8 Aralık 2010 Çarşamba

Neşe Düzel - Hasan Cemal: ‘TSK’nın terfi sicili çok açıdan lekeli’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 04.12.2010




“Silahlı Kuvvetleri’nin terfi sicili birçok açıdan lekelidir. Öyle terfiler vardır ve öyle asker kişiler terfi ettirilmiştir ki, insan hakları ve hukuk açısından hazmetmek zordur.”



“Doğan Grubu’na vergi cezası olayı, Anayasa değişikliğinin başörtüsüne indirgenmesi gibi olaylara rağmen, bilanço yaptığımda, AK Parti’nin sevapları günahlarına ağır basıyor.”



“Gene de sivil bir damar var CHP’de. 12 Mart darbesinde askere en sert tepkiyi Ecevit verdi. 73, 77 seçimlerini kazandı. Kılıçdaroğlu da Ecevit gibi zamanın ruhunu yakalayabilir.”

* * *

NEDEN HASAN CEMAL

21. yüzyılın dünya konjonktürü Türkiye’ye çok büyük fırsatlar sunuyor. Dış dinamikler, ilk kez Türkiye’nin barış içinde gelişmesinden, büyümesinden, sivilleşmesinden, demokratikleşmesinden, çağdaş bir hukuk devleti olmasından yana çalışıyor. WikiLeaks belgelerinden de anlaşıldığı gibi, sadece İsrail ve Amerika’da iktidardan düşmüş silahçı ve savaşçı neoconlar Türkiye’de askerin siyasete müdahale etmesini ve darbelerin sürmesini istiyor. Eskisi gibi dünyadan destek görmemesine rağmen asker, sivil siyasi otoritenin yönetimine girmemek için hâlâ direniyor. Türkiye’nin, iç ve dış dinamiklerin yardımıyla büyük bir değişimden geçtiğini, sivilleştiğini fark edemiyor. Hükümetin görevden almasına rağmen, Balyoz davası sanığı üç generalini, askerî yargıyı devreye sokarak terfi ettirmeye çalışıyor. Ordu, darbe sanığı paşaların terfileri konusunda niye bu kadar direniyor? Türkiye’de asker-sivil ilişkileri nereye gidiyor? Batı demokrasilerinde olmayan askerî yargı, bizde varlığını neye dayanarak devam ettiriyor? Askerin, gerçek bir demokratik ülkenin ordusu olmamak için gösterdiği direnç, halk tarafından nasıl karşılanıyor? Hükümetin, Genelkurmay’ın direnmesine rağmen, generalleri açığa alması, altı ay sonraki seçim sonuçlarına nasıl yansıyacak? Seçmen, bu konuda CHP’yi nasıl değerlendirecek? Bütün bu soruları, bu ülkedeki asker-sivil ilişkileri üzerine müthiş kitaplar yazan, son kitabı da Türkiye’nin Asker Sorunu- Ey Asker, Siyasete Karışma! adıyla çıkan Hasan Cemal’e sorduk.

* * *

NEŞE DÜZEL: Askerlerin, sivil iradenin emirlerini dinleyeceği bir döneme girdiğimizi sanıyorduk ama galiba yanılmışız. Hükümet, darbe sanığı generallerin terfilerini, yasanın kendisine verdiği hakkı kullanarak durdurmak istiyor. Ama ordu, o generallerin terfi etmesi için uğraşıyor. Ordu niye bu konuda bu kadar direniyor?

HASAN CEMAL: Direniyor... Çünkü bugüne kadar Türkiye’de asker hep başına buyruk davrandı. Kendine laf söyletmedi. Kendini hep halktan yukarıda gördü. Önce darbe anayasalarıyla kendine özel bir hukuk sistemi yarattı ve kırmızıçizgiler çizdi. Sonra bu rejimin içine kırmızıçizgileri uygulayacak bazı kurumlar yerleştirdi. Böylece hem önemli konularda son sözü daima kendisi söyledi hem de kendini, hukukun üstüne oturtarak dokunulmaz kıldı. Bu yüzden de şimdi, üç paşasına el sürdürmek istemiyor. “Bunlar hakkında kararı ben veririm, son sözü ben söylerim” diyor.



Söyleyebiliyor mu peki?

Cayırtı da zaten bundan kopuyor. Bu ülkede seçilmiş hükümet, ilk defa “Kardeşim artık bazı şeyleri Batı demokrasilerinde olduğu gibi sivil siyasi otorite olarak ben yaparım, son sözü ben söylerim” diyor. Bu çok önemli bir şey! Çünkü demokrasilerde asker, sivil siyasi otoriteye tabidir. Son sözü seçilmiş siyasiler söyler. Türkiye’de de ilk defa bu süreç başladı.



Türkiye tam olarak nasıl bir sürece girdi?

Yüksek Askerî Şûra’da, asker, istediği kararları geçiremedi. Sivil otorite, askere, “hayır öyle olmayacak, böyle olacak” dedi. İlk defa Türkiye’de hukuk askere dokunmaya başladı. Nitekim bir süredir darbe girişimleri de artık bu ülkede sivil mahkemelerde yargılanıyor. Darbe tezgâhları kuran askerler, sivil savcılarca sorgulanıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar. Kısacası, Balyoz, Ergenekon gibi davalar bu ülkede askere ilk defa hukuku hatırlattı. Onlara, “hukuk var” dedi. Ve asker, Balyoz davasında üniformalı kişilerin sanık olmalarını engelleyemedi.



Engelleyemeyince ne oldu?

Engelleyemeyince, asker, şimdi bu kez, Balyoz’da sanık oldukları için hükümet tarafından terfi ettirilmeyen üç paşasıyla ilgili direniyor ve onları terfi ettirmeye çalışıyor. Şunu söyleyeyim... Zaten bütün bu Balyoz ve Ergenekon davaları aslında askerin demokrasiyle ve hukuk düzeniyle olan sorununu ortaya koyuyor.



Bu davalar beraatla sonuçlanırsa ne yaşanacak peki? Askerin demokrasiyle ve hukukla bir sorunu olmadığı mı ortaya çıkacak?

Neşe Düzel, ben bunu kendi gençliğimde yaşadım. Biz 12 Mart 1971 darbesinden önce cuntasal faaliyetler içindeydik. Darbe yoluyla siyasi partilerin kapısına kilit vurup, çok partili rejime son verip, tek partili askerî sistemi, yani bir tür Baas rejimini Türkiye’ye getirecektik. Darbe ortamını hazırlamak için de sağa sola bomba atmak ve attırmakla uğraştık. Mesela Ankara’da orduevinin önünde polisin üzerine iki yönden bomba atılacak ve Sıhhiye tarafından gelen gençlik, “ordu-gençlik el ele” diye bağırtılarak orduevine yürütülecekti. Anlayacağın, bir darbe ortamının hazırlanması için bu ülkede böyle bir sürü şey yapılıyordu.



Bu bombadan ötürü polisler ölmeyecek miydi?

Bilmiyoruz... Hafif bomba olacaktı... İşte bu yaşadıklarımızın sonucunda Madanoğlu davası ortaya çıktı. Fakat bu dava beraatla sonuçlandı. Benim görebildiğim kadarıyla, 9 Mart darbe girişiminde bulunanlar masumiyetten beraat etmediler. Madanoğlu davası, ordunun üst kademesine uzandığı, Faruk Gürler, Muhsin Batur Paşalar da işin içinde olduğu için bu davanın önü kesildi. Balyoz ve Ergenekon davalarında bazı hukuka aykırılıklar yaşansa da, bu davalarda da çok fazla masumiyet durumu yok. Özden Örnek günlüklerini, ardından da Mustafa Balbay günlüklerini okuduğunuzda... Bir de Balyoz döneminde, 2002’nin aralık’ından itibaren yapılan toplantıları ve oradaki konuşmaları, daha sonra 2003- 2004’te planlanan Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe hazırlıklarını üst üste oturttuğunuzda, bu işleri biraz bilen biri olarak ben, darbe tezgâhlarının çok açık olduğunu görüyorum. Bu işlerin içinde olanların, bu tezgâhların hesabını mahkemelerde vermeleri gerekir.



Ama ordu, darbe sanığı generallerin terfilerinde ısrar ediyor. Bu generallerin darbe sanığı olması Genelkurmay’ı hiç rahatsız etmiyor mu?

Bu çok önemli bir soru. Rahatsız etmesi lazım. Zaten rahatsız etmeye başladığı vakit, Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletinin önü açılacak.



Bu darbe sanıklarından biri aynı zamanda Çukurca’da kendi mayınlarımızla kendi askerlerimizi öldürdüğümüzde, “olur böyle şeyler” diyerek gerçeği halktan gizlemiş ve suçu PKK’ya atmış biri. Niye ordu böyle birini korumak istiyor?

Vahim. Ama en az söylediğin kadar vahim olan bir de şu... O zamanki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ idi. Kara Kuvvetleri Komutanı bugünkü Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’di. Onlar da bunu mutlaka biliyorlardı. Ama bu olayın üstü örtülmek istendi. Aslında bu bir zihniyetin sonucudur. Başbakanlık yaptığı 1990’larda bana Demirel’in hep söylediği bir şey vardı. “Bak Hasan Cemal, asker eleştirilirse, terörle mücadelede yaptığı yanlışlar sergilenirse, o zaman askerin morali bozulur ve terörle mücadele çıkmaza girer” derdi.



Asker, hukuksuzlukla moral mi buluyor?

Zihniyeti anlatıyorum ben. Sadece askerlerde değil, bizde sivillerde de “Bu olayları kapatalım, bunları açıklamak düşmanın işine yarar” zihniyeti yaygındır. Bu kafayla barışı kuramazsınız. Hukuku ve insan haklarını hiçe sayan zihniyetle barışa gidemezsiniz. Aksine karmaşanın ve savaşın kapısını açarsınız. Nitekim Türkiye’de olan budur.



Üstelik, terfi ettirilmek istenen bu general, baskına uğrayan Hantepe Karakolu’nun bulunduğu bölgenin de komutanıydı. Heronların saptadığı PKK’lıları, “çoban sandıklarını” söylemişti ve dolayısıyla baskına uğrayan o askerlere yardım gönderilmemişti. Ordunun normalde bütün bunları yapan generali soruşturması gerekmiyor mu?

Dağda yaptığı yanlıştan ötürü askerin sorgulanmadığına dair böyle o kadar işaret ve örnek var ki! Zaten Kürt sorunu, bu ülkede 12 Eylül askerî yönetiminden itibaren yeniden parladı. Ve konulan hiçbir hedefe varılmadı. 2003’te, Necati Özgen Paşa bana, “kazandık diyemem” demişti. Şunu da anlatayım. Çok tanınmış bir komutan var.



Kim?

Hakkâri’de görev yapmış çok önemli bir komutan olarak geçiyor adı... Onunla ilgili olarak PKK’nın önde gelenleri bana, “Ne kadar mutluyduk... O kadar büyük yanlışlar yapmıştı ki... Böylesine başarısız bir komutanı ordu hâlâ nasıl tutuyor diye hayret ederdik... Ama hiç sesimizi çıkarmadık... Duyulmasın diye bunu aramızda bile konuşmuyorduk” demişti. Kürt sorununu askerî yolla çözmek mümkün değil. Zaten PKK da Kürtlerin içinde, 1990’ların cehenneminde kök saldı. Yoksa daha önce PKK ile Kürt sorunu iki ayrı sorundu. Şimdi ikisi birbirinin içine girdi. Aslında bu sorunun dibine baktığın vakit...



Sorunun dibinde ne var?

Cumhuriyet, “Ben bir ulus-devlet kuracağım. Bu ulus-devleti yaratabilmek için önce benim yeni bir ulus yaratmam lazım. Ulusun adı Türk, devletin adı da Türk Devleti olacak. Bunun için de Müslüman olanlar Türkleştirilecek. En başta Kürtler Türkleştirilecek” diye yola çıkıyor ve 1924-25’te Şark Islahat Planı’nı yapıyor. “Kardeşim hepiniz Türksünüz. Ben Kürt mürt tanımıyorum. Kürt de yoktur, Kürtçe de yoktur” diyor. Sorunun dibinde işte hâlâ bu yanlış, devlet ve millet anlayışı var. Fransa’da da ulus-devlet böyle başlıyor ama o, üniter ulus-devleti AB standartlarına göre demokratikleştiriyor ve katılıktan vazgeçiyor. Bizde ise Kürt sorunu çözüldüğü takdirde, üniter ulus-devletin elden gideceği düşünülüyor. Asker AB konusuna da böyle yaklaşıyor.



Asker, AB’yi niye istemiyor?

Asker, AB’nin birinci sınıf demokrasi olduğunu gördü. Onun için de AB’ye, “Üye olacaksam, kendi koşullarımla üye olacağım” diyor. Yani, “Sen beni üçüncü sınıf demokrasimle üyeliğe kabul et. Çünkü birinci sınıf demokrasi olursam, Kürt sorunu beni böler” diyor...



Peki, Türkiye birinci sınıf demokrasi olursa, askerin konumu ne olur?

Birinci sınıf demokrasi, askeri bu ülkede sivil otoriteye tabi kılar. Asker, devlet içinde devlet olmaktan çıkar. Çünkü bizde asker devlet içinde devlettir. Daha da ötesi eli silahlı bir siyasi partidir. Ayrıca AB karşıtlığı, bizde askerin genlerinde vardır. 2003-2004’te Kıbrıs sorununu bu yüzden kullanmak istediler. Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Yakomoz darbe tezgâhlarının hepsi, “Biz ne yapıp edip bu AB üyeliğini engelleyelim. Engellemek için de topa önce Kıbrıs’ta vuralım, Annan Planı’nı kabul ettirmeyelim. İşte o zaman bize müzakere tarihi vermezler” dediler. Anlayacağınız, Balyoz ve Ergenekon’un arkaplanında demokrasi ve AB korkusu var. Ayrıca bu hikâyelerin hepsinin arkasında 28 Şubat’ın yarattığı hayal kırıklığı da bulunuyor tabii.



28 Şubat’ta post-modern darbe yaptılar. Nerede hayal kırıklığı yaşadılar?

Bakın... Bütün bu darbe tezgâhları, 2002 yılının sonunda başladı. Çünkü “Biz 28 Şubat’ta post-modern darbeyle Erbakan’ın hükümetini yıktık. Ama sonuç ne oldu? Gene yapamadık, seçimde gene bunlar geldi” dediler. Bu yüzden Balyozları, Sarıkızları hazırladılar. Darbe tarihini de 9 Mart 2004 olarak aralarında konuştular. Ben şimdi, “Evet, biz darbe planları yaptık” diyen bir tek delikanlı paşa arıyorum! Bir tek delikanlı paşa çıkıp bunu bugüne dek söyleyemedi.



Artık Türkiye’de hukukun askere dokunduğunu ve darbenin ağır cezalık bir suç olduğunu biliyorlar. Söyleyebilirler mi?

Ama o zaman da mertlik bozuluyor... Çıkıp, “Ben seçim sandığına güvenmiyorum. Sandıktan hep gericiler, irtica çıkıyor. O yüzden ben darbe yapmak istedim” desinler. Hâlâ bu ülkede bu görüşü savunanlar var. CHP’nin birtakım sivil paşaları kalkıp, darbe suçundan yargılanan üç paşayı görevden aldı diye, hükümeti sivil dikta kurmakla suçluyorlar.



Üç paşanın terfilerine dönersek... Terfi edilmek istenen bir paşanın komutası altındaki bir bölgede, tuhaf bir karakol baskını olursa... Ve o karakoldaki askerlere yardım gitmezse... Bizim orduya göre bu durum, eksi bir puan sayılmıyor mu?

Sayılmıyor... “Kol kırılır yen içinde kalır” davranışı bizim askerde hiç bitmiyor. Örnek vereyim... 1980 12 Eylül darbesi yeni olmuştu. Ben Cumhuriyet Gazetesi’nin yayın yönetmeniydim. Daha sonra Genelkurmay Başkanı olan beşli Konsey’in genel sekreteri Necdet Üruğ bizi Ankara’ya çağırdı. Madanoğlu Paşa’nın anılarını yayımlamayı kesmemizi istedi. Madanoğlu, 1930’lardaki Sason harekâtını anlatıyordu. Bir komutanın halka karşı kötü muamelesinden söz ediyordu. Askerin moralini bozuyor diye diziyi yarıda kestirdiler.



Bizim ordu, mesela Dağlıca’daki o şaibeli baskından sonra, o karakolun komutanına madalya vermişti. Neden PKK’lıların baskın yaptığı bölgelerdeki komutanları böyle koruyorlar?

Zihniyet dedim ya... Bu açıdan baktığında, TSK’nın terfi sicili birçok açıdan lekelidir. Öyle terfiler vardır ve öyle asker kişiler terfi ettirilmiştir ki, hukuk, insan hakları ve demokrasi ölçülerine göre bu terfiler, insanın pek hazmedebileceği örnekler değildir. Böyle çok örnek var.



Mesela, PKK baskınlarından önce tedbirlerin alınmadığı belgelerle de kanıtlandı. Bu açık kanıtlara rağmen, ordunun, bu baskınları önlemeyen subayları böylesine sahiplenmesi size başka ne düşündürüyor?

“Bu bir savaş ve savaşın bazı koşulları var. Biz bu komutanları sahiplenmek zorundayız. Yoksa sonra terörle mücadele edemeyiz” diyorlar. Bakın... Türkiye’de asker “hayır” deseydi, yeşil ışık yakmasaydı, bu ülkede bu kadar çok faili meçhul cinayet işlenebilir miydi?



İşlenemezdi... Hükümet, Genelkurmay’ın direnmesine rağmen bu generalleri açığa aldı. Bu hareketin siyasi sonuçları ne olur sizce?

Askere kafa tutan bir başbakan diye bu hareketin sonucu AK Parti’ye yazılır. Ayrıca daha önemlisi, bu olay, bizde de askerin Avrupa demokrasilerindeki yerine oturmasını hızlandıracak. Artık asker, “Oyunun kuralları değişiyor. Son sözün sivil otoriteye ait olacağını bilerek, meseleleri konuşmalıyım” diyecek. Bütün bu olayları anlamak için şunu da unutmamalıyız. 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. 2003-2004’teki darbe tertiplerinin temelinde bir de Çankaya meselesi vardı.



Nasıl vardı?

Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasına şiddetle karşı çıktılar. Çünkü askerin tek bir düşüncesi vardır. “Çankaya bizim kontrolümüzde olacak” der. Eğer bugün sivil otorite, Yüksek Askerî Şûra’da “şöyle olacak” diyebilmişse, Çankaya’da askere tabi olmayan sivil biri oturduğu için bunu söyleyebilmiştir. Çankaya savaşları da zaten bu yüzden yaşandı. Abdullah Gül’e Londra’ya giderken uçakta sordum. “Sürekli AB standartlarından söz ediyorsunuz. Türkiye’de de genelkurmay başkanları savunma bakanına bağlı olacaklar mı” dedim.



Cumhurbaşkanı ne cevap verdi?

“Bunu konuşmak yersiz. Zamanı gelince yapacağız” dedi. Bence zamanı geliyor. Seçimlerden sonra yeni anayasayla birlikte askerî yargı da gündeme girecek.



Bir hükümetin, ordu üstündeki yetkilerini ilk kez kullanmasını, seçmen nasıl değerlendirecek peki?

Seçmen bunu olumsuz değerlendirmiyor. 2007 genel seçim ve referandum sonuçları bunu gösterdi.



CHP’de de bir grup, bu darbe sanığı generallere sahip çıktı ve onların terfi ettirilmelerini istedi. Seçmen tarafından bu nasıl değerlendirilecek?

Şu anda CHP’nin içinde bir kavga var. Bir yanda, Baykal gibi “28 Şubat’ta Türk Silahlı Kuvvetleri sivil toplum örgütü gibi davrandı” diyebilmiş, askerî vesayete, 28 Şubat, 27 Nisan muhtıralarına selam çakmış, 367’nin mimarlığını yapmış bir lider ve onun kadroları var. Kısacası sivil paşalar var. Bu zihniyet “sivil darbe” dedi. Üç generalin açığa alınmasını “sivil darbe” olarak nitelemek ayıptır. Demokrasi kültüründen bu kadar nasipsizlik olur mu? Bu üç paşa darbecilikten yargılanıyor. Ayıptır, günahtır bu memlekete! CHP’nin içinde diğer yanda da Kemal Kılıçdaroğlu ve grubu var. Kılıçdaroğlu, CHP’yi sivil paşalardan temizleme niyeti taşıyorsa, ki ben olduğuna inanmak istiyorum, CHP’nin önünü açar.



CHP’nin orducu tavrı neden hiç değişmiyor? Neden daha sivil bir parti rolünü daima AKP’ye veriyorlar?

Türkiye’nin de, Halk Partisi’nin de genlerinde bu var. Bu, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar gidiyor. Cumhuriyet’i de, Halk Partisi’ni de kuran askerler. Bir de tabii onlarla birlikte siviller. Bürokratik oligarşi, Halk Partisi’nde somutlaşıyor. Ama genlerine rağmen, gene de sivil bir damar var CHP’de. 12 Mart’ta darbeye karşı en güçlü tepkiyi Ecevit verdi. Askerle arasına mesafe koydu ve 1973, 1977 seçimlerini kazandı. O dönemde Ecevit zamanın ruhunu yakaladı, Kılıçdaroğlu da yakalayabilir. CHP’nin Kılıçdaroğlu yönetiminde daha sivilleşme ve demokrat olma ihtimali var.



Kılıçdaroğlu’nun zamanın ruhunu yakalayıp yakalamadığını ne zaman anlayacağız?

CHP 18 aralıkta olağanüstü kurultaya gidecek. Kılıçdaroğlu orada Baykal zihniyetiyle yani Baykalizm’le hesaplaşmak zorunda. Klasik Halk Partisi çakallığıyla karşılaşabilir. Bu çakallık, “Genel başkana dokunmayalım ama etrafını çevreleyip onu teslim alalım. Sonra da onu bir kukla haline getirelim” demektir. Baykal böyle bir klasik Halk Partisi çakallığı yapmak istiyor olabilir. Kılıçdaroğlu’nun kendi yönetimini kurultaydan çıkarması şart.



Askerî yargıya gelirsek.... Generalleri, darbe sanığı olmalarına rağmen Askerî Yüksek İdare Mahkemesi terfi ettirdi. Neden hâlâ bizde ayrıca bir askerî yargı var?

Askerin, devlet içinde devlet olabilmesi için kendine ait bir hukuk düzeni kurması gerekiyordu. Nitekim bunlar bu hukuk düzenini 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaparak kurdular. Kendilerine ayrı bir hukuk yarattılar ve dokunulmazlık zırhı sağladılar. Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (yani Askerî Danıştay) devlet içinde devlet olmanın ürünleridir. Türkiye’de siviller, “böyle bir demokrasi olabilir mi” diye ordunun kendine kurduğu bu ayrı yapıyı hiç sorgulamadılar.



AKP neden bütünlüklü bir değişim yapıp, yasalaştırmıyor?

Burada dürüst olalım ve haksızlık yapmayalım. Ben, demokrasi ve hukuk devleti sicili açısından çok sert eleştiriler yaptım hükümete ve Başbakan’a ama, unutmayalım. Bu, kadrolar 28 Şubat askerî darbesini yediler. 2002’de seçim kazanıp tek başına iktidar oldular. Ondan sonra olanları düşünün... Darbe hazırlıkları... Kıbrıs’ta ve AB sürecinde hükümete yapılan müthiş asker baskısı... Sonra siyasi cinayetler... Danıştay baskını, Cumhuriyet mitingleri... 27 Nisan muhtırası... 367 kararı gibi yargı darbeleri ve kapatma davaları...



Ve, Bülent Arınç’a yönelik suikast planları...

Şunu söyleyeyim... Başbakan’ın hakkında 15 adet suikast girişimi var! AK Parti böyle badirelerden geçerek geldi bugünlere... Doğan Grubu’na yönelik vergi cezası olayı, Anayasa değişikliğini başörtüsüne indirgemesi, Ermenistan’la normalleşme sürecinde geri adım atması gibi olaylara rağmen, bilançoyu yaptığımda, sevapları günahlarına ağır basıyor AK Parti’nin. Cumhuriyet tarihinde Kürt meselesinde en cesur adımları bu hükümet attı.



AK Parti’nin bütünlüklü ve sistemli bir değişimi gerçekleştirmemesinin kendisine bir yararı var mı?

Aksine zararı var. O da bunu görüyor. AK Parti’de insanlar, “Eğer biz Türkiye’yi rahat yöneteceksek, demokrasiyi genişletmeliyiz” diye düşünüyorlar. Kürt meselesinde sağlanacak barışın, “daha fazla iş ve aş” demek olduğunu biliyorlar. Türkiye’de hayatın gerçekleri, AK Parti’yi demokrasi yoluna sokuyor. Üstelik bu ülkede ekonomi öyle bir düzeye geldi ki, iş dünyası daha fazla büyümek ve kazanmak için hem Türkiye’nin içinde, hem de çevresinde bir barış ve istikrar kuşağı istiyor.



Peki, ordu, gerçek bir demokratik ülkenin ordusu gibi davranmamak için daha ne kadar direnecek sizce?

Türkiye’de demokrasinin ve hukuk devletinin yolunu tıkayan askerî vesayet sistemi artık çöküyor. Askerin eski tarz direnişi artık kırılıyor. 12 eylüldeki referandumla birlikte yargı darbeleri dönemi de kapanıyor. Bundan sonra, yargının teşebbüslerinden sonuç alınamayacak. Ama unutmamalıyız. Türkiye’deki asker sorunu, aynı zamanda bir sivil sorunudur. Bu ülkede sadece askerin değil, sivillerin zihniyeti de demokratikleşmeli.



Eğer bütün siyasi partiler ordunun bu davranışlarına karşı çıksalardı ordu direnmeyi sürdürebilir miydi?

Sürdüremezdi. Bu ülkede siyasi partiler, seçim sandığından çıkıp, askerin koymuş olduğu kırmızıçizgiler içinde ülkeyi yönetmeyi demokrasi sandılar.



Bundan sonra ne olacak sizce?

Bazı çatışmalar yaşanabilir ama son tahlilde asker, demokrasinin kurallarını içine sindirecek. Ayrıca bu ülkede tarihi karanlıkta tutmaya kimsenin gücü de yetmeyecek. Tarihimizi aydınlattıkça da bizim önümüz aydınlanacak. Cumhuriyet’in kuruluşunda katiller var.



Hangi katiller?

Katiller derken, tırnak içinde katiller bunlar. Demokrasinin ve hukukun katilleri bunlar. Bu topraklarda “demokrasinin ve hukukun katillerini” daha yeni yeni görüyoruz biz. Mesela Dersim’deki katilleri görüyoruz, 90’lardaki katilleri görüyoruz. Bu katillerin, nasıl bir mekanizmanın, sistemin ürünü olduklarını tarihimizi öğrendikçe aydınlatacağız. Bütün mesele, katil üreten bu sistemi demokratikleştirmektir!



Balyoz darbesinden sanık başka generaller de var. Onlar ne olacak sizce?

Bana kalsa, terfi sırası gelmiş gelmemiş, Balyoz davasında sanık olanların hepsini görevden alırım. Normali budur. Herhangi bir memura yapılan da budur. Hükümet nasıl üç paşayı görevden aldıysa, Balyoz davasında yargılanan diğer subayları da terfi sıraları geldikçe görevden alacak. Bir kısmı emekliye sevk edilecek. Yani bu iş, zamana yayılarak yapılacak.



neseduzel@gmail.com

Hiç yorum yok: