9 Aralık 2010 Perşembe

Oya Baydar - Bilinmeyen bir dil var...

Bilinmeyen bir dil var bu ülkede. Hayır, Kürtçeden söz etmiyorum. Kendi iktidarlarını ve beka’larını savaş, şiddet ve silahla korumaya çalışanların bilmedikleri, bu toprakların insanlarına yasakladıkları bir dil var. Şiddet tekelini elinde tutan devletin hiç bilmediği bir dil; bu şiddete maruz kalanların da silaha başvurmak zorunda kalıp, zamanla silahı tek çözüm olarak gördüklerinde unuttukları bir dil. Türk, Kürt, veya diğer halklardan olsun, her kesimde zorba bir azınlığın halkların konuşmasını yasakladığı, geliştirilmesini, zenginleştirilmesini kimi zaman silahla, tehditle engellemeye çalıştığı bir dil: Barışın dili.



Van’da, dilini kazanmak ve özgürleştirmek için bir halkın yediden yetmişe nasıl heyecanla, inançla, umutla mücadele ettiğini, bu hak ve özgürlük mücadelesine omuz vermeye çalışarak izlerken, bir başka gelişme erken inen Doğu gecesi gibi çöktü üstüme. Bir kaç gün önce, PKK’nin askeri kanadının internet sitesinden yayımlanan bir yazıda bir Kürt aydını, tevil götürmeyecek şekilde ölümle tehdit edildi. Kürt sorununun barışçı çözümü için yıllardır çabalayan, elini taşın altına koymuş olan bir grup Türk ve Kürt, kime yönelirse yönelsin farklı ve muhalif düşünceyi ölümle tehdit eden bu zihniyete karşı üç satırlık bir bildiri yayınlayarak bu türden tehditlerin karşısında olduğumuzu açıkladık. Miroğlu’nu tehdit eden imzalı yazıyı sitesine koyan HPG’den, önce bizim girişimimizi örgütü karalama ve mücadeleyi zaafa uğratma oyunu olarak niteleyen; bildiride imzası olanlar konusunda Kürt hareketi ve çevrelerinde şaibe yaratmaya yönelik bir cevap geldi. Hemen ardından Fırat Haber Ajansı aracılığıyla yapılan açıklamada ise, “Miroğlu ve kuyruk acısı” başlıklı tehdit yazısının örgütü değil, yazarını bağladığı, örgütün “Hiçbir sivile yönelik herhangi bir askeri yönelim ve öldürme teşebbüsünde bulunmayacağı” bildirdi. Böyle bir örgütün sitesinde, bu kadar geniş yazma çizme özgürlüğü (!) kimseyi inandırmasa da, önemli olan ve itibar etmemiz gerekenin bu açıklama olduğunu düşünüyorum her zamanki saf iyimserliğimle.



Hepsi de Kürt halkının özgürlüğü, eşit ve anayasal yurttaşlık hakları ve barışçı çözüm için mücadele eden, çoğu KCK duruşmalarında yargılananların yanında saf tutmak için Diyarbakır yollarını aşındıran yetmiş kadar imzayla yayımlanan bildirinin imza sayısı, metin geniş dolaşıma sokulmadığı halde birkaç günde yüzlerle arttı. Çünkü sorunun barışçı çözümünden yana olan insanlar, günün koşullarında artık silahın çözüm olmaktan çıktığını görüyorlar. Kürt halkının haklı ve ertelenmez taleplerinin; ancak Türkiye insanlarının bu taleplerde uzlaşmaları, taleplerin destekçisi olmaları; çözümü savsaklama, göstermelik adımlarla göz boyama eğilimindeki hükümete baskı ve ağırlık koymalarıyla gerçekleşebileceğini anlıyorlar.



Tarihten ve diğer ülke pratiklerinden çıkan dersler; bir halkın eşit yurttaşlık, kimlik, özgürlük, bağımsızlık taleplerini duyurabilmesinin, geniş toplum kesimlerinde talepleri konusunda farkındalık yaratabilmesinin, devleti ve güç odaklarını çözüme zorlayabilmesinin ne yazık ki bazen ancak silaha sarılarak mümkün olabildiğini gösteriyor. Ama aynı pratikler, uğruna savaşılan özgürlüğün kazanılması ve halkın haklı taleplerinin gerçekleştirilmesinde, uzlaşma ve barış dilinin silahın yerine geçmesi gerektiğini de öğretiyor. Verilen mücadele, eğer iktidar odaklarının güçlendirilmesi için değil halkın özgürlüğü içinse silahın ve savaşın dili bir noktadan sonra ters teper. O zaman o bilinmeyen dile: barış diline ihtiyacımız olur.



Halkları ancak özgürlüğü kendi içlerinde yaşayanlar ve yaşatanlar özgürleştirebilirler. Kendi içlerinde ve dışlarında farklı düşünce ve eleştiriye açık olmayan, biat kültürünü aşamamış, güçlerini özgürlükten değil silah ve şiddet tehdidinden alan yapılar, zafere ulaştıklarında, hatta iktidara geldiklerinde bile barış dilini konuşmakta aciz kalırlar.



Bunun örnekleri tarih boyunca defalarca ve insanlık adına nice acılar pahasına yaşanmıştır. 1970-80 sürecinde Kamboçya’yı hatırlayan kaldı mı bilmem...





Kutsal Aile’den Wikileaks’e

30.11.2010

Şimdi bu iki konu nasıl bağlanacak birbirine? Hemen söyleyeyim, bağlanmayacak.



Ne zamandır, kadın sorunu ve muhafazakârlık hakkında bir şeyler yazmak istiyordum. Başbakan’ın “baaayanlar” üzerine söylediklerinden, “üç çocuk da üç çocuk” diye tutturmasından, kadınla erkek eşit değildir demesinden, partisinin kimi kadınlarının (hepsi değil) hemcinslerine düşman ve lidere biat kültüründen hareketle, İslami muhafazakârlığın kadın meselesinden söz edecektim. Dünkü t24’te çıkan bir haber, yazıyı zenginleştirecek bulunmaz veriler sağladı.



Gülen cemaatinin legaldeki kurumsal yüzü Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği, 53 ülkeden 600 akademisyenin katıldığı, açılışını Aileden Sorumla Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın yaptığı Avrasya Platformu 1. Aile Konferansı’nda “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında bir Değer Olarak Aile” konulu toplantının sonuç bildirgesi, yazmaya çalışacaklarımın özeti ve doğrulaması niteliğinde.



Ali Bulaç’ın da bildiri komitesinde yer aldığı, oy birliği ile onaylanmış bildirgenin, hepsi birbirini tamamlayan maddelerinden bazıları benim kısaltmamla şöyle: (tam metni 29 Kasım tarihli t24’te bulabilirsiniz)



- Din temelli nikahın tanınmamasını ve meşru sayılmamasını kınıyoruz.



- İnsan neslinin devamı için aile kurumuna devlet politikalarıyla sahip çıkılmasını istiyoruz.



- Kürtajı önleyen ve doğumların artmasını sağlayan politikaları destekliyoruz.



- Eşcinsellik ve ensest gibi hastalıklara karşı tedbir alınmasını istiyoruz.



- Ailenin korunmasında en büyük rolün dini motivasyonda olduğunu kabul ediyoruz.



- Çekirdek ailenin geniş aile ile eklemlenmesinde yarar görüyoruz.



Vb.....



Bırakın eşcinselliğin tartışılmasını, eşcinsel evliliklerin yasal sayıldığı ülkelerin sayısının arttığı; bireyin cinsel yönelim ve tercihlerinin tartışılmasının bile ayrımcılık ve özgürlüklere tecavüz sayıldığı; çekirdek ailenin, cemaatçilikten cemiyete geçişte, gelişmiş sanayi toplumunun doğal sonucu olduğunun ders kitaplarında yer aldığı; ailenin zorla biçimlendirilecek bir toplumsal birim değil, çağlara, sosyo-ekonomik yapıya, üretim biçimlerine göre şekillenen düzenleyici bir kurum olduğunun sosyolojiye giriş derslerinde okutulduğu bir çağda ve dünyada, yukardakine benzer sonuçlara varan 600 akademisyenin akademik özelliklerini doğrusu merak ettim.



Aralarında çok eşli erkekler ve bunu yadırgamayan kadınlar olduğunu bildiğim için, dini nikâhın hukuki anlamda meşru sayılmasını istemelerine şaşmadım doğrusu. Sonuç bildirgesinin ruhuna hakim olan eril iktidar dili, dini vesayetçi toplum mühendisliği de şaşırtmadı beni. Ailenin, özgür bireylerin özgür iradeleriyle kurdukları bir birlik olarak değil, dinin ve devletin yönlendirmesi ve müdahale etmesi gereken, insan neslinin devamı amaçlı bir kurum olarak anlaşılmasını da, toplantının düzenleyicilerinin, katılımcılarının ve AKP’li hâmilerinin zihniyetini düşününce, yadırgamadım. Sonuç bildirgesinde yer alan maddelerin, koyu dindar Bush’un ve neo-con’larının konuyla ilgili görüşleriyle ne kadar benzeştiği bir yana, şunları düşünmekten ve yazmaktan da kendimi alamadım:



•Kutsal aile ve kutsal devlet kavramları aşılmadan, ne birey ne de bir siyasal hareket kendini özgür ve özgürleştirici sayabilir.



•Muhafazakârlık kavramı, eninde sonunda dinsel bir temele dayanır; hangi din ve mezhep temeli üzerine yükseliyorsa, onun rengini taşır.



•İslami muhafazakârlığın temel taşı, doğrudan veya dolaylı olarak, kadın meselesidir. Muhafaza edilmek istenen “kutsal”, her şeyden önce eril iktidarın kadına bakışıdır.



•Aşiret yapısından modern toplumlara geçiş sürecinde yaşanan çoğu zaman sancılı toplumsal değişim, babaerkil kutsal aile ve kadının eşitliği konularında eşiği aşmakta zorlanır, İslam modernleşmesi tam o noktada kendi zihniyet sınırlarına dayanır ve tıkanır. AKP’nin kendini tanımladığı “muhafazakârlık” bu sınırın ta kendisidir.



• Gülen cemaatinin düzenlediği toplantının sonuç bildirgesinde yer bulan maddelerin tümü kadın ve aile konusunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da paylaştığı değerleri yansıtmaktadır. Erkekle kadın eşit değildir, kadının yeri evidir, temel görevi çocuk doğurmak ve kutsal aileyi kendini kurban ederek sürdürmektir.



• Binlerce yıllık erkek iktidarının dinle perçinlenmiş ve tahkim edilmiş toplum tahayyülü, kadınları kutsal aile ve analık değerleriyle tutsak eder. Kadın bu değerleri ve eril dili içselleştirir. Başbakanın bir konuşması sırasında, namus cinayeti adı altında işlenen cinayetlere dikkat çekmek isteyen kadınları protesto eden AKP’li kadınlar, erkek otoritesine biatı görev olarak yükleyen ve yücelten dinsel muhafazakârlığın örneklerinden sadece biridir.



Kutsal aile kavramı ile kutsal devlet içiçedir, ayrılmaz. İster dini temele dayalı, ister laik faşist, ister muhafazakâr olsun, iktidar bu iki ayak üzerinde yükselir. Ve bütün kutsallaştırılmış yapılar gibi, gerçek özgürlüklere ve gönüllü birliklere varabilmek için her ikisinin de bireyin hizmetine girerek sönümlenmesi gerekir.

Hiç yorum yok: