözüm

YA DA 24.09.2010


Yasemin Çongar

Eylemsizlik, sivilleşme, çözüm


Evet’in hasadı başladı. Referandumda alınan yüzde 58’lik sonuç, Anayasa değişiklikleriyle vesayet sistemini delmenin yanı sıra, “yüzleşme” ve “barış” için elverişli bir siyasi ortamın oluşmasını sağladı. Bir bakıma, Başbakan’ın dediği oldu ve seçmen oylarıyla bir kapıyı açtı. O kapı, hem yeni Anayasa’ya giden yola çıkardı bizi, hem de Türkiye’nin en “derin” meseleleriyle yüzleşip en büyük derdine derman bulabilmek için yeni bir enerji sağladı.

Turgut Özal suikastı ile Eşref Bitlis’in şüpheli ölümünün bunca yıl sonra yeniden soruşturma konusu yapılması, bana göre basit tesadüflerin, rastgele demeçlerin bir sonucu değil... Bu dosyalar raftan iniyor, çünkü Türkiye’de değişimi talep eden birikim, 2000’li yıllarda yoğunlaşan Ergenekon soruşturmasını, on-yirmi yıl daha geriye taşıyıp, bir tür “proto-Ergenekon” (ilk Ergenekon) hesaplaşması başlatabilecek güçte artık.

Bu, sadece 12 Eylül darbesiyle değil, 28 Şubat’la da hesaplaşmak, sadece Özal’a yönelik başarısız suikasta değil, belki Özal’ın “şüpheli” ölümüne de yeniden bakmak; ve en önemlisi de, Türkiye’deki otuz yıllık “kirli” savaşın şikelerini, karanlık işbirliklerini, barış çabasının her defasında nasıl sabote edildiğini, kısacası bütün bir JİTEM tarihini ortaya çıkarmak için bir fırsattır. Yüzde 58’lik ‘evet,’ siyaset kurumu ve yargı içindeki demokrat aktörlerin, bu fırsatı kullanmalarını kolaylaştırdı.



Referandum, bir yandan “derin” bir yüzleşme için ortam hazırlarken, bir yandan da, siyaseti Kürt sorununda çözüm için gerekli cesur girişimlere amade kıldı. Erdoğan hükümetinin savaşı bitirecek adımları atması bugün, 12 Eylül 2010 öncesinde olduğundan çok daha kolay.

Nitekim dün Ankara’da Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, Selahattin Demirtaş ve diğer BDP yöneticileriyle görüşmesinden, karşılıklı olarak “çözüm mümkün” mesajı çıktı.

Bu görüşme sonrasında, uzun siyasi geçmişinin belki de en makul konuşmasını yapan Çiçek, barış arayışını gölgeleyecek hiçbir telaffuzda bulunmadı. Dahası, Hakkâri’nin Geçitli Köyü’nde dokuz can alan mayınlı saldırı ardından Ankara’dan gelen “acul“ açıklamaların aksine, Çiçek, ihtiyat payı bıraktı, PKK’yı suçlamak yerine, “kim yapmış olursa olsun” sözleriyle, bu saldırının daha “derin” bir nitelik taşıyabileceğini kavramış göründü.

Bugün, Aysel Tuğluk İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşecek. Ardından Başbakan Erdoğan’ın, “eski milletvekili” sıfatıyla Ahmet Türk’le konuşması bekleniyor. Bunlar, Kürt sorununda “çözüm” için gerekli, doğru adımlar... Hakkâri saldırısının bu adımları önlemesine izin verilmemiş olması da, en az görüşmelerin kendisi kadar önemli... Zira bu, barışa dönük diyalogun, şike baskınlarla, alçak pusularla sabote edilmesinin artık çok daha zor olacağını gösteriyor. Güçlükonak’tan Dağlıca’ya, Reşadiye’den Hantepe’ye, bu topraklardaki kirli savaş ittifakını ortaya koyan olaylardan çok şey öğrendik. Ankara’daki hükümeti ve asıl önemlisi bu toplumun (Türklerin ve Kürtlerin) çoğunluğunu, buna benzer şiddet eylemlerini kullanarak, çözümden caydırmak eskisi kadar kolay değil artık.



Öte yandan, mühim olan sahadır; “çözüm” masada konuşulur ama son kertede masada değil, sahada hayata geçer. Barışı sahada filizlendirmek için, hükümete, sivil-asker bürokrasiye, Kürt siyasetinin hem PKK yörüngesindeki hem de örgütten bağımsız temsilcilerine ve Türküyle Kürdüyle sivil topluma büyük görev düşüyor.



İlk adım, PKK’nın ateşkes kararının hakiki, güvenilir ve uzun süreli bir “eylemsizlik” sürecine dönüştürülmesidir ki, böylesi bir “süresiz ateşkes” ilanının kıyısında olabiliriz. Bu ilanı anlamlı kılacak olan şey de, devletin ve örgütün içindeki “derin” unsurlara, çözüm çabasını sabote etme şansı verilmemesidir. Eğer Abdullah Öcalan, PKK’nın silahlı unsurlarının sınırdışına çekilmesini sağlarsa, hem asker-gerilla karşılaşmaları önlenir hem de bölgedeki provokasyonlar çok daha kolay deşifre olur. Böyle bir “çekilme” çağrısı, dağdan iniş hedefi gerçekleştiğinde, yurda dönmek isteyecek silahsız örgüt mensuplarının topyekûn hareketini de mümkün kılar. Öcalan bu çekilmeyi sağlarsa, PKK’nın Türkiye’deki “siyasi” tabanını, sivilleşerek etkinleştirmesinin yolu açılacak; şiddeti dışlayan, direnişini “sivil itaatsizlik” sınırları içinde tutan bir PKK ile konuşulması da çok daha kolay olacaktır.

Bu noktada, ayrıca, Kürt siyasetinin ve sivil toplumunun PKK’nın yörüngesine girmeyi reddeden unsurlarının da güçlenmesini, çözüm sürecinde çok daha etkin ve görünür olmasını bekleyebiliriz ki, bence bu da bir yönüyle ‘evet’in hasadıdır. Ama nedeni ne olursa olsun, Kürt coğrafyasının çoksesliliğinin dışavurumu, PKK’yı da siyaset alanını daha etkin kullanmaya zorlayacaktır. Benzer şekilde, Ankara’nın “barış” hedefini ciddiye alarak, bu hedefe yönelik girişimlerin sabote edilmesine imkan vermeden iş yürüttüğü bir Türkiye’de, PKK’nın ölümden medet uman her eylemi, giderek kendi tabanında da kırılmalara yol açma potansiyeli taşıyor.

Son olarak, referandumun gösterdiği “yeni Anayasa” istikameti, Kürtlerin, kapsayıcı bir vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim hakkı gibi, özü “eşitlik” olan taleplerinin çözüm yerini de işaret ediyor. Dün Ankara’daki hükümet-BDP görüşmesinden sonra, hem Demirtaş hem Çiçek “yeni Anayasa” sözünü telaffuz ederek, bu gerçeğin farkında olduklarını yansıttılar.



AKP eğer Türkiye’de barışın kuruculuğunu yapmak istiyorsa, yeni Anayasa’nın Türkiye’deki hiçbir etnik, mezhepsel, dinî kimliğin kendisini “ikinci sınıf” hissetmesine imkân vermeyecek bir dille yazılması için çalışmalı. Ancak o zamana dek, hükümetin Kürt coğrafyasında “sivilleşmeyi” kolaylaştırmak adına yapabileceği başka şeyler de var. “Kürtçe eğitim” olanaklarının genişletilmesi yoluyla, “iki dillilik” hakkına resmen sahip çıkılması, bunların başında geliyor. Uluslararası “barış ustası” Martti Ahtisaari’nin Tuğba Tekerek’e söylediği “Türkiye’de yaşayan her Kürt iki dilli olabilmeli” sözünün hayata geçmesi için, bu toplumun (Kürdüyle Türküyle) kolayca benimseyebileceği bazı adımlar atmak, hele yüzde 58’den sonra, o kadar da zor değil.

Ahmet Altan - Ümit ve kuşku

KUM SAATİ 21.09.2010


Ahmet Altan

Ümit ve kuşku


Türkiye, büyük bir nehir gibi yatak değiştiriyor.

Bu kolay bir iş değil.

Sosyal yapı değişiyor, siyasi yapı değişiyor, ekonomik yapı değişiyor.

İki türlü direnç var bu değişime.

Birincisi, her değişimden ödü kopan zavallı küçük burjuvalar.

Tarhan Erdem’in deyimiyle “kararlı korkaklıklarına”, o her zamanki iki arada bir derede kalmışlıklarıyla bir “kahramanlık” madalyası takmaya uğraşıp, bu korkuyu bir “muhalefet” gibi sunmaya çalışıyorlar.

Ne, neye muhalefet ettiklerini biliyorlar, ne de neyin değişmekte olduğunu.

Bir zaman bu şaşkınlıklarını sürdürdükten sonra değişime ayak uydururlar, bütün dünyanın değiştiği bir çağda onların 19. Yüzyıl modeli,”biraz çocuksu, epeyce cahil” duruşlarının bir kıymet-i harbiyesi yok çünkü.

Asıl tehlikeli olanı, ikinci direnç kaynağı.

Bu Kemalist yapıdan, ülkenin sürekli içinde yaşadığı kaostan kendilerine hem iktidar, hem para sağlayan “karanlık bir koalisyon” var.

Gerginlikten, çatışmadan, savaştan, silahtan, uyuşturucudan büyük paralar kazanıyorlar.

Bu “koalisyonun” gücü çok azaldı ama tümden yok olmadı.

Her türlü melaneti yapabilirler.

Son sığınakları Kürt meselesi.

Bu meselenin çözülmemesi için bazen milliyetçilik, bazen ırkçılık adına, her demokratik adıma karşı çıkıyorlar.

Siyasi iktidarı hâlâ korkutabiliyorlar.

Hatta siyasi iktidarın içine bile sızmış olmaları kuvvetle muhtemel.

Biraz bu korkudan, biraz da aralarına sızmış olanların etkisinden, siyasi iktidar kararlı adımlar atamıyor.

Siyasi adımlar atamıyor ama “çözüm için” ciddi görüşmeler sürdürdüğü anlaşılıyor.

Abdullah Öcalan’ın fevkalade ilginç olan son açıklamaları bu görüşmelerin ipucunu veriyor zaten.

Hakkâri’deki “esrarengiz” saldırıya çok öfkelendiği anlaşılan Öcalan, bu “mayının” kendisini hedef aldığını vurgulayarak, “burada hedef, benimle yapılan görüşmeler de olabilir. Burada oldukça anlamlı görüşmeler oldu. Çok anlamlı sonuçları da olabilirdi. Tam bu esnada Hakkâri’de bu patlamanın olması oldukça düşündürücü” diyor.

Bizim ünlü ”balıkçı”, İmralı’daki görüşmelerde bir “barış takviminin” belirlenmesinin söz konusu olduğunu söylüyor.

Anlaşılıyor ki çok önemli gelişmelerin eşiğindeyiz.

Bu eşiği aşabildiğimizde Türk, Kürt herkes rahat bir soluk alıp yeni bir hayata başlayacak.

Bu ihtimal, “barıştan” ödü kopanları hareketlendiriyor.

Dörtyol’da, PKK’nın ve JİTEM’in işin içinde olduğu büyük bir provokasyonla karşılaşıyoruz.

Ardından, Hakkâri’de bir minibüsün havaya uçurulması geliyor.

Minibüsü havaya uçuran mayını kimin patlattığı belli değil.

Bu patlamadan sonra, “saldırganları yakalamak” için hiçbir operasyonunun yapılmaması, devlet tarafından birilerinin bu saldırıyı yaptığını ya da koruduğunu gösteriyor.

Öcalan, bu konuda herkesten daha cesur ve daha net açıklamalar yapıyor.

“Bu olayı PKK’nın içinde de, devletin içinde de birileri gerçekleştirmiş olabilir. Ben iki tarafa da şüpheci yaklaşıyorum. Halkımız çift taraflı provokasyonlara karşı uyanık olmalı, sadece devletten gelen provokasyona değil PKK kaynaklı provokasyona karşı da uyanık olmalıdır.”

PKK’nın kurucusu bundan öte ne söyleyebilir?

“Bizim ordu ne yaparsa doğru yapar, eleştiren haindir” diyen Türk ulusalcıları ile “bizim PKK ne yaparsa doğru yapar, eleştiren haindir” diyen Kürt ulusalcıları arasında, bu savaştan çıkarı olanlar vardır, onlara söylenecek bir söz yok.

Ama barışı samimiyetle isteyenlerin, her silahlı örgüte, her silahlı eyleme kuşkuyla bakması gereken bir dönemden geçiyoruz.

İki taraftan da “provokasyon” yapılabileceği gibi, “birlikte” bu işi kotaracaklar da çıkabilir.

Kürtler Öcalan’ın sözlerini, Türkler “karakol baskınlarıyla” ilgili ortaya çıkan belgeleri unutmasınlar.

Her fikrin, her önerinin, her talebin rahatlıkla konuşulabildiği bir ortamda silahların patlamasına ihtiyaç yok.

Barışı, artık silahsız da elde edebiliriz.

PKK’nın ateşkesi uzatması, devletin Öcalan’la çok ciddi görüşmeler yapması, savaş isteyenler kadar iki tarafta “barış” isteyenlerin de olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin Kürt meselesini eşitlik, özgürlük, adalet ve hakkaniyet içinde çözüp barışa ulaşması için elimizden geleni hep birlikte yapmalıyız.

Yeter ki çeşitli kılıklardaki “insan düşmanı” savaşseverlere karşı dikkatli olalım.

Ahmet Altan - Skandal ve mektup

KUM SAATİ 22.09.2010


Ahmet Altan

Skandal ve mektup



Ortadan kaybolan bakterili on iki ton hamburger eti meselesi, içine Tarım Bakanlığı Teftiş Kurulu’nu da alarak büyük bir skandal olmaya doğru ilerliyor.

Teftiş Kurulu Başkanı, altında imzası olan soruşturmadan haberi olmadığını söylüyor.

Kazım Çeliker’in ortaya çıkardığı bu skandalın belgelerini Ekonomi sayfalarımızda okuyacaksınız.

Burger King’in gazeteye gönderdiği açıklamayı da aynı sayfalarda yayımlıyoruz.

Ben de Koç Holding Gıda Grubu Başkanı Ömer Bozer’in TAT AŞ Genel Müdürü Güçlü Toker ile birlikte yazdığı bir mektup aldım.

Ürünün baştan sona izlenebildiği “yegâne” tesisin Maret olduğunu söylemesi, sanırım et sanayiinin tümünün gözden geçirilmesi gerektiğini de ortaya koyuyor.

Halk sağlığına hiç aldırmayan bir sistemin varlığı bu skandalla ortaya çıkıyor.

İşin derinine girdikçe başka ürkütücü gerçeklerle de karşılaşacağımız anlaşılıyor.

Bütün bu açıklamalara rağmen “on iki ton zehirli et” hâlâ kayıp ve bulunamıyor.

Bozer’in mektubunu aynen yayımlıyorum.

“Sayın Ahmet Altan

Gazetenizin geçtiğimiz pazar günkü sayısında ‘Hamburger ve Anayasa’ başlıklı yazı ile ilgili olarak bilgilendirme gereği duydum.

Maret tesislerinde Burger King için üretilen hamburger pateleri, her parti için her türlü laboratuar analizi yapılıp sonuçları temiz çıktıktan sonra tesis kapısında Burger King tedarikçisi Fasdat şirketine teslim edilmektedir. Tüm analiz raporları şirkette yıllardır mevcuttur. Bu şekilde teslim edilen hamburger patelerinde bakteri yoktur, olmamıştır.

Bu teslimattan sonra tedarik zincirinde (nakliye, depolama, müşteriye sunma) oluşabilecek aksaklıklar, bozukluklar nedeniyle bu malların kontamine olmasından Maret tesisi sorumlu değildir.

Burger King hamburger patesi tedarikini çeşitli firmalardan yapmaktadır. Haberinizde de belirtildiği gibi bu firmalardan bir tanesinin malında kontaminasyon tesbit edilmiştir. Bu etlerin imha edilip edilmediği haberinize göre müphem kalmış bir konudur. (Bu yüzden bu firma ile Burger King arasında bir husumet oluştuğu anlaşılmaktadır.)

Söz konusu bakteriler, ortamdan kolaylıkla bulaşabilmekte ve sağlam malları da kontamine edebilmektedir. Burger King için üretilen hamburger patelerinin, kendi istekleri doğrultusunda, ayni tip (her üretici için) karton kolilerde, herhangi bir koruma bariyerini haiz olmayacak şekilde paketlendiği ve tüm üreticilerin mallarının aynı ortamda Fasdat tarafından depolandığı göz önünde bulundurulur ise bu bulaşmanın daha da kolay olacağı anlaşılır. Dana dilimli jambon ürününde de yapılan analizin pozitif olduğu söylenmektedir. Bu ürün yüksek ısıda işlem görmektedir. Bahsi gecen bakterinin bu sıcaklıkta teknik ve bilimsel olarak yaşamasına imkân yoktur. Bu da kontaminasyonun daha sonra oluştuğuna dair bir gösterge olarak kabul edilebilir.

Biz ürünlerimizin kontrolümüz altında bulunduğu her aşamasından sorumluyuz. Teslim ettiğimiz her üretimden örnek alarak analiz yapmakta ve ancak parametrelere uygun oldukları tesbit edildikten sonra müşterilere teslim etmekteyiz. Bu raporlar hem bizde saklanmakta hem de müşteriye ibraz edilmektedir. Bahsi geçen ve bakteri bulunan hamburger patelerinin HİÇ BİRİ Maret işletmesinden alınmamıştır, yapıldığı söylenen paralel kontrol da yine bu tedarikçinin deposundaki maldan yapılmıştır.

Tesislerimiz muntazaman gerek Tarım Bakanlığı gerekse yabancı denetleme şirketleri tarafından periodik olarak kontrol edilmektedir. Bu kontrollerde risk analizleri yapılmakta, buna göre gerekli önleyici tedbirler alınmaktadır. Dünyadaki gelişmeler yakından takip edilmektedir. Bu sayede 25 yıldır birçok çeşit et ürününü sağlıklı bir şekilde halkımıza sunmaktayız. Markamız ve Koç grubu şirketi olmamız sorumluluğumuzu daha da arttırmaktadır. Tesislerimizin her an denetime açık olduğunun da bilinmesini arzu ederiz.

Kanaatimiz odur ki, halk sağlığını etkileme imkânı olan bu nevi bir olay ile karşılaşıldığı zaman tedarik zincirin her safhasının yetkili merciler tarafından denetlenip problemin kaynağının tesbit edilmesi ve gerekli önlemlerin ivedilikle alınması hususundaki prosedürlerin net ve hazır olması faydalı olacaktır.

Türkiye’de besideki hayvandan depodaki mamule kadar izlenebilirliğin olduğu yegâne tesisin bu işin içerisine anlamsız ve haksız bir şekilde çekilmesi çabaları üzücü ve vahimdir.

Bilgilerinize sunarım

Saygılarımla”