9 Aralık 2010 Perşembe

Oya Baydar - İnsanın Halleri: İşkenceci

05.10.2010

Ne zamandır insanın halleri üzerine yazmak vardı aklımda: İnsanın aşık hali, kıskanç hali, taraftar, militan, inançlı, mümin hali, münkir, inançsız, tanrısız hali, muktedir ya da mağdur, zalim ya da mazlum, hain ya da kahraman, vb. halleri... Etten kemikten olup da sadece maddeden ibaret olmaya isyan eden; yaşamını açıklamak ve anlamlandırmak için tanrı arayışına giren, inançlar peşinde koşan; öleceğini bilip de ölümsüzlüğü arayan şu insan denen karmaşık varlık bütün bu hallerin bir toplamı değil mi?



İnsanın zalimliğinin simgesi olan “işkenceci” hali, şu günlerde Hanefi Avcı vakası nedeniyle aklımı kurcalar oldu. Avcı’nın kişiliği, çoğunlukla erdemli ve olumlu yanlarıyla anlatılırken, üzerinde en az durulan, hatta geçiştirilen onun bir zamanlarki işkenceci kimliğiydi. Medyanın da gayretleriyle adamcağızın mahremine girildi; eş hali, sevgili hali sergilendi, özel hayatı didik didik edildi, ama geçmişinin parçası olan işkenceci hali es geçildi.



Hanefi Avcı’nın yanında saf tutarak onun masumiyetini (ki ben de suçlandığı örgüt bağlantısını inandırıcı bulmuyorum), karşısına aldığı “cemaat”in komplosuna kurban gittiğini (ki işin bir yanı da bu olabilir pekâlâ), namuslu ve cesur bir devlet görevlisi, güvenilir bir istihbaratçı olduğunu (benden söylemesi, siz siz olun istihbaratçılarla muhbirlerin en iyisine de güvenmeyin), Susurluk sırasında karanlık ilişkileri ortaya çıkarmaya çalışırken susturulduğunu, üzerinde şaibe olmadığını ve olamayacağını inanarak ve inandırarak savunanlar, Avcı’nın kimliğinin, kişiliğinin bu yanına hiç değinmediler, ya da işkence ettiği kişilerden özür dilediğini söyleyerek onun erdemlerine bir erdem daha kattılar. Hanefi Avcı’yı karalamaya baştan niyetli, onun suçluluğuna yargıdan çok önce peşinen hükmetmiş cemaat veya siyaset erbabının, karşı cephede saf tutmuş olanların tavrı daha da ilgiçti. Dikkatleri onun özel hayatına, duygusal ilişkilerine çekiyorlardı (ki ayıp, vicdansız ve haksız). Aleyhinde olabilecek, kuşku doğuracak delilleri öne çıkarıyorlardı (ki basına yansıdığı kadarıyla bunlar pek de az değil). Hele de kitabında, ucunun Ergenekon sanıklarından bazılarına dayandığı artık kamuoyu vicdanında tartışmasız hale gelmiş Hrant Dink suikasti, Danıştay cinayeti, vb. apaçık derin cinayetleri sıradan adli olaylar gibi göstermesini güvenilmezliğine ve “müfteriliğine” kanıt olarak sunuyorlardı. Avcı’nın işkenceci geçmişinin onlar için de önemi yoktu.



Konuya kötüyle iyiyi, hayır ile şerri, erdem ile melaneti varlığında birarada bulunduran insan açısından yaklaşmayı yeğliyorum ben: Yani siyasetin ve siyasi ideolojik cephe savaşlarının ötesinde, insan ve vicdan ölçütleriyle. O zaman da Hanefi Avcı olayında işkenceci geçmiş beni çok ilgilendiriyor, bir çeşit anahtar işlevi görüyor.



İnsan canını sıkan, kendisine engel olan, tehdit eden, huzurunu bozan varlıklardan kurtulmaya çalışır. Bunun en uç şekli öldürmektir. Yemeğinize dadanan sineği öldürmekten, bahçenize dadanan ineği vurmaktan, kurtulmaya çalıştığınız kişiyi öldürmeye kadar giden duygu ve fiil hep aynıdır: Yok ederek kurtulmak isteği... En eski ahlak normları derlemesi sayılabilecek On Emir’in ilk maddesi, “öldürmeyeceksin”dir. En büyük suç ve günah bu. Ama öldürme fiilini haklı görmek asla değil, ama açıklayabilmek yine de mümkün. İşkence ise büsbütün farklı, açıklanması daha zor; sadece insanın vahşi doğasının ve ötekine acı çektirme iğrençliğinin yansıması olan bir edim. Çünkü ister hasta ruhlu olsun, isterse işkenceyi -ama devlet, ama örgüt-, kendi dışında bir yapının emriyle ya da o yapıyı korumak için uygulasın, işkencecinin icraatı, -insan veya hayvan- canlıya acı vermeye, onu hem beden hem ruh olarak çökertmeye, aşağılamaya yöneliktir. Kendi yaşamının tehdit altında olması, kendini korumak ya da kurtulmakla ilgili değildir işkence.



İnsanın hallerinden işkencecilik, uygulayan kişinin bütün varlığını, kendisi bile fark etmeden teslim alır. İşkence seansından çıkıp evine gittiğinde çocuklarına, eşine, sevgilisine en müşfik şekilde sarılabilir; işkencecilik görevi dışında dünyanın en efendi, en yufka yürekli insanı olabilir. Ama o kendine bile itiraf etmeden kendindeki bozulmayı, çürümeyi, kötülüğü bilir içten içe.



İnsanın hallerinden işkenceciliğin nasıl bir psikoloji olduğunu işkence görmüş olanlar iyi bilir. 12 Mart’ta, işkence bittikten sonra askeri ciple tutuklu kaldığım Yıldırım Bölge’ye götürülürken, işkenceye katılmış olan rutbeli subay sanki o rezillikler hiç olmamış gibi “ayakların üşüyor mu?” diye neredeyse şefkatle sormuştu bana. Görevinin (!) bittiğini düşünüyordu. Evine gidecek, rahatlayacaktı. Daha o zaman düşünmeye başlamıştım işkencecinin ruh halini, sonraları da epeyce düşündüm, okudum bu konuda. Bir tek şey biliyorum: İşkence ettiği kişilerden yıllar sonra özür dileyen, özrün de ötesinde sıkı fıkı dost olan kişi, ne kadar istese içindeki işkenceciyi silemez.



Geçmişi kadar nedameti de bünyesinde yeni tutarsızlıklar, ruh halinde dalgalanmalar, gelgitler, aşırılıklar, vehimler doğurmaktan başka işe yaramaz. İşkencecinin sonradan kurbanlarından özür dilemesinin gerçek bir ruhsal arınmaya varabilmesi için, özrün tek tek kurbanlardan değil, işkencenin varlığı açıklanarak bütün toplumdan dilenmesi gerekir. Böyle bir durumda işkenceciye hak ettiği ağır ceza eğer devlet ve hukuk tarafından verilmiyorsa, kamu vicdanında ve kendi vicdanında temizlenmek için kabuğuna çekilip arınmaya çalışarak bir köşede kendini unutturması beklenir.



Toplum işkenceyi ve işkencecilerin varlığını doğal hatta gerekli kabul ettikçe, işkenceci bundan güç alır, kendi kendini haklı çıkarır, kurbanlarıyla dostluk kurmayı da bir çeşit özür dileme sayar. İşkencecinin özrü gibi kurbanının bu özrü kabulü de, karşılıklı yarar ve karışık ilişkileri beraberinde getirir.



İşkenceciliğin sağı solu, dindarı Allahsızı, devlet memuru cemaat mensubu olmaz. Yaşadığımız, bildiğimiz bir örnek vermek için; Emniyet Teşkilatı’nın ve polisin sağcılar-solcular olarak bölündüğü 70’li yıllarda Ülkücü ağırlıklı sağcı, dinci Pol-Bir’li polislerle devrimci, solcu Pol-Der’li polislerin 12 Eylül’e doğru giden süreçte ve 12 Eylül’de yaptıkları kötü muamele ve işkencenin birbirinden kalır yeri olmadığını hatırlatmakla yetineyim. “Adamı veya kadını nasıl haşat ettiklerini” kendi takımlarından olanlara övüne övüne anlattıkları sır değildir.



İnsanın hallerini anlamaya çalışırken, şu günlerde çok gündemde olan Hanefi Avcı vakası özelinde “işkencecilik” hali epeyce öğretici oluyor. Hem de sadece insanın bir hali olarak değil, toplumumuzun hali olarak da. Bu vakada çözemediğimiz pek çok noktayı bu hal üzerinden düşünmek açıklayıcı olabilir. Ama bence daha da önemlisi, toplumumuzun hastalıklarından olan işkenceyi hoş görmek hatta işkencecisini sevmek hali. Öyle ki, insanın en güzel ve affedilebilir olan aşık hali magazin malzemesi, suçlama veya koruma nedeni olurken, ne Avcı yanında saf tutanlar ne karşı cephede yer alanlar onun geçmişinin ayrılmaz parçası olan işkenceciliğini önemsiyorlar.



Kimilerinin Avcı’ya verdikleri açık destek; “Madem ki benim cepheye malzeme sağlıyorsun, benim tarafımı güçlendiriyorsun, işkenceciliğini de affedebilirim, sessizlikle geçiştirebilirim, sen “benim işkencecimsin” tavrı olarak yansıyor. Şu sıradaki en vahim toplumsal hastalığımız olan: ahlak ve vicdan ölçüsü yerine siyasi-ideolojik cepheye mensubiyet ölçüsü kullanmanın yeni bir tezahürü.



Hepimiz kendimize şu soruyu sorarak başlasak derim ben: İnsan ya da hayvan, bir canlıya işkence yapabilir miyim? Kendi hesabıma ben en büyük düşmanımın bile kılına dokunamam, ona acı vermeyi göze alamam, cesaret edemem.



İkinci soru: Her kime olursa olsun işkence uygulamış biriyle dostluk ve güven bağı kurabilir miyim? Benim cevabım yine hayır. Başkalarının cevabı farklı olabilir tabii. Son zamanlarda geçerli olan riyakâr deyişle: Onlara da saygımız var efendim...

Oya Baydar - Kredisi Tükenenler

12.10.2010

Agir; belediye başkanı babasından sonra annesi de son KCK operasyonlarında tutuklanan üç yaşında bir Kürt çocuğu. Ortada kalınca, annesiyle birlikte karakol, emniyet, şu hapishane bu hapishane dolaşıp durdu hafta boyunca. Annesi minik oğulcuğunu yanından ayırmak istemiyordu. Analar ve çocuklar bilir ancak: Annesiz babasız bir saraydansa, anne koynunda bir hapishane koğuşu evladır. Sonunda amcası alıp Diyarbakır’a götürdü Agir’i. Amcasının elinden tutmuş, oyuncak kaplanını göğsüne bastırmış, düşünceli hüzünlü bakan bir fotoğrafını gördük gazetelerde.



Bülent Arınç; başbakan yardımcısı, kelli felli, yaşlı başlı bir bey. Türkçedeki “Akım derken b..m diyor” deyimi ona cuk oturuyor. Bazen öyle bir şey söylüyor ki “Helal olsun adama! Lafı kıvırtmada yüreğinin sesiyle konuşuyor” diyorsunuz. Ardından öyle bir söz söylüyor ki donup kalıyorsunuz. “Şeyini şey ettiğim”, ya da CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu için sarf ettiği “Şu kadarcık boyuyla konuşuyor”, ya da sonradan kendisinin de özür dilemek zorunda kaldığı benzer münasebetsizlikler, onlarcası arasından sadece birkaçı... Son olarak TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’e “Ümit Hanım ümitlerimizi boşa çıkardı, bendeki kredisini tamamen tüketmiş durumda” dedi. Bu konuda Doğan Akın’ın dünkü yazısından daha iyisini yazmak mümkün değil, aynen katıldığımı söyleyerek asıl derdime dönüyorum.



Agir’le Arınç’ın ne ilgisi var, demeyin. Onların adlarının aynı yazıda yan yana gelmesinin nedeni şu “kredi tüketme” meselesi. Çünkü, kredi açanlar ve kredi alanlar konusunda, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP ileri gelenlerinin ve de Bülent Arınç beyefendinin kafaları bir hayli karışık; borçluyla alacaklıyı karıştırmış durumdalar. Sonradan yüklü kredi faizi borçları ve iflasla karşılaşmamak için, becerebilirlerse bir kez daha düşünmeleri ve kendilerini toplamaları gerekiyor.



Çok partili demokrasilerde tartışılmaz gerçek, iktidara gelenlere kredi açanların halk, sivil toplum, seçmenler olduğudur. Yani Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın sandığı ve dile getirdiği gibi, yurttaşlara ya da kuruluşlara kredi açan; siyasal erk ve o erki kullananlar değildir. Aksine; kredi açanlar, yani borç verenler,“hadi bakalım, görelim, vaadlerini yerine getir” diyerek iktidara taşıdıklarına bir fırsat vermişlerdir. Kredi faizlerinin ödenmesini; yani vaad edilen işlerin, taahhüt edilen hakların, seçim nutuklarında meydanlarda avaz avaz verilen sözlerin yerine getirilmesini beklerler.



AKP gibi, toplumun kabuğunu kırma, değişim ihtiyacına cevap verme, köhnemiş, donmuş katılaşmış, kastlaşmış elitler rejimini değiştirme vaadiyle gelmiş ve iktidarlarını bu umutlar üzerine kurmuş olanların işi büsbütün zordur. Çünkü, yine kredi metaforundan hareket edecek olursak, onlar bütçelerini kat kat aşan, ödenmesi zor çok büyük kredi talep etmişler ve almışlardır. Neden ve nasıl aldıkları apayrı bir yazı konusu. Ama sadece doğal tabanları olan dindar, muhafazakâr kesimlerden, son yirmi yılda palazlanan yeni sermaye kesimlerinden, dillerini konuşabildiği yoksul kitlelerden değil; herkes için demokrasi, özgürlük, açılım isteyenlerin, vesayet rejimine, tek tipçiliğe, ceberrut devletin baskılarına karşı olanların en azından bir bölümünden de gelmiştir bu kredi. Anayasa referandumu sırasında, sadece iki renk görenlerin çok sinirlendikleri, anlamadıklarını ifade ettikleri “Yetmez, ama evet”çilerin oyları örneğin, tam da bu kredi açma tavrının örneğidir. “Gösterdiğiniz, vaad ettiğiniz karşılıklar pek fena değil, hadi bakalım bir fırsat verelim, ama aldığınız kredinin üstüne yatarsanız, günah bizden gider” tutumudur.



Başbakan Erdoğan’ın MÜSİAD’a övgüler düzer, teşekkür üstüne teşekkür ederken TÜSİAD’a savurduğu “Taraf olmayan bertaraf olur” tehdidi; ardından Arınç’ın TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’e “Bendeki kredisini tüketti” demesi, bunların yurttaştan kredi isterken ağızlarından düşürmedikleri hak, hukuk, özgürlük sözlerinin sadece dudakta kaldığının; AKP’nin kendine açılan kredilerin üstüne yatmaya meyyal olduğunun göstergelerinden sadece biri. Bir başka gösterge olarak, Kürt açılımı diyip Kürtlerden yeni kredi talep ederken, minik Agir’in, onun annesinin, babasının, Kürt halkının; özgürlük, eşit yurttaş hakları, eşit adalet istemlerine kulak tıkanmasını hatırlatmak istiyorum. Almanya’da Türk çocukları için anadilde eğitim hakkı isteyen Başbakan, Kürt çocukları için anadilde eğitim, hatta anadil eğitimi taleplerini kesin bir dille kestirip atabiliyor. Ama küçük Agir’i hatırlatmam asıl şu KCK davaları yüzünden. Agir’in babası ve annesi, PKK’nin şehirlerdeki siyasi kolu diye kestirip atılan KCK ile bağlantılı oldukları iddiasıyla tutuklular. Onlar yeni tutuklandılar, ama bu davanın açılmasının üzerinden neredeyse iki yıl geçti, iki yıldır insanlar daha mahkemeye bile çıkmadılar.



(Yeri gelmişken ara not: Burada sadece iktidara değil, kendini resmen Ergenekon davalarının avukatı ilan etmiş CHP’muhalefetine ve Ergenekon sanıklarının tutukluluk hallerinin artık infaza dönüştüğü gerekçesiyle mahkeme kapılarında dayanışmaya gidenlere, Hanefi Avcı olayında, Avcı’nın tahliyesini talep etmek ve dayanışma için yine o kapılarda gösteriler düzenleyenlere de hatırlatmak gerek. KCK zanlıları iki yıldır tutuklu ve dava bu ayın 18’inde yeni başlıyor. Agir’in annesinin tutuklanma gerekçesi, daha doğrusu hikâyesi, inanın bana Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh örgütüne üyelikten tutuklanmasından daha inandırıcı değil. Ergenekon sanıkları için geçerli olan KCK sanıkları için geçerli değil mi? Sanıklar Kürt olunca unutuyor muyuz hukukun üstünlüğünü, tutukluluk halinin kural olmaması ve cezaya dönüşmemesi gerektiğini. AKP’nin çifte standartını eleştirirken, muhalefetin çifte standartı ne olacak?)



Şu krediyi tüketme meselesine geri dönersek, iktidardan çeşitli menfaat beklentileri içinde olanlarla zaten bugüne kadar hep borçlu çıkarılan inançlı yoksul kitleler bir yana, AKP’ye şu veya bu dönemde, şu veya bu vaad ve -kimsenin hakkını yemeyelim- zaman zaman da verilen sözler doğrultusunda değişime yönelik uygulamalar karşılığında kredi açmış olanların nezdinde, iktidarın kredisi hızla tükeniyor.



Bir yandan açılım diyecek, öte yandan her gün yeni bir KCK operasyonu yapacaksınız, sınır ötesi tezkeresini bir yıl daha uzatacaksınız, “anadil mi? Zinhar” diyeceksiniz, kendi palazlandırdığınız sermaye kesimlerinin dışındakilere bertaraf tehdidi savuracaksınız, Alevilerin, ama sadece onların değil inançlı olmayan ya da dini sadece sizin sünni yorumunuz ve dayatmanızla öğrenmek istemeyen kesimlerin zorunlu din derslerinin kaldırılması talebini kesinlikle reddedeceksiniz, şoven milliyetçi dalga ve desteğindeki Azerbaycan baskıları karşısında hemen gerileyip Ermeni açılımından çark edeceksiniz, yüzde 58 heyecanıyla, anayasa değişiklikleri için hemen yarın işe koyulalım diyip, bir de kurda Kuzu’ya halkın ve ekranların önünde sözde talimat vereceksiniz, sonra seçimlardan önce gündemimizde yok diyeceksiniz, tam bir toplumsal siyasal mutabakat olan seçim barajının düşürülmesi konusunu duymak bile istemeyeceksiniz; sonra da kredi aldıklarınıza dönüp, bendeki krediniz tükendi diyeceksiniz...



AKP; hesaplarını, öz varlığını, borçlanma kapasitesini yeniden gözden geçirmeli bence. Hele de, özellikle Arınç’ın söyleminde dile gelen yanılgıya hiç düşmemeli. Kim kime borçlu, kim kimden kredi almış karıştırmamalı. Benden söylemesi, böyle giderseniz krediniz hızla tükeniyor, iflas ve haciz kapıya sandığınızdan kolay gelir. Taahhüt ettiğiniz özgürlük ve demokrasi, (benim de inanç, ifade ve yaşam biçimi özgürlüğü bağlamında sonuna kadar savunduğum) başörtüsü özgürlüğünde sona eriyorsa ve gerisi göstermelikse, borcunuzu size hatırlatır bu halk. Bugün değilse, yarın...

Oya Baydar - Özgürlüğün sınırları

19.10.2010

Tanımlanması, kavranması, içselleştirilmesi ve yaşanması en zor kavramlardan biridir özgürlük. Kendi özgür iradesiyle doğmayan; ana babasını, doğum yerini, doğum tarihini kendisi seçmeyen insanoğlunun özgürlükleri, daha doğduğu aile ortamından başlayarak, toplumsal çevre tarafından sınırlanır. Sadece sınırlanmakla da kalmaz, belli inanç, düşünce ve davranış kalıpları konularak, çoğu zaman insan farkında bile olmadan, özgür iradesi ve düşüncesi toplum tarafından teslim alınır. Bu anlamda, “özgürlük” felsefenin en çetrefilli konularından biridir.



Mutlak özgürlük yoktur, kazanılan veya hazır bulunan nisbi özgürlüklerden söz etmek belki daha gerçekçi olur. İnsanın yaşamı, bir yönüyle de özgürlüğünün sınırlarını genişleterek kendini yeniden yaratma çabasıdır. Kimileri bu güce ve olanağa diğerlerinden daha fazla sahiptir; kimileri başarısız kalır, koşullarına ve sınırlarına rıza gösterir, o sınırları koyan güce biat ve itaat eder.



Toplumsal - ahlaki kurallar, dinler, cemaatler, devletler, ideolojik ve siyasal örgütlenmeler özgürlüklerin sınırlarını çizen yapılardır. Özellikle de örgütlü din ve devlet kurumlarının varlık nedeni budur zaten: İnsanları belli kurallar çerçevesinde zaptı rapt altına almak, böylece de düzeni korumak. Çünkü bireyin özgürlüğü ve özgürlüklerini genişletme çabası başkalarının, yani öteki bireylerin özgürlük sınırlarını zorlamaya başlayınca düzenler tehlikeye girer. Tehlikeye giren sadece düzen değil, aynı zamanda uhrevî/dinî veya dünyevî/siyasaî muktedirlerin iktidarlarıdır. İşte bu yüzden, insanın özgürlemeşme çabaları bir yandan Allah korkusu (dinler) öte yandan siyasal baskılarla (devlet) engellenmeye, mümkünse yok edilmeye çalışılır.



Dinsel öğretiler, cemaatler, tarikatler insanın düşüncesini ve kişiliğini özgürleştirme çabalarının önüne aşılması zor, çoğu zaman neredeyse olanaksız engeller koyarlar. Çünkü güçlerini tanrısal bir otoriteye dayandırdıklarından, tartışılmaz ve aşılmazdırlar. Varolmaya, yaşamına bir anlam kazandırmaya ve ölüm fikriyle baş etmeye çabalayan insanın, zaten yeterince trajik olan kaderini yumuşatmak için ihtiyaç duyduğu inanç alanı onların tekelindedir. İnanç alanı kendi işleyişine sahip, “akıl”la nüfuz edilemeyecek ve tartışılamayacak ayrı bir kategoridir. “Neden inanıyorsun?” sorusunun cevabı akılla verilemez; verilebileceğinin sanıldığı noktada ateizme, agnostisizme, vb, varılması kaçınılmazdır. Eleştirel aklın, kendi sınırlarına dayandığı noktadır bu.



Özgürlük kavramı, dini inanç alanının sınırları içinde ancak teolojik boyutlarda tartışılabilir. Çünkü mümin kendi özgürlüğünü, mutlak özgürlük olarak kabul ettiği, ya da ona böyle kabul ettirilen yüce Allah’a ve inancının aracısı olan kurum ve aracı kullara (tarikatler, cemaatler) delege etmiştir. Bu noktada tek ve büyük özgürlüğünüz; inanmama özgürlüğüdür ki, elde edilmesi imkânsız olmasa da zordur. Doğduğunuz, yetiştiğiniz toplumsal ortam sizi daha en baştan belirleyecektir. O belirlemeyi, ister inanma isterse inanmama yönünde aşmak, zorlu ve travmatik bir iç mücadele gerektirecektir.



Felsefi anlamda ve inanç boyutuyla irdelenmesi epeyce güç olan, beni de bu köşeyi de aşan özgürlük kavramının, bir de siyasal boyutu var hepinizin bildiği gibi. Kavga gürültüyü de zaten o boyut üzerinden koparıyoruz, çünkü gündelik yaşam ve siyasetle iç içe, aklımızın görece daha kolay erdiği, söz söyleme ve tutum almanın çok daha kolay olduğu bir alan bu.



•••••••



Dümdüz söyleyecek yerde lafı neden böyle uzattığıma gelince; özgürlük ve özgürleşme gibi, insanın binlerce yıllık insan olma macerasının temelindeki bir sorunsalı gündelik siyasetin, günü birlik polemiklerin dar ve kısır çizgileri içine hapsettikçe çözümsüzlüğü körüklediğimizi anlatmak istiyorum da ondan...



Şu günlerde çok tartışılan zorunlu din dersleri ve örtünme özgürlüğü üzerine düşünürken, insanlığın onbinlerce yıllık insan olma ve kendini aşma macerası karşısında; tartışmalarımızın, kapışma ve kamplaşmalarımızın ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Böyle biraz daha geniş bir açıdan bakabildiğimizde, siyasal-toplumsal özgürlüklere biraz daha soğukkanlı yaklaşmak mümkün olabilir belki.



Rosa Luxemburg’un, “Özgürlük, farklı düşünenlerin özgürlüğüdür,” sözünü hatırlayalım. Yani, iktidardan ve onun belirlediği egemen ideoloji ve fikirlerden farklı düşünen, farklı olan, azınlığın azınlığı da olsa kendisiyle muktedirler arasına mesafe koyan, onlar gibi düşünmeyen ve onlar gibi yaşamayanların özgürlüğü. Bunun dışındaki özgürlük anlayışları ve nutukları, sadece çoğunluk haklarına dayanan bir sandık demokrasisi anlayışından ibarettir ve sınırları egemen ideoloji ve yapılar tarafından çizildiği için de özgürleştirme değil, sınır çizmedir.



Din gibi, insanın inanç alanında kalan ve devletin olumlu, olumsuz, destek, köstek, hiçbir şekilde müdahil olmaması gereken bir alanda, hele de Türkiye gibi çeşitli din, mezhep, inanç ve kimliklerden insanların yaşadığı bir ülkede, okullarda din dersinin zorunlu olması, bir özgürlük ihlalidir. Konunun Alevilikle, Sünnilikle, diğer mezheplerle de bir ilişkisi yoktur. Bu, tartışılması bile abes bir demokrasi sorunudur. Bırakın, çocuklarına dinlerini öğretmek isteyenler bunu istedikleri gibi, kendileri yapsınlar. Devlet burada ancak kolaylaştırıcı ve çocukların ruh ve beden sağlıklarını koruyucu bir işleve sahip olabilir.



Aynı açıdan bakarak, gelelim kadınların örtünmesine ya da güncel konu olan kızlarımızın üniversitelerdeki türban sorununa... İster inançla, ister siyasal amaçla, isterse sadece kendi bildiği bir başka tercihle olsun, kadınların kılık kıyafetine, başının örtüsüne, eteğinin boyuna karışmayalım. Binlerce yıllık erkek egemenliği, erkek iktidarı zaten karışmış karışacağı kadar. Örtünmeyi de açılmayı da emredenlerin, bugün de örtünme ya da açılma konusunda kural koymaya çalışanların hep erkekler olduğunu hiç unutmayalım. Tanrının bütün tek tanrılı dinlerde “baba”, peygamberlerin de erkek olması rastlantı değildir. Kadının eril iktidarca zaten sınırlanmış özgürlüğü, bir kez daha tartışma konusu yapılmamalı bence. Bırakalım isteyen başını örtsün, isteyen bacağını açsın.



Özgürlüğün toplumsal sınırı, başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Birinin başörtüsü benim giyimimi tehdit etmedikçe, birinin inancını istediği gibi yaşaması benim yaşamıma tecavüz ve tehdit oluşturmadıkça, birinin kutsalı benim değerlerimi çiğnemedikçe kimseye karışmaya hak görmem kendimde. Ötekinin tarzının, giyiminin, değerinin hoşuma gidip gitmemesi, doğru bulup bulmamam apayrı bir konudur. Benim doğrularım kadar başkalarının kendi doğruları da saygıya değer; benim özgürlüğüm kadar başkalarının özgürlüğü de korunmalı ve geliştirilmelidir. Özgürlüğüm tehdit edildiğinde nasıl sonuna kadar mücadele edersem, başkalarının özgürlükleri için de aynı kararlılıkla mücadele etmeyi ahlaki değer olarak benimserim. Özgürlüklerimin kısıtlanmasına karşı olduğum gibi başkalarının özgürlüklerinin kısıtlanmasına da karşı çıkabildiğim zaman, kendimi biraz daha özgür hissederim. Çünkü herkesin daha özgür olması benim özgürlüğümün de güvencesidir.



Zaten daha doğuştan özgürlük özürlü olan şu insanların bir de din, ahlak, ideoloji, siyaset zaptiyelerinden çektiklerine bakın! İyi bakarsanız, derinine dalarsanız bütün yasakların temelinde iktidar odaklarını ve iktidar mücadelesini göreceksiniz. Bireyin özgürlüklerini ve özgürleşme mücadelesini kısıtlayan dünyevi ve uhrevi muktedirlerin derdi kendi ideolojik, ekonomik, siyasal iktidarlarını korumak ve perçinlemektir. Gerisi işin süsü püsüdür ancak.

Oya Baydar - Bizi Birbirimize Karşı Kışkırtmayın

Şimdi işin özüne gelelim. Başbakan Türkiye’de kadın hareketinin hangi aşamada olduğunu, hak ve özgürlükler meselesinde nerede durduğunu, örtülü ve örtüsüz kadınların birlikte kadın hakları için mücadele vermeye çalıştıklarını bilmeden, kafasındaki şablonlarla, militan laikçi kadınların ayrımcı ve sekter tutumlarını, örtüsüz kadınların tümüne yaygınlaştırmakta beis görmüyor. Oysa, başbakanlığına soyunduğu bu ülkede, hak, özgürlük, demokrasi ve barış mücadelesinin en önünde yürüyen özgür kadınlar ve kadın hareketleri var. Örtülü - örtüsüz kadınların ortak örgütleri, girişimleri var.



Başbakan’ın talihsiz sözleri ve bu sözlerin ardındaki zihniyet; birbirimizi anlama, empati kurma, birlikte özgürleşme çabamızda, örtülü ve örtüsüz kadınlar ayrımı yapıp, iki kesimi birbirine karşı konuşlandırarak aramıza bir kama daha sokuyor. Biz ve onlar, kötüler ve iyiler ikilemini yumuşatıp aşmak yerine, toplumsal çatışmayı derinleştiriyor, kemikleştiriyor. Kadınları birbirlerine karşı kuruyor.



Öte yandan Erdoğan’ın sözleri gerçeği de yansıtmıyor, konuyu siyasal demagojiye kurban ediyor. Mesela benim başımın hem dışı hem de içi açık. Eşinin başı örtülü diye Cumhurbaşkanı’nın verdiği resepsiyonlara katılmayanlar, kadının örtüsünü siyasi mücadele aracı haline getirenler, Sayın Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmamak için törenlerden kaçanlar; üniversite kapılarından içeri alınmayan ve eğitim hakları gaspedilen örtülü genç kızlarımız, kadınlarımız, orduevlerinden ve kimi resmi kuruluşların kapılarından geri çevrilen başörtülü analar, kılık kıyafeti, özellikle de örtüsü yüzünden bu toplumda ayrımcılığa uğrayan, haklarından mahrum bırakılan, aşağılanan, küçümsenen herkesin sorunu benim sorunum. Tıpkı kimliği, dili, inancı, mezhebi yüzünden hakları gaspedilen ve ayrımcılığa uğrayanların tümünün sorunları gibi... Örtülü değilim, Kürt değilim, azınlık değilim, Alevi değilim, işçi değilim. Ama ömrüm, sokaklarda, toplantılarda, yazılarda, konuşmalarda bütün bu kesimlerin haklarını, özgürlükleri savunmakla ve bunun için bedel ödemekle geçti. Ve daha da önemlisi, ben bir kişi değilim. Sadece kendisi için değil herkes için hak ve özgürlük mücadelesi veren; kimi zaman örtülü kardeşleriyle dayanışma için örtünerek, kimi zaman örtülü arkadaşlarıyla birlikte aynı amaçla sokaklara çıkarak; kendi mahallesinin bağnazları tarafından, dışlanmadan başlayıp laiklik düşmanı, hatta hain ilan edilmeyi göze alarak fikirlerini korkusuzca ve özgürce ortaya koyan ve özgürlükler için tavizsiz mücadele eden binlerce, onbinlerce kadından sadece biriyim.



Örtülü yazar, örtülü sivil toplumcu, feminist, gazeteci, siyasetçi, aydın kadın arkadaşlarım bana kadın olarak gurur veriyor. Onların kafalarının ve yüreklerinin “Biz bu öcüleri görmeye bile dayanamıyoruz” diyen Arıtman modeli sözde çağdaş ve laik kadınlarınkinden bin defa daha açık olduğunu biliyorum. Böyle olduğu için de uğradıkları ayrımcılığa ve haksızlıklara sadece kadın dayanışmasıyla değil, özgürlük ve demokratik haklar için de karşı çıkıyorum. Başbakan’ın bölücü sözlerinde söylediği gibi, örtülü kadın kardeşlerim benim haklarımı ne kadar korudular, ne kadar korumadılar hesabını hiç yapmadım onların haklarını savunurken; örtünme meselesinde bugüne kadar mağdur kesim örtülüler olduğu için, gerçek hayatta örtüsüzlerle dayanışma diye bir gerekleri de olmadı zaten. Başbakan’ın sözleri; hak ve özgürlükler mücadelesini tarafların (!) bir alışverişi gibi değerlendirmesiyle, sen benimle dayanışırsan ben de seninle dayanışırım kertesine indirgemesiyle de demokratik bilinç özürlü.



Herkesin ötekinin hakkını, özgürlüğünü kendi hakkı, kendi özgürlüğü gibi savunmayı öğrenmesi kolay olmuyor; özgürlük ve demokrasi bilinci kolay kazanılmıyor. Özgürlüğün, barışın, demokrasinin kulağa hoş gelen güzel sözler olmakla kalmayıp, özümsenmiş, içselleştirilmiş değerler haline gelmesi; kişinin ve toplumun sözde değil özde demokrat olması, Tayyip Erdoğan örneğinde de izlediğimiz gibi hiç de kolay değil. Ama imkânsız da değil. Kimilerimiz dirense de hepimiz değişiyoruz; toplumsal değişimin ivmesi hepimizi bulunduğumuz yerlerden özgürlüğe ve demokrasiye doğru ileri itiyor. Ne Kürt meselesinde, ne Alevilerin inanç ve ibadet özgürlükleri ne de örtünme meselesinde hiçbirimiz on yıl, beş yıl, hatta geçen yıl olduğumuz yerde değiliz. Biz kadınlar da belki biraz ağır ama emin adımlarla; değişerek, birbirimizi değiştirerek ve özgürleştirerek ilerliyoruz. İş ki sizler: Örtünme dahil bütün kuralları koymuş olan, örtülü ya da örtüsüz bütün kadınları tutsaklaştıran değerler sistemini yaratmış olan, şimdi de bizim bedenimiz üzerinden, giyimimiz üzerinden siyaset yapan siz erkekler ve eril iktidarınızın erkekleştirdiği kadınlar bize karışmayın, aramıza kama sokmaya kalkışmayın.

Oya Baydar - Orda Dur Sayın Başbakan

26.10.2010

12 Eylül askeri darbesinin ardından yurtdışına kaçmak zorunda kalıp bir Avrupa ülkesinde mülteci olarak yaşarken, eski bir dostumuz ziyaretimize gelmişti. Geride bıraktığımız küçücük oğlumuzu zar zor Türkiye’den çıkarıp yanımıza getirmeyi başarmış olan annem de bizdeydi o günlerde. Annem üzgündü, sıkıntılıydı; durumu hazmedemiyor, ülkemizde komünist vatan haini ilan edilmemize kahroluyor, bu hallere düştüğümüz için bize kızıyor, durmadan şikâyet ediyordu. Arkadaşımız, kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan inanmış bir sosyalistti; yol iz bilen, efendi, saygılı biriydi. Annemin yakınmalarını, haksız suçlamalarını yaşına hürmeten sessizce başı önünde dinliyor, tepki vermiyordu. Bir ara annem “Ah o Lenin yok mu, o Lenin! Her şey onun başının altından çıktı, bizi bu hallere o düşürdü.” demez mi. O zamana kadar saygılı bir sessizlik içinde dinleyen arkadaşımız şöyle bir doğruldu. “Hop! Hanım Teyze, işte orda dur!” diye gürledi. Biz güldük, annem şaşırdı. Kadıncağızın bilgisi, bilinci, kavrayışı sınırı nerede aştığını, deminden beri saygıyla sessizce dinleyen arkadaşımızın neden tepki verdiğini anlamaya elvermiyordu.



Başbakan Tayyip Erdoğan’ın; aynı bilgi, kavrayış, ufuk eksikliği ve aynı dayatmacı, tek doğrucu üslupla söylediği bazı sözler karşısında, tıpkı arkadaşım gibi tepki vermekten kendimi alamıyorum: “Hop! Sayın Erdoğan, işte orda dur!”



Akla zarar türban/başörtüsü tartışmalarının, bu ülkede gerçek özgürlük, adalet ve çözüm isteyenleri umutsuzluğa sürükleyecek düzeylerde sürdüğü şu günlerde Sayın Başbakan, ortada provokatif açıklama, tutum ve söz azmış gibi, incilerine bir inci daha ekledi: “Başı örtülü bayan (!), başı açık bayan için ‘ben senin haklarını savunacağım’ diyor. Başını örtmeyen ise ‘Ben de senin için bu mücadeleyi vereceğim’ demiyor. İşte sorun burada.”



Bence sorunun önemli bir yanı, asıl bu sözleri söyleyen Bay’ın (!) meselelere bakışında.



Baaayanlar diyen dillerinizi...



Önce bir hatırlatma ve düzeltme: Bay, Bayan sözcükleri Öz Türkçe akımının hızlı günlerinde, İngilizcedeki Mister (Mr) veya Mistress (Mrs), Fransızcadaki Monsieur, Madame vb.ye karşılık olarak türetilmiş hitap sözcükleridir. Yazışmalarda, resmi hitaplarda adların önüne gelir, bazen de sözde saygılı görünen alaycı bir hitap olarak kullanılır. Türkçede cinsiyet belirten sözcükler ‘kadın’ ve ‘erkek’tir. Belli birinden söz ederken de, ‘o kadın’ veya ‘o adam’ yerine ‘o hanım’, ‘o bey’ gibi daha saygılı bir ifade kullanırız.



Bir süredir dilimize bela olan; Başbakan’dan üst düzey siyasetçilere, generalden Türkçe öğretmenine, TV moderatöründen köşe yazarına, mahçup kasaba delikanlısından komşunun kolejli oğluna, cüzdanı yüklü yeni zenginden sosyete berberine, toplumun tümüne dalga dalga yayılan ‘bayan’ sözcüğü, gerçekten de bayıyor. Bayan çamaşırı - erkek çamaşırı, bayan tuvaleti - erkek tuvaleti ayrımları, “bir bayan yankesici yakalandı” gibi tuhaf ifadeler dildeki keşmekeş ve bozulmayı ortaya koyuyor.



Konunun temelinde, muhafazakâr kırsal kültürün ve maço erkek dilinin karışımı bilinç altı bir kadın küçüksemesi olmasaydı, -dilin lumpenleşmesi bir yana-, üstünde durmaya değmezdi. Ama, muhafazakâr maço kültürünün kadını bir cinsel obje olarak, sözde saygı gösterilen aslında küçümsenen özürlü bir eksik etek olarak olarak görmesinin dildeki yansımasıdır bayan sözcüğü. Kadın ayıp ve ayıplı sayıldığından bayan sözcüğüne sığınılmaktadır. ‘Baaayan’cıların çoğu aslında iyi niyetlidir, kadın yerine bayan diyince kibar davrandığını, hatta kadına saygı gösterdiğini sanır.



Sözcük öylesine yaygınlaşmıştır ki, muhafazakâr, kırsal maço kültürden gelmeyen, Türkçeyi de iyi kullanan pek çok erkek gibi, bir kısım kadınlar da benimsemişlerdir bayan sözcüğünü. Dilde ‘galat-ı meşhur’ kavramı vardır; yani:yaygın yanlış. Yaygın yanlış, öylesine yayılır ki, bir süre sonra galat-ı meşru haline gelir, yadırganmaz olur. Hatta, doğrusunu kullandığınızda yadırganırsınız.



Hemen söyleyeyim: Biz kadınız, ben kadınım ve kadın sözcüğünde, değil aşağılayıcı aksine üstün ve güzel bir yan buluyorum. Balık baştan koktuğu ve dil aslında kültürel düzey ve bilinç altını yansıttığı için de Başbakan’ın talihsiz sözlerinin özünden önce bu ‘bayan’ galatını düzeltmekle başlıyorum işe.

Oya Baydar - İki Cumhuriyet

02.11.2010

Lâfı dolandırmaya, durumu tevil etmeye çalışıp olayı farklı göstermeye hiç gerek yok; aynı gün aynı saatte iki ayrı cumhuriyet resepsiyonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmüşlüğünün cümle âleme ilanıdır.



Yaşamakta olduğumuz ve ilerki günlerde de derinleşerek sürecek olan siyasal-toplumsal çalkantının temelinde, görmezden geldiğimiz, idrakten korktuğumuz bu gerçek yatmaktadır. Mesele, ne basit bir Çankaya’da türban meselesi ne de askerin ve ardı sıra giden ana muhalefetin AKP’ye restidir. Mesele, dipten ve çevreden gelerek merkezi ve bütün toplumu sarsan güçlü değişim dalgalarının 1920’lerin kurumlarını, değerlerini, ideolojik kalıplarını, egemen sınıf ve zihniyetlerini zorlaması, zorlamakla kalmayıp yıkmaya, değiştirmeye, aşmaya çalışmasıdır. 2000’lerin başlarından bu yana, özellikle de son beş yıldır sertleşerek süren; zaman zaman gayrı ciddi bir itiş kakışa, zaman zamansa çok ciddi bir cepheleşmeye ve toplumsal yarılmaya varan siyasal çatışma ortamı, bu sert iktidar savaşının yansıdığı arenadır.



1920’lerin başlarında ulus devlet inşa edilirken ve adı Türkiye Cumhuriyeti konulurken, cumhuriyetin üzerine kurulduğu taşıyıcı kolonlar doksan yıl sonra artık yeterince güçlü ve dirençli değildir. Aynı kalmalarını, aynı güçte olmalarını beklemek de gerçekçi değildir zaten. O taşıyıcı kolonların harcı olan siyasal-ideolojik hedefler; ve cumhuriyetin üzerinde yükseldiği toplumsal mühendislik projesinin mimarları, ustaları, kalfaları olan ve tabii ki o binadan yararlanmış, nemalanmış, orayı kendi mülkleri, kendi özel av alanları olarak bellemiş sınıf ve katmanlar da artık iktidarlarını ve toplumsal-ideolojik hegemonyalarını yitirmektedirler. Sosyolojinin “S”sinden biraz anlayanlar, hele de kendilerini Marksist ve solcu sayanlar bu değişimi ve eskinin yerine yenisinin gelmesi zorunluluğunu açıklamalara gerek kalmadan bilirler.



Konuyu hiç uzatmadan: 2010’ların dünyasında ve Türkiye’sinde, 20’lerin 30’ların altı okunda ifadesini bulan hiçbir ilke artık aynı kalmayacaktır. Ya bütünüyle bir yana bırakılacak ya da içeriği köklü biçimde değişecektir. Artık ne laiklik, ne milliyetçilik, ne devletçilik doksan yıl önceki tanım ve içerikle yaşayamaz. Stratejik coğrafyası ve paradigmaları bütünüyle değişmiş ve sürekli değişmekte olan bir dünyada, toplumsal - sınıfsal yapının derin değişimler geçirdiği Türkiye’de, geleneksel egemenlerin ve muktedirlerin toplumun bütünü üstündeki statükocu vesayeti törpülenmeye, giderek yıkılmaya mahkumdur.



Bugün yaşamakta olduğumuz bütün çelişkiler, terslikler, abukluklar, bu gerçekten derin değişimin yeniyi doğurma sancılarıdır. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı askerler Genel Kurmay Başkanı’nın orduevinde verdiği resepsiyonda kutluyor ve aynı saatlerde bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın Çankaya’da verdiği resepsiyona katılmıyorlarsa... Ana muhalefet partisi, 1920’ler zihniyetinin ve ideolojik kalıplarının devamı olarak ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanının davetini -üstelik de açık sözlü olmaya bile cesaret etmeden, yok biz partiyi serbest bıraktık, yok mesele türban değil de bilmem ne diyerek- reddediyorsa... Bir zamanlar darbeyle iktidarı gaspetmiş diktatörlerin davetlerine koşturmakta ve onları cumhuriyet balolarında ağırlamakta birbirleriyle yarışan sözde elitler bugün Çankaya’ya burun büküyorlarsa... Kimse kusura bakmasın, ortada çatışma halinde iki iktidar ve iki cumhuriyet vardır.



Cumhurbaşkanını beğenmeyebilirsiniz, tasarruflarını en sert şekilde eleştirebilirsiniz, yeterince tarafsız olmadığını düşünebilirsiniz, ama siyasal rollere soyunmuş olanlar, hele de anayasaya ve yasalara göre cumhubaşkanının başkomutanları olduğu askerler, 29 Ekim’de Çankaya’ya çıkmıyorlarsa, bunun sembolik anlamı o cumhurbaşkanını değil onda simgelenen cumhuriyeti tanımamalarıdır.



Bu yüzden yazının başlığı “İki Cumhuriyet”. Bir yanda ellerinden kaydığını hissettikleri 1920’lerin vesayetçiliğini, o güne uygun olsa da bugün artık çok yetersiz kalmış ideolojik hattını ve oligarşik iktidarlarını sürdürmeye çalışanların cumhuriyet anlayışı. Öte yanda henüz tam şekillenmemiş, hatta tehlikeli ve kuşkularla dolu da olsa, yüz yıl öncesinden kopuşu simgeleyen; değişimin zorunluluğunu, statükonun iflasını ve bugüne kadar dışlanmış çevrenin merkezi kuşatma hamlesini hissettiren yeni bir cumhuriyetçilik hissiyatı .



Bu ülkede kimse cumhuriyeti tartışmıyor. Tartışılan, reddedilen, en azından eksik bulunan; artık eskimiş yüz yıllık cumhuriyet anlayışı, onun kurum, kuruluş ve tabularıdır. Bize yeni bir anayasa ile doğacak yeni ve tek bir cumhuriyet gerek. Kuruluşu Çankayalarda, resmi konutlarda, ya da orduevlerinde, miki fare gibi giyinmiş beyler ve şık giysileri içinde kasılmış örtülü ya da açık hanımlarla kutlanmayan; cumhurbaşkanının, genelkurmay başkanının, başbakanın, Kürt yerel yöneticilerinin, Kürt siyasetçilerinin kendilerinin ve örtülü örtüsüz eşlerinin, Kürtlerin, Ermenilerin, bütün azınlıkların, sünnileren, Alevilerin, dindarların ateistlerin, romanların, ve de işçilerin, emekçilerin, gerçekten istedikleri için ve istedikleri yerde gönüllerince eğlenecekleri cumhuriyet bayramları gerek.



Bize, bu ülkenin bütün insanlarının, bütün halklarının eşit yurttaş oldukları, eşit yurttaşlığın Türkiyelilik üzerinden tanımlandığı demokratik bir cumhuriyet gerek. Bize laikliği, çağdaş gerekleriyle yeniden tanımlamış; inananın inanç özgürlüğüyle ateistin inanmama özgürlüğünü, örtünenle açılanın kültürel ve inanç tercihini güvence altına alan bir cumhuriyet gerek. Bize, “sosyal hukuk devleti” demekle yetinmeyen, hukuku, adaleti, eşitliği hayatın tüm alanlarında gözel bir söz olmaktan çıkarıp anayasal hak ilan eden bir cumhuriyet gerek. Ve en önemlisi bize, iki değil tek bir cumhuriyet gerek.



İkinci mi olmuş, beşinci mi olmuş umurumda değil. Laik olduğu kadar demokratik, demokratik olduğu kadar eşitlikçi ve adaletli, adaletli olduğu kadar emek eksenli, emek eksenli olduğu kadar özgürlükçü olsun da, isterse onuncu cumhuriyet olsun!



Nasıl mı olacak? Kim mi yapacak? Ayrı bir soru, ayrı bir yazı konusu...

Oya Baydar - Ben Kürt Olsaydım...

09.11.2010

Anamızı, babamızı, doğduğumuz yeri, doğduğumuz çağı, cinsiyetimizi, ırkımızı, dinimizi, rengimizi, fiziğimizi biz seçmiyoruz. Soyumuzdan devraldığımız genetik kodlara da hakim değiliz. Dünyaya geldiğimizde, seçme özgürlüğümüz yok. Sıfır özgürlük hali... İnsan yaşamının anlamı ve bütün çabası bu sıfır özgürlüğü geliştirebilmek, doğuşta sahip olmadığımız seçim hakkını ve iyiyi seçme olanağını elde edebilmektir. Bu çabanın her adımında karşımıza yine doğuş koşullarımız çıkar. O koşullar kimimizin özgürleşme ve iyiye yönelme çabalarını destekler, kimimizinkini de köstekler.



İnsanın seçme özgürlüğüne sahip olmamasının sonucu olan eşitsizliklere dinlerin verdiği cevap Tanrı katında eşitlik, özgürlük ve mutluluktur. Bu dünyada çeken öteki dünyada ödüllendirilecektir. Beş parmağın beşi de bir değildir zaten.



Modern zamanlara, ideolojiler çağına gelince; liberal-kapitalist ideoloji, sıfır noktasındaki seçme olanağı ve özgürlük yokluğunu dinlere benzer biçimde kabullenir; eşitsizliği ve eşit olmayanların sözde rekabetini, altta kalanın canı çıksın mantığıyla, gelişmenin ana gücü olarak görmeye kadar vardırır işi. Sıfır noktasındaki felsefi ve varoluşsal özgürlük yokluğunu ve eşitsizliği hesaba katmaz, daha doğrusu bunu veri kabul eder ve giderilmesine yönelik toplumsal düzenlemeleri reddeder.



Sosyalist ideolojinin amacı ve özü ise, sıfır noktasındaki eşitsizlik ve mutlak özgürlük yoksunluğunu tesbit edip kabullenmek yerine; insanın kendi seçimi olmayan dünyaya gelme koşullarını aşacak bir sistem yaratmaktır. Bu yüzden de, insanın kendi kaderine sahip çıkma, doğarken yoksun olduğu özgürlüğü adım adım kazanma, kendi kendinin efendisi olma mücadelesini (insanlığın halen çok başında olduğu o mücadelenin bütün yalpalamalarına, yenilgilerine, arayışlarına rağmen), özgürlük ve eşitlik üzerine bina eder.





***



Son günlerin ve ne zamandır bütün günlerin en önemli konusu Kürt sorunu. CHP’de neler olup bittiği, MHP ile Başbakan’ın atışmaları, ya da başörtüsü özgürlüğü gibi gündemimizi kaplayan konuların hepsiyle doğrudan ya da dolaylı bağı olan; çözülmedikçe, Kürdüyle, Türküyle toplumca huzur bulamayacağımız; kanın, ölümlerin, acıların bitmeyeceği; birbirimizle kucaklaşamayacağımız, birbirimize güven duyamayacağımız, demokrasiyi geliştiremeyeceğimiz, özgürlükleri kazanamayacağımız, toplumumuzu çözülmekten, cepheleşmekten kurtaramayacağımız, birlikte yaşayamayacağımız bir ana sorun bu.



Vardığımız noktada, kimileri fark etmese, hatta tam aksini düşünse bile toplumun geniş kesimleri çözümün zorunluğunu kavramış durumda. Bir yıl öncesinde, hatta altı ay öncesinde bile telaffuz edilmesinden ürkülen kavramlar, çözüm önerileri, yorumlar semt kahvelerinden üniversite sempozyumlarına, dolmuş muhabbetlerinden gazete köşelerine, devletin en üst katlarından yerel mülki erkâna, komutanlara, valilere kadar herkes tarafından konuşulup tartışılıyor. Daha da önemlisi bir süre öncesine kadar sadece tabu değil aynı zamanda da vatan hainliği sayılan çözüm önerileri, çözüme giden yolda gerekli temaslar, Kürt siyasal hareketinin silahlı kesimlerinin kaygıları ve talepleri giderek daha geniş kesimlerde meşruiyet ve olabilirlik kazanıyor. Televizyonlarda, yeminli Kürt düşmanlığı ile tanınan kimi ırkçı-milliyetçi kafalar, savaşı ve tenkil’i tek çözüm gören “starteji uzmanları” bile, özde olmasa da üslupta daha dikkatliler.



Toplumun içine girdiği derin değişimin önümüze koyduğu çözmemiz gereken sorunlar önyargılarımızı aşındırıyor, beynimizdeki ve yüreğimizdeki direnç noktalarını yumuşatıyor. Sorunun çözümüne dönük olan, bir süre öncesine kadar “cızzz” ya da “diline biber sürerim” tepkileriyle karşılanan öneriler, kavramlar; hele de kitlelerin güvenini kazanmış, “olağan vatan haini” sayılamayacak siyasetçilerin, kanaat önderlerinin, saygın uzmanların ağzından duyuldu mu ikna gücü artıyor, yaygınlaşması hızlanıyor.



Bireyler gibi kitleler de sevdikleri, inandıkları, lider bildikleri, saygı duydukları insanlara daha fazla güvenirler. Onların söylediklerini daha kolay özümserler. Hepimiz böyleyizdir. Sorunun çözümü için Abdullah Öcalan’la, Kandil’le, yani Kürt halkının büyük bölümünün ve Kürt siyasal hareketinin önder kabul ettiği kişilerle diyalog ve müzakere, Kürt kimliğinin tanınması, dağdan inip ovada siyaset yapılabilmesi için gerekli koşulların sağlanması, Kürtçe üzerindeki yasakların kalkması, anadilde eğitim, ve en önemlisi yeni anayasada yurttaş/ vatandaş tanımının etnik aidiyet üzerinden değil Türkiyelilik üzerinden yapılması, toplumun belli kesimlerinin henüz içlerine tam sindirememelerine rağmen, -kışkırtıcıların etkilerinden kurtuldukları ölçüde-, eskisi kadar tepki vermedikleri konular.



Tabii ki savaştan, çatışmadan, asmaktan, kesmekten başka dil bilmeyen, yüzyıl öncesinin fikir ve söylemleriyle siyaset yapmaya çalışan, bunu da ancak kitleleri Kürtlere karşı kışkırtmakla, ülkede iç savaş havasını ve iç düşman algısını diri tutmakla başarabileceklerini sanan çevreler, bu gelişmelere direniyorlar; barışı provoke etmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, koymayacaklar da. Benim asıl söylemek istediğim, Kürtlerle Türklerin gönüllü birliğinden ve barışçı çözümden yana olan, iktidarıyla muhalefetiyle bütün siyasal partilerin, kanatların, odakların büyük ve gerçekten de tarihi bir sorumluluğa sahip oldukları. Onların ağızlarından çıkacak her yapıcı söz, onuru kırılmış ve hakları çiğnenmiş bir halkın yüreğine iyi gelecek. Sözde kalmayıp uygulamaya dönüşecek her onarıcı söylem ve önlem, duygusallıktan ve oy hesabından ibaret olmayan her kucaklama, halka dalga dalga yayılır. Sadece Kürt halkına değil Türk halkına da. Yeter ki söz içten olsun ve güven versin.



Yazının başlığına ve başına dönersem; hani o çok sözü edilen ama uygulamakta, içselleştirmekte güçlük çektiğimiz empati var ya. Kürtlerle empati kurmanın yolu; ne istiyorlar, neden dağa çıkıyorlar, neden anadilde eğitimin peşindeler, neden güvensizler, neden giderek yürekleri soğuyor, uzaklaşıyorlar bizlerden, ne istiyorlar sorularına cevap ararken, bir an “Ben Kürt olsaydım ve o bölgede doğup, o koşullarda yaşasaydım ne yapardım?” diye sormaktan geçiyor. Ben kendi payıma bu soruyu sorduktan ve cevabını açık yüreklilikle verdikten sonra kavradım Kürt sorununu. Sadece kafamla, siyaseten değil, yüreğimle, vicdanımla kavradım. Başta Başbakan’a ve toplumu etkileme gücündeki bütün siyasetçilere, kanaat önderlerine öneriyorum: Önce, “Ben Kürt olsaydım” diye düşünsünler, sonra bir sürü gereksiz laf ve duygusallık yerine, konuşmalarına öyle başlasınlar. O zaman eğer samimilerse, eğer gerçekten çözümden yanalarsa “Ben Kürt olsaydım, ben burada doğup, burada bu koşullarda yaşasaydım, sizler gibi mücadele ederdim haklarım için....” diye sürdüreceklerdir konuşmalarını.



Doğduğumuz yeri, bölgeyi, aileyi biz seçmiyoruz. Sayın Recep Tayyip Erdoğan Hakkâri’nin ya da Dersim’in bir köyünde doğmuş Kürt asıllı Alevi olabilirdi. Dedesinin köy meydanında çırılçıplak soyulup yerde kurbağa adımına zorlandığına, babasının Diyarbakır hapishanesinde pislik çukurunda işkence gördüğüne, Köpek Jo’ya selam durmaya mecbur tutulduğuna, Türkçe bilmeyen emmisinin İstiklal marşını baştan sona ezbere okuyamadığı için falakaya yatırıldığına, işkence gördüğüne şahit olmuş olabilirdi. Hapse düştüğünde, anası Türkçe bilmediği, dili yasaklı olduğu için anasının horlandığını, görüşe izin verilmediğini yaşamış olabilirdi. Sayın Erdoğan orada doğup o koşullarda yetişseydi Türkiye’nin başbakanı olmak yerine dağa çıkardı büyük ihtimalle.



Sadece Erdoğan için değil, herkes, hepimiz için söz konusu bu. “Ben Kürt doğsaydım” diye fısıldayalım kendi kendimize; kafamız, yüreğimiz, vicdanımız genişleyecek, göreceksiniz.

Oya Baydar - Bayramlık...

16.11.2010

Aslında inanç ve özgürlük konusunu yazmak istiyordum. Üzerinde çok düşünülmesi, empati yeteneğinin sonuna kadar zorlanması gereken o kadar güç ve çetrefilli bir konu ki, kendimi henüz hazır hissetmedim. Şu sıralarda başörtüsü üzerinden sürdürülmekte olan, bütünüyle siyasallaştırılmış kör dövüşü tartışma, konuyu büsbütün çıkmaza sürüklüyor. Çıkmazı aşabilmek için, toplumumuzdaki derin kültür çatışmasının en azından yumuşamasına hizmet edebilecek yeni bir anlayışın doğması gerekiyor. Mesela, ailenin çocuk üzerindeki yetkisinin sınırları, çocukların seçme özgürlüğü ve özgür iradesi, eğitim sistemimiz, bir yandan dini ideoloji, öte yandan egemen ideolojinin özgürlüklerin tahribi ve inşasındaki rolü, her türlü tabiyet ilişkisi, yeniden ve derinlemesine düşünülmeli. Bir bayram gününde, sizin okumaya benim yazmaya gücümüzün ve sabrımızın yetmeyeceği konular bunlar. O zaman, daldan dala atlayan bayramlık bir yazı yazmayı denemeliyim.



***



Önce bayramlarını kutlayarak Sayın Başbakan’a bir hatırlatma; belki gözünden kaçmıştır diye. Çocuk sahibi olmak isteyen bir çift, tüp bebek tedavisi için banka kredisi almış. Tedavi sonucunda çiftin üçüzleri olmuş. Fotoğrafı da vardı gazetelerde, hani nur topu gibi denir ya, öyle güzel üç bebek. Ancak, altı aylık doğan üçüzlerin daha birkaç yıl sürekli tedavi görmeleri gerekiyor, her çocuk gibi iyi beslenme, iyi bakılma, ilerde iyi eğitim görme hakları var. Baba, ayda 650 lira alıyor, kredi borçlarını ödeyememek bir yana, çocuklarını doyuramıyor bile. Aile muradına ermiş ama şimdi hacizle karşı karşıyalar, bebekleriyle birlikte perişan durumdalar.



Bu aile, tam da Başbakan’ın karşısında bir kadın topluluğu gördüğü her yerde, ya da nikâh şahitliği falan yaparken, -tavsiye falan da değil emir tonundan-, üstüne basa basa söylediği “üç çocuk” doğurun fetvasını; büyük güçlükleri de göze alarak harfiyen, hem de bir batında yerine getirmiş. Şimdi Başbakan’a düşüyor gereğini yerine getirmek, ailenin ve üçüzlerin elinden tutmak. Allah rızkını verir, demekle olmuyor bu işler. Ya da acaba Tayyip Erdoğan sadece zenginlere ve de Kürt nüfusu dengelemek için sünni Türklere mi sesleniyor?



***



Yazacaktım, araya gitti. Hayrünnisa Gül’e bir kadın olarak tebrik ve desteğimi ifade edecek, “Lütfen baskılar karşısında gerilemeyin, sözünüzün arkasında durun” diyecektim. O yaştaki çocukların henüz özgür iradeleriyle karar verebilecek durumda olmadıklarından hareketle, Sayın Hayrünnisa Gül ilk öğretimde başörtüsünün serbest olamayacağını dile getirerek, bu kadar tartışmalı ve boğazına kadar siyaset çukuruna batmış bir konuda fikrini söyleme cesaretini gösterdi. Şimdi kimileri heveslenip de, neden aynı görüşleri dile getiren laik kesim kadınlarını tebrik etmiyorsun diye işi mugalataya getirmesin. Beni Hayrünnisa Gül’ün neyi savunduğu değil, AKP’den gelen, AKP’nin adayı Cumhurbaşkanı’nın eşi olarak, onu kendi mahallesinden tepkilerle karşı karşıya bırakabilecek bir görüşü dile getirebilmesi, bu konudaki cesareti ilgilendiriyor. Örneğin Sayın Ahmet Necdet Sezer’in eşi, örtünmenin bir özgürlük sorunu olduğunu ve genç kızlarımızın örtülü oldukları için üniversitelere devam etmelerinin engellenmesinin yanlış bulduğunu söyleseydi, ona da en güçlü destek ve dayanışmamı iletmek isterdim. Kendi mahallemizde o mahallenin değerlerini, kalıplarını savunmak kolaydır da, karşı mahallenin değerlerini savunmak hem zordur, hem de bedel ödetir. Benim övgüm ve desteğim, tam da bu cesarete işte. İsterdim ki kadın örgütleri; başörtüsü konusunda nerede yer alırlarsa alsınlar, bu düzeyde bir kadının kendi mahallesine rağmen cesaretle fikrini söylediği için Hayrünnisa Hanım’ın arkasında dursunlar, dayanışma göstersinler.



***



Ramazan ya da bizlere öğrettikleri adıyla şeker bayramına diğeceğim yok, ama ben bu kurban bayramını hiç sevmem. İnanç uğruna da olsa, gelenek de olsa kurban etmek demek öldürmek demektir, kan demektir. Tanrının kan istediği, Allahın gazabının ancak kanla dindirileceği fikri, bağışlayan ve esirgeyen Tanrı yerine kan ve şiddete ihtiyacı olan bir Tanrı imajı doğurduğu için anlaşılmaz gelir bana. Kuşkusuz, insan kurban etmekten hayvanın kanını akıtmaya dönüşen bu dinsel pratik, insanlığın evriminde bir ileri adımdır, ama sonunda bir canlının hayatına, açlığını doyurmak ya da kendini korumak için değil, kadim bir inanç uğruna son vermektir. Biliyorum; inananlar, kurban geleneğine bağlı Müslümanlar hak vermeyecekler bana. Biliyorum; inanç alanı aklileştirilemez. Ama son günlerde kaçan kurbanların, hele de o koca koca angusların, ineklerin peşinda koşan, hayvan can korkusu ve dehşet içinde kaçmaya çalışırken ellerinde uyuşturucu iğnelerle, palalarla, ucu demirli sopalarla kovalayan adamları seyrettikçe; Diyanet’in, kurban kesimini çocuklara seyrettirmeyin uyarısına rağmen, küçücük çocuklara, özellikle de oğlanlara kesimi seyrettirmeyi sevabı artırmak sananları gözlemledikçe, inancına uygun olarak sevap işlemek isteyenler açısından bu dinsel “vecibenin” yerine getirilmesinin başka bir yolu yok mu, diye düşünüyorum.



“Öldürmeyeceksin”, semavi dinlerin tümünün ilk emridir; en az itaat edilmiş olan ama aslında en temel, en önemli emirdir. Öldürmeyeceksin sadece insanı değil bütün canlıları içerir. Bazen, şiddetin ve kanın olağanlaştığı toplumumuzda, kan kültürünün aşılmasında inananlara büyük pay düştüğünü düşünüyorum.



***



Kan kültürü deyince, yazmadan edemedim. Pek bayramlık konu değil, ama kan kültürünü aklama eğilimimize bir örnek: On iki yaşındaki Uğur Kaymaz’ı Kızıltepe’deki evinin önünde, babasının kamyonunu temizlemeye çalışırken babacığıyla birlikte terörist diye vurarak öldüren polisler beraat ettirildi, haberiniz var mı! İl il, mahkeme mahkeme sürüklenen davada bir cinayet aklandı.



İsyan ediyorum! Artık kimse yargının tarafsızlığından, bağımsızlığından söz etmesin bana. Yargı bu kararında da, pek çok benzer kararda olduğu gibi, kan kültüründen kopamadı; kurbandan yana değil cellattan yana oldu. Zaten artık küçücük çocuklarımızın bazen bir şarapnel parçası, bazen talim sırasında atılan bir kurşun, bir el bombası, bazen töre, bazen ihmal, sık sık da vahşet duygularıyla öldürülmelerine öylesine alıştı, kanıksadı ki bu toplum, Uğur Kaymaz’ı hatırlayan bile yok. İdamı geri getirme vaadinin ve seçim kürsülerinden yağlı urgan sallanmasının prim yaptığı, oy getireceğine inanıldığı bir ülke burası: Kan ve kurban ülkesi.



Bayramlık bir yazı yazmaya oturmuşken, bakın neler yazdım. Belki biraz ötedeki kurban pazarından gelen melemeler, acı sesler; belki de insanın ve bütün canlıların yaşamları nasıl korunabilir kan ve itaat kültüründen gelen bir toplumda sorusuna cevap verememenin çaresizliği...



Yine de iyi bayramlar.

Oya Baydar - Sistem ve Düşman

23.11.2010

Ünlü felsefeci Derrida, düşman konusundaki bir yazısında “kendine karşı bağışıklık” sisteminden söz eder. Canlı organizmayı dışardan gelecek tehditlere, yani düşmana karşı koruyan bağışıklık sistemi, bazı durumlarda tehdit algılamasında yanılır, düşmanı yanlış algılar. O zaman “auto-immune (kendine karşı bağışıklık)” sistemi devreye girer, organizma kendisiyle mücadele etmeye, kendi kendine zarar vermeye başlar.



Bağışıklık sisteminin algı hatasına düşmesi, yani sapıtması çoğunlukla organizmanın kendi dışındaki nedenler veya yanlış uyarılar yüzündendir, ama genetik deformasyonlardan, binlerce, yüzlerce yılın tortusundan da kaynaklanabilir.



Toplumları da karmaşık organizmalar olarak düşünürsek, Derrida’nın dikkatimizi çektiği “yanlış düşman algısı”nın ne kadar açıklayıcı olduğunu görürüz. Toplumlar da, tıpkı bünyemiz gibi, yanlış tehdit algısı ve yanlış düşman tanısı yüzünden kendi kendilerini tahrip etmeye, kendileriyle mücadeleye ve kendilerini tüketmeye yönelebilirler.



İnsanlık tarihi, bir yanıyla bakıldığında savaşların tarihidir. Kabile savaşlarından din savaşlarına, bölgesel savaşlardan dünya savaşlarına kadar, bütün çatışmalar düşman tehdidinden kaynaklanır. Düşmanın kabileyi, toprağı, vatanı, zenginliği, bölgeyi, dini, inancı tehdit ettiği algısı veya gerçeği, toplumsal bağışıklık sitemini harekete geçirir; çatışmalar, savaşlar çıkar.



Düşman ve tehdit algısı, hemen her zaman ekonomik, siyasal, dinsel/ideolojik iktidarı ellerinde bulunduranların, yani muktedirlerin algısıdır. Onların korkuları ve çıkarları doğrultusunda dalga dalga kitlelere yayılır. Halk, muktedirlerin düşmanlarının kendi düşmanı olduğuna inandırılır. Egemenler açısından doğru olan düşman tanımı kitleler için yanlış da olsa (ki çoğunlukla yanlıştır), toplumun bağışıklık sisteminde yaratılan algı ve bilinç çarpıtması, kendine karşı bağışıklık sistemini harekete geçirerek toplumsal organizmayı kemirmeye başlar. Organizma artık savaşa hazırdır.



Düşman; iktidarlarını koruyup pekiştirmek için egemenlerin tümüne gereklidir. Muktedirlerin ihtiyacı olan “birlik”; cemaat, tarikat, din, mezhep, ideoloji birliğinden tutun da aşiret, ulus devlet, bölgesel ittifak, sistem (kapitalist sistem-sosyalist sistem) birliğine kadar, her düzeyde öncelikle “düşman” üzerinden ve düşmana karşı sağlanır. Her zaman bir düşmana ihtiyaç vardır. Kapitalist Batı dünyasında ve bizim ülkemizde örneğin, düşmanlar tükenmez, sadece değişir. Kapitalist dünyada doksanların başlarına kadar adı komünizm olan “düşman” güçten düşünce, yerine İslami terörün ikame edilmesi gecikmemiştir. Türkiye’de de, yıllar yılı “Bu kış komünizm geliyor” hikâyeleriyle demokrasinin, özgürlüklerin, toplumsal ilerlemenin çanına ot tıkandıktan sonra, “laiklik elden gidiyor, Şeriat geliyor” ürkütmeleriyle siyasi İslamın tehdit sıralamasında öne çıkarılması, eş zamanlı olarak da bölünme korkusu körüklenerek “terör” adı altında Kürtlerin düşman ilan edilmesi, hepimizin izlediği gelişmelerdir.





••••••••





Düşman savaş demektir. Okla mızrakla değil; her biri bir yoksul ülkeyi kalkındırabilecek, dünyada açlığa, sefalete son verebilecek, çaresiz sanılan birçok hastalığın kökünü kurutabilecek bedellere mal olan silahlarla, füze sistemleriyle, ordu masraflarıyla savaşılan günümüz dünyasında, savaş muktedirlere dünya hakimiyetini kazandıran en önemli araçlardan biridir. O çok övündüğümüz bilimsel-teknolojik gelişme, çok büyük ölçüde savaş ve silah teknolojisinin emrindedir.



21. yüzyılda, çift kutuplu olmaktan çıkıp tek kutuplu kalmış dünyada, dün olduğu gibi bugün de kapitalist/emperyalist sistemin başlıca motor gücünün, ironik bir şekilde savunma sanayii diye adlandırılan savaş sanayii, yani silah ve ölüm tacirliği olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Silah tekellerinin hükmettiği ABD ekonomisi ve siyaseti, düşmansız yapamaz. Düşman tehdidinin, dolayısıyla savaşın olmadığı bir dünya, başta ABD olmak üzere bütün süper güçlerin dünyaya hükmetme hayallerinden vazgeçmeleri anlamına gelir.



Dünya hegemonyasını yitirmek istemeyen ABD, sistemin müttefikleri ve uydularıyla birlikte komünizm sonrasında yeni düşmanı/düşmanları yaratmak zorundaydı ve yaratmıştır. Son olarak Brüksel’deki NATO zirvesinde varılan mutabakatların, Türkiye’yi de yakından ilgilendirdiği için epeyce bilgi sahibi olduğumuz yeni füze sisteminin gerçek amacı silah sanayiini ve ölüm tacirlerini daha da güçlü kılmak, onları düşmansız ve kârsız bırakmamaktır.



Brecht’in Cesaret Ana oyununda en sevdiğim bölüm, Cesaret Ana’nın “Eyvah; barış patladı!” çığlığıdır. Bu korkuyu yaşamamak için, dünyanın hakimlerinin yeni düşmanlar, yeni tehditler yaratmaları gerekir; sürekli yaratmaktadırlar da.





•••••••••





Obama yeni umutlar, barış umutları doğurarak iktidara geldiğinde, onun da sistemin ürünü olduğunu, Bush’dan farklı olmadığını söyleyerek burun kıvıranlar çok oldu. Bence Obama sistemden geliyordu, ama sistemi tanıyor ve gücü yettiğince değiştirmek istiyordu. ABD ekonomisinin Batı dünyasını da peşinden sürükleyerek içine düştüğü ekonomik kriz ortamının bütün elverişsizliğine rağmen bu yolda adımlar da attı. Her adımda karşısında silah tekellerinin doğrudan veya dolaylı gücünü buldu. Sağlık reformu yapmaya, yoksullara bazı olanaklar sağlamaya, dev sermayeleri çok dolaylı ve hafif bir denetim altına almaya niyetlendiğinde adı komüniste çıkarıldı, İslam alemiyle, Müslüman ülkelerle daha barışçı bir diyaloğa yeltendiğinde gizli Müslüman olduğu iddia edildi. Halk desteği dramatik bir düşüş gösterdi. Sistemden gelen ama sistemi orasından burasından çekiştirip düzeltmeye niyetlenen Obama, son füze ağı projesiyle sisteme teslim oldu. Benim konum değil, ama bu işlerden biraz anlayan, biraz hesap kitap yapan herkesin, hiç de gerekli olmadığını, işe de yaramayacağını teslim ettikleri füze projesi, ABD’de ve Batı dünyasında gerçek efendilerin kimler olduğunu bir kez daha gösterdi.



NATO ülkeleri arasında bir tek Türkiye, hangi amaçla, hangi niyetle olursa olsun, hiç değilse “düşman”ın adının konmasına direndi. Kimileri alay konusu da yapsa, kediyle kedi demedi. Tehdit ve düşman İsrail olsaydı, AKP bu kedinin adını koyardı büyük olasılıkla, bunu biliyorum. Bütün tehditlerden ve düşmanlardan arınmış bir dünyaya doğru yürümek için o korkunç sistemin dağılması, dünyaya hükmeden dev tekellerin, savaş sanayiinin sönümlenmesi gerektiğini düşünecek olursak, küçücük adımların, jestlerin bile önemli olduğunu düşünüyorum yine de. Gerçek ve nihai çözüm henüz uzakta görünüyor ve bu yazıya sığabilecek kadar basit değil.



Derrida’ya dönecek olursak, bağışıklık sisteminin bozulmasıyla kendine karşı bağışıklık geliştiren ve kendi kendini tüketen bir organizmaya dönüşmemek için, bize belletilen “düşman” kavramı üzerinde biraz daha derin ve bağımsız düşünebilmeliyiz bence.

Oya Baydar - Wikileaks’e gelince...

Wikileaks’in ne alâkası var aile ile devletle diye soracak olursanız; bütün gün Wikileaks dinlemekten bu yazıyı yazmakta geciktim, istediğim kadar da iyi yazamadım. Bir de, şu aşamaya kadar açıklananlara bakınca, “E, bunların tümünü bir yerlerde okumuştuk, dinlemiştik, biliyorduk” demekten kendimi alamadım. Diplomasinin, muhatabını kucaklarken, içinden “ben seni yiyeceğim” diye geçirmek olduğunu, diplomatların başlıca görevinin bulundukları ülke konusunda bilgi toplamak, sızdırmak ve yorumlarını merkeze iletmek olduğunu, kapalı kapılar arkasında biz fanilerin bilmediği neler neler konuşulduğunu yeni mi öğreniyoruz yani.



Daha kendi haklarında neler yazıldığını bilmeden, düşünmeden Wikileaks’ten sızdırılan “Davutoğlu tehlikeli” raporuna yapışan, hatta böyle “tehlikeli” bir dışişleri bakanının istifa etmesi gerektiğini söyleyecek kadar ABD görevlilerinin borusunu çalmaktan çekinmeyen CHP sözcüleri, “kimin için tehlikeli?” sorusunu sormazlar mı hiç kendilerine, diye düşündüm. Bir de AKP iktidarı hakkında kriptolarda yer alan kimi değerlendirmelerin CHP’nin ve kendisine ulusalcı sol diyen bazı kesimlerin değerlendirmeleriyle nerdeyse kelime kelime aynı olduğunu görünce doğrusu şaşırdım. Büyükelçileri onlar mı enforme etmiş, yoksa her fırsatta karşı çıktıkları, düşman ilan ettikleri ABD’nin diplomatlarıyla tamamen aynı noktada mı buluşuyorlar?



Şimdiye kadar açıklanan belgeler, dış politikayı biraz izleyen hiç kimse için sürpriz değildir bence. Önümüzdeki günlerde açıklanacak olan veya hiç açıklanmayacak belgeleri göreceğiz. Bunlarda; devlette, hükümette, iktidarda, muhalefette yer alan kişilerle ilgili yorumları ve dedikoduları aşan iddialar varsa, tümü soruşturulmalı, açıklanmalı, gereği yapılmalıdır. Sadece Türkiye’de değil, bütün ülkelerde. Susmak kabul etmektir, dezenformasyona pabuç bırakmaktır.



Konunun uzmanı değilim, yanılabilirim. Bence kimse merak etmesin, kimse de heveslenmesin. Wikileaks belgeleri ne dünya düzenini, ne de Türkiye’de iktidarı değiştirir. Ağzı yananlar biraz daha dikkatli olurlar, adı geçenler birbirlerine karşı biraz daha bilenir, gardlarını alırlar.



Gün boyu çok şey konuşuldu, bilir bilmez çok yorum yapıldı. Ama şu sorunun sorulduğunu veya cevaplandığını duymadım: Kim yapmışsa iyi yapmış belgeleri açıklamakla; şeffaflık, açıklık iyidir. AMA NEDEN YAPMIŞ, HANGİ AMAÇLA? Benim sorum da bu işte.

Oya Baydar - Bilinmeyen bir dil var...

Bilinmeyen bir dil var bu ülkede. Hayır, Kürtçeden söz etmiyorum. Kendi iktidarlarını ve beka’larını savaş, şiddet ve silahla korumaya çalışanların bilmedikleri, bu toprakların insanlarına yasakladıkları bir dil var. Şiddet tekelini elinde tutan devletin hiç bilmediği bir dil; bu şiddete maruz kalanların da silaha başvurmak zorunda kalıp, zamanla silahı tek çözüm olarak gördüklerinde unuttukları bir dil. Türk, Kürt, veya diğer halklardan olsun, her kesimde zorba bir azınlığın halkların konuşmasını yasakladığı, geliştirilmesini, zenginleştirilmesini kimi zaman silahla, tehditle engellemeye çalıştığı bir dil: Barışın dili.



Van’da, dilini kazanmak ve özgürleştirmek için bir halkın yediden yetmişe nasıl heyecanla, inançla, umutla mücadele ettiğini, bu hak ve özgürlük mücadelesine omuz vermeye çalışarak izlerken, bir başka gelişme erken inen Doğu gecesi gibi çöktü üstüme. Bir kaç gün önce, PKK’nin askeri kanadının internet sitesinden yayımlanan bir yazıda bir Kürt aydını, tevil götürmeyecek şekilde ölümle tehdit edildi. Kürt sorununun barışçı çözümü için yıllardır çabalayan, elini taşın altına koymuş olan bir grup Türk ve Kürt, kime yönelirse yönelsin farklı ve muhalif düşünceyi ölümle tehdit eden bu zihniyete karşı üç satırlık bir bildiri yayınlayarak bu türden tehditlerin karşısında olduğumuzu açıkladık. Miroğlu’nu tehdit eden imzalı yazıyı sitesine koyan HPG’den, önce bizim girişimimizi örgütü karalama ve mücadeleyi zaafa uğratma oyunu olarak niteleyen; bildiride imzası olanlar konusunda Kürt hareketi ve çevrelerinde şaibe yaratmaya yönelik bir cevap geldi. Hemen ardından Fırat Haber Ajansı aracılığıyla yapılan açıklamada ise, “Miroğlu ve kuyruk acısı” başlıklı tehdit yazısının örgütü değil, yazarını bağladığı, örgütün “Hiçbir sivile yönelik herhangi bir askeri yönelim ve öldürme teşebbüsünde bulunmayacağı” bildirdi. Böyle bir örgütün sitesinde, bu kadar geniş yazma çizme özgürlüğü (!) kimseyi inandırmasa da, önemli olan ve itibar etmemiz gerekenin bu açıklama olduğunu düşünüyorum her zamanki saf iyimserliğimle.



Hepsi de Kürt halkının özgürlüğü, eşit ve anayasal yurttaşlık hakları ve barışçı çözüm için mücadele eden, çoğu KCK duruşmalarında yargılananların yanında saf tutmak için Diyarbakır yollarını aşındıran yetmiş kadar imzayla yayımlanan bildirinin imza sayısı, metin geniş dolaşıma sokulmadığı halde birkaç günde yüzlerle arttı. Çünkü sorunun barışçı çözümünden yana olan insanlar, günün koşullarında artık silahın çözüm olmaktan çıktığını görüyorlar. Kürt halkının haklı ve ertelenmez taleplerinin; ancak Türkiye insanlarının bu taleplerde uzlaşmaları, taleplerin destekçisi olmaları; çözümü savsaklama, göstermelik adımlarla göz boyama eğilimindeki hükümete baskı ve ağırlık koymalarıyla gerçekleşebileceğini anlıyorlar.



Tarihten ve diğer ülke pratiklerinden çıkan dersler; bir halkın eşit yurttaşlık, kimlik, özgürlük, bağımsızlık taleplerini duyurabilmesinin, geniş toplum kesimlerinde talepleri konusunda farkındalık yaratabilmesinin, devleti ve güç odaklarını çözüme zorlayabilmesinin ne yazık ki bazen ancak silaha sarılarak mümkün olabildiğini gösteriyor. Ama aynı pratikler, uğruna savaşılan özgürlüğün kazanılması ve halkın haklı taleplerinin gerçekleştirilmesinde, uzlaşma ve barış dilinin silahın yerine geçmesi gerektiğini de öğretiyor. Verilen mücadele, eğer iktidar odaklarının güçlendirilmesi için değil halkın özgürlüğü içinse silahın ve savaşın dili bir noktadan sonra ters teper. O zaman o bilinmeyen dile: barış diline ihtiyacımız olur.



Halkları ancak özgürlüğü kendi içlerinde yaşayanlar ve yaşatanlar özgürleştirebilirler. Kendi içlerinde ve dışlarında farklı düşünce ve eleştiriye açık olmayan, biat kültürünü aşamamış, güçlerini özgürlükten değil silah ve şiddet tehdidinden alan yapılar, zafere ulaştıklarında, hatta iktidara geldiklerinde bile barış dilini konuşmakta aciz kalırlar.



Bunun örnekleri tarih boyunca defalarca ve insanlık adına nice acılar pahasına yaşanmıştır. 1970-80 sürecinde Kamboçya’yı hatırlayan kaldı mı bilmem...





Kutsal Aile’den Wikileaks’e

30.11.2010

Şimdi bu iki konu nasıl bağlanacak birbirine? Hemen söyleyeyim, bağlanmayacak.



Ne zamandır, kadın sorunu ve muhafazakârlık hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Başbakan’ın “baaayanlar” üzerine söylediklerinden, “üç çocuk da üç çocuk” diye tutturmasından, kadınla erkek eşit değildir demesinden, partisinin kimi kadınlarının (hepsi değil) hemcinslerine düşman ve lidere biat kültüründen hareketle, İslami muhafazakârlığın kadın meselesinden söz edecektim. Dünkü t24’te çıkan bir haber, yazıyı zenginleştirecek bulunmaz veriler sağladı.



Gülen cemaatinin legaldeki kurumsal yüzü Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği, 53 ülkeden 600 akademisyenin katıldığı, açılışını Aileden Sorumla Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın yaptığı Avrasya Platformu 1. Aile Konferansı’nda “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında bir Değer Olarak Aile” konulu toplantının sonuç bildirgesi, yazmaya çalışacaklarımın özeti ve doğrulaması niteliğinde.



Ali Bulaç’ın da bildiri komitesinde yer aldığı, oy birliği ile onaylanmış bildirgenin, hepsi birbirini tamamlayan maddelerinden bazıları benim kısaltmamla şöyle: (tam metni 29 Kasım tarihli t24’te bulabilirsiniz)



- Din temelli nikahın tanınmamasını ve meşru sayılmamasını kınıyoruz.



- İnsan neslinin devamı için aile kurumuna devlet politikalarıyla sahip çıkılmasını istiyoruz.



- Kürtajı önleyen ve doğumların artmasını sağlayan politikaları destekliyoruz.



- Eşcinsellik ve ensest gibi hastalıklara karşı tedbir alınmasını istiyoruz.



- Ailenin korunmasında en büyük rolün dini motivasyonda olduğunu kabul ediyoruz.



- Çekirdek ailenin geniş aile ile eklemlenmesinde yarar görüyoruz.



Vb.....



Bırakın eşcinselliğin tartışılmasını, eşcinsel evliliklerin yasal sayıldığı ülkelerin sayısının arttığı; bireyin cinsel yönelim ve tercihlerinin tartışılmasının bile ayrımcılık ve özgürlüklere tecavüz sayıldığı; çekirdek ailenin, cemaatçilikten cemiyete geçişte, gelişmiş sanayi toplumunun doğal sonucu olduğunun ders kitaplarında yer aldığı; ailenin zorla biçimlendirilecek bir toplumsal birim değil, çağlara, sosyo-ekonomik yapıya, üretim biçimlerine göre şekillenen düzenleyici bir kurum olduğunun sosyolojiye giriş derslerinde okutulduğu bir çağda ve dünyada, yukardakine benzer sonuçlara varan 600 akademisyenin akademik özelliklerini doğrusu merak ettim.



Aralarında çok eşli erkekler ve bunu yadırgamayan kadınlar olduğunu bildiğim için, dini nikâhın hukuki anlamda meşru sayılmasını istemelerine şaşmadım doğrusu. Sonuç bildirgesinin ruhuna hakim olan eril iktidar dili, dini vesayetçi toplum mühendisliği de şaşırtmadı beni. Ailenin, özgür bireylerin özgür iradeleriyle kurdukları bir birlik olarak değil, dinin ve devletin yönlendirmesi ve müdahale etmesi gereken, insan neslinin devamı amaçlı bir kurum olarak anlaşılmasını da, toplantının düzenleyicilerinin, katılımcılarının ve AKP’li hâmilerinin zihniyetini düşününce, yadırgamadım. Sonuç bildirgesinde yer alan maddelerin, koyu dindar Bush’un ve neo-con’larının konuyla ilgili görüşleriyle ne kadar benzeştiği bir yana, şunları düşünmekten ve yazmaktan da kendimi alamadım:



•Kutsal aile ve kutsal devlet kavramları aşılmadan, ne birey ne de bir siyasal hareket kendini özgür ve özgürleştirici sayabilir.



•Muhafazakârlık kavramı, eninde sonunda dinsel bir temele dayanır; hangi din ve mezhep temeli üzerine yükseliyorsa, onun rengini taşır.



•İslami muhafazakârlığın temel taşı, doğrudan veya dolaylı olarak, kadın meselesidir. Muhafaza edilmek istenen “kutsal”, her şeyden önce eril iktidarın kadına bakışıdır.



•Aşiret yapısından modern toplumlara geçiş sürecinde yaşanan çoğu zaman sancılı toplumsal değişim, babaerkil kutsal aile ve kadının eşitliği konularında eşiği aşmakta zorlanır, İslam modernleşmesi tam o noktada kendi zihniyet sınırlarına dayanır ve tıkanır. AKP’nin kendini tanımladığı “muhafazakârlık” bu sınırın ta kendisidir.



• Gülen cemaatinin düzenlediği toplantının sonuç bildirgesinde yer bulan maddelerin tümü kadın ve aile konusunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da paylaştığı değerleri yansıtmaktadır. Erkekle kadın eşit değildir, kadının yeri evidir, temel görevi çocuk doğurmak ve kutsal aileyi kendini kurban ederek sürdürmektir.



• Binlerce yıllık erkek iktidarının dinle perçinlenmiş ve tahkim edilmiş toplum tahayyülü, kadınları kutsal aile ve analık değerleriyle tutsak eder. Kadın bu değerleri ve eril dili içselleştirir. Başbakanın bir konuşması sırasında, namus cinayeti adı altında işlenen cinayetlere dikkat çekmek isteyen kadınları protesto eden AKP’li kadınlar, erkek otoritesine biatı görev olarak yükleyen ve yücelten dinsel muhafazakârlığın örneklerinden sadece biridir.



Kutsal aile kavramı ile kutsal devlet içiçedir, ayrılmaz. İster dini temele dayalı, ister laik faşist, ister muhafazakâr olsun, iktidar bu iki ayak üzerinde yükselir. Ve bütün kutsallaştırılmış yapılar gibi, gerçek özgürlüklere ve gönüllü birliklere varabilmek için her ikisinin de bireyin hizmetine girerek sönümlenmesi gerekir.

Oya Baydar - 'Bilinmeyen Dil'in Ülkesinden

07.12.2010

Van’dan geliyorum; “bilinmeyen bir dil” konuşan bilinmeyen bir halkın Wan ülkesinden... Orada üç gün boyunca “bilinmeyen dil”le, “Rojên ‘Em bi Kurdî Bixwînin’ Wan” yapıldı. “Bilinen dil”le: “Van, Kürtçe Okuyalım Günleri”.



Üç günde, yedi oturumda Kürtçe edebiyat, Kürtçe roman, Kürtçe hikâye, Kürtçe şiir okundu. Okumakla kalınmadı, tartışıldı. Anadilde eğitim olanakları ve pratikleri, çeviri ve dil sorunları, dünya edebiyatında Kürtçe metinler, günümüzde Kürtçe roman, Kürtçe hikâyede geleneksel anlatım biçimleriyle modern biçimlerin karşılaşması, biçem sorunları, sempozyumun konu başlıklarından sadece birkaçıydı. Yedi oturumda tartışılan yedi konunun sadece biri “bilinen dil”deydi: Benim ve Ayşegül Devecioğlu’nun katıldığı “Türkçe Edebiyatın Kürt Sorunu”. Bilinen dil’de konuştuğumuz için tek çeviri yapılan oturum da buydu, diğerleri bilinmeyen dil’de olduğundan izleyicilerin tümü anlıyordu. Üç gün boyunca salonu dolduran yüzlerce kişi, bilinmeyen dili dinlediler, anladılar, konuştular.



Hani insanın, iyi ki oradaydım, iyi ki bu olayın parçası oldum, dediği anlar vardır. O anlardan, saatlerden, günlerden biriydi. Bir halk; yasaklanmış, inkâr edilmiş, baskıyla, zulümle unutturulmaya çalışılmış anadili için -bu en temel insan hakkı için- en meşru silah olan dil silahıyla mücadele ediyordu. Gencecik insanlar tanıdım; “bilinmeyen dil”in alfabesi üzerine, dil sorunları üzerine kafa yoran, kendini o dilin edebiyatının gelişmesine adamış, ya da Kürtçe edebiyatın köklerine uzanan bilinmeyen halkın aydınları. Devrimlerin ilk günlerindeki ya da kuruluş dönemlerindeki umutla, tutkuyla, heyecanla dillerine sarılmış; bilinmeyen dil’i dost kadar düşmana da bilinen kılmak için yola çıkmış insanlar...



Dil insanın ülkesidir, kimliğidir, düşünce özgürlüğü ve yeteneğidir. Ağızdan çıkan seslerden ve o seslerin işarete dökülmüş şeklinden ibaret değildir dil. Düşünen insanın toplumsal evrenidir. İnsanları birbirine bağlayan, insanın insana ulaşmasını sağlayandır. Halklar ve kültürler anadillerini geliştirerek gelişirler. Bir halkın anadilini yasaklarsanız, düşünmesini, yaratmasını, gelişmesini, özgürleşmesini engellemiş olursunuz. Egemen uluslar ve devletler, tam da bu nedenle, boyunduruk altına almak, yok etmek, ikinci sınıf insanlar olarak asimile etmek istedikleri halkların dilini yasaklamaya, gelişmesini engellemeye çalışırlar.



Kimse bana, “Kürtçe yasak değil ki, bak konuşuyorlar işte, televizyon kanalları bile var” mavalını okumaya kalkışmasın. Bunu söyleyen ya Türkiye’den, dünyadan habersiz, bilinci köreltilmiş biri, ya da bilinçli bir şoven Türk milliyetçisidir. Tartışma götürmeyen gerçek, Kürtçenin dönem dönem yasalarla ya da yasaya bile gerek kalmadan zorbalıkla engellenmiş olduğudur. Bugün hâlâ, “bilinmeyen bir dil” denebiliyorsa Kürtçeye; Türkçeleriyle birlikte kullanılan Kürtçe yer adları, son olarak Diyarbakır Valiliği’nin müracaatı üzerine bir kez daha yasaklanmışsa; bu ülkede hâlâ Kürtçe konuştukları için yargılanan ve hüküm giymiş olanlar varsa, kimse çıkıp da riyakârca, Kürtçe yasaklı değil ki, demesin ve konunun cahili olan kimse de böyle diyene kanmasın. Van’daki sempozyumun yapıldığı salonun fuayesinin pencerelerinden karşıdaki dağlara bakıldığında görülen “Ne mutlu Türküm diyene” ve bölgede dağa taşa yazılmış “Tek dil, tek ülke, tek bayrak” sloganları, diller üzerinde baskı olmadığı efsanesini yeterince ve resmen yalanlıyordu zaten.



Bir dilin sadece evde, aile içinde, en fazla birkaç yüz sözcükle konuşulması o dilin serbest olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, hapishanelerde görüş günlerinde Kürtçeden başka dil bilmeyen analarıyla anadillerinde konuşmaları yasaklanmış tutukluların, yoksul kulübelere kadar girip analarıyla Kürtçe konuşan çocukları cezalandıran öğretmenlerin, Diyarbakır Hapishanesi’ndeki “Çok konuş, Türkçe konuş” yazılarının anısı hâlâ taze. Bir dilin özgürlüğü ve zenginleşmesi, anadilden başlayıp edebiyat ve bilim diline kadar geliştirilebilmesiyle, eğitim dili de olmasıyla mümkündür. Her eğitim kademesinde anadilde eğitim bir lütuf değil, bir haktır. Kürtler gasp edilmiş haklarını talep etmektedirler ve bu hakkın teslimi siyasal, ideolojik olmaktan önce vicdani bir görevdir.



Vicdan bir yönüyle de kendimize yapılmasını istemediğimiz, kaldıramadığımız şeyin başkasına yapılması karşısında duyduğumuz acı ve isyansa eğer, şu soruyu soralım kendimize: On milyonlarca insanın anadilini ne hakla yasaklıyoruz? Bu dilin eğitim dili olarak da gelişmesini ne hakla kısıtlıyor, engelliyoruz? Tersinden düşünelim: Birileri Türkçeyi yasaklasaydı; mesela İngilizce, Arapça, ya da Kürtçe resmi dil ilan edilip Türkçe eğitim verilmeseydi ne olurdu tepkimiz?

8 Aralık 2010 Çarşamba

Mustafa ERDOĞAN - CHP dönüşür mü?

merdogan@stargazete.com


Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun son hamlesi, ilk bakışta, partideki güç dengelerini değiştirmişe benziyor. Eski Genel Sekreter Önder Sav’ı ve kısmen onun ekibini partideki hakim konumundan uzaklaştıran bu değişiklik kamuoyunun Kılıçdaroğlu’na dönük beklentisine kabaca uygun. Onun için, çoğu gözlemci Kılıçdaroğlu’nun liderliğini pekiştirmesi olarak gördüğü bu hamleye olumlu bakıyor.

Böyle olmakla beraber, bu gelişmenin bazılarının umut ettiği gibi CHP’de sahici bir dönüşüme yol açıp açmayacağı şimdilik belli değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda ümitvar olmak için ortada pek fazla neden yok. Bunu, hem Kılıçdaroğlu ve ekibinden sadır olan açıklamalara, hem bu değişikliğin gerçekleşme biçimine, hem de eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın bu sürece duyduğu “yakın ilgi”ye dayanarak söylüyorum.

Gerçekten de CHP’nin yeni yönetim kadrosundan bu değişikliğe ilişkin olarak yapılan kimi açıklamalar, tanık olduğumuz olayın parti üst yönetiminde meydana gelen bir ekip değişikliğinden ibaret olduğunu teyit eder yönde. Gerçi sayın Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarında kendisinin aksi yönde bir arayışın içinde olduğu izlenimi veren sözler de yer almıyor değil. Ama bu söylemin asıl vurgusu yine de bunun bir “yönetim değişikliği” olduğu ve CHP’nin özünde bir değişme beklenmemesi gerektiği yönünde.

Öte yandan, Kılıçdaroğlu’nun yeni “ekibi”nde yer alanlar da temel dünya görüşleri ve Türkiye’nin sorunlarına bakışları açısından Önder Sav ekibinden, daha doğrusu geleneksel “CHP çizgisi”nden pek farklı görünmüyor. Üstelik sayın Kılıçdaroğlu’nun Önder Sav’ın yerine Genel Sekreterlik görevine getirdiği kişinin bilinen politik kimliği “yeni” CHP’de sahici bir değişimin başlayacağı düşüncesini desteklemiyor. Aslına bakılırsa, “ekip”in geri kalanı içinde de zihnini bu türden meselelerin meşgul ettiğini bildiğimiz pek fazla kimse yok.

Kaldı ki, CHP’de sahici bir değişim olacaksa, bu ne bu türden “geceyarısı darbeleri” ile olabilir, ne de böyle bir şey ahlâken onaylanabilir. Kılıçdaroğlu eski ekibi -Parti tüzüğü izin verse de- demokratik olmayan bir yoldan tasfiye etmiştir. Ne var ki, bu gibi meselelerin nihai hal yerinin parti kurultayı olması gerekir. Bu ahlâki açıdan böyle olduğu gibi, bu “darbe”nin parti tabanında ne derece desteğe sahip olduğunun görülmesi bakımın da böyledir. Ayrıca hatırlamak gerekir ki, sayın Kılıçdaroğlu’nun bugünkü konumuna yükselmesi de pek olağan bir yoldan olmamıştı.

Başka bir anlatımla, Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesinin partideki gerçek güç dengesini ne ölçüde yansıttığı şimdilik belli değildir. Üstelik, eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın “pusuda” beklediği de dikkate alınırsa, yapılacak ilk kurultayda Baykal’lı bir “eski halin iadesi” ihtimalini de gözardı etmemek gerekir. O zaman da değişime ilişkin halihazırdaki zaten pek de güçlü olmayan umutları bile büsbütün unutmak gerekecektir.

Aslına bakılırsa, CHP’nin sahici anlamda bir dönüşüme uğratılması hiç de kolay değildir. Çünkü, ister “liberal” isterse “sosyal demokrat” yönde olsun, böyle bir dönüşüm Partinin “altı ok”ta sembolize edilen ve esas olarak otoriteryen tek-parti yönetiminin önceliklerini yansıtan klâsik ideolojisinden vazgeçmesini gerektirir. Oysa, halâ hatırı sayılır bir toplumsal tabanı olan bu ideolojiyi terk etmek CHP geleneği içinde yetişmiş hiçbir politik kadronun kolay kolay göze alamayacağı bir şeydir.

Bu ve başka nedenlerle, CHP daha epeyce bir süre, ufak-tefek rötuşlarla da olsa, özünde Kemalist bir parti olarak varlığını sürdürecek gibi görünüyor.

Eser KARAKAŞ - Ergenekoncuların söylemedikleri

ekarakas@stargazete.com

Ergenekoncuların ne dediklerine değil de ne demediklerine bakarsanız gerçek kimlikleri daha net anlaşılır.

Ergenekoncu derken sanık olarak Silivri’de yatanları değil de televizyon ekranlarında bu konuyu hukuk adına savunanları kastediyorum.

Bu konuya örnek olarak da iki meseleye değineceğim.

Birincisi tutukluluk süresinin uzunluğu faciası, ikincisi ise askeri yargı mesela AYİM (Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) ve buna bağlı olarak da “açığa alma” konusu.

Türkiye’nin AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) yargıcının bir ifadesi geçenlerde Türkiye basınında büyük yankı buldu.

Türkiye’nin AİHM yargıcı basına verdiği bir demeçte Türkiye hapishanelerinde 14 senedir tutuklu statüsünde yatan, yani 14 senedir hüküm giymemiş bir kişiden bahsettiğinde yer yerinden oynadı; tutukluluk süresinin, bir hüküm giymeden bu kadar uzaması gerçekten çok ürkütücü.

Şimdi de, başka vakalarla beraber, 14 sene olmasa bile, benzer tutukluluk sürelerinin uzunluğunu Ergenekon davasında gözlemliyoruz; yargı sistemimiz, hakimlerimiz, savcılarımız bu duruma mutlaka Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun bir çözüm üretmek durumundalar, aksi durumda, haklı bir davada haksızlıklar da üretilmiş oluyor.

Türkiye hapishanelerinde yatan yüz bin kişiden galiba altmış bini de zaten tutuklu statüsünde, henüz nihai hüküm giymeden bekliyorlar, bunların sadece çok ama çok küçük bir bölümü Ergenekon tutuklusu; AİHM yargıcımızın söylediği 14 senelik tutukluk hali de uç bir duruma işaret ediyor.

Bu çok eskilerden günümüze sarkan tutukluluk sürelerinin uzunluğu garabeti muhtemelen hukuk fakültelerimizde ceza usule ilişkin panellerde, sempozyumlarda gündeme gelmiştir, buna eminim ama son iki senedir ekranlarda izlediğimizErgenekon muhiblerinin bu konuyu yine ekranlarda ama Ergenekon davası öncesi gündeme getirdiğini hatırlayanınız var mı?

Ne zaman ki, darbe sever gazeteciler, darbe sever askerler, darbe sever televizyoncular tutuklandı ve tutukluluk süreleri gerçekten uzadı, bu arkadaşlar ekranlarda, gazete sütunlarında arz-ı endam ettiler.

Daha önceki uzun, çok uzun tutukluluk süreleri THKP-C’liler, ülkücüler, PKK sempazitanları için idi; Ergenekon muhibi bu arkadaşlar için hukuk bazılarına daha çok uygulanması gereken bir kurum olduğundan usul konuları, bilimsel toplantılar dışında şimdi akıllarına geldi.

Bu da bir terakkidir, umarım gelecekte bu duyarlıklarını her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı için aynı kararlılıkta gösterirler.

İkinci konu, yani çift başlı yargı, AYİM’in son kararı ile gündeme geldi.

Liberaller, İkinci Cumhuriyetçiler, çok uzun yıllardan beri, Ergenekon daha sadece bir türk efsanesi iken de, askeri yargının yapısına, işleyişine ve daha önemlisi basit disiplin suçları dışında mevcudiyetine de itiraz ettiler.

Son iki senedir darbe sever gazeteciler, profesörler ve generaller nedeniyle hukuku hatırlayan Ergenekon muhibi arkadaşlar bu konuya, askeri yargı konusuna girmediler; sivil otoritenin “açığa alma” yetkisini hiç gündeme getirmediler, duymak bile istemediler.

Oysa, çok gerilere gitmeye gerek yok, 28 Şubat kepazeliği yaşanırken, aynı arkadaşlar, ünlü ve başarılı gazetecilere resmi evrakta sahtecilik yaparak tuzak kuran sözde paşaların “açığa alınmasını” isteyebilselerdi, 27 Nisan soytarılığının arkasında durmasa idiler bugün usul hukukuna ilişkin söyledikleri çok daha ciddiye alınır idi.

Askeri muhtıralara, 28 Şubat kepazeliğine alkış tut, sonra da usul hukuku üzerinden demokratlık yap, çok inandırıcı olmuyor doğrusu.

Ama özeleştiri, daha kapsamlı ve tutarlı bir hukuk devleti arayışı için hiçbir zaman çok geç değildir.

Eser KARAKAŞ - Genelkurmay, Diyanet, Wikileaks ve iktisadi büyüme

Eski dünya değişiyor.

Tıpkı eski Türkiye’nin de büyük bir hızla yeni Türkiye’ye dönüştüğü gibi.

İnsanlar Wikileaks meselesine neden bu kadar şaşırdılar, anlayamadım.

Bu tür devlet sırrı kavramı, kimsenin erişemeyeceği bilgi eski dünyanın bir kavramı idi.

Yeni dünyada bilgi, evet her tür bilgi amerikanca tabiriyle “free good” yani erişilmesi zahmetsiz ve bedava bilgi.

Önümüzdeki senelerde bu süreç daha da hızlanacak.

Pozisyonunu, bilginin “serbest/bedava mal” olduğunu bilerek alanlar kazançlı çıkacak.

Saydamlık bir erdem değil, bir zorunluluk haline gelecek.

Ve buna da NORMALLEŞME’nin bir parçası diyeceğiz.

Normalleşen ülkeler daha başarılı olacaklar, iktisadi büyüme oranları daha yüksek olacak.

Türkiye de normalleşiyor ama bu süreci çok sayıda ülkenin arkasından izliyor.

Herkesin çok kesin bir gerçeği çok net görmesi lazım.

Hukuk yapılanması, siyasal kurumları NORMALLEŞMEYEN bir Türkiye düşük standartlı bir demokrasiye yani düşük büyüme oranlarına mahkum olacak.

NORMALLEŞEN bir hukuk ve siyasi yapı ile güçlü iktisadi büyüme ilişkisi birilerinin zannettiğinden çok daha açık ve pozitif bir ilişki.

Eski hukuki ve siyasi yapımızı koruyalım ama yüksek büyüyelim düşüncesi en saçma düşünce.

28 Kasım günü Taraf gazetesinde Sayın Yıldıray Oğur’un “Genelkurmay neden başkanlık?” isimli dört dörtlük bir yazısı yayınlandı.

Yazıda özet olarak 3 Mart 1924 tarihinde aynı kanun maddesiyle kurulan iki kurumun, Genelkurmay ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (orijinal adlarıyla Diyanet İşleri Riyaseti ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti) sistem içindeki tuhaf, ANORMAL yapıları ele alınıyor.

Yazıyı internetten arayın, bulun, okuyun, tabloyu çok net göreceksiniz.

Yıldıray Oğur mevcut yapıyı demokratikleşememe olarak yorumluyor.

Benim tercih ettiğim ifade ise NORMALLEŞEMEME.

Siyasi ve anayasa hukuku yapısı normalleşemeyen bir ülkenin doğal olarak demokratikleşmesinden bahsetmek zaten mümkün değil ama bu durumun, bu anormal durumun vurduğu ilk yer gene yurttaşların refah düzeyi oluyor.

Bütün yirminci yüzyıl ve son on sene boyunca kişi başına gelir düzeyi en çok artan ülkeler siyasi ve hukuki yapıları normalleşen, demokratikleşen, batı standartlarında evrilen ülkeler.

Türkiye bu gerçeği çok net algıladığı, siyasi ve hukuki normalleşmenin yüksek büyümenin ön koşulu olduğunu gördüğü ölçüde yurttaşları daha müreffeh bir hayat yaşayacaklar.

Çin olumsuz örneği bu konuda sadece bir parantez, zamanla kimin haklı olduğunu ortaya koyacak.

Hukuki ve siyasi sistem anormalliklerinden arındığı ölçüde kişi başına gelirimiz artacak.

Anayasamızın 117. (Genelkurmay), 118. Maddeleri (Milli Güvenlik Kurulu), 136. Maddesi ve TCK 89. Madde (Diyanet İşleri Başkanlığı) anormal maddeler, anormal düzenlemeler.

Bu düzenlemeler yerli yerinde kaldığı sürece anormal yapımız sürüyor demektir ve tekrar ediyorum, hukuki, siyasi yapısı NORMALLEŞEMEYEN bir ülkede yurttaşlar fakir, işsiz kalmaya devam edecekler demektir.

Demokratikleşme normalleşme demektir.

Normalleşme ise zenginlik demektir.

Eser KARAKAŞ - Devlet ve basın sınıfta kaldılar

ekarakas@stargazete.com

1 Aralık Çarşamba 2010 tarihi Cumhuriyet, devlet ve basın için önemli ve karanlık bir tarihtir.

1 Aralık 2010 tarihinde Temmuz 1980’de, 12 Eylül darbesinden yaklaşık iki ay önce öldürülen sendikacı, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in cinayet davası zaman aşımına uğramış ve düşmüştür.

Bu zaman aşımı meselesi sadece yargı için değil, devletin tümü için bir yüz karasıdır.

Göz göre göre gelen bir son Çarşamba günü Bakırköy adliyesinde deklare edilmiştir.

12 Eylül öncesi işlenen tüm karanlık cinayetlerin ortada kalması gibi bu cinayet davası da zaman aşımına uğramıştır.

Bugün, Türkiye Devleti’nin Cumhurbaşkanı olmayı gerçekten istemez idim.

Cumhurbaşkanı ülke içinde devleti temsil eden yegane kişidir, makamdır.

Ve bugün ortada her aklı başında, vicdan sahibi insanın utanması gereken bir devlet skandalı yaşanmaktadır.

Bir önceki davada adliyeye bile gelmeyen/getirilemeyen bir sanık iki gün önce zaman aşımından yakın tarihin en önemli cinayet davalarından birinden, tabiri mazur görün, herkesin, devletin gözü önünde yırtmıştır.

Anayasanın ilgili maddesi Cumhurbaşkanı’na devlet organlarının ahenkli çalışmasını gözetme görevi vermektedir.

Yaşanan devlet skandalı öyle yargı bağımsızlığı, usul kuralları gibi ifadelerle savuşturulabilecek bir konu değildir.

2007 senesinde başkanlık ya da yarı başkanık rejimiyle yönetilmeyen bizim ülkemizde Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesine eleştiri getirenlere bendeniz“Cumhurbaşkanlığı çok önemlidir, çok önemli anlarda bu makamın alması gereken çok radikal tavırlar olabilir, halk oyuyla seçilmesi de evrensel hukuk devleti çerçevesinde yapılacak bu müdahalelere meşruiyet kazandırır” diye yazdığımı hatırlıyorum.

1 Aralık, Türkiye Devletinin iflas ettiği, sınıfta kaldığı, büyük bir devlet skandalının içine düştüğü gündür.

Sayın Cumhurbaşkanı bugün devlet organlarının ahenkli (!) çalışmasını gözetmeyecektir de, ne zaman gözetecektir?

Somut olarak Sayın Cumhurbaşkanı’nın ne yapabileceğini ben de bilemiyorum ama ortada büyük bir devlet skandalı vardır ve Cumhurbaşkanı bir şeyler yapmak, en azından tepkisini ortaya koymak zorundadır.

Nihai analizde bizler bu devletin vatandaşlarıyız, Sayın Cumhurbaşkanı ise devleti temsil eden kişidir.

16 Mart 1978 katliamı davası da aynı şekilde, karanlık eller tarafından, herkesin gözleri önünde, Çankaya’nın da gözü önünde zaman aşımına UĞRATILMIŞTIR; bu davanın da en başından beri sorumluları, bu sorumluların nasıl korunduğu herkes tarafından görülmekte, bilinmektedir.

Üstelik bu bilgiler gizli bilgiler değil, internet bilgileridir.

Zaman aşımına uğrayan 16 Mart katliamı davasının en büyük sorumlusunun olay sonrası kariyeri bile başlı başına bir devlet skandalıdır.

Sayın Cumhurbaşkanım, sadece örnek olarak verdiğim bu iki olay, 16 Mart katliamı ve Kemal Türkler cinayeti davalarının akıbeti toplumda adalet duygusunun, devlete güvenin sonu demektir.

Adalet duygusunun bu kadar kaybolduğu bir kuruma devlet demek artık mümkün müdür?

Sayın Cumhurbaşkanım, alçakça bir devlet cinayetine kurban giden rahmetli Kemal Türkler’in kızının NTV’de Banu Güven’le yaptığı söyleşiyi lütfen izleyin, 27 Nisan muhtırası sürecinde büyük ve haklı kavgalarla geldiğiniz makam bu söyleşiye şahit olmak için midir?

Basın da 2 Aralık günü sınıfta kalmıştır.

İnternet üzerinden taradığım köşe yazılarının hiçbirisinde bu devlet skandalına değinilmemiştir.

Anlaşılan Wikileaks ülkemizde adaletin kalkmayan cenazesinden daha önemlidir.

Mehmet ALTAN - Amerika mı, ona rağmen mi?

Önceki gece... Adeta zaman durdu... Çünkü... Wikileaks sitesi, uzun süredir merakla beklenen ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait belgeleri yayımlamaya başladı.

Wikileaks’in elindeki 251 bin 287 adet belgenin sadece 226’sı bile dünyayı sarsmaya yetti.

Beyaz Saray, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait belgelere ilişkin bir açıklama yaptı. Açıklamada, yayımlanan gizli belgeler yalanlanmadı ancak sızdırılan iç yazışmaların “ABD dış politikasının ifadesi” olmadığı...

Yayımlanan yüz binlerce sayfalık belgenin yabancı hükümetlerle olan özel diplomatik görüşmeleri içerdiği belirtildi.

***

Şimdi tartışılan konu, bu belgeler ABD tarafından mı sızdırıldı yoksa ABD’ye rağmen mi?

Bilgisayar ağlarının güvenlik sistemleri de dâhil uzmanı ve Exedra şirketinin üst düzey yöneticisi Umut Aydın’dan bu tartışmaya berraklık getirecek teknik bilgiler içeren aşağıdaki elektronik posta mesajını aldım:

“Wikileaks’in temin ettiği belgeler ABD Savunma Bakanlığı tarafından kurulan SIPRNet (Secret Internet Protocol Router Network) ağı üzerinden elde edildi.

SIPRNet gizli belgelerin kurumlar arasındaki alışverişi sağlayan bir ağ ve çeşitli kamu birimlerinin de bu ağa erişim yetkileri mevcut (Dışişleri Bakanlığı gibi).

Bu ağın ortalama kullanıcı sayısı 2,5 milyon olarak tahmin ediliyor ve her kullanıcının en geç 150 günde bir şifre değiştirmesi gerekiyor ki bu süre çoğu şirket sistemlerinde bile ortalama bir aydır.

Baktığınızda kendine has bir ağ olmasının dışında çok fazla bir güvenlik önlemi yok.

Gelelim son Wikileaks hadisesine; klasmanlara ayrılmış dokümanlardan 133 bin 887’si sınıflandırılmamış (unclassified), 101 bin 748’i düşük gizlilik seviyesinde (confidential) ve 15 bin 652’si gizli (secret) olarak belirtiliyor.

Fakat ortada “top secret” niteliğinde herhangi bir veri yok. Şu ana kadar incelenen dokümanlarda da zaten bilgi notları dışında herhangi bir somut kanıt niteliğini taşıyan belge de yok.

Zaten devlet içerisindeki önemli belgelerin tümü kriptolu biçimde ve kozmik sistemlerde tutulmakta ama görünen o ki son sızmadaki belgeler bir portal ortamından yetkili bir kullanıcı tarafından alınarak servis edilmiş.

Belgelerde bir kripto veya şifreleme olmadığını rahatlıkla söylemek mümkün zira ABD standartlarında belirtilen kriptolu bir belgenin kırılması bile seneler sürebilir ve devlet bazında yatırım gerektirir.

Bu da bize bu verilerin erişim yetkisi olan biri yahut birileri tarafından servis edildiğini göstermekte.”

***

Eğer ABD, daha ziyade Ortadoğu ülkeleriyle ilgili bu bilgileri kasten sızdırdı ise ne demek istiyor?

Kime ne mesaj veriyor?

Neyin alt yapısını oluşturuyor?

***

Yok eğer, bilgilerin sızması ABD yönetimine rağmen olduysa, bunu nasıl değerlendirmeli?

Böyle bir zafiyet nasıl bir tahribat yaratır, muhtemel sonuçları ne olur?

Bundan sonrasını nasıl etkiler?

***

Hangi şık geçerli olursa olsun bu bilgilerin yayımlanması, muhtemelen görünür ve görünmez depremlere sebep olacak...

Uzun vadede ise çok daha hayırlı bir etkisi olacağını düşünüyorum...

Wikileaks bilgileri “ikiyüzlülüğe” çok ağır bir darbe vuruyor...

Ulus-devlet yönetimlerinin “kendi halklarına” ve diğer “ulus-devlet” yönetimlerine karşı “ilkesiz” ya da “ikiyüzlü” veya “çifte standartlı” davranmaları zora girecek...

Aynı şey siyasal arenadaki insanlar için de geçerli olacak...

Yalan, hile, riya, ikiyüzlülük bundan böyle daha zorlaşacak...

Az kazanım mı?

Birileri bir hesaplar yapar ya da aksilikler vuku bulur ama hepsinin avcısı zamanın ruhu, tarihin temposudur... Çünkü ondan daha güçlüsü yoktur ve olmayacak...

Mehmet ALTAN -Sisler altındaki arka sayfalar

Çok erken saatte, “Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi” ve “Türkiye ve Uyum Araştırmalar Merkezi” işbirliği ile yapılan “Avrupa ve Türkiye’nin Dış Politikada Değişen Rolleri” konulu...

3. Türkiye ve Avrupa Forumu’na katılmak için Berlin’in yolunu tutuyorum...

Uçakta gazeteleri hatim ediyorum...

Otele geldiğimizde de yabancı gazeteleri alıyorum...

Tüm dünyada ilk sayfalar galiba uzun bir süre için Wikileaks’e rezerve edilmiş gibi...

***

Otel odasına girdiğimde ise...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Wikileaks’deki iddiaları yüksek tonlu bir öfkeyle cevapladığını, ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu da hedefe koyduğunu...

Kurultay kararı alan Kılıçdaroğlu’nun da yanıt verip, ABD’yi hedef gösterdiğini öğreniyorum...

Çok uzun zaman Wikileaks yazacağımız belli olduğundan, arka sayfalarda bu itiş kakışın gölgesinde kalan ve alarm zilleri çalan haberlere geri dönüyorum...

Günlük hayatımızı Wikileaks’den çok daha fazla etkileyebilecek konulara eğiliyorum.

***

Bu arada Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre Türkiye’nin 2010 yılı Kasım ayı ihracatının geçen yılın aynı ayına göre yüzde 7,28 artarak, 9 milyar 452 milyon dolar olduğu haberi geliyor...

Ocak-Kasım döneminde ihracat geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 10,94 artışla 102 milyar 161 milyon dolara yükseliyor...

Bunlar iyi haberler.

Ama can sıkan başka bir şey var: Dış açıktaki büyük artış...

Örneğin, Ekim’de dış ticaret açığı yüzde 136 artışla 6,3 milyar dolar olarak gerçekleşti. 10 aylık dönemde açık 55 milyar doları aşmış bulunuyor...

Ekonomi için artarak büyüyen ciddi bir tehdit...

Çünkü Türkiye’nin dış satımı dış alımın gittikçe çok altında kalmaya başlıyor...

***

Hâlbuki bir yandan da büyüyoruz...

Bu nasıl oluyor?

Bunun açıklamalarını içeren Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun 11 Kasım tarihindeki toplantısına ilişkin toplantı özeti de Wikileaks’in sis bombasından nasibini alıyor...

Hâlbuki toplantı özetlerinde önemli tespitler, uyarılar ve sorulara cevaplar var...

Ekonomik olarak büyüyoruz çünkü “özellikle krediler ve iç talep güçlü bir seyir izlemekte” ama dış talep seyri zayıf.

***

“Sıcak para” olarak da nitelediğimiz artan sermaye girişleri...

Hızlı kredi genişlemesi...

Ve uyarılan ithalat talebi kanalıyla...

İç ve dış talebin büyüme hızlarındaki “ayrışma” Merkez Bankası’nın da uyarısına neden oluyor...

Çünkü “bu durum cari dengede bozulmaya yol açarak finansal istikrara ilişkin risk” taşıyor...

***

Merkez Bankası, muhtemel risklerin sınırlanması bakımından, önümüzdeki dönemde zorunlu karşılıklar ve likidite yönetimi gibi ek politika araçlarının daha aktif kullanılabileceğini de vurgulamakta...

Ancak temel çözüm, Türkiye’nin daha pahalı malları daha çok satmasından ve dış ticaret dengesini lehine çevirmesinden geçiyor...

Ne yazık ki bunları konuşmuyoruz...

Ve yayınlananlar arasında maalesef bu yapısal bozukluğu tartıştıracak ve gündeme getirecek bir belge de yok...

Wikileaks belgelerinin gündeminin altında kalan bu arka sayfa haberleri ekonomik açıdan bizi tehdit ediyor...

***

Kısacası...

Kriz tehlikesinin varlığını sürdürdüğü bir ortamda...

Elverişli kur sayesinde ithalata dayalı bir büyüme yaşıyoruz.

İnsanlar bankalara borçlanarak tüketim yapıyor.

Banka kredisi, iç tüketim, ithalat ve buna dayalı bir büyüme...

Sağlıklı olanı ise yeryüzüne katma değeri olan yüksek nitelikli mal ve hizmet satmak...

Toplumsal zenginliği bu şekilde kotarmak...

Bunu başaramadığımızı artan cari açıktan da ihracatın ithalatı karşılama oranından da görüyoruz.

Ve risk büyüyor...

Yüksek tondan Wikileaks belgelerini tartışan siyaset kurumuna duyurulur...