02.11.2010
Lâfı dolandırmaya, durumu tevil etmeye çalışıp olayı farklı göstermeye hiç gerek yok; aynı gün aynı saatte iki ayrı cumhuriyet resepsiyonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmüşlüğünün cümle âleme ilanıdır.
Yaşamakta olduğumuz ve ilerki günlerde de derinleşerek sürecek olan siyasal-toplumsal çalkantının temelinde, görmezden geldiğimiz, idrakten korktuğumuz bu gerçek yatmaktadır. Mesele, ne basit bir Çankaya’da türban meselesi ne de askerin ve ardı sıra giden ana muhalefetin AKP’ye restidir. Mesele, dipten ve çevreden gelerek merkezi ve bütün toplumu sarsan güçlü değişim dalgalarının 1920’lerin kurumlarını, değerlerini, ideolojik kalıplarını, egemen sınıf ve zihniyetlerini zorlaması, zorlamakla kalmayıp yıkmaya, değiştirmeye, aşmaya çalışmasıdır. 2000’lerin başlarından bu yana, özellikle de son beş yıldır sertleşerek süren; zaman zaman gayrı ciddi bir itiş kakışa, zaman zamansa çok ciddi bir cepheleşmeye ve toplumsal yarılmaya varan siyasal çatışma ortamı, bu sert iktidar savaşının yansıdığı arenadır.
1920’lerin başlarında ulus devlet inşa edilirken ve adı Türkiye Cumhuriyeti konulurken, cumhuriyetin üzerine kurulduğu taşıyıcı kolonlar doksan yıl sonra artık yeterince güçlü ve dirençli değildir. Aynı kalmalarını, aynı güçte olmalarını beklemek de gerçekçi değildir zaten. O taşıyıcı kolonların harcı olan siyasal-ideolojik hedefler; ve cumhuriyetin üzerinde yükseldiği toplumsal mühendislik projesinin mimarları, ustaları, kalfaları olan ve tabii ki o binadan yararlanmış, nemalanmış, orayı kendi mülkleri, kendi özel av alanları olarak bellemiş sınıf ve katmanlar da artık iktidarlarını ve toplumsal-ideolojik hegemonyalarını yitirmektedirler. Sosyolojinin “S”sinden biraz anlayanlar, hele de kendilerini Marksist ve solcu sayanlar bu değişimi ve eskinin yerine yenisinin gelmesi zorunluluğunu açıklamalara gerek kalmadan bilirler.
Konuyu hiç uzatmadan: 2010’ların dünyasında ve Türkiye’sinde, 20’lerin 30’ların altı okunda ifadesini bulan hiçbir ilke artık aynı kalmayacaktır. Ya bütünüyle bir yana bırakılacak ya da içeriği köklü biçimde değişecektir. Artık ne laiklik, ne milliyetçilik, ne devletçilik doksan yıl önceki tanım ve içerikle yaşayamaz. Stratejik coğrafyası ve paradigmaları bütünüyle değişmiş ve sürekli değişmekte olan bir dünyada, toplumsal - sınıfsal yapının derin değişimler geçirdiği Türkiye’de, geleneksel egemenlerin ve muktedirlerin toplumun bütünü üstündeki statükocu vesayeti törpülenmeye, giderek yıkılmaya mahkumdur.
Bugün yaşamakta olduğumuz bütün çelişkiler, terslikler, abukluklar, bu gerçekten derin değişimin yeniyi doğurma sancılarıdır. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı askerler Genel Kurmay Başkanı’nın orduevinde verdiği resepsiyonda kutluyor ve aynı saatlerde bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın Çankaya’da verdiği resepsiyona katılmıyorlarsa... Ana muhalefet partisi, 1920’ler zihniyetinin ve ideolojik kalıplarının devamı olarak ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanının davetini -üstelik de açık sözlü olmaya bile cesaret etmeden, yok biz partiyi serbest bıraktık, yok mesele türban değil de bilmem ne diyerek- reddediyorsa... Bir zamanlar darbeyle iktidarı gaspetmiş diktatörlerin davetlerine koşturmakta ve onları cumhuriyet balolarında ağırlamakta birbirleriyle yarışan sözde elitler bugün Çankaya’ya burun büküyorlarsa... Kimse kusura bakmasın, ortada çatışma halinde iki iktidar ve iki cumhuriyet vardır.
Cumhurbaşkanını beğenmeyebilirsiniz, tasarruflarını en sert şekilde eleştirebilirsiniz, yeterince tarafsız olmadığını düşünebilirsiniz, ama siyasal rollere soyunmuş olanlar, hele de anayasaya ve yasalara göre cumhubaşkanının başkomutanları olduğu askerler, 29 Ekim’de Çankaya’ya çıkmıyorlarsa, bunun sembolik anlamı o cumhurbaşkanını değil onda simgelenen cumhuriyeti tanımamalarıdır.
Bu yüzden yazının başlığı “İki Cumhuriyet”. Bir yanda ellerinden kaydığını hissettikleri 1920’lerin vesayetçiliğini, o güne uygun olsa da bugün artık çok yetersiz kalmış ideolojik hattını ve oligarşik iktidarlarını sürdürmeye çalışanların cumhuriyet anlayışı. Öte yanda henüz tam şekillenmemiş, hatta tehlikeli ve kuşkularla dolu da olsa, yüz yıl öncesinden kopuşu simgeleyen; değişimin zorunluluğunu, statükonun iflasını ve bugüne kadar dışlanmış çevrenin merkezi kuşatma hamlesini hissettiren yeni bir cumhuriyetçilik hissiyatı .
Bu ülkede kimse cumhuriyeti tartışmıyor. Tartışılan, reddedilen, en azından eksik bulunan; artık eskimiş yüz yıllık cumhuriyet anlayışı, onun kurum, kuruluş ve tabularıdır. Bize yeni bir anayasa ile doğacak yeni ve tek bir cumhuriyet gerek. Kuruluşu Çankayalarda, resmi konutlarda, ya da orduevlerinde, miki fare gibi giyinmiş beyler ve şık giysileri içinde kasılmış örtülü ya da açık hanımlarla kutlanmayan; cumhurbaşkanının, genelkurmay başkanının, başbakanın, Kürt yerel yöneticilerinin, Kürt siyasetçilerinin kendilerinin ve örtülü örtüsüz eşlerinin, Kürtlerin, Ermenilerin, bütün azınlıkların, sünnileren, Alevilerin, dindarların ateistlerin, romanların, ve de işçilerin, emekçilerin, gerçekten istedikleri için ve istedikleri yerde gönüllerince eğlenecekleri cumhuriyet bayramları gerek.
Bize, bu ülkenin bütün insanlarının, bütün halklarının eşit yurttaş oldukları, eşit yurttaşlığın Türkiyelilik üzerinden tanımlandığı demokratik bir cumhuriyet gerek. Bize laikliği, çağdaş gerekleriyle yeniden tanımlamış; inananın inanç özgürlüğüyle ateistin inanmama özgürlüğünü, örtünenle açılanın kültürel ve inanç tercihini güvence altına alan bir cumhuriyet gerek. Bize, “sosyal hukuk devleti” demekle yetinmeyen, hukuku, adaleti, eşitliği hayatın tüm alanlarında gözel bir söz olmaktan çıkarıp anayasal hak ilan eden bir cumhuriyet gerek. Ve en önemlisi bize, iki değil tek bir cumhuriyet gerek.
İkinci mi olmuş, beşinci mi olmuş umurumda değil. Laik olduğu kadar demokratik, demokratik olduğu kadar eşitlikçi ve adaletli, adaletli olduğu kadar emek eksenli, emek eksenli olduğu kadar özgürlükçü olsun da, isterse onuncu cumhuriyet olsun!
Nasıl mı olacak? Kim mi yapacak? Ayrı bir soru, ayrı bir yazı konusu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder