09.11.2010
Anamızı, babamızı, doğduğumuz yeri, doğduğumuz çağı, cinsiyetimizi, ırkımızı, dinimizi, rengimizi, fiziğimizi biz seçmiyoruz. Soyumuzdan devraldığımız genetik kodlara da hakim değiliz. Dünyaya geldiğimizde, seçme özgürlüğümüz yok. Sıfır özgürlük hali... İnsan yaşamının anlamı ve bütün çabası bu sıfır özgürlüğü geliştirebilmek, doğuşta sahip olmadığımız seçim hakkını ve iyiyi seçme olanağını elde edebilmektir. Bu çabanın her adımında karşımıza yine doğuş koşullarımız çıkar. O koşullar kimimizin özgürleşme ve iyiye yönelme çabalarını destekler, kimimizinkini de köstekler.
İnsanın seçme özgürlüğüne sahip olmamasının sonucu olan eşitsizliklere dinlerin verdiği cevap Tanrı katında eşitlik, özgürlük ve mutluluktur. Bu dünyada çeken öteki dünyada ödüllendirilecektir. Beş parmağın beşi de bir değildir zaten.
Modern zamanlara, ideolojiler çağına gelince; liberal-kapitalist ideoloji, sıfır noktasındaki seçme olanağı ve özgürlük yokluğunu dinlere benzer biçimde kabullenir; eşitsizliği ve eşit olmayanların sözde rekabetini, altta kalanın canı çıksın mantığıyla, gelişmenin ana gücü olarak görmeye kadar vardırır işi. Sıfır noktasındaki felsefi ve varoluşsal özgürlük yokluğunu ve eşitsizliği hesaba katmaz, daha doğrusu bunu veri kabul eder ve giderilmesine yönelik toplumsal düzenlemeleri reddeder.
Sosyalist ideolojinin amacı ve özü ise, sıfır noktasındaki eşitsizlik ve mutlak özgürlük yoksunluğunu tesbit edip kabullenmek yerine; insanın kendi seçimi olmayan dünyaya gelme koşullarını aşacak bir sistem yaratmaktır. Bu yüzden de, insanın kendi kaderine sahip çıkma, doğarken yoksun olduğu özgürlüğü adım adım kazanma, kendi kendinin efendisi olma mücadelesini (insanlığın halen çok başında olduğu o mücadelenin bütün yalpalamalarına, yenilgilerine, arayışlarına rağmen), özgürlük ve eşitlik üzerine bina eder.
***
Son günlerin ve ne zamandır bütün günlerin en önemli konusu Kürt sorunu. CHP’de neler olup bittiği, MHP ile Başbakan’ın atışmaları, ya da başörtüsü özgürlüğü gibi gündemimizi kaplayan konuların hepsiyle doğrudan ya da dolaylı bağı olan; çözülmedikçe, Kürdüyle, Türküyle toplumca huzur bulamayacağımız; kanın, ölümlerin, acıların bitmeyeceği; birbirimizle kucaklaşamayacağımız, birbirimize güven duyamayacağımız, demokrasiyi geliştiremeyeceğimiz, özgürlükleri kazanamayacağımız, toplumumuzu çözülmekten, cepheleşmekten kurtaramayacağımız, birlikte yaşayamayacağımız bir ana sorun bu.
Vardığımız noktada, kimileri fark etmese, hatta tam aksini düşünse bile toplumun geniş kesimleri çözümün zorunluğunu kavramış durumda. Bir yıl öncesinde, hatta altı ay öncesinde bile telaffuz edilmesinden ürkülen kavramlar, çözüm önerileri, yorumlar semt kahvelerinden üniversite sempozyumlarına, dolmuş muhabbetlerinden gazete köşelerine, devletin en üst katlarından yerel mülki erkâna, komutanlara, valilere kadar herkes tarafından konuşulup tartışılıyor. Daha da önemlisi bir süre öncesine kadar sadece tabu değil aynı zamanda da vatan hainliği sayılan çözüm önerileri, çözüme giden yolda gerekli temaslar, Kürt siyasal hareketinin silahlı kesimlerinin kaygıları ve talepleri giderek daha geniş kesimlerde meşruiyet ve olabilirlik kazanıyor. Televizyonlarda, yeminli Kürt düşmanlığı ile tanınan kimi ırkçı-milliyetçi kafalar, savaşı ve tenkil’i tek çözüm gören “starteji uzmanları” bile, özde olmasa da üslupta daha dikkatliler.
Toplumun içine girdiği derin değişimin önümüze koyduğu çözmemiz gereken sorunlar önyargılarımızı aşındırıyor, beynimizdeki ve yüreğimizdeki direnç noktalarını yumuşatıyor. Sorunun çözümüne dönük olan, bir süre öncesine kadar “cızzz” ya da “diline biber sürerim” tepkileriyle karşılanan öneriler, kavramlar; hele de kitlelerin güvenini kazanmış, “olağan vatan haini” sayılamayacak siyasetçilerin, kanaat önderlerinin, saygın uzmanların ağzından duyuldu mu ikna gücü artıyor, yaygınlaşması hızlanıyor.
Bireyler gibi kitleler de sevdikleri, inandıkları, lider bildikleri, saygı duydukları insanlara daha fazla güvenirler. Onların söylediklerini daha kolay özümserler. Hepimiz böyleyizdir. Sorunun çözümü için Abdullah Öcalan’la, Kandil’le, yani Kürt halkının büyük bölümünün ve Kürt siyasal hareketinin önder kabul ettiği kişilerle diyalog ve müzakere, Kürt kimliğinin tanınması, dağdan inip ovada siyaset yapılabilmesi için gerekli koşulların sağlanması, Kürtçe üzerindeki yasakların kalkması, anadilde eğitim, ve en önemlisi yeni anayasada yurttaş/ vatandaş tanımının etnik aidiyet üzerinden değil Türkiyelilik üzerinden yapılması, toplumun belli kesimlerinin henüz içlerine tam sindirememelerine rağmen, -kışkırtıcıların etkilerinden kurtuldukları ölçüde-, eskisi kadar tepki vermedikleri konular.
Tabii ki savaştan, çatışmadan, asmaktan, kesmekten başka dil bilmeyen, yüzyıl öncesinin fikir ve söylemleriyle siyaset yapmaya çalışan, bunu da ancak kitleleri Kürtlere karşı kışkırtmakla, ülkede iç savaş havasını ve iç düşman algısını diri tutmakla başarabileceklerini sanan çevreler, bu gelişmelere direniyorlar; barışı provoke etmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar, koymayacaklar da. Benim asıl söylemek istediğim, Kürtlerle Türklerin gönüllü birliğinden ve barışçı çözümden yana olan, iktidarıyla muhalefetiyle bütün siyasal partilerin, kanatların, odakların büyük ve gerçekten de tarihi bir sorumluluğa sahip oldukları. Onların ağızlarından çıkacak her yapıcı söz, onuru kırılmış ve hakları çiğnenmiş bir halkın yüreğine iyi gelecek. Sözde kalmayıp uygulamaya dönüşecek her onarıcı söylem ve önlem, duygusallıktan ve oy hesabından ibaret olmayan her kucaklama, halka dalga dalga yayılır. Sadece Kürt halkına değil Türk halkına da. Yeter ki söz içten olsun ve güven versin.
Yazının başlığına ve başına dönersem; hani o çok sözü edilen ama uygulamakta, içselleştirmekte güçlük çektiğimiz empati var ya. Kürtlerle empati kurmanın yolu; ne istiyorlar, neden dağa çıkıyorlar, neden anadilde eğitimin peşindeler, neden güvensizler, neden giderek yürekleri soğuyor, uzaklaşıyorlar bizlerden, ne istiyorlar sorularına cevap ararken, bir an “Ben Kürt olsaydım ve o bölgede doğup, o koşullarda yaşasaydım ne yapardım?” diye sormaktan geçiyor. Ben kendi payıma bu soruyu sorduktan ve cevabını açık yüreklilikle verdikten sonra kavradım Kürt sorununu. Sadece kafamla, siyaseten değil, yüreğimle, vicdanımla kavradım. Başta Başbakan’a ve toplumu etkileme gücündeki bütün siyasetçilere, kanaat önderlerine öneriyorum: Önce, “Ben Kürt olsaydım” diye düşünsünler, sonra bir sürü gereksiz laf ve duygusallık yerine, konuşmalarına öyle başlasınlar. O zaman eğer samimilerse, eğer gerçekten çözümden yanalarsa “Ben Kürt olsaydım, ben burada doğup, burada bu koşullarda yaşasaydım, sizler gibi mücadele ederdim haklarım için....” diye sürdüreceklerdir konuşmalarını.
Doğduğumuz yeri, bölgeyi, aileyi biz seçmiyoruz. Sayın Recep Tayyip Erdoğan Hakkâri’nin ya da Dersim’in bir köyünde doğmuş Kürt asıllı Alevi olabilirdi. Dedesinin köy meydanında çırılçıplak soyulup yerde kurbağa adımına zorlandığına, babasının Diyarbakır hapishanesinde pislik çukurunda işkence gördüğüne, Köpek Jo’ya selam durmaya mecbur tutulduğuna, Türkçe bilmeyen emmisinin İstiklal marşını baştan sona ezbere okuyamadığı için falakaya yatırıldığına, işkence gördüğüne şahit olmuş olabilirdi. Hapse düştüğünde, anası Türkçe bilmediği, dili yasaklı olduğu için anasının horlandığını, görüşe izin verilmediğini yaşamış olabilirdi. Sayın Erdoğan orada doğup o koşullarda yetişseydi Türkiye’nin başbakanı olmak yerine dağa çıkardı büyük ihtimalle.
Sadece Erdoğan için değil, herkes, hepimiz için söz konusu bu. “Ben Kürt doğsaydım” diye fısıldayalım kendi kendimize; kafamız, yüreğimiz, vicdanımız genişleyecek, göreceksiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder