11 Haziran 2010 Cuma

Fısfıs

Fısfıs

Ürdün.


Sıcak, sakin...



Sıradan bir gün.

*



8 kişiydiler; Atina, Roma, Paris üzerinden Amman’a gelmişlerdi, 3’ü Fransız, 3’ü İtalyan pasaportu taşıyordu, 2’si Kanada... Kimi işadamı, kimi turist; otellerine yerleştiler. Kanadalı olanlar otomobil kiraladı; biri yeşil Hyundai, biri mavi Toyota... Ve, o sabah hedefin peşine takıldılar.



*



Saat 10...



*



Hedef, şoförünün yanında oturuyordu. Çünkü arka koltukta, ikisi kız, üç evladı vardı. Baba işine, çocuklar okula gidiyordu. Tecrübeli şoför aynaya baktı, huylandı, “Takip ediliyoruz” dedi. Hedef cep telefonunu tuşladı, polisi aradı, plakayı verdi. O sırada, Toyota yanlarından geçti... Çocuklar, Toyota’nın direksiyonunda oturan Kanadalı’ya el salladı neşeyle, her çocuk gibi...



Bir iki dakika sonra cep telefonu çaldı, arayan polisti, Toyota’nın Kanadalı bir turist tarafından kiralandığını söyledi, anormal bir durum yoktu.



Hedef rahatladı.



*



Saat 10.30 olmuştu. Wasfi Al-Tal Caddesi’ne dönüp, ofisin önünde durdular. İndi. Çocuklarını öptü. Otomobil hareket etti. Binaya giriyordu ki, yeşil Hyundai’sini yan sokağa park eden öbür Kanadalı “Affedersiniz” dedi, hedef bir an durdu, o bir an yetmişti, Kanadalı elindeki aerosol benzeri tüpten fısss diye bi şey sıktı. Hedef ani bir refleksle başını çevirmişti ama, tam kaçamamıştı, sol kulağına denk gelmişti. Şaşırdı, kulağını ovuşturdu, şak diye yere yığıldı.



*



Binanın önündeki korumalar hedefin başına koşarken, olan biteni aynadan gören hedefin şoförü zınk diye durdu, çocukları indirdi, Kanadalı’nın peşine takıldı.



Kanadalı yan sokağa daldı, Toyota orada bekliyordu, bindi, topukladılar... Şoför bir yandan takip ediyor, bir yandan cep telefonuna “Yolu kesin” diye bağırıyordu. Onlar kesene kadar, şoför kesti önlerini, Medine Caddesi’nde, indi, daldı Kanadalılara, can pazarı...



Ve, polis yetişti. Kelepçe.



*



Hedef hastaneye götürüldü... Felç olmuştu, soluk alamıyor, bilinci kapanıyordu.



*



Kimdi o?



Hamas Lideri Halid Meşal.



*



Kanadalılar?



Mossad ajanı.



*



İbranice “süngü” anlamına gelen, suikast timi “kidon” üyesiydiler... İsrail yakalanmıştı.



*



Ürdün Kralı Hüseyin, öfkeden çılgına döndü, önce ABD Başkanı Clinton’ı aradı, anlattı, sonra İsrail Başbakanı Netanyahu’yu aradı, “Benim ülkemde böyle bir işe nasıl kalkışırsın, derhal panzehiri göndereceksin” dedi. Clinton, Netanyahu’yu aradı, “Göndereceksin” dedi. Her şey, günler haftalar filan değil, 15 dakika içinde oldu... Bir saat sonra, İsrail Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçağı, Amman’a tekerlek koydu. Panzehir, Meşal’e verildi. Kurtuldu.



*



Bununla da yetinmedi Kral Hüseyin, fırsat bu fırsat dedi, İsrail’in zindana tıktığı Hamas’ın o dönemki lideri Şeyh Ahmed Yasin’i gündeme getirdi, “Bu iki Mossad ajanını sana veririm, karşılığında Şeyh’i serbest bırakacaksın” dedi... Trak diye kabul ettirdi.



Ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Şeyh, suikast olayından 5 gün sonra serbest bırakıldı, Ürdün’e gönderildi.



*



Fısfıs’ın ne olduğu hâlâ bilinmiyor. Ama Tel Aviv’in banliyösündeki Biyolojik Araştırmalar Enstitüsü’nde geliştirildiği biliniyor...



Hani, önceki gün bizim başbakana “Arkanızdayız” diyen Putin var ya, işte onun çalıştığı eski KGB, yeni FSB, o ürünleri kullanıyor.



*



Yani?



*



Küçücük Ürdün, diplomasi yeteneğini kullanarak, şer’den hayır çıkardı, Hamas liderlerinden birinin canını, birinin özgürlüğünü kurtardı...



Koskoca Türkiye ise, Hamas’a bi faydası olmadığı gibi, 9 tane insanını kaybetti... Konya’da bağırıp çağırmakla olmuyor bu iş yani!



*



Bu arada... Halid Meşal, Mavi Marmara yola çıkmadan hemen önce, 20 Mayıs’ta THY uçağıyla Libya’dan İstanbul’a gelmiş olabilir mi acaba?

GOLDSTONE RAPORU (1): İsrail'in Gazze'de insanlığa karşı suçları - Sedat Ergin

GOLDSTONE RAPORU (1): İsrail'in Gazze'de insanlığa karşı suçları



ÖYLE anlaşılıyor ki, daha çok uzun bir süre toplum olarak İsrail'in Gazze'deki ablukası ve Hamas'ın masum bir direniş örgütü örgüt olup olmadığı gibi konuları, soruları konuşuyor olacağız.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrail karşısında sertleşmesine ve bu çerçevede Türkiye'nin Orta Doğu politikasında önemli bir kırılmanın meydana gelmesine yol açan gelişmelerin başında, bu ülkenin 2006'dan itibaren Gazze'de uygulamakta olduğu abluka, ama daha önemlisi 27 Aralık 2008-18 Ocak 2009 tarihleri arasında gerçekleştirdiği askeri harekat geliyor.



Bugünkü tartışmayı sağlıklı bir zeminde yürütebilmek için Gazze'de ne olduğunu bir kez daha büyüteç altına yatırmakta yarar var. Bu konuda başvurabileceğimiz en önemli referansı, BM İnsan Hakları Konseyi tarafından kurulan Gazze Araştırma Komisyonu'nun hazırladığı, komisyon başkanının adıyla anılan ünlü Goldstone raporu oluşturuyor.



İSRAİL İŞBİRLİĞİNİ REDDETTİ



BM'nin Gazze Komisyonu'nun Başkanı Richard Goldstone, Güney Afrikalı apartheid karşıtı bir yüksek yargıç. Lahey'de Miloseviç'e karşı Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi Başsavcılığını da yapan Goldstone, uluslararası alanda objektifliği ve saygınlığı ile temayüz etmiş önemli bir hukuk otoritesi.



İsrail'i sorgulayan raporun altında imzası olan Goldstone'un Musevi olması işin ilginç bir yönü. Hazırladığı raporda İsrail'i Gazze'de “insanlık suçu” işlemekle suçladığı için Goldstone'un Güney Afrika'daki tutucu Musevi çevreleri tarafından kara listeye alınması talihin bir cilvesi olmalı.



Filistin Platformu tarafından Türkçeye çevrilip kitap haline getirilen, ancak İngilizce orijinaline internetten kolaylıkla ulaşılabilen 15 Eylül 2009 tarihli Goldstone raporu, komisyonun aylarca süren çalışması sonucu hazırlandı. Komisyon, yaklaşık 1.5 ay Gazze'de sahada çalıştı, tanıklarla konuştu, bombalanan yerleri bizzat gidip inceledi, erişim sağlayabildiği bütün belgeleri değerlendirdi. İsrail, Goldstone komisyonuyla işbirliği yapmayı reddetti.



İKİNDİ NAMAZI SIRASINDA CAMİ BOMBALANDI



Yaklaşık 550 sayfa tutan bu raporu bir köşe yazısının sınırları içinde özetleyebilmek kuşkusuz mümkün değil. Ana noktalara değinelim. Bu hareket sırasında bin 500'e yakın insanın öldüğü biliniyor. Komisyon'un ölü sayısı olarak 1387 ile 1417 aralığındaki tahminlere itibar ettiği anlaşılıyor. Çocuklar da dahil olmak üzere en az 220 sivilin öldüğü belirtiliyor. Raporun İsrail açısından en ağır sonuçlarından biri, İsrail Ordusu'nun “doğrudan sivilleri hedef alan kasıtlı eylemler gerçekleştirdiğini” vurgulamasıdır.



Sivil ölümler kadar vahim olan, sivil konutların da İsrailli askerler tarafından yaygın bir şekilde tahrip edilmiş olmasıdır. Goldstone'un saptamasına göre, 3 bin 354 ev tamamen, 11 bin 112 ev ise kısmen yıkılmıştır. Yıkılan binalar içinde 280'i okul ve anaokuludur.



İsrail kuvvetleri, bombardımanda sivil-askeri hedef ayrımı gözetmemiştir. Bombalanan yerler arasında camiler de vardır. İkindi namazı sırasında El Maqadmah Camiine atılan füze 15 kişiyi öldürmüştür. Hastaneler ve hatta ambulans garajları bile bombalanmıştır. Rapor, kanıtlarıyla birlikte bu örnekleri sıraladıktan sonra bu gibi eylemlerin savaş kurallarına ilişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi'nin ağır ihlalini oluşturduğunu belirterek, “askeri zorunlulukla gerekçelendirilemeyen hukuk dışı ve keyfi tahribat savaş suçu sayılır” yargısını belirtiyor.



TEK UN DEĞİRMENİ BİLE VURULDU



Raporun düşündürücü bir diğer yönü, ablukayla zaten ciddi bir şekilde sarsılmış olan Gazze'deki sivil hayatın askeri harekat nedeniyle bütün altyapısıyla çöktüğünü göstermesidir. Rapor, İsrail'in yalnızca askeri hedeflerin peşinde olmadığını, aynı zamanda sistematik bir şekilde sanayi ve gıda altyapısını, su tesislerini, kanalizasyon ve arıtma tesislerini de yıktığını belgeliyor. İsrail, Gazze'de faaliyette olan tek un değirmeni olan Al Bader'deki değirmeni de hava saldırısında vurmuş, ayrıca buldozerlerle bir tavuk çiftliğinde kümesleri yerle bir edip 31 bin tavuğu telef etmiştir.



BM raportörü, nihai kanaat olarak sonunda İsrail'in “önce ablukayla, daha sonra operasyon sırasında ve sonrasında uyguladığı politikalarla uluslararası insancıl hukuku ihlal ederek Gazze Şeridi halkına toplu bir ceza çektirme niyetini ortaya koyduğu” sonucuna ulaşıyor.



Goldstone, aynı zamanda “İsrail hükümetinin bazı eylemlerinin, yetkili bir mahkeme tarafından insanlığa karşı işlenen suçlar olarak kabul edilmesi gerektiği” görüşünü de belirtiyor.



Peki İsrail'i bu kadar ağır bir şekilde suçlayan Goldstone, Hamas'ı masum mu görüyor? Bu sorunun yanıtını yarınki yazımızda değerlendirelim.

GOLDSTONE ROPORU (2): Hamas’ın insanlığa karşı suçları - Sedat Ergin

GOLDSTONE ROPORU (2): Hamas’ın insanlığa karşı suçları






HAMAS, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği gibi “kendi topraklarını koruma mücadelesi veren bir direniş hareketi” midir?



Yoksa ABD ve İsrail’in ileri sürdüğü gibi bir terör örgütü mü?

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi tarafından İsrail’in Gazze’ye dönük saldırısını araştırmakla görevlendirilen Goldstone Komisyonu’nun raporu, ne “direnişçi” ne de “terör örgütü” gibi bir tanımlama getiriyor Hamas için.



Ama BM Komisyonu’nun Hamas’a yüklediği suçlar, bir direniş örgütünün mazlum konumuna hiç yakışmayan fiillere işaret ediyor. Komisyon, Hamas’ı, dünya kamuoyuna sivil hedeflere saldırarak “insanlığa karşı suç işleyen”, ayrıca Filistinli siyasi muhaliflerine karşı “yargısız infaz yapan”, onlara karşı “organize şiddet kullanan”, “işkence eden” bir hareket olarak takdim ediyor. İsrail’in Gazze’de “insanlığa karşı suç işlediği” yargısına vardığı için bu ülkenin şiddetli tepkisine hedef olan Komisyon Başkanı Güney Afrikalı yüksek yargıç Richard Goldstone, Hamas konusunda da oldukça ağır hükümlere yer vermiş aynı raporda. Özetle, aslen Musevi olan Goldstone, hem İsrail’i hem de Hamas’ı “insanlığa karşı suçlu” görüyor.



HAMAS SİVİLLERE 8 BİN ROKET ATTI



Goldstone, kendisi dahil dört kişilik heyetle yaptığı incelemelerden sonra hazırladığı 15 Eylül 2009 tarihli raporunda, Hamas’ın sorumluluğunu iki kategoride değerlendiriyor. Birincisinde Hamas’ın 2001’den sonra İsrail’e yaptığı füze saldırıları, ikinci bölümde ise örgütün 27 Aralık 2008 ve 18 Ocak 2009 tarihleri arasında Gazze’ye dönük İsrail harekatı sırasında Filistinli sivillere ve siyasi muhaliflerine karşı şiddet kullanımına ilişkin fiil ve eylemleri var.



Birincisinden başlayalım. Filistinli silahlı gruplar, 2001 yılından raporun yazıldığı 2009 eylül ayına kadar güney İsrail’e yaklaşık 8 bin roket ve havan topu attı. Roketlerin ateş menzili sınırdan İsrail’in 40 km kadar içine uzanabiliyor.



BM raporuna göre, 2001’den bu yana süren bu hava saldırıları “sivil nüfus üzerinde yüksek düzeyde psikolojik travmaya yol açmış, yetişkin ve çocukların eğitimini olumsuz etkilemiş, insanların bulundukları yerlerden göç etmelerine yol açmıştır”.



Goldstone raporu, buradan hareketle “roketlerin sivil nüfusun yoğun olduğu yerlere sivil-asker ayrımı gözetilmeksizin atıldığına, bu çerçevede sivil nüfusa yönelik kasıtlı saldırı sayılacağına” hükmediyor ve şöyle devam ediyor:



“Bu eylemler savaş suçudur ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak sayılabilir. Ayrıca sivil nüfusu korkutmak uluslararası hukukun bir ihlalidir. Misilleme amacıyla sivillerin hedef alındığının açıklanması da uluslararası insancıl hukuka aykırıdır.”



HAMAS’TAN EL FETİH’E YARGISIZ İNFAZ



Raporun üzerinde durduğu ikinci konu, İsrail harekatı sırasında Gazze Şeridi içinde bizzat Hamas’ın gerçekleştirdiği öldürme, işkence ve kötü muamele gibi “iç şiddet olayları”. Goldstone, Hamas’ı bu konuda ağır bir dille suçluyor ve örgüt mensuplarının kargaşa ortamında muhaliflerine ve diğer Filistinlilere karşı giriştiği yaygın şiddet ve cinayet eylemlerinin geniş bir dökümü yapıyor. Bunlar arasında en vahimi, hava saldırısında hapishaneden kaçan 17 ile 22 arasında tutuklunun hastanelerde tıbbi yardım alırken öldürülmesidir.



Hamas muhalifi El Fetih mensuplarına uygulanan şiddet ve yargısız infazlar bizzat tanık ifadelerine dayandırılıyor. Bunlar çoğunluk maskeli kişilerin düzenledikleri ev baskınları şeklinde yapılmış. Bu baskınlarda çocuklar dahil bütün aile üyelerinin dövülmesi sıkça karşılaşılan bir durum. Metal borularla dövülen bir El Fetih üyesinin yaraları nedeniyle bir ay sonra ölümü raporda Hamas’ın acımasızlığına bir örnek olarak gösteriliyor.



BM Komisyonu, sonuç olarak Hamas’ın bu eylemlerinin “insan haklarına ciddi ihlaller oluşturduğu, ne Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ne de Filistin Temel Hukuku ile uyuştuğu” görüşünü belirtiyor.



Dahası, ihlallere ilişkin Hamas temsilcilerine yapılan şikayet ve başvuruların yanıtsız kalmasıdır. Goldstone’a göre, “bu iddiaların ciddi bir şekilde soruşturulmasındaki eksiklik ve sorumluların korunması, mağdurların adalete kavuşmasını engellemekte” ve “bir cezasızlık kültürünü teşvik etmektedir” Hamas yönetimi altındaki Gazze’de...

Sedat ergin

Çağdaş bağnazlık - Oktay Ekşi

Çağdaş bağnazlık


BÖYLE bir rezillik bir başka ülkede de var mı bilemiyoruz.


Yargıç yahut savcı sıfatlı hukukçular hukukun ırzına geçiyor, kimseden ses çıkmıyor. İnsanlar “gizli dinleme” korkusuyla telefonlardan korkuyor. Bir bürokrat aklına esince sizin internetle bağınızı kesiyor, ceza almıyor.



Sonra buna demokrasi deniyor.

Son örnek, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın, iki yıl önce Ankara Birinci Sulh Ceza Mahkemesi’nin verdiği bir kararı tamamıyla keyfi yani kanunsuz, hukuksuz bir şekilde bozarak uygulamasıyla karşımıza çıktı.



Hikayeyi özetleyelim:



Biliyorsunuz Türkiye, internet aracılığıyla bilgiye ulaşmaya yasak koyan Çin Halk Cumhuriyeti, İran, Kuzey Kore, Suudi Arabistan gibi utanılacak ülkeler listesinde bulunuyor.



Nitekim mahkeme karar verince Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) denen kurum, o hizmeti veren internet sitesine erişmenizi engelliyor. Onu da, söz konusu hizmeti veren sitenin bağlı olduğu “hizmet sağlayıcı”nın teknik adresini yani IP (Internet Protokol) numarasını “yasaklılar listesine” alarak yapıyor.



Lakin TİB’yi yönetenlerin, akıllarına gelen IP numarasını yasaklılar listesine koymak gibi bir yetkileri yok. Buna rağmen yaparlarsa suç işlemiş olurlar.



İşte son günlerde insanların, Google’dan hizmet alan sitelere erişememesinin veya çok güç erişmesinin gerisinde tam da bu gerçek yatıyor. Çünkü TİB yöneticileri tuttular Ankara Birinci Sulh Ceza Mahkemesi’nin 5 Mayıs 2008 tarihli bir kararını bahane ederek Google’a ait tam 23 adet yeni IP numarasını (yani o teknik adres üzerinden bilgi sunan sitelere erişimi) “yasaklılar listesine” eklediler. Buna da -utanmadan- “IP numaralarını güncelleme” adını verdiler. Oysa bahane ettikleri mahkeme kararında sadece üç adet IP numarası vardı. Onlar da 208.65.153.238-208.65.153.251 ve 208.65.153.253’ten ibaret idi.

Mahkeme kararı gereğince “Atatürk’e hakaret” içeren yayınları da kullanan YouTube isimli siteye erişim engellenmiş oluyordu.



Gerçi bu da eleştiri konusu idi ama hiç değilse ortada bir mahkeme kararı vardı.



İşin tuhafı, TİB yöneticilerinin bu hukuk dışı uygulamasını Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım hiç ilgisiz bir gerekçe ile savundu:



Efendim Google, Türkiye’de para kazanıyor ama vergi vermiyormuş. Nitekim 30 milyon TL vergi cezası ödemesi lazımmış. Zaten “hizmeti yavaşlatma” da Google’ın kendi marifetiymiş.



Sanki o 23 adet IP numarasını yasaklar listesine Google yöneticileri koydurdu!



Sorduk... Bilenler bu kesintinin yüz binlerce internet kullanıcısını mağdur ettiğini söylediler.



Tabii bu, sadece keyfiliği hukuk sananların marifeti olmakla kalan bir olay değil.



Bu, çağımızın en büyük bilgi ve iletişim hazinesi olan internetten bu ülkenin insanlarının yararlanmasını engelleyebileceğini sanan bağnaz bir anlayışın bizi yönettiğinin göstergesi.



Türkiye’yi “çağdaş uygarlık düzeyine” bu kafa mı ulaştıracak?

8 Haziran 2010

Fatih ÇEKİRGE

fcekirge@hurriyet.com.tr


















Nerede bu Arap krallar, şeyhler?





GAZZE ’deki “insanlık suçu”na karşı Türkiye’den bir gemi kalkmıştır...



9 Türk vatandaşı İsrailli komandolar tarafından katledilmiştir...

Ama dikkat edin, bir tek Arap ülkesinin sesi çıkmamaktadır...

Hani neredeler?

Örneğin “namaz kılmadı” diye bir Türk’ü kırbaç cezasına çarptıran, bir başkasını idama gönderen “heybetli!!” Suudi Arabistan Kralı nerede?

Nerede, egoları petrol geliriyle şişirilmiş emirler, şeyhler?...

Gazze’de açlığa mahkûm edilen Müslüman Araplar için ne yapıyorlar?

Altın kaplamalı saraylarından yönettikleri korku krallığında suspus oturuyorlar... Yeni bir özel uçak sipariş etmekten, 60 metrelik yatını 70 metrelikle değiştirmekten başka ne yapıyorlar...

İKİNCİ YAZI:

Gazze’ye bir gemi daha göndermek isterlerse...

YAZININ sonunda soracağım soruyu başından soruyorum:

- Bir yardım kuruluşu daha Gazze’ye bir yardım gemisi kaldırmak isterse, hükümet ne yapacak?

İzin verse bir türlü...

Vermese, başka türlü...

Kimisi “korktular” diyecek...

Bir diğeri, “O zaman ilk gemiye neden izin verdin. Bu tehlikeyi öngöremedin mi?” diye soracak...

Daha da ağır bir soru:

“Mavi Marmara baskını Gazze’deki zulmü unutturdu mu? Hani oraya yardım götürmek kutsaldı. O kutsallıkta ne değişti?”

Tam bir açmaz...

Sorunun detayları Dışişleri Bakanlığı’yla doğrudan ilgili...

YETERİNCE ODAKLANMADILAR

İsrail komandolarının “Mavi Marmara katliamı”ndan 1 gün önce, çok tecrübeli iki diplomatla konuşuyorum.

- İsrail, o gemileri Gazze’ye geçirmem diyor... Gemidekiler ısrarlı. Ne olur sonunda?

Birinci diplomat:

- Bir şey olmaz... İsrail donanması geminin önünü keser. Gemi geçemez... Orada birkaç hafta bekler. Sonra olay gevşer. Ya İsrail’in gösterdiği limana yardım malzemelerini bırakırlar. Ya da geri dönerler.

İkinci diplomat:

- Ben de önemli bir şey olacağını sanmıyorum. Sonuçta bu sivil bir gemi. Donanma önünü keser ve biter... Geri döner...

- Peki İsrail’den size hiçbir uyarı gelmedi mi? Bu gemiyi göndermeyin diye.

- Biz ne yapabiliriz ki... Oraya gitme diyemeyiz ki...

Evet, katliam öncesi Dışişleri Bakanlığı’ndaki beklenti buydu... Dahası bakanlık böyle bir ihtimali kesinlikle hesaplamamıştı...

Ve işte bu konuşmanın ertesi günü olay patladı...

Belli ki kimse İsrail komandolarının gemiye indirme yapacağını beklemiyordu.

Ve gemidekilerin de onlara demir çubuklarla direneceğini...

Bu noktada özellikle Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin bu olaya yeterince odaklandığını zannetmiyorum...

Eğer öyle olsaydı, siyasi otoriteyi “kötü senaryolar” için uyarırdı...

Soru şudur:

- Bu süreç içinde örneğin İsrail Büyükelçimiz Ankara’ya durumun risklerini içeren bir “mesaj” verdi mi?

Ya da;

Dışişleri Bakanlığı, diplomasinin en temel kuralı olan, “risk değerlendirmesi”ni yaptı mı?

Örneğin bir yardım gemisine neden yüzlerce kişinin bindiği sorusunun cevabını araştırdı mı?

Gemiye kimlerin bindiğini sorgulattı mı?

Bütün bu soruları şunun için soruyorum:

- Ya şimdi bir insani yardım derneği daha bir gemiye binip Gazze sularına dayansa...

Dışişleri bakanlığı buna izin verir mi?

Eğer verirse daha büyük bir kriz var demektir. Ama vermezse, o zaman şu soru ortaya çıkar:

- İlk gemiye neden izin verdiniz?

Ahmet Altan - Suç

KUM SAATİ 04.06.2010


Ahmet Altan

Suç


Türkiye nasıl oldu da, dünyanın en etkili ordularından birine, çok güçlü bir istihbarat teşkilatına, Amerika’nın yıllardır süren kayıtsız şartsız desteğine, onu “Müslüman terörünün” hedefindeki mazlum olarak gören Batılıların sarsılmaz dostluğuna, yeryüzü Yahudilerinin büyük finansal katkılarına sahip İsrail’i geriletti?

Nasıl oldu da yirmi dört saat içinde İsrail’in elindeki esirleri geri aldı?

Birleşmiş Milletler’den kınama kararı çıkarttı?

Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin rolünü öven bildiriler yayımlamasını sağladı?

Nasıl oldu da, Türkiye’nin dış politikasında fazlasıyla “İslami” bir koku olduğunu, Ortadoğu politikasının “din dayanışması” güdüsünden kaynaklandığını düşünen Batı, bütün bu kuşkularına rağmen Türkiye’ye destek olmak zorunda kaldı?

Çok basit bir cevabı var bunun.

Türkiye, hukuken haklı bir yerde duruyordu.

İsrail de “suç” işlemişti.

Uluslararası sularda sivil bir gemiye saldırıp, masumları öldürmek “suçtu” ve İsrail pervasız şımarıklığıyla bu suçu işlemekten çekinmemişti.

Şimdi, “hukuk dışına” düşmenin bedelini, gelişmelere epeyce şaşarak ödüyor.

Türkiye, aslında birçok alanda kendisinden daha güçlü bir ülkeyi, “hukuku” ve “haklılığı” arkasına alarak yendi.

Uluslararası siyaset gibi “kurt kanununun” fazlasıyla geçerli olduğu bir alanda bile “hukuk” bir ülkeye büyük bir güç kazandırabiliyor.

Türkiye, gerek Amerika’yla arasındaki İran çatışmasında, gerekse İsrail baskınında “haklı” bir zeminde durmanın, “hukuka” uymanın nasıl büyük bir kudrete dönüşebildiğini kavradı.

Gerçekte sahip olduğundan çok daha fazla bir gücü “hukukun” yardımıyla kullandı ve dünyayı etkilemeyi, yönlendirmeyi, istediklerini elde etmeyi başardı.

Şu anda dünyanın en etkili, en önemli ülkelerinden biri Türkiye.

Bu “pozisyonunu” da hukuka ve haklılığa borçlu.

“Doğru yerde”, hukuku arkasına alarak elde ettiği ağırlığı sürdürmek, politikada ve ekonomide kalıcı bir öneme sahip olmak için de hep “hukuktan” yana çıkmak zorunda.

Yeryüzü arenasındaki bu yeni yerini “hukuka” borçlu olan Türkiye’nin “içerdeki” ve dışarıdaki dostlarını belirlemek için kullanılacak ölçü de hukuktur.

Türkiye’nin önünde yepyeni bir alan açan hukuka uyanlar, Türkiye’nin geleceğine yardım ederler, “hukuku” çiğneyenler Türkiye’ye düşmanlık yaparlar.

Bu ülkenin insanları bundan sonra dostlarını ve düşmanlarını, hukuku ölçü alarak tanıyabilirler.

Çünkü hukukun önünü kesen, Türkiye’nin ve bu ülkede yaşayan her ırktan ve her inançtan insanın da önünü kesecek demektir.

Eğer bugün hukuku kullanarak Türkiye’yi dünya sahnesinde birkaç basamak yukarı fırlatan AKP, yarın hukuka uymazsa o da kendi ülkesine düşmanlık etmiş olur.

Sadece AKP’ye değil, bu ülkedeki bütün partilere, kurumlara, örgütlere de bu açıdan bakmak gerekir.

Suç işleyen, burada yaşayan insanlara düşmanlık eder.

Ne yazık ki, hukukun kalelerinden biri olması gereken Anayasa Mahkemesi, açıkça hukuku çiğnemeye hazırlanarak, hukuktan kendisine büyük bir güç devşiren Türkiye’ye ve bu ülkede yaşayan insanlara düşmanlık edeceğinin de işaretini veriyor.

Anayasa Mahkemesi’nin görevleri ve yetkileri bellidir.

Bu mahkeme, parlamentonun kararlarını ancak ve ancak “usul” açısından inceleyip değerlendirebilir, asla ve asla “içerik” açısından sorgulayıp yargılayamaz.

Çünkü parlamentonun kararlarını “içerik” açısından yargılayacak bir gücün varlığını kabul etmek, halkın iradesini temsil eden parlamentonun üzerinde başka bir iradenin varlığını kabul etmek demektir.

Hukuk ve demokrasi, halk iradesinin üzerinde bir irade kabul etmez.

Bizim yasalarımız da etmez.

Şimdi Anayasa Mahkemesi, son anayasa değişikliklerini “içerik” açısından inceleyip incelemeyeceğine karar vereceğini açıkladı.

Bu, Anayasa Mahkemesi’nin “suç işleyip işlemeyeceğine” karar vermesi demektir, halk iradesine müdahaleyi düşündüğünü açıklaması bile suçtur.

Anayasa Mahkemesi’nin daha önce bu suçu işlemiş olması, bugünkü yaklaşımını suç olmaktan çıkarmaz.

Bir seri katilin daha önce dört cinayet işlemesinin, beşinci cinayeti suç olmaktan çıkarmayacağı gibi.

Anayasa Mahkemesi, “suçu” meşrulaştıran bu açıklamasıyla sadece halkın iradesine müdahale etmiyor, sadece suç işlemiyor, aynı zamanda bugün Türkiye’nin yeryüzündeki en büyük silahı olan “hukuku” onun elinden alıp, bu ülkeyi güçsüzleştiriyor.

Türkiye’nin önünü keserek, bugün bu ülkenin “düşmanlarının” en çok istediği işi yapıp Türkiye’nin gücünü ve etkisini buduyor, siyasi ve ekonomik alanını daraltıyor, yeniden onu bir kapanın içine hapsediyor.

Hukuka uymayan İsrail’i gerileten Türkiye, “hukuka” uymayan kendi kurumlarını da geriletmek zorundadır.

Çünkü hukuka uymayan, hukuku inkâr eden herkes, bu ülkede yaşayan yetmiş milyon insanın açık düşmanıdır.

ahmetaltan111@gmail.com

İsrail’in hakkı... Ahmet Altan

KUM SAATİ 05.06.2010


Ahmet Altan

İsrail’in hakkı...


İsrail’in aşırı sağcıları çıldırmış gibi gözüküyorlar.

Yaptıkları gösterilerde Erdoğan’a açıkça küfür etmekle kalmıyor, bir de bizim Ergenekoncular gibi başbakanın “ordu tarafından devrilmesini” istiyorlar.

Öfkelerinde, zavallı bir çaresizlik var.

İsrailli askerlerin, insani açıdan bir facia, askerî açıdan bir fiyasko olan baskınlarından sonra İsrail hükümetinin bütün dünyada kınanması, Türkiye’nin vatandaşlarını 24 saat içinde İsrail’den çıkartması, İsrail’in o “esirleri” vermek zorunda kalması onları delirtiyor.

Dünyanın en etkili ülkelerinden biri olan İsrail yaptığı ahlaksızca saldırıdan sonra neden Türkiye karşısında direnemedi, neden Türkiye’nin “muhtırası” karşısında gerileyip insanlarımızı serbest bırakmak zorunda kaldı?

Çünkü Türkiye “haklı” bir noktada duruyordu.

İsrail haksızdı.

Türkiye de haklılığını diplomatik alanda çok iyi kullandı.

Gerek İran meselesinde, gerekse İsrail çatışmasında Türkiye “haklılığın” ve “hukukun” ne kadar önemli olduğunu, bir ülkeye nasıl büyük bir güç kazandırdığını gördü.

Bu iki olaydaki haklılığı ve bu haklılığını çok iyi kullanabilmesi Türkiye’ye dünya sahnesinde önemli bir ağırlık kazandırdı.

Bu “ağırlığı” sürdürebilmek için hem içerde, hem dışarıda “haklılık” ölçüsüne her zaman riayet etmesi, sadece bir konuda değil her konuda “haklı” olması gerekiyor.

Şimdi, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı abluka da, sivil bir gemiye uluslararası sularda saldırması da tam bir rezillik.

Bir İsrailli siyasetçinin dediği gibi “İsrail kabinesindeki yedi budalanın” kanlı akılsızlığı.

Bu iki olayda da İsrail’e karşı çıkmak insan olan herkesin hem hakkı hem görevi.

Ama...

“Yedi budalanın” kanlı zorbalığına karşı çıkarken, onların şımarık saldırganlığını durdururken, İsrail’in zulmüne uğrayanların hakkını korurken, İsrail’in hakkını savunmaktan da geri kalmamalı.

Murat Belge de dün yazdı, İsrail’in Ortadoğu’daki kurbanları, İsrail’le savaşırken bu ülkenin “var olma” hakkını inkâr ediyor.

Bu ülkenin altmış küsur yıl önce o topraklara gelip yerleşme biçimine karşı çıkabilirsiniz ama aradan bunca yıl geçti, o ülke kuruldu, milyonlarca insan o topraklara yerleşti, binlerce yıl önce sahip oldukları topraklara yeniden kök saldı.

“Ben senin kökünü kurutacağım, seni bu topraklardan sileceğim” dersen bu savaş bitmez, bitmediği gibi kendini sürekli tehlikede hisseden İsrail’de korku büyür ve o korkuyla insanlar “budalaların şiddetine” sığınmak zorunda kalırlar.

İsrail sadece o “yedi budaladan” ve onlara oy verenlerden ibaret bir yer değil, orada bu “budalaca” siyaseti çok ciddi biçimde eleştiren, barış isteyen, Gazze’ye uygulanan ablukaya karşı çıkan insanlar var.

O insanlar, çok zor şartlar altında fikirlerini söylüyorlar.

“Kendilerini yok etmek isteyen” düşmanlarla kuşatıldığına, varlığını savunabilmek için sürekli şiddete başvurmak gerektiğine inanan İsrailliler, barışı, dostluğu, anlaşmayı savunan diğer İsraillilere kızıyorlar, onları suçluyorlar.

İsraillilerin “budalaların” yönetiminden kurtulabilmesi, aklıbaşında insanlar tarafından yönetilebilmesi biraz da o ülke halkının kendini güvende hissetmesine bağlı.

Televizyonlarda “kelle kesen” Müslüman görüntüleri, İsrail’i “yok etmekten” söz eden İran’ın açıklamaları, Hamas’ın “hiç bitmeyecekmiş” gibi görünen düşmanlığı, yarattığı dehşet duygusuyla İsrail’i akıldan uzaklaştırıyor.

Ortadoğu’da, İran’ın, Hamas’ın, Gazze’nin, Filistinlilerin haklarını savunan Türkiye, yaşanan son faciaya rağmen İsrail’in haklarını da savunmalı, İsrail’in “budala” yönetimini eleştirirken İsrail halkının “varolma” hakkını da sahiplenmeli.

Eğer “insani” değerlere, insan hayatına sahip çıkıyorsak, İsrailli insanların var olma ve yaşama hakkına da sahip çıkmalıyız.

“İnsan” dediğimizde, o “insanı” Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Budist diye sınıflara ayırmamalı, hepsinin hakkının aynı şekilde savunucusu olmalıyız.

Bu, “adil olmanın” gereğidir.

“Adil” olmak bir mecburiyet olduğu gibi Türkiye’nin de çıkarınadır.

Hiç unutmayın ki bugün çok başarılı görünen Türkiye dış politikasının en büyük zaafı, bizim sadece “Müslümanların hakkına sahip çıkan” bir ülke gibi görünmemizdir.

“Türkiye, insanı mı savunuyor yoksa sadece Müslümanları mı savunuyor” sorusu, şu anda Türkiye’yi destekleyen birçok insanın aklını kurcalıyor.

“İnsanları ve haklarını” koruyarak dünya sahnesinde kendimizi göstermek istiyorsak, İsraillilerin hakkını korumak da bize düşer.

İsrail’in “budala” yönetimiyle sonuna kadar dövüşelim, İsrail halkının haklarına da sonuna kadar sahip çıkalım.

Bu hakkaniyetli duruş Türkiye’yi çok daha güçlendirecek, dünyadaki ağırlığını çok daha arttıracak, ahlaka ve vicdana da çok uygun düşecektir.

Üstelik, “dışarıda” adil olmayı öğrenirsek, “içerde” de adil olmayı öğrenir ve kendi vatandaşlarımızın haklarını da kendi devletimize karşı koruruz.

ahmetaltan111@gmail.com

Akıl ve Yiğitlik - Ahmet Altan

Eski Yunan’da bir bilge krala sormuşlar, “yiğitlik mi önemlidir, akıl mı” diye.


“Akıl olsaydı yiğitliğe gerek mi kalırdı” demiş.

Biz yiğidin çok bol olduğu bir bölgede yaşıyoruz.

Kim yiğit değil ki, dağlar, vadiler, denizler, hayatlarını ortaya koyan, ölen insanlarla dolu.

Bu coğrafyada “var olabilmek” için ölmek gerekiyor.

Yeryüzünün en “kutsal” topraklarının kavimleri, çocuklarını ölüme göndermek için lanetlenmiş sanki.

Türkler, Kürtler, Yahudiler, Araplar sürekli ölüyor.

Yiğidi bol olan yerin aklı az demektir.

Ya da aklı az olan yerin yiğidi bol oluyor.

Ölüm karşısında bu kadar cesur, hayat karşısında bu kadar korkak olmak başka nasıl açıklanır?

Savaşta bu kadar yiğit, barışta bu kadar ödlek olmanın ne manası var?

Araplarla Yahudiler defalarca barışın kenarına kadar geldiler, her defasında barıştan döndüler.

Türklerle Kürtler barışın kıyısından defalarca yüz geri ettiler.

Ermenilerle Türkler bir türlü barışamıyorlar.

Savaştan bu kavimlerin bir çıkarı mı bulunuyor?

Hayır.

Savaş bittiği an hepsi daha iyi, daha zengin, daha mutlu yaşayacak.

Ama onlar barış istemiyorlar, onlar “düşmanlarına” kan kusturmak, dizlerinin üzerinde süründürmek, yok farz etmek istiyorlar.

Akıllı bir çözüm onlara “utandırıcı” geliyor.

Yiğitçe bir kaos çok daha onurlu onlar için.

Düşünsenize, bizim en halim selim politikacımız olan Kılıçdaroğlu, “Kürt açılımını lanetliyorum” diyor.

Bu, “savaş devam etsin” demekten başka ne anlama geliyor?

Kürtlere “haklarını teslim etmek” demek olan “açılımı” lanetlediğinizde bu ülkenin insanları daha mı iyi yaşayacak?

Yoo...

Daha fazla ölecekler.

Bundan Kılıçdaroğlu’nun ne çıkarı var?

Kılıçdaroğlu’ya oy vereceklerin arasından kim daha zengin ve daha mutlu yaşayacak bu ülkede savaş devam ederken?

Hiç kimse...

Ya hükümet?

Açılımı durduran, “taş atan çocukları” bile bir türlü hapisten çıkarmayan, KCK operasyonlarıyla Kürt politikacıları hapse atan hükümetin savaştan bir çıkarı var mı?

Yok, tam aksine, dünyada güçlü olmak istiyorlarsa mutlaka içerde de barış sağlamaları lazım ama yapmıyorlar.

Yiğitlikleri Amerika’ya İsrail’e yetiyor da Kürt sorununu çözmeye yetmiyor.

Savaşı başlatan adam olan Apo, hapishaneden “anayasadaki bir madde değiştirilirse savaş biter” diyor ama kimse dinlemiyor.

Apo’nun “dediğini yapmaktansa” ölmeye razı çok Türk var bu ülkede.

AKP’nin de kârlı çıkacağı, Güneydoğu’da oylarını birkaç puan arttıracağı bir barışa razı olmaktansa ölmeyi tercih edecek çok Kürt olduğu gibi...

Araplarla Yahudiler farklı mı?

Araplar “Yahudi devleti olmasın” diyor, Yahudiler Filistinlilerin insanca yaşayacağı bir devletin kurulmasını engelliyor.

Hep birlikte bir dehşet zindanına sıkışmış vaziyetteler.

İkinci Dünya Savaşı bittiğinden beri Batı kendi topraklarında savaş görmedi, birbiriyle savaşmadı.

Aynı dönemde Ortadoğu’nun huzurlu bir günü olmadı.

Savaş, ölüm, yiğitlik bitmiyor burada.

Herkes yiğit, herkes ölüyor, ölmeyenler ölümü alkışlıyor.

Üstelik “barış” isteyenler, herkesi kızdırıyor.

Burada savaşı desteklemeli, bir tarafı seçip, onun kesin galibiyetinden başka bir çözüm olmadığını söylemelisiniz.

Ama bu bölgede “kesin galibiyet” olmayacak, kimse kimseyi yok edemeyecek.

Hep birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu anlayacağız, anlayana kadar da çok insan ölecek.

O güne dek yiğitliği yücelteceğiz.

Akılı küçümseyeceğiz.

Yiğitliği yüceltmenin ölümü yüceltmek, aklı seçmenin ise yaşamı yüceltmek olduğunu anlamayacağız.

Yiğitliğe âşık bu topraklarda daha epeyce bir zaman asıl yiğitlik, “yiğitliğe değil akla ihtiyacımız var” demek olacak.

Ve biz o yiğidi bulmakta çok zorlanacağız.

ahmetaltan111@gmail.com

İskenderun - Ahmet Altan

KUM SAATİ 09.06.2010


Ahmet Altan

İskenderun


Hemen ardından Mavi Marmara faciası geldiği için İskenderun baskını çok fazla tartışılamadan, baskında ölen çocuklarla birlikte hayatımızdan kaydı gitti.

Halbuki o “baskın” da ayrı bir faciaydı ve İsrail krizinde Türkiye’nin davranışları hakkında da önemli ipuçları veriliyordu.

Önce basit bir soru sorayım.

Atlantik’te uluslararası sularda Amerikan bayrağı taşıyan bir Amerikan gemisine Rus komandoları çıkıp dokuz Amerikalıyı öldürse, ardından da Rusya Amerika’ya posta koysaydı Amerika ne yapardı?

Ya da Karadeniz’de Rus bayrağı taşıyan bir gemiyi Türk komandoları basıp dokuz Rus’u öldürse ve ardından posta koysa Rusya ne yapardı?

Amerika da Rusya da diplomatik önlemlerini alırken donanmalarını da bölgeye sevk eder, askerî güçlerini de diplomatik güçlerine eklerlerdi.

Neticede olay askerî bir olay çünkü.

Gemiyi basıp vatandaşlarımızı öldürenler bir başka ülkenin askerleri.

Üstelik de gemileri ve gemidekileri de esir almışlar.

Niye Türkiye, aklından geçirmesine rağmen donanmasını Akdeniz’e çıkaramadı?

Neden her kızdığında, kızdığını yok etmek isteyen Türkiye hiç savaştan, askerî çatışmadan söz etmedi?

Neden Başbakan “kızarsak çok kötü olur”un dışında bir şey söylemedi?

Niye Türkiye diplomatik gücüne, göstermelik bile olsa askerî gücünü ekleyemedi?

Cevabı hepimiz biliyoruz.

Bizim onda birimiz kadar bir nüfusu ve bizim ordunun onda biri kadar personele sahip bir ordusu olan İsrail’le askerî çatışmada başa çıkmayacağımızı düşündük.

Belki gerçek böyle değildir, belki bizim ordu İsrail ordusuyla başa çıkabilir ama herkesteki algı ve inanç, “başa çıkamayacağı” yolundaydı.

Her türlü “iç” olayda babalanan, meydan okuyan, muhtıralar yayınlayan ordu da bu olayda fevkalade sessiz kaldı.

Hiç gerekemediği halde içerde sürekli kendini gösteren ordu, çok gerektiği halde “dışarıda” söz düzeyinde bile varlığını hissettiremedi.Bugün Türkiye’de birçok insanın içinde bir eziklik varsa, o eziklik bu sessizlikten kaynaklanıyor.

Çünkü hepimiz, kimsenin Türk vatandaşlarını öldürmeye cesaret edememesini, bunu aklından geçirenin bizim ordudan çekinmesini istiyoruz.

Ama öyle olmuyor.

Çekinmiyorlar.

Çekinen, Türkiye oluyor.

Neden?

Askerî tesislere PKK’nın yaptığı baskınları gördüğünüzde nedenini de anlıyorsunuz.

PKK’nın tankı, topu, füzesi, denizaltısı, uçağı, gemisi yok ama istediği zaman istediği karakolu basıyor.

Üstelik, ordu o baskınların yapılacağını daha önceden bildiği halde bu baskınlarda askerlerini kaybediyor.

Dağlıca baskınını daha önceden biliyorlardı, Aktütün baskınını daha önceden biliyorlardı, Tunceli baskınını daha önceden biliyorlardı, şimdi anlaşılıyor ki İskenderun baskını da önceden biliyorlarmış.

Bir yıl önce bir PKK’lının üstünden çıkan fotoğraflar ve belgeler nerelere baskınlar yapılacağının ipucunu vermiş.

Altı ay önce bir askerî heyet gidip İskenderun’da baskın yapılacak birliği “dikkatli olması” için uyarmış.

Bu “uyarıyla” ilgili tutanak tutmuş.

Üstelik köylüler baskından önce Jandarmaya, “silahlı” adamların bölgede dolaştığını haber vermiş.

Bütün bunlara rağmen baskın önlenememiş, askerler ölmüş.

Göstere göstere gelen bu baskınlardan dolayı soruşturulan, cezalandırılan kimse var mı, herhangi bir generale hesap sorulmuş mu?

Hayır.

Neden bizim ordu bu kadar kolay baskın yiyor?

Neden baskın geleceğini bile bile önlem almıyor?

Neden bu kadar çok asker kaybediyor?

Her şeyi tartışmaya meraklı medya da, politikacılar da, bu konuları tartışmaya yanaşmıyor, askerlerin neden hiç korunmadığını sormuyor, “baskının geleceğini bildiğiniz halde neden önlem almadınız” demiyorlar.

Çünkü generallerin “sinirlenmesi”, askerlerin ölmesinden daha önemli onlar için.

Sürekli politikayla uğraştığı için askerliği unutan, baskının geleceğini bile bile askerlerini ölümden kurtaramayan bir ordu olunca da, Akdeniz’de geminizi basıp vatandaşlarınızı pervasızca öldürebiliyorlar.

Çekinmiyorlar.

Çekinmelerini istiyorsanız, vatandaşlarınızın o kadar rahatlıkla öldürülmemesini istiyorsanız, asker çocuklarınızı en hafif deyimle “aldırmazlık” yüzünden ölüme teslim etmek istemiyorsanız, bütün bunların hesabını sormak zorundasınız.

Hesap vermeye başladıklarında, bu ülkenin insanları da uluslararası sularda o kadar kolay öldürülmeyecek demektir.

ahmetaltan111@gmail.com

KUM SAATİ 08.06.2010

Ahmet Altan

Yiğitlik ve akıl

Sahte cumhuriyet - Ahmet Altan

KUM SAATİ 10.06.2010


Ahmet Altan

Sahte cumhuriyet

Burada “bir devlet kurmuş” gibi yapmışlar ama devlet kurulmamış aslında.

Geçimlerini, halktan toplanan paralardan sağlayanlar, hem bu paraları keyiflerince kullanmışlar, hem de bu paraların hesabı sorulamasın diye bir “baskı” düzeni oluşturmuşlar.

Ne ordu, ordu olabilmiş burada, ne de yargı, yargı olabilmiş.

İkisi de, “halktan geçinenlerin” sultasını savunacak birer mekanizmaya dönüşmüşler.

Ekonomi, siyaset ve din “devletin” denetimi altına alınmış.

Bu düzen içinde biz yıllarca kavruk, fakir, güçsüz bir şekilde yaşamışız.

Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler’le çıkabilecek bir savaşta “nükleer çöplük” haline gelmeyi kabul etmemiz karşılığında, Batı dünyası bu “devletimsi” düzeni desteklemiş, ülke içindeki baskılara göz yummuş, arada sırada da para vermiş.

İlk büyük kırılma, Turgut Özal’ın “ekonomiyle devletin” bağlarını kesmesiyle ortaya çıktı.

Halkın bir kesimi, devletten bağımsız olarak iş yapıp zenginleşmeye başladı.

Devlet denetiminin dışında bir ekonomi oluştu.

Bu ekonomi, dış dünyayla ilişkiler kurmaya, ihracat ve ithalat yapmaya koyuldu.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte, devletten bağımsız bir şekilde zenginleşmiş olan kesimler siyaseten de “devletten” bağlarını koparmak için harekete geçtiler.

Ekonominin “devletten” kopması karşısında hazırlıksız yakalananlar, siyasetin devletten bağımsızlığını ilan etme girişimlerine “askerî” önlemlerle karşı koyabilmek için hareketlendiler.

Ordu içinde, bugün de hâlâ devam eden “darbe” arayışları hızlandı.

Ekonomiyi devletten koparıp, siyasette de bağımsızlık arayanların çoğunlukla “muhafazakâr” olması, darbe isteyenlere “laiklik” mazeretini kullanma şansını verdi.

O dönemde hız kazanan “kürselleşme”, bu darbe arzularını da engelledi.

Bugün yeniden şekillenen dünyada ve Türkiye’de, “devlet” kılığındaki baskı düzeninin nasıl “kof” bir yapı olduğu gittikçe daha çarpıcı ve kanlı bir biçimde ortaya çıkıyor.

Yargı sistemimizin yargıyla da hukukla da ilişkisi olmadığı, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı ihlal eden kararlarıyla, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun Şemdinli savcısını görevden atmasıyla, “yargı içindeki” tuhaf ilişkilerin aydınlanmasıyla, saklanamayacak bir biçimde gün yüzüne çıktı.

Ordunun da ordu olmadığı, çeşitli olaylardaki ihmallerle, aldırmazlıklarla, korkunç uygulamalarla anlaşıldı.

Şu son İskenderun faciası, ordu sandığımız yapının aslında ordu olmadığını çok net biçimde bize gösteriyor.

Ordunun içinde “gerçek bir ordu” kurulmasını isteyenler var ama “ordulaşmamak” için direnenler hâlâ daha fazla.

2009 ocak ayında, bir askerî denetleme heyeti İskenderun’daki birlikleri dolaşıyor.

Oradaki kışlaların büyük bir korunma zaafı içinde olduğunu saptıyor.

Neler yapılması gerektiğini tek tek belirtiyor ve bunu bir raporla bildiriyor.

Kimse dinlemiyor.

Ardından, 2009 ağustosunda, İskenderun’daki birliklere bir PKK saldırısı olacağı tesbit ediliyor.

Bir PKK militanının üstünden çıkan belgeler ve fotoğraflar bu saldırının yapılacağını açıkça gösteriyor.

İskenderun uyarılıyor.

Gene bir önlem alınmıyor.

2009’un aralık ayında, bir askerî heyet PKK saldırısına hedef olacak birliklere gidiyor ve oranın komutanlarına bir saldırıyla karşılaşacaklarını haber veriyor.

Gene kimse aldırmıyor.

Ve, 2010 mayısında tam söylenen yerde bir PKK saldırısı gerçekleşiyor.

Altı asker ölüyor.

Böyle bir ordu olur mu?

Bir askerî birliğin korunmasız olduğu saptanıyor, bir saldırıya uğrayacağı belirleniyor, raporlar yazılıyor.

Buna rağmen askerler ölüyor.

Ordu, kendi içindeki darbe ve Ergenekon sanıklarını kurtarmaya harcadığı çabanın yüzde birini bile askerlerini korumak için harcamıyor.

Göz göre göre ölüme bırakılıyor çocuklar.

“Yeni dünyada” uluslararası bir aktör olmak isteyen Türkiye, bu isteğini, elindeki bu ordu ve yargıyla nasıl gerçekleştirecek?

Kendi iç çelişkilerini henüz çözemeyen “kürselleşmiş” dünya, bir yandan Türkiye’yi güçlü bir aktör olmaya iterken, bir yandan da onu engellemeye çalışıyor.

Henüz “devletleşemeyen” Türkiye’yi bu yeni dünyadaki “çekişmede” asıl zorlayacak olan dış güçlerden ziyade, içerde “devletleşmeye” karşı çıkan unsurlar.

Türkiye, gerçekten güçlenmek istiyorsa önce ordusunu ve yargısını düzeltmek zorunda.

Dünyada bir rol oynamak için önce devlet olmamız, devlet olmamız için de önce ordudan ve yargıdan hesap sormamız ve onları süratle düzeltmemiz gerekiyor.

Yoksa, bir “devletimsi” ucube olarak, dünyanın çekişmeleri arasında ezilir gideriz.

ahmetaltan111@gmail.com

Sezgin Tanrıkulu: ‘Kürtler Batı’da evlerini satıyor’ Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 31.05.2010


Neşe Düzel

Sezgin Tanrıkulu: ‘Kürtler Batı’da evlerini satıyor’

“Kürtler, Batı’da küçük şehirlerdeki ve Ege-Akdeniz kıyılarındaki mülklerini, ‘Bir şey olursa elimizde kalır satamayız’ diye iki yıldır yavaşça elden çıkarıyorlar.”

“Bölgede her yıl 200 bin asker görev yapıyor. Bu rakamı 25 yılla çarpın. Demek ki, Türkiye’nin erkek nüfusunun beş-altı milyonu, bölgede askerlik yapmış, Kürtlerle çatışmış.”

“Yarın son gün. Öcalan, 31 mayıstan sonra kenara çekileceğini söylemişti. Bu, şiddetin artabileceği yolunda bir uyarıydı. Şiddet artacak ve dağla sınırlı olmayacak.”

* * *

NEDEN SEZGİN TANRIKULU

Henüz Kürt açılımıyla ilgili tartışmaların mürekkebi kurumamıştı ki, Türkiye gene silahlı çatışmaların içine hapsoldu. Kürt sorununun çözülememesi yüzünden ölen Türk ve Kürt gençlerinin sayısı tekrar katlanarak artmaya başladı. Sadece dağlar değil, üniversiteler dâhil, ülkenin her yeri patlamaya başladı. Türk-Kürt çelişkisi büyüdü. Üstelik Öcalan’ın, silahlı çatışmalarla ilgili olarak son avukat görüşmelerinde verdiği süre de yarın doluyor. “31 mayıstan sonra ben yokum. Olacakların muhatabı ben değilim” diyen ve Kandil’e, “Ne yapacağınıza artık kendiniz karar verin” diye seslenen Öcalan, şiddetin tırmanacağının işaretini bir süre önce vermişti. Öcalan daha önce de böyle tarihler verdi. Bu seferki farklı mı? Şiddet artacak mı? Daha birkaç ay öncesine kadar Kandil’den, Mahmur’dan barış gruplarını kabul eden, Kürt açılımının ve demokratikleşmenin yollarını arayan Türkiye ne oldu da başladığı yere geri döndü? Bundan sonra neler yaşanacak? Şiddet nereye kadar tırmanacak? Olaylar eskisi gibi bölgeyle ve dağlarla sınırlı kalır mı? Kürtler ne istiyor, Kürt gençliği ne düşünüyor? AKP şiddetin artmasını önlemek için en yapmalı? Askerî operasyonların durması, şiddetin artmasını engeller mi? CHP şiddetin tırmanmasını önleyebilir mi? Bütün bunları, önde gelen Kürt aydınlarından eski Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu ile konuştuk ve çok çarpıcı cevaplar, değerlendirmeler aldık.

* * *

Sizce CHP’nin Kürt sorunundaki politikası yeni genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte değişecek mi?

Değişme olasılığı var ve değişmeli de... CHP, Kürtlerle buluşmadan kendi kimliğine dönemez, Türkiye partisi olamaz... CHP, Türkiye partisi olmak istiyorsa dönüşmek zorunda. CHP bu zorunluluğu gördü diye düşünüyorum ben. Çünkü bugün nasıl Barış ve Demokrasi Partisi için bölge partisi deniyorsa, CHP de başka bölgenin partisine dönüşmüş durumda.

Kürtler Kemal Kılıçdaroğlu’dan ümitli mi?

Ümitli olmak istiyorlar. Çünkü AKP 2002 yılından beri iktidarda. Gerçi sekiz yıldır önemli işler yapıldı, bazı eşikler aşıldı ama Kürt sorununun en büyük parçası olan silahlı çatışma konusu çözülemedi. Silahlı çatışmaları sona erdirecek bir çözüm paketi bu hükümet tarafından hiç uygulanamadı. Oysa hükümet, Kürt sorununun siyasi çözümünü hedefleyebilir ve sorunu muhataplarıyla, mesela BDP’yle görüşebilirdi.

Öcalan’la görüşülemez miydi?

Görüşülebilirdi. Öcalan’la doğrudan olmasa bile dolaylı olarak görüşülebilirdi. Zaten Öcalan, devletin kadrolarının kendisiyle görüştüklerini söyledi. Ama AKP hükümeti siyasi çözüme cesaret edemedi. 25 Temmuz 2009’da “Kürt açılımı” adıyla bir açılım başlattı, sonra bu açılımın adını değiştirdi “demokratik açılım”, dedi, “toplumsal barış...” dedi, aradan on ay geçti, ortada hâlâ hiçbir şey yok. Hâlâ kimse Kürt sorununun çözümü için ne yapılacağını bilmiyor. AKP hükümeti sekiz yıldır Kürt sorununun çözümü için bir yol alamayınca, Türkiye olarak gene geldik aynı noktaya sıkıştık tabii.

Hangi noktaya sıkıştık?

Bu sefer de 31 mayısta ne olacak diye bir sıkışma içine girdik.

Yarın 31 mayıs. Abdullah Öcalan, İmralı’da avukat görüşmesinde, 31 mayısa kadar süre verdi. “31 mayıstan sonra ben karışmıyorum. Olacakların muhatabı ben değilim” dedi. 31 mayıstan sonra ne olacak?

Kürtlerde, “Bizim meselemiz büyük olaylar olmadan gündeme gelmiyor” diye bir duygu ve algı var. Yakın geçmişe bakın. Biz ülke olarak Kürt meselesini hep büyük bir olaydan, bir çatışmadan sonra konuştuk. Mesela 1999-2004 arasında beş yıllık bir fiili ateşkes dönemi yaşandı, Türkiye’de kimse Kürt meselesini konuşmadı. Sorunun silahlı boyutuyla ilgili bir adım atılmadı. Örgütün sonsuza kadar orada duracak hali yok. Üstelik son altı yıldır da ülkede çok aktif bir silahlı çatışma olmadı.

Son dönemde yaşanan Dağlıca, Reşadiye gibi baskınlar, pusular büyük olaylar değil mi?

1990’lı yıllarla karşılaştırdığınızda, çok kapsamlı ve yaygın çatışmaların olmadığı bir dönem bu. Evet son yıllarda baskınlar, çatışmalar oldu, sınırötesi harekâtlar yapıldı ve şimdi de her gün tepemizden uçup hava operasyonları yapıyorlar ama... Türkiye’nin aynı anda her yanında, bütün bölgelerinde bir çatışma yaşanmıyor yıllardır. Sadece lokal olaylar oluyor. Reşadiye lokal bir olaydır. Bu saldırıyı örgüt üstlendi ama... Örgütün içinde kim, hangi kararla yaptı bu saldırıyı, henüz belli değil. Bu olay karanlıktır.

Tam olarak söylemek istediğiniz nedir?

Şunu söylemeye çalışıyorum ben. Biz Kürt meselesini Türkiye’nin sakin dönemlerinde asla konuşmuyoruz. Zaten bir süredir Türkiye’nin önceliği değişti. Anayasa değişikliği Türkiye’nin gündeminin başına oturdu.

Demokratikleşme ve yargı reformu Kürtlerin lehine değil mi?

Anayasa değişikliği, Türkiye’nin demokratikleşmesi bakımından tabii ki önemli. Anayasa paketi eksik de olsa, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’yle ilgili çok önemli düzenlemeler içeriyor. 12 Eylül hukukunda önemli bir gedik açıyor. Ama bu anayasa değişikliği Kürtlerin de desteği alınarak yapılabilirdi. Mesela vatandaşlık tanımı değiştirilebilir ve bu da referanduma sunulabilirdi.

Kürtler referandumda ne yapacaklar? Boykot mu edecekler yoksa ret oyu mu verecekler?

Eğer seçim barajında, KCK operasyonunda tutuklananların durumunda ve taş atan çocuklarla ilgili yasal düzenlemede iyileştirici bir adım atılmazsa, BDP sandığa gitmeyecek. Ülkede şiddet derinleşir, silahlı çatışma artar ve yaygınlaşırsa, BDP’nin boykotuna katılım çok yüksek olabilir. Eğer şiddet, silahlı çatışmalar artmazsa...

O zaman ne olur?

O zaman açık veya gizli bir çözüm süreci başladı diye düşünülür ve referanduma boykot tutmayabilir. Bu durumda insanlar sandığa giderler. Çünkü Kürtlerin önemli bir bölümü, bu anayasa değişiklik paketinin, kendi kimlik sorununu çözmese de Türkiye’de demokrasiyi güçlendireceğini ve bunun Kürtlerin lehine olduğunu biliyor. Nitekim BDP’ye oy veren Kürtlerin önemli bir kesimi, BDP’nin Meclis’teki tutumunu ve ret oyunu doğru bulmadı.

Öcalan, 31 mayıstan sonra kenara çekileceğini söyledi. Bu, şiddetin artabileceği yolunda bir uyarıydı. Şiddet artacak mı?

Artacak. Öcalan, “31 mayıstan sonra ben çekiliyorum. Kimse beni muhatap almasın. Bundan sonra ben bu işlerden sorumlu değilim. Örgüt Kandil’de duruyor. Kendi kararlarını kendileri alırlar” dedi. Şiddet tekrar başlayacak demektir bu. Örgütün diğer kadroları da şöyle düşünüyor zaten. “Biz bu kadar bekledik. Hiçbir karşılığı olmadı bu beklemenin. Aksine, siyasi kadrolarımızın önemli bölümü cezaevine konuldu. Askerî harekâtlar, hava operasyonları sürüyor. Kara operasyonu için de büyük yığınak yapılıyor. Artık bugüne dek sürdürdüğümüz tutumu bırakacağız” diyorlar. Çok tehlikeli bu! Silahlı çatışma tekrar başlarsa, bu kez sadece dağlarla sınırlı kalmaz. Bütün metropollere ve şehirlere de yayılır bu çatışmalar.

Niye?

Çünkü bu toplumun üzerinde 25 yıllık büyük bir yük var. İnsanlar artık kopma noktasına geldiler. Özellikle gençler koptular. Şimdi Diyarbakır’da sokağa kendiniz çıkın ve sorun. İnsanlar, “artık ne olursa, nasıl olacaksa olsun. Bu iş çözülsün” diyorlar. İnsanlarda, “bu durum ilelebet mi sürecek?” diye büyük bir bıkkınlık hali var. “Eğer bu durum büyük bir çatışmayla ya da savaşla bitecekse, öyle bitsin” diyorlar. İnsanlardaki bu ruh hali çok ürkütücü.

Kürtlerin silahlı çatışma, savaş istemediği söyleniyordu. Kürtler ne zaman değişti?

Sokaktaki insan çatışma istemiyor ama eğer silahlı çatışmalar lokal olmaktan çıkarsa, örgüte duyulan sempati ve yakınlık, sokak şiddetine dönüşür. Yani uçaklar gidip bir yerleri vurup dönmezler. İnsanlar güvenlik güçlerine karşı şehirlerde de çatışırlar. Ülkenin Batı bölgelerinde de patlamalar olur. Türk-Kürt çatışmasının potansiyeli, nüveleri zaten mevcut. Kürt kökenli öğrencilerin başına gelenleri daha yeni Muğla’da gördük. Şerzan Kurt yeni defnedildi. Şerzan’ın ölümünün yarattığı öfkeyi Batman’da ve üniversitelerde görseniz... Bu öfkenin, Tokat’ta, Manisa’da, Antalya’da, Bursa’da, Çanakkale’de şiddet olaylarına dönüşmemesinin bir garantisi var mı? Hükümet cesaretli davransın ve Kürt sorununu, muhataplarıyla, BDP’yle görüşsün.

Ana muhalefet partisinin de Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunma sorumluluğu yok mu?

Kuşkusuz var. Aslında bu tür sorunlar, sol partilerin inisiyatifiyle çözülen sorunlardır. Taş atan çocukların sorununu hâlâ çözemeyen bu hükümet Kürt meselesini nasıl çözecek? Hükümetin hâlâ çözüm için bir somut programı yok. İnsanlar Kürt sorununun AKP tarafından çözüleceği konusunda inançlarını yitirdiler. İşte bir seçim dönemi daha geldi. Hükümetin seçimlere bir yıl kala Kürt meselesini kapsamlı bir biçimde ele alması olanaklı ve gerçekçi değil. Çünkü Kürt meselesi el yakan bir meseledir. Siyasetçilere oy kaybettiren bir meseledir. Ama şu var... Türkiye zihinsel olarak çoktan bölündü. Şimdi coğrafya olarak da bölünmek üzere. Yeniden başlayacak olan 1990’lardaki gibi yaygın bir çatışma ortamı bu kez Türkiye’yi coğrafya olarak da böler.

Peki, CHP, şiddetin artmasını önleyebilir mi?

CHP’nin hazırlayacağı gerçekçi bir program Kürt sorununun çözümüyle ilgili yeni bir inanç yaratabilir. Hükümete yol gösterebilir. Onu cesaretlendirebilir. Aksi takdirde yeni bir şiddet dalgası, bir iç çatışmaya dönüşür, Kürt-Türk çatışmasını körükler. Bunun işaretleri de var zaten. Son üç dört yıldır, çok basit olaylar büyüdü ve Kürt-Türk çatışmasına dönüştü. Kürtler ve Türkler artık aynı duyguda değiller. Aynı şeye sevinmiyorlar, aynı şeye üzülmüyorlar. Zihinlerde derin bir ayrışma ve kutuplaşma var. 25 yıllık çatışma Kürt, Türk herkeste büyük bir travma yarattı. Düşünün, yeni bir silahlı çatışma böyle bir zihinsel ayrışma ortamında 25 yılın yükü ve travması üzerinde yaşanacak. Neler yaşanabileceğini bir düşünün...

AKP şiddetin artmasını önlemek için en yapmalı?

Hükümettir ve birinci derecede sorumluluk AKP’dedir. Şu anda yapması gereken ilk şey, Silahlı Kuvvetler’e “operasyon yapmayacaksınız” demektir. Şu anda bölgede, geçmiş baharlarda yaşananların çok ötesinde bir askerî yığınak yapılıyor. Çok daha fazla sayıda asker, çok daha stratejik yerlerde konumlanıyor. Sadece sınırötesi değil, ülke içinde de çok büyük operasyonlar yapılacak. Bunun hazırlıkları yapılıyor. Böyle bir operasyonun büyük bir çatışma yaşanmadan yapılması imkânsız. Böyle büyük bir çatışma, ülkenin her tarafına, Batı bölgelerine, şehirlere ve metropollere de yansır.

Niye eskisi gibi olaylar lokal kalmaz?

Artık lokal olaylar bir yerle sınırlı kalmaz ve genişler. Çünkü Türkiye’nin batısında çok aktif milliyetçi ve hatta faşist, ırkçı denilebilecek örgütlenmeler var. Bu gruplar rahatlıkla harekete geçirilebilir. Bu güçler harekete geçerlerse, Kürtler bulundukları yerlerde kalmazlar. Ya büyük metropollere çekilirler ya da bölgeye geri dönerler. Zaten dönüşler başladı.

Türkler tarafından kendilerine saldırılacağından korktukları için mi geri dönüyor Kürtler?

Aynen öyle. Bu riski gören Kürtler, belki İstanbul, İzmir gibi metropollerde değil ama ülkede küçük yerleşim yerlerindeki ve Ege ve Akdeniz kıyılarındaki mülklerini, “Bir şey olursa elimizde kalır satamayız” diye iki yıldır yavaş yavaş elden çıkarmaya çalışıyorlar. Kürtlerde, Batı’da mülk edinmeme durumu var. Bu, bir ayrışma duygusudur. Çünkü çatışma sadece dağlarda olmadı. Çatışma, insanların ruhunda da oldu. İnsanlar artık bazı yerleri kendisine ait hissetmiyor. Kürtler, Batı’da kendilerini güvende hissetmiyor.

Türkler kendilerini bölgede güvende hissediyorlar mı?

Hissetmiyorlardır. 25 yılın yükü, öyle bir yük ki! İkinci, üçüncü kuşak askerler gelmeye başladı bölgeye. Batı’dan 25 yıl önce bölgeye 20 yaşında asker olarak gelen genç, bugün 45 yaşında. Şimdi onun oğlu bölgeye asker olarak geliyor. Onların çatıştıkları yerlerde şimdi çocukları çatışıyor, aynı endişeleri yaşıyor. Düşünün...

Evet...

Bölgede her yıl 200 bin asker görev yapıyor. Bu rakamı 25 yılla çarpın. Demek ki, yaklaşık beş-altı milyon insan gelip burada askerlik yapmış. Türkiye’nin erkek nüfusunun beş-altı milyonu, Kürtlerle çatışma ortamı içinde bulunmuş. Şimdi bu insanlar Türkiye’nin batısındalar ve çocukları aynı yerlerde askerlik yapıyor. Bu insanların ruh hali sakin olamaz. Bölgede askerlik yapan insanlar, Batı’ya milliyetçi olarak geri dönüyorlar ve çok kolay harekete geçiriliyorlar. Başlarına gelen her kötülüğün, yoksulluğun ve işsizliğin müsebbibi olarak Kürtleri görüyorlar.

Kürt gençlerinin de çok sertleştiği söyleniyor. Bu çocuklar önceki kuşaklardan daha mı çatışmacı ve sert?

Travmayla yetişmiş üç kuşaktan sonuncusu bu. Bir kez sokağa çıktıktan sonra kimse bunları artık sokaktan alamaz. Yeni bir kuşak bu! Demokrasiye ve Kürt sorununun demokrasinin araçlarıyla çözüleceğine inanmıyorlar. Sorunun çatışmayla, vuruşmayla çözüleceğini düşünüyorlar. Hükümet, Kürt sorunuyla ilgili inisiyatifi Silahlı Kuvvetler’e bırakmamalı.

Askerî operasyonların durması, şiddetin artmasını engeller mi?

Engeller tabii. Yanımızdaki İkinci Taktik Hava Kuvvetleri’nden her akşam uçaklar kalkıp bir yerleri bombalıyorlar. Sadece sınırötesi değil, kendi topraklarımız da bombalanıyor. Şırnak’a da bomba atılıyor. Çözüm yolu bu olsaydı, bu sorun 25 yılda bugüne kadar bin kez çözülmüş olurdu. Hükümet irade sahibi olmalı ve operasyonları durdurmalı. Operasyonların durdurulması, Kürt sorununun siyasal yoldan çözümü için bir başlangıç olur. Belki, örgütün kendi kararıyla Türkiye’nin sınırlarının dışına çıkmasının yolu açılır.

Öcalan, bensiz çözüm olursa, beni cezaevinde unuturlar tedirginliği içinde gibi görünüyor. Öcalan, kendisi muhatap alınmadan PKK’yı sınırdışına çıkartır mı?

Şu bilinmeli ki, silahlı çatışma sürdüğü sürece Türkiye’de af konuşulamaz. Öcalan’ın siyasi iradesi, örgütü Türkiye dışına çıkarabilir ve daha sonra da örgütü silahsız hale getirebilir.

Barışın olabilmesi için ne gerekiyor?

Barışın olabilmesi için önce çatışma ortamını sona erdirecek adım atılmalı ve operasyonlar durdurulmalı. Sonraki mesele, yeni bir anayasa yapılarak Kürtlerin kendilerini ifade edebileceği bazı düzenlemeleri yapmaktır. Vatandaşlık tanımı ve anadilde eğitim gibi düzenlemeleri getirmektir. Bütün bunlar için siyasal muhataplarla görüşülmelidir.

Öcalan’ın verdiği süre yarın bitiyor. Öcalan daha önce de böyle tarihler verdi. Bu seferki farklı mı?

Örgütün kadrolarında, Öcalan’dan bağımsız olarak bir çatışma baskısı var. “Ne zamana kadar bekleyeceğiz. Ne zamana kadar bizi vurmaları devam edecek” diyen bir kesim var.

Askerî operasyonların bitmesi isteniyor diyorsunuz ama Dağlıca, Reşadiye gibi baskınlar oluyor. Bunlar nasıl açıklanıyor?

Örgütü bir bütün olarak düşünmeyin. Örgüt içinde mutlaka silahlı çatışma isteyen ve bu çatışmanın yaygınlaşmasını arzulayan bir kesim var. Bunlar bağımsız mı, bağımlı mı hareket ediyor bilemiyoruz ama bugüne dek örgüt içinde hiçbir şey gizli kalmamış. Eğer derin yapılarla bir ilişkisi varsa, bir vesileyle bu da bir süre sonra açığa çıkar. Örgütün kendisi de söylüyor.

Ne diyor?

Silahlı çatışma süreci başlarsa, örgütün kontrol edemeyeceği yapıların ortaya çıkma ihtimalini yüksek görüyor. Mesela Reşadiye baskınını yapan ekipler Türkiye’nin değişik illerinde olabilir. Bu tür provokatif eylemler Türkiye’yi başka bir yere taşıyabilir. PKK’nin bu halinden memnun olan, devletin içinde de bir kesim var. Zaten KCK operasyonları, bir yanda örgütün içindeki çatışma yanlısı hattı güçlendiriyor. Diğer yanda da devletin içindeki şiddet ve çatışma taraftarlarının elini kuvvetlendiriyor. İstanbul’da, Ankara’da bombaların patladığını düşünün...

Ne yaşanır?

Bunu kimse tolere edemez. Toplum Mavi Çarşı olayının yaşandığı dönemdeki ruh halinde değil. Toplum bugün çatışmaya çok daha yakın. Çünkü çok gerildi ve tahammülsüzleşti. Bu da sürpriz değil. Kürt meselesinin çözümü öyle çok ertelendi ki... Artık bu sorun ertelenemeyecek bir noktaya geldi.

neseduzel@gmail.com

YARIN: Diyarbakır Cezaevi’nde bir koğuş nasıl katledildi? Adalet bakanları ne yaptı? Fotoğrafları gören yargı ne dedi?

Gökhan Çetinsaya: ‘İsrail Kürt sorununu deşebilir’ Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 07.06.2010


Neşe Düzel

Gökhan Çetinsaya: ‘İsrail Kürt sorununu deşebilir’




Yazıyı Paylaş:




















Neşe Düzel köşe yazılarını web sitenize ekleyin






“Geminin sonuçları olacak. İsrail, PKK’nın Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu iyi biliyor. Kürt sorunu deşilebilir. Türkiye, Ermeni meselesiyle sıkıştırılabilir.”

“‘Türkiye dış politikada eksen kayması yaşıyor’ diyenler yanılıyorlar. Rusya, Suriye, İran ve Yunanistan’la ilişkileri aynı anda maksimize etmek hangi milli çıkarımıza zarar veriyor?”

“Türkiye, Arap rejimlerini bilinçli olarak eleştirmiyor. Zira Büyük Ortadoğu Projesi bitti. Demokrasi vurgusunun yerini karşılıklı bağımlılıkla zenginleşme aldı.”

* * *

NEDEN GÖKHAN ÇETİNSAYA

Türkiye daima dış dinamiklerle değişen bir ülkedir. Ancak dış koşullar dayattığında ve mevcut sistemini artık daha fazla sürdüremediğinde, Türkiye dünyaya uyum için adım atar ve değişir. Bugüne dek hep böyle oldu. Türkiye, karakollarında işkenceyi bile Avrupa Birliği kriterleri “vatandaşına işkence yapmayacaksın” dediği için bitirdi. Türkiye’nin içi önümüzdeki dönemde gene dışarıdan dönüşecek ama bu kez bir tek farkla... Türkiye’yi bir dış gücün dayatması değil, bizzat kendi “dış politikası” değiştirecek. Anlayacağınız Türkiye’nin iç politikasını, kendi dış politikası değiştirecek. İsrail’e “öldürmeyeceksin” diyen, komşularını uluslararası hukuka uymaya çağıran, Ortadoğu’da barış, diyalog, çokkültürlülük, istikrar, zenginlik, refah isteyen, bunun için de Türkiye’nin bugüne kadarki dış politikasını tümüyle değiştirip “komşularla sıfır sorun ve stratejik derinlik” politikalarını uygulayan Ak Parti hükümeti, dünyayla ve komşularıyla barışırken, bu devleti kendi vatandaşlarıyla da barıştırmak, kendi topraklarında da çok kültürlülüğü, hak ve hukuku tanımak, başlattığı açılımlarını bir an önce yapmak zorunda kalacak. Gazze’ye insani yardım götüren bir sivil gemiye İsrail’in uluslararası sularda saldırması ve aralarında Türklerin de olduğu bir grup yardım gönüllüsünü öldürmesi, bu yüzden sadece İsrail-Türkiye ilişkilerini kopma noktasına getirmedi. İsrail’i uluslararası hak ve hukuka uymaya çağıran Ak Parti hükümetinin de iç ve dış politikasını tartışmaya açtı. Biz de Ak Parti hükümetinin dış politikasının ilkelerinin tam ne olduğunu, yeni dünya düzeninde Türkiye için neyi hedeflediğini, konuyu en iyi bilen uluslararası ilişkiler profesörlerinden biri olan Gökhan Çetinsaya ile konuştuk. Yeni kurulan Şehir Üniversitesi’nin rektörü olan Prof. Gökhan Çetinsaya Türkiye’nin yeni dış politikasını çok anlaşılır ve çarpıcı bir biçimde anlattı.

* * *

NEŞE DÜZEL: İsrail’in uluslararası sularda Gazze’ye insani yardım götüren bir sivil gemiye saldırarak insanları öldürmesi Ortadoğu’da nasıl gelişmelere yol açacak?

GÖKHAN ÇETİNSAYA: Gazze üzerindeki anlamsız ve insanlık dışı ambargonun bir an önce kalkması konusunda uluslararası kamuoyundan daha büyük bir ses çıkacak ve İsrail üzerindeki baskı artacak. Bu durum, pasif kalan Arap hükümetlerini de zorlayacak. Nitekim Mısır, Refah kapısını açmak zorunda kaldı.

İsrail daha önce de suç işlemişti, bu kez işlediği suç diğerlerinden farklı sonuçlar mı doğuracak?

Henüz belli değil çünkü Obama Amerikası denge siyaseti izliyor. İsrail’e sahip çıkıyor. Ama o da bir süre sonra İsrail’i savunamayacak noktaya gelecek. Kanımca, İsrail’deki hükümet bile bir süre sonra bu sürece dayanamayacak. Aslında Obama, Bush’un açmazına saplanıyor. Bush döneminde Amerika’nın çıkarlarıyla İsrail’in çıkarları örtüştürülmüştü. Dünya kamuoyunda Amerika’ya olan olumsuz duygu ve nefret çok artmıştı. Şimdi bu nefret gene körüklenecek. Amerika, dünyada büyük bir kamuoyu baskısı yaşayacak. Obama’ya yazık oluyor. Bush’un düştüğü tuzağa düşüyor. Bütün bir Filistin halkını, sırf Hamas denen bir siyasi partiyi cezalandırmak için cezalandırmak, Müslüman ve Hıristiyan dünyanın kabul edebileceği bir şey değil.

İsrail neden bilerek bir Türk gemisine saldırdı?

Gemi olayı çok uzun zamandır devam eden bir sürecin sonucu aslında. İsrail, Türkiye’ye “Ben senin yeni dünya düzeninde ve Ortadoğu’da yeni rolünü kabul etmiyorum. Bölgesel güç olmanı kabul etmiyorum” demek için saldırdı. Şöyle anlatayım. Türkiye, Ortadoğu’da yeni bir rol oynamak istiyor. Ama İsrail bunu istemiyor. Oysa Türkiye, Ortadoğu’da oynamak istediği yeni rolün gereği olarak İsrail’le ilişkileri belli bir düzeyde götürmeye çalışıyordu. Ama artık bu ilişkinin böyle götürülemeyeceği son gemi olayıyla çok açık ortaya çıktı. İsrail, Türkiye’nin Ortadoğu’da oynamak istediği yeni role engel olacağını gösterdi.

Türkiye İsrail ilişkileri nasıl olacak bundan böyle?

İsrail’de yeni bir hükümet gelinceye ve ilişkileri düzeltmek için bazı yeni jestler yapıncaya dek ilişkiler kötüleşecek. Bunun, Türkiye’nin uluslararası platformlarda Ermeni meselesi yüzünden sıkıştırılması gibi Türkiye’ye yaşatacağı tabii bazı sonuçlar olacak. Ayrıca İsrail, PKK’nın Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu da çok iyi biliyor. Kürt meselesi deşilebilir, PKK eylemleri artabilir. Zaten Türkiye-İsrail ilişkilerini son yıllarda gerginleştiren nedenlerden biri de Türk makamlarınca duyumları alınan İsrail’in Kuzey Irak’ta yürüttüğü faaliyetler.

Ne tür faaliyetler bunlar?

İsrail 1960, 1970’lerden beri Kuzey Irak’ta bağımsız Kürt devleti kurulmasını destekliyor. Çünkü İsrail, Arapların düşmanı dostumdur felsefesine sahiptir ve Arap Birliği’ne, Arap egemenliğine karşı bütün hareketleri destekler.

İsrail, Türkiye gibi bir müttefiki kaybetmeyi neden göze aldı?

Türkiye’nin Irak’ta önemli bir güç haline geldiği, Suriye ile böylesine yakınlaştığı, İran’la diyalogunun çok iyi gittiği bir noktada, İsrail’le ilişkilerinin 1990’lardaki gibi olması zaten mümkün değildi. Türkiye ile İsrail arasında hep bir tahterevalli ilişkisi vardır. Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye ile ilişkileri bozulduğunda, İsrail’le ilişkisi öne çıkar. Türkiye, Suriye, İran ve Irak ile yakınlaştığında ise İsrail’le ilişkiler mecburen kötüye gider. Çünkü bu iki ilişki aynı anda idare edilebilir bir ilişki değildir. Dolayısıyla İsrail, Kürt hareketlerini desteklerken. Türkiye de İran ve Irak ile yakınlaşır. Oysa 90’ların Türkiyesi’ni hatırlayın.

Farklı mıydı?

Çok farklıydı. PKK, İran, Irak ve Suriye’deki dengelerden besleniyordu ve müthiş büyümüştü. Bunun karşısında biz, Türkiye ile İsrail yakınlaşmasını yaşadık. Türkiye’nin yeni dış politika paradigması açısından, artık böyle bir İsrail-Türkiye yakınlaşması 2000’li yıllarda mümkün değil.

Türkiye kendine dünyada ve Ortadoğu’da yeni bir rota çiziyor. Türkiye’nin yeni dış politikasının hedefi ne?

Türkiye’nin istediği şey, Ortadoğu’da ağabeylik, liderlik değil. Türkiye’nin yeni dış politikasının kısa ve uzun vadeli olmak üzere iki hedefi var. Kısa vadeli hedef, uzak ve yakın komşularla sıfır sorun. Uzun vadeli hedef de bölgesel bir oyuncu ve güç olmak. Sonra da giderek küresel bir güce dönüşmek. Çünkü iki kutuplu dünya bitti. Farklı bir dünya oluşuyor.

Nasıl bir dünya doğuyor?

Türkiye gibi Soğuk Savaş döneminde ikincil planda kalkmış ülkeler bu yeni dünya düzeninde “ekonomik ve yumuşak güçleriyle” öne çıkıyorlar. Soğuk Savaş döneminde öne çıkmanın yolu ise sadece askerî güçtü. Şimdi askerî güce yumuşak güç de eklendi. Yani siyasi ve kültürel değerlerinizle, insan hakları ve demokrasinizle, barışçıl söyleminizle başka ülkeleri kendi politikalarınız doğrultusunda yönlendirebiliyorsunuz, barışın zenginleştireceği konusunda onları ikna edebiliyorsunuz. Türkiye bugün Ortadoğu’da İslamcı veya seküler bütün aydınların dikkatle izlediği bir örnektir.

Türkiye bölgede kimin yerini almaya çalışıyor? Ortadoğu’da bölgesel güç kim?

Böyle bir güç yok. Kimsenin yerini almaya çalışmıyor. Türkiye yeni dış politikasıyla şunu söylüyor: Soğuk Savaş sonrasında yeni bir dünya var. Bu yeni dünyada yeni Ortadoğu, yeni Balkanlar, yeni Akdeniz, yeni Karadeniz, yeni Kafkaslar ortaya çıkıyor. Türkiye tarihinin ve ekonomisinin verdiği güçle bu yeni dünyada bir rol oynamak ve yeni dünyanın kurucu ülkesi olmak istiyor. Yani merkez ülke ve bölgesel güç olmak istiyor. Bazı çevreler ise bu yeni politikayı, “Çözemeyeceğimiz olaylara neden giriyoruz? Lübnan’daki, Filistin’deki olaylara biz neden müdahiliz? Başarı şansımız yok ki” diye eleştiriyorlar.

Başarı şansı var mı peki?

Küresel bir oyuncu olmak istiyorsanız sorunu çözme şansınız olsun olmasın, her olaya müdahil olacaksınız ve her olayda masaya oturacaksınız ki, her olayda sizin de söz hakkınız olsun. Türkiye’nin dünyadaki yeri değişti.

Yeri neydi, ne oldu?

Türkiye, Soğuk Savaş’ta Batı savunma sisteminin ileri karakoluydu. Sovyetler’le çıkacak bir savaşta ilk savunma hattıydı. Yani Türkiye toplumu canlı kalkandı. Ve bu rolün gereği olarak da topluma bir deli gömleği giydirildi. İnsanlar dinledikleri radyo kanalı yüzünden bile hapis yattı. Türkiye bu iki kutuplu dünyada Ortadoğu’da da bazı işlere müdahil oldu. Bu yüzden de, sömürgelikten yeni kurtulmuş Arap ülkeleri ve Üçüncü Dünya tarafından Batı’nın uşağı olarak damgalandı ve uzun süre Ortadoğu ile ilişkilerini düzeltemedi. 1990’ların başında ise Soğuk Savaş bitti ve durum değişmeye başladı. Sovyetler dağıldı ve 20 küsur yeni devlet ortaya çıktı. Haritayı önünüze alın...

Evet, ne göreceğiz?

Pergelin bir ayağını Türkiye’nin üzerine oturtun, sonra diğer ayağı açıp dolaştırın. Balkanlar, Doğu Avrupa, Karadeniz, Rusya, Kafkaslar, Pakistan’ı da içine alan Ortadoğu, Akdeniz, Kuzey Afrika derken... Birkaç bin kilometre karelik bir alan içinde Türkiye ekonomisiyle, kültürel yapısıyla ve biz çok eksik bulsak da demokrasisiyle bu bölgede ciddi bir güç olarak ortaya çıkıyor. “Merkez ülke” de bu demek zaten.

Türkiye’nin yeni dünya düzeninde sözü geçen bir merkez ülke olması, Türkiye’de sokaktaki insana ne sağlayacak?

İnsanların gelirleri artacak. Yeni küresel dünyanın bir gerçeği bu. Çünkü bölgesel güç olmak, ülke olarak ekonominizi ve ticaretinizi büyütüyor, insanların da refahını yükseltiyor. Türkiye’nin bu yeni dış politikasının temeli “iktisadi karşılıklı bağımlılık”. Türkiye birkaç yıldır G-20 ülkeleri arasında 16. sıraya oturdu bile. Hatta Birleşmiş Milletler’in listesinde de, Çin’den sonra Afrika’ya en büyük bağış yapan ikinci ülke oldu. Yeni Türk dış politikasının kodlarından biri de bu zaten. Eğer yeni dünya düzeninin kurucularından olmak istiyorsanız bütün dünyanın sorunlarıyla uğraşacaksınız. Türkiye şimdi bunu yapıyor işte.

Türkiye nasıl bir Ortadoğu istiyor?

Ortadoğu’da bir tarafta İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah tarzı bir yapılanma var. Diğer tarafta Mısır, Ürdün gibi Amerikan güdümündeki ülkeler var. Bunlar, Irak, Lübnan ve Filistin üzerinden de birbirleriyle hesaplaşıyorlar. İki taraf da Türkiye’yi kendisine çekmek istiyor. Türkiye ise yeni dış politikasındaki rolüne uygun olarak şunu savunuyor. “Ben, Ortadoğu’da yeni bir soğuk veya sıcak savaş istemiyorum. Ben, Ortadoğu’da barış ve güvenlik istiyorum. Zenginleşmek istiyorum. Benim dış politikada dört ilkem var” diyor.

Neler bunlar?

Bir, herkes için güvenlik. Türkiye, “İsrail’in de güvenliğe hakkı var. Ama Filistinlilerin de ve İran’ın da güvenliğe hakkı var” diyor. İki, Türkiye herkesle diyalog istiyor. “Ortadoğu’da herkes birbiriyle konuşacak ve masada herkes olacak” diyor. Üç, karşılıklı ekonomik bağımlılık ve birlikte zenginleşme. Dört, çok kültürlü bir Ortadoğu. Kudüs’ün de, Kerkük’ün de çok kültürlü yapısı korunacak.

Bir ara Hamas’ın silahlı kısmının Suriye’de sürgünde olan lideri Meşal’le görüşmüştü AK Parti hükümeti. Herkesle diyaloga Hamas da dâhil mi?

Dâhil. Çünkü amaç, onu da masaya çekmek ve pozisyonunu yumuşatmak. Ona da, “Bak. Ortadoğu’da barış hepimizin işine yarar” demek. Dolayısıyla herkesle diyalog ilkesine göre, masada Hamas da olacak. İran da olacak. Mısır da, Suriye de olacak. Kimse dışlanmayacak. Türkiye’de bu politika çok tartışılıyor ama... Türkiye’nin bu tür çabalarına uluslararası kamuoyundan destek geliyor. Çünkü onlarla masaya oturup, “kardeşim biraz yumuşayın, uluslararası sisteme biraz uyum sağlayın, uzun vadede bundan sizler kazanacaksınız” diyebilecek Türkiye’den başka bir ülke yok. Türkiye, Ortadoğu’ya demokrasi ve farklı kültürlerle birarada yaşamayı öneriyor. “Ben yeni dünya düzeninde artık yeni bir dil konuşmak istiyorum. Amerika’yla da yeni bir dille ilişki kurmak istiyorum” diyor.

Bu durumda Türkiye, yeni Ortadoğu politikasında Amerika’yla çatışıyor mu?

Hayır. 2007’de Türkiye ile Amerika bir stratejik belge imzaladılar. Oradaki on maddede, Ortadoğu’ya barış gelmesi konusunda Türkiye ile Amerika aynı düşünüyorlar ama yöntemleri farklı. Amerika, Ortadoğu’ya barış getirmek için gerekirse savaş ve şiddet yoluna başvuruyor. Türkiye ise “Henüz Irak’taki savaşı kaldıramamış bir Ortadoğu, bölgede yeni bir savaşı ve sertliği kaldıramaz. Bölgeye barış, diyalog ve diplomasiyle gelmeli” diyor. Türkiye’nin dış politika dili aslında Avrupa Birliği’yle uyuşuyor ama... Türkiye Amerika’yla da hedefte çatışmıyor. Sadece metotlarda çatışıyor.

Zaten bölgesel ve küresel bir güç olmak isteyen bir Türkiye Amerika ile çatışmayı göze alabilir mi?

Hayır. Böyle bir Türkiye Amerika ile çatışamaz. “Türkiye dış politikada eksen kayması yaşıyor” diyenler de zaten yanılsama içindeler. Çünkü Türkiye merkez ülke rolü oynayacaksa, Rusya’yla da, Avrupa’yla da, Çin’le de, Amerika’yla da maksimum iyi ilişkileri kurmak zorunda.

Arap halkları ve Filistinliler Türklere, özellikle de Erdoğan’a büyük bir hayranlık duyuyorlar. Arap yöneticileri bu konuda ne düşünüyor?

Memnun değillerdir. Çünkü Türkiye sonuçta demokrasiyi işletiyor ve serbest seçimler yapıldığı sürece de farklı bir ülke haline geliyor. Aslında Türkiye, Arap rejimlerini bilinçli olarak eleştirmiyor. Oysa Büyük Ortadoğu Projesi döneminde, Abdullah Gül’ün ve Erdoğan’ın insan hakları ve demokrasinin bölgeyi zenginleştireceği, kalkındıracağı söylemleri vardı. Son dönemde söylemlerdeki demokrasi vurgusu tamamen ortadan kalktı. Bunun yerini, “ekonomi, ticaret ve karşılıklı bağımlılıkla zenginleşme” vurgusu aldı. Halep’le Antep kardeş şehir oldu. Bu sürecin meyvelerini topluyoruz şu anda. Bölgede ihracatımız katlanarak artıyor, ticaret arttıkça siyasi, sosyal ilişkiler de gelişiyor.

Türkiye, İran konusunda Brezilya ile birlikte önemli bir güç olarak çıktı ortaya. Bu politika, Türkiye Amerika ilişkilerini nasıl etkiler?

Türkiye ile Amerika arasında barış, istikrar, enerji güvenliği gibi hedeflerde bir sorun yok. Metotlarda anlaşmazlık var. Türkiye de İran’ın bir nükleer güç olmasını asla istemiyor. Türkiye, Amerika’ya, “Ben Ortadoğu’da yeni bir savaşı kaldıramam. Ortadoğu’nun kendisi de yeni bir savaşı kaldıramaz. Sorun mutlaka barışçı yollarla çözülmeli” diyor. Türkiye ile Amerika arasında üç, dört yıldır hep bu tartışma var. Son inisiyatifte, Türkiye yanına kendisi gibi yeni yükselen güç Brezilya’yı aldı ve “biz de dünyada aktif rol alarak oynayabiliriz” dedi. İki ülke İran’ı razı edilemez bir şeye razı ettiler. Üstelik Obama’nın Türkiye’ye gönderdiği mektuptaki şartlara uygun bir şekilde bunu yaptılar. Ama şimdi kulis bilgilerinden anlıyoruz ki, Amerikalılar aslında bu işin becerilebileceğine inanmamışlar. Türkiye ve Brezilya için, “bırakalım biraz oyalansınlar” demişler.

Obama bütün bu tabloda nerede duruyor?

Obama Amerika’daki İsrail yanlısı kuruluşlara ve lobilere kendini ispat etmeye çalışıyor. Dolayısıyla taviz veren bir yaklaşım sergiliyor. Obama efsanesinin bitmesi, dünya için de, Amerika için de iyi olmaz. İsrail yanlısı lobiler, tekrar İsrail’le yakınlaşma olabilir diye Türkiye’de de CHP-MHP koalisyonunu istiyorlar.

Türkiye, İran ve Hamas’ı destekliyor, Amerika ve İsrail ile çatışıyor. Bu politikamızda “dinî” bir motif var mı? Yoksa Müslüman ülkeleri ve örgütleri desteklememiz sadece şartlardan mı kaynaklanıyor?

Eğer aynı dışişleri bakanı Yunanistan ve Rusya’yla da stratejik ittifak kurabiliyorsa, o zaman “dinî motif” tarzı eleştiriler anlamsız oluyor. Ortadoğu’da iki gruplaşma var. İran, Suriye, Hamas, Hizbullah bir tarafta. Mısır, Ürdün, İsrail, Amerika bloğu diğer tarafta. Hatta bunlar Irak’ta da iktidar mücadelesi yapıyorlar. Türkiye iki tarafla da ilişkisini sürdürüyor. Amerikalılar, 2007-2008’de, Türkiye’nin pozisyonuna çok itiraz ettiler ve Türkiye’ye “safını seç” dediler.

Türkiye ne dedi?

Türkiye, “ben saffımı seçmeyeceğim. Ben iki taraflı diyalogumu sürdürürüm. Benim amacım iki tarafı biraraya getirip hepsiyle aynı masaya oturmak” dedi. Şimdi sormak lazım. Acaba Rusya’yla, Suriye’yle, Yunanistan’la ilişkilerimizi aynı anda maksimize etmek Türkiye’nin hangi milli çıkarına zarar veriyor? Bir tek Suriye’yle ortak strateji toplantısı yapılsa eleştiriler haklı olabilir ama bu toplantılar bütün komşularımızla yapılıyor.

Dünya, Türkiye’nin yeni politikasını nasıl değerlendiriyor?

Anlamlı görüyorlar. Zaten o yüzden el uzatıyorlar. Rusya, Türkiye’de bu gücü, potansiyeli görmese, Türkiye’yle elli anlaşma imzalar mı? Putin gibi biri Türkiye’yle ortak bakanlar kurulu toplantısı yapar mı? Brezilya maceraya girer mi? Hepsi Türkiye’yi birlikte yürünecek yükselen bir güç olarak görüyor.

Türkiye, Gazze’de gösterdiği hakşinas ve adaletli yaklaşımı Sudan’la Darfur konusunda neden göstermiyor sizce?

Bizim dışişleri çevreleri ambargolara inanmıyor. Bu tür dış politika araçlarının tarafları daha da keskinleştirdiğini düşünüyorlar. El Beşir’e de, Hamas lideri Meşal’e de, İran’a da kapalı kapılar ardında çok açık mesajlar verildi. Eğer İran, Brezilya ile olan son inisiyatife evet demeseydi, Türkiye mesajını açıkça vermişti. “Benden bu kadar” diyecekti.

Türkiye’nin bu yeni politikası ne tür kazançlar ve kayıplar yaratır?

Biz başta Kürt sorunu olmak üzere kendi iç meselelerimizi çözebildiğimiz sürece dışarıda başarılı olacağız. Nirengi noktası Kürt sorunudur. Kendi Kürt sorununu halletmeden Türkiye tam anlamıyla güçlü bir ülke haline gelemez dünyada.

Yeni bir Ortadoğu ve yeni bir dünya mı oluşuyor?

Evet. Er ya da geç, Amerika politikasını değiştirmek zorunda kalacak. Çünkü yeni Ortadoğu’da birkaç şey oluyor. Mesela yeni Irak doğuyor. Eski Irak güçlü bir Arap devletiydi. Yeni Irak ise Kürt-Şii ve Sünni bir devlet. Ayrıca Ortadoğu’da üç farklı kuşak ortaya çıkacak. Bir, Şii Arap kuşağı. Pakistan’dan Yemene kadar Şii çoğunlukların ve azınlıkların olduğu Pakistan-İran-Irak ve Lübnan çizgisi bu. Bu kuşağın başını İran çekecek. İki, Sünni kuşak. Müslüman Kardeşler felsefesini benimsemiş partilerin hâkim olacağı bir kuşak bu... Üç, İran, Suriye, Kuzey Irak ve Türkiye’yi içine alan Kürt kuşağı. Türkiye işte bu üç kuşağı dengeleyen bir güç olmak istiyor. Kürt meselesini çözen bir Türkiye bu üç kuşağı birleştiren ve dengeleyen bir güç olabilir.

neseduzel@gmail.com

10 Haziran 2010 Perşembe

CHP’lilere türkçe testi - Eser KARAKAŞ

Bugünkü yazımda CHP’li arkadaşlarımıza bir türkçe testi uygulamak istiyorum.

Doğal olarak izinleriyle.

İşte CHP’li kardeşlerimize bir türkçe testi.

Aşağıdaki ifadelerden hangisi daha gevşek bir ifadedir?

a- ödün vermez

b- koşulsuz bağlıdır

c- saygı duyar

CHP’li kardeşlerimizi bilmiyorum ama etrafımdaki arkadaşlardan, asistanlardan hepsi c şıkkının a ve b şıklarına oranla daha gevşek bir ifade olduğunu söylediler.

Yani “saygı duyar” ifadesi “ödün vermez” ve “koşulsuz bağlıdır” ifadelerine oranla daha gevşek bir ifade.

Muhtemelen CHP’li arkadaşlarımız da bu türkçe testinde aynı doğru cevabı işaretler.

CHP’lilerin siyaset testinde çok başarılı olamayacağını tahmin edebilirim ama türkçelerinin mükemmeliyeti konusunda kimsede bir tereddüt yok.

Şimdi türkçe testi sonucunu yedeğe alıp gelelim işin siyaset testi tarafına.

Elimizde “Çağdaş Türkiye için değişim” başlıklı CHP Parti Programı var.

Bu parti programının 81. sahifesini, “Kamu yönetimi” başlıklı bölümü açalım.

Bu bölüm aşağıya kelime kelime aktaracağım üç küçük paragrafla başlıyor.

1- Anayasaya ve yasalara bağlılık anlayışı içinde; Atatürk ilke ve devrimleri, laik cumhuriyet ve modernleşme ilkelerinden ÖDÜN VERMEZ.

2- Ulus Devlet, Üniter Devlet ve Laik Devlet yapılanmamıza, ulusal bağımsızlığımıza ve benzeri olmayan Türkiye Modeli’ne KOŞULSUZ BAĞLIDIR.

3- Hukuk devleti yapısı içinde evrensel nitelikteki temel insan hak ve özgürlüklerine SAYGI DUYAR.

Yukarıdaki üç paragrafta sadece ÖDÜN VERMEZ, KOŞULSUZ BAĞLIDIR, SAYGI DUYAR ifadelerinin büyük harflere dönüştürme işi bana aittir.

Parti programının 81. sahifesinden aynen aldığım üç cümle aslında CHP’nin parti kimliğini, ideolojisini, temel tercihlerini, değer hiyerarşisini çok iyi özetlemektedir.

2010 dünyasında CHP için Atatürk ilke ve devrimleri, laik cumhuriyet, ve modernleşme ilkeleri ÖDÜN VERİLMEZ ilkelerdir.

CHP aynı şekilde ulus devlet, üniter devlet, laik devlet yapılarına KOŞULSUZ BAĞLIDIR.

AMA, aynı CHP hukuk devleti ve temel insan hak ve özgürlüklerine ne KOŞULSUZ BAĞLIDIR, ne de bu ilkeleri ÖDÜN VERİLMEZ ilkeler olarak görür, bu ilkelere yani hukuk devleti ve insan haklarına sadece SAYGI DUYAR.

Ya da türkçe testinin gösterdiği gibi, hukuk devleti ve temel insan hak ve özgürlükleri ile kendisi arasındaki ilişkiyi EN GEVŞEK ifadeyle tanımlar.

Başka bir ifadeyle CHP, Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan ilkeler arasında bir hiyerarşi kurmuştur ve hukuk devleti ilkesini en aşağıya koymuştur.

CHP bu temel yanlışı sürdürdüğü sürece bırakın Türkiye’yi yönetmeye aday olmak çağdaşlığa da aday olabilmesi mümkün değildir.

Krizi fırsata çevirmek / Eser Karakaş

Türkiye-İsrail ilişkileri tarihinin en büyük krizini yaşıyor.

Krizin sinyalleri çoktandır alınıyordu ama İsrail’in Gazze’ye insani yardım malzemesi taşıyan Mavi Marmara gemisine gerçekleştirdiği vahşi, hukuk dışı saldırı muhtemelen uzun sürecek bir kopukluğu başlattı.

Çok büyük sorun değil.

Çok daha önemli ve belirleyici olan ABD-İsrail ilişkilerini iyi analiz etmek.

Bu ilişki, ABD-İsrail stratejik ilişkisi çok uzun bir süredir akılcı bir temel üzerinden yürümüyor.

İsrail önemli bir devlet, yahudi kavmi de insanlık tarihine sanatta, bilimde çok büyük katkılar yapmış bir kavim ama bu kavimin son onyıllarda çok kötü, gerçekten çok kötü yönetiliyor oluşu İsrail’in Ortadoğu’da batı için, ABD için OBJEKTİF VE AKILCI stratejik ortaklık rolünü adeta sıfırlamış durumda.

Bugün, son BM Güvenlik Konseyi kararında da gördüğümüz gibi ABD’nin İsrail’e verdiği destek artık rasyonel, akılcı bir destekten çok ABD’deki gerçekten çok etkin yahudi lobisinin bir ürünü.

Bu destek muhtemelen hep olacak, ABD her zaman İsrail’in güvenliğini gözetecek, bu konuda ağabeylik yapmayı sürdürecek, İsrail’in itilip kakılmasına izin vermeyecek ama artık anlaşılan bu destek güçlü, zengin ağabeyin meczup bir küçük kardeşe vereceği ve hep vermeyi sürdüreceği bir güvenlik desteğinden öteye geçmeyecek.

İsrail, olağanüstü dönüşüm refleksi gösteremez ise, ki hiç ummuyorum, artık ABD’nin bölgede gerçek bir stratejik ortağı olmaktan hızla uzaklaşıyor.

ABD’nin en iyi üniversitelerinde görev yapan yahudi bilim insanları bile bu gerçeği artık açık açık yazıyorlar.

Kendini duvarla koruyan, silahsız olduğu bilinen bir gemiye komando saldırısı yapıp on kişiyi öldüren, psikiyatrinin en revaçta meslek olduğu bir ülkeden, bir kardeşten ABD’ye artık büyük bir stratejik hayır gelemez.

Obama ABD’sinin de bu stratejik destekten ümidini kestiği aslında belli gibi ama küçük kardeş küçük kardeştir, her zaman en fazla korunmaya mazhardır, ama artık galiba sadece o kadar.

ABD’nin uzun vadeli ekonomik ve stratejik çıkarları Ortadoğu’da kalıcı bir barış sürecinden geçmektedir.

Bu barış süreci de bölgede mutlaka İsrail’den daha etkin rol oynayacak, daha akılcı, bölge halklarının düşman olmadığı bir partöner gerektirecektir.

Bugün bakıldığında ise bölgede bizden başka böyle potansiyel bir partöner yoktur ve yakın gelecekte de olacağa benzememektedir.

Türkiye’nin yapması gereken haklı İsrail devleti karşıtlığını bir batı karşıtlığına dönüştürmemek ve epey süredir aslında İsrail’in boşaltmış olduğu bir alanı akılcı, barışçı, bölge halklarının yararına olacak bir biçimde doldurmaktır.

İsrail çok önemli değildir, devlet aparatı bugün yarı meczupların elindedir, çok da ciddiye alınmamalıdır ama ABD karşıtlığının Türkiye’ye kaybettireceği çok şey olabilir.

İsrail’in dokuz vatandaşımızı vahşice öldürmesi haklı olarak hepimizi çok kızdırmış durumdadır.

Bu insanlık dışı eylem için İsrail’e en iyi cevabı Ortadoğu’da İsrail’i daha da yalnızlaştırarak, ABD ile bölgede stratejik ortaklığımızı yeniden tanımlayıp, güçlendirerek verebiliriz.

Uluslararası konjonktür bu işi için olağanüstü uygundur.

ABD’nin meczup küçük kardeşe hep sürdüreceği yahudi lobisi kökenli güvenlik desteğine kulak asmadan, Ortadoğu’da bölge hükümetleri ve ABD ile uyum içinde çok daha etkin olabilmenin kanımca önü açılmıştır.

Obama yönetimini, ABD’yi de meczup zannetmeyelim, en iyi onlar artık İsrail’in beraber dans edilemeyecek bir partöner olduğunu görmektedirlerler.

Osmanlı Hanedanı ve Cumhuriyet... Mehmet Altan

Osmanlı Hanedanı ve Cumhuriyet...




Telefonuma Orhan Osmanoğlu’ndan gelen mesaj şöyleydi: “Sultan Reşad’ın torun şehzadesi Hasan Orhan Efendi Kahire’de vefat etti. Allah rahmet etsin.”

Baktım...

Şehzade Hasan Efendi, yoksulluk içinde dünyaya veda etmiş.

Üstelik kansermiş...

Şehzade Hasan Efendi, Osmanlı padişahlarından Sultan 5. Mehmed Reşat’ın büyük oğlu Şehzade Mehmed Ziyaettin Efendi’nin torunuymuş.

Osmanlı Hanedanı Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Osmanoğlu, hanedanın bir üyesini daha kaybetmenin üzüntüsü içinde olduğunu belirterek, Osmanlı Hanedanı’nın ne durumda olduğunu özetlemiş:

“64 yaşında olan Şehzade Hasan Efendi, Kahire’de hayatını kaybetti.

Kanser hastasıydı ve son iki ayı acılar içinde geçti. Maddi imkânının olmaması nedeniyle tedavisi gerektiği gibi yapılamadı.

Devletimiz gerektiği ilgiyi göstermedi diyebilirim.

Sayın Dışişleri Bakanımız daha önce de sağlık durumu hakkında bilgi almıştı ve bugün de başsağlığı için aradı.”

Eyüpsultan’da babasının kabrinin yanına gömülmek istediğine dair vasiyeti, maddî imkânsızlıklar ve bürokratik sıkıntılar sebebiyle yerine getirilemeyince, Şehzade Hasan Efendi, Dubai’de bulunan kardeşinin talimatıyla Kahire’de defnedilmiş.

***

Cumhuriyet ile Osmanlı Hanedanı’nın ilişkilerinin ne durumda olduğunu Şam’da Vahdettin’in mezarını görünce anlamıştım.

Şimdi daha da iyi görüyorum.

Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi ise o İmparatorluğu kuran Hanedan’a da artık bunca zamandan sonra insani bir yaklaşım sergilemek gerekir herhalde.

Hastalanıp, tedavi parasını bile bulamadan, oralara buralara gömülüp gidiyorlar...

Bir anlamda, Osmanlı’nın tüm varlığına ve bıraktıklarına sahip çıkıp Hanedan’ı dışlayan bir devlet politikası gibi bir gariplikle karşı karşıyayız...

Zaten bir avuç kalmış bu aileye daha vefalı ve tutarlı davranılamaz mı acaba?

Üstelik “küresel bir güç” olduğumuza yönelik hatırlatmaları duymadığımız günün olmadığı bir zamanda...

En azından ser sefil, perperişan kaybolmaları önlenemez mi?

***

Torun Şehzade, zor bir hayat sonunda yaşama erken bir yaşta noktayı Kahire’de koymuş.

Merak edip, Padişah Dede’ye yeniden dönüp baktım:

“Otuz beşinci Osmanlı padişahı V. Reşad, 2 Kasım 1844’te İstanbul’da,

Çırağan Sarayı’nda dünyaya gelmiş... Abdülmecid’in oğlu...

31 Mart vakasından sonra Meclis-i Umumî-i Millî, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine karar verince Reşad 27 Nisan 1909’da padişah ilân edilmiş... Yeni padişah, iktidarı giderek daha sağlam bir şekilde ele geçirip sonunda tek parti diktatörlüğü kurarak muhaliflerini ezecek olan İttihat ve Terakki’nin elinde bir oyuncak olmuş.

Meşrutiyetin yarattığı geçici coşkunluk ve aldatıcı kaynaşma hâli, yerini kısa zamanda yeniden ortaya çıkan ağır iç ve dış meselelere bırakmış.

Doğu’da Kürt, Adana’da Ermeni ayaklanmaları ortaya çıkarken, Rumeli’de Arnavut ayaklanmaları baş göstermiş... Reşad’ın Üsküp, Kosova, Priştine ve Manastır gibi Arnavut nüfusunu yoğun olarak barındıran vilâyetlere yaptığı Rumeli gezisi mevcut durumu düzeltmeye ve İttihat ve Terakki idaresiyle Arnavutlar arasındaki barışı sağlamaya yetmemiş.

***

Talat-Enver-Cemal Paşalar partinin ve kabinenin bazı üyelerinin haberi olmadan ülkeyi savaşa sokarken, Reşad hiç istemediği hâlde bu oldubitti karşısında aynı gün bir beyanname neşrederek İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı savaş ilânını duyurmuş.

Sultan V. Reşad geçirdiği kısa bir rahatsızlığın ardından 3 Temmuz 1918’de Yıldız Sarayı’nda, saat on biri yirmi beş geçe, bir Ramazan günü vefat etmiş ve Eyüp’te kendi yaptırdığı türbeye defnedilmiş.”

***

Padişah Sultan Reşad’dan torun Hasan Orhan Efendi’ye...

Birincisini tarih kitaplarımızda okutup, ikincisinin sefalet içinde ölümüne aldırmıyoruz.

Devletin kurumsal vefasızlığı mı ya da Osmanlı ile ilişkilerini bir türlü netleştiremeyen Cumhuriyet’in hoyratlığı mı?

Böylesine küresel bir güç olma yolunda isek, geçmişe biraz daha sağduyulu ve insanca da davranmamız gerekmez mi?

Osmanlı’nın sulbünden geldiğini söyleyip söyleyip onca övünen zevat, fiiliyatta bu kadar vurdumduymaz mı?

***

Mamafih o aradığım duyarlılık olsa, Tuzla’da 134. işçi, madenlerde de onca işçimiz boş yere ölüp gitmezlerdi...

Gündem hep siyasal ama hiçbir zaman insani değil.

Türkiye’ye Hamas muamelesi

İsrail Ordusu denince aklıma, iki İsrail askerinin bir Filistinli göstericinin kolunu taşla kırmaları gelir... Bu ülkenin resmi barbarlığı, bu dehşet verici görüntüyü çok aşan eylemlere imza atmış olsa da...

...o resim hafızama çok derin yerleşmiş bir simgedir...

Dün, açık sulardaki bir yardım gemisine İsrail’in düzenlediği katliamı görünce, hafızamdaki o vahşet resminin tazeliğine rağmen yeniden bir kez daha dehşete düştüm.

İsrail, uluslararası hukuku bir yana koyarak, Türkiye’ye de kan kusturduğu Hamas Yönetimi’ndeki Gazze halkı muamelesi yaptı. Daha doğrusu, İsrail, Türkiye’yi Hamas ile özdeşleştirdi...

Nitekim, İsrail İçişleri Bakanlığı tarafından yardım gemisindeki 16 kişinin sorguladıktan sonra Beersheba’daki Ela Hapishanesi’ne nakledilmeleri de bu tespiti doğrular gibi...

Öldürülenler de cinnet geçirerek çıldırmış bir ırkçı yönetimin kanlı hedefi haline bu nedenle geldiler...

Üstelik, tarihinin en ırkçı hükümeti tarafından yönetilen İsrail’in Başbakan’ı cinayetlerinin küstahça ve pişkince arkasında durmaya devam ediyor...

***

İsrail’in kanlı devlet terörü...

Garip bir şekilde, İskenderun Deniz Üs Komutanlığı’na bağlı askeri birliğe yapılan saldırıda altı askerimizin şehit olduğu, dokuz askerimizin de yaralandığı saldırıyla çakıştı...

Abdullah Öcalan’ın “Kürt Açılımı” nihai hale gelmediği için 31 Mayıs’tan itibaren kenara çekileceği ve başta kentler olmak üzere dört bir yanın cehenneme döneceği imasıyla da üst üste düştü.

Tabii AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve sözcüsü Hüseyin Çelik’in de İskenderun’da altı askerimizin şehit edildiği saldırı ile İsrail’in sivillere yönelik saldırısının eş zamanlı olmasının tesadüfü olmadığını vurgulaması, kanlı bir kıskaç altına alınan Türkiye resmini daha da ilginçleştiriyor...

***

Ölenler için, önce bunu katliama dönüştüren İsrail Ordusu’na, ardından da İsrail resmi terörünü bile bile buna imkan veren herkese öfkelene öfkelene yanıyorum...

İnsani yardıma gidiliyordu...

Gazze’ye varılamadı...

Yardım yapılamadı...

Ve göz göre göre insanlarımız öldürüldü...

Tabii ki bunun akıl almaz vahşeti ve barbarlığı İsrail’e ait ama onca “ben geliyorum” diyen belaya rağmen bunu olanaklı hale getirenler ve yüklendikleri ağır sorumluluğu yeterince değerlendirmeyenlere de hem içimden, hem dışımdan kızmaya devam ediyorum.

Bu cinayet imkânı İsrail’in elinden alınamaz, insanlarımız korunamaz mıydı?

***

İsrail uluslararası sularda hukuk filan dinlemeden kanlı bir vahşet gerçekleştirdi...

Ama yeryüzünden gelen tepkiler ortadaki akıl almaz devlet cinayetine karşı çok yeterli değil.

Çünkü ortada açık bir devlet terörü var...

Sanırım, İsrail ablukası altında inleyen Gazze’ye yapılmak istenen yardımın “insani” ve “İslami” yanları yeterince ayrıştırılmadı... Yeryüzünden gelen tepkilerin yeterince güçlü olmaması acaba buna mı bağlı?

***

Haftaya çok kötü başladık.

Önce askerlerimiz...

Sonra yardım gemisindeki insanlarımız peş peşe katledildi...

“Kürt Sorunu” yeniden kanlı bir başkaldırının tüm ölümcül mesajlarını veriyor...

İsrail vahşeti tam da bu sırada araya girdi.

İktidar parti sözcüsü Hüseyin Çelik de bunların tesadüf olmadığını söylüyor...

***

Eğer askerlerimizin şehit edilmesi ile gemideki insanlarımızın katli arasında bir ilişki var ise...

O halde kim kimi nasıl kullanıyor?

Bu düşüncelerle, İsrail’in kanlı cinnetini lanetlerken, göz göre göre insanlarımızın İsrail kurşunlarıyla ölmesini engelleyecek tüm tedbirleri almayan ve azami dikkati göstermeyenlerin de vebalini hatırlatıyorum...

Hamas’a yardıma giderken...

Nasıl oldu da Türkiye’ye de Hamas muamelesi yaptırttık, İsrail vahşeti ile beraber bunu da galiba sorgulamamız lazım...

Yaz maalesef çok kötü başladı...

Bir ülke ne zaman savaşır? - Mehmet Altan

Önce tersten bir soru:

“Türkiye İsrail bandıralı bir yardım gemisini basıp, İsrail vatandaşlarını planlı, programlı bir şekilde öldürme kararı alır mıydı?”

Ve bir ikinci soru daha: “Eğer almış olsaydı buna İsrail’in cevabı ne olurdu?”

Cevabın sağlıklı olması açısından şunu da anımsatmakta fayda var:

İsrail askeri Gilad Şalit, 25 Haziran 2006’dan beri Hamas’ın elinde...

Şimdi uluslararası soruna dönüşen Gazze ablukasının nedeni esir düşen bu İsrail askeri... İsrail, Şalid serbest bırakılıncaya kadar ablukanın kalkmayacağını söylemekte... Bu arada, Gazze’ye yardım düzenleyen ekibin, Şalid’in babasının oğluna ulaştırılmak için verdiği paketi almadığı iddiası da İsrail basınında aleyhte bir neden olarak dillendirilmekte...

***

İsrail’in bugüne kadar gördüğü en ırkçı, kafatasçı, en geri hükümetlerinden biri olan Netanyahu-Barak Hükümeti’nin taammüden cinayet işlemesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kınanmış olsa da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olabilecek en ağır üslupla durumu mahkûm etse de, İsrail Ordusu’nun Türk Bayrağı taşıyan bir yardım gemisine soğukkanlılıkla saldırıp katliama girişmesi ve Türkiye Cumhuriyet’i vatandaşlarını öldürmeye cüret etmesi, tüm ağırlığıyla hala ortalıkta durmakta...

Bu cinayetin yaptırımı nasıl olacak?

Başbakan Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasında altını defalarca çizdiği gibi bu cinayetin faili Netanyahu-Barak Hükümeti...

Yani faillerin kimlikleri de belli...

Belki şunu da yeniden hatırlatmakta fayda var; 1976 yılında yapılan Entebbe Baskını’nın komutanı, Jonathan Netenyahu, küstahça işlenen cinayetin arkasında duran şimdiki İsrail Başbakanı’nın kardeşiydi...

Bedel ödeyecekler mi, ödemeyecekler mi?

Ödenmemesi halinde, Türkiye sürekli “büyük güç” olarak kendini öven ama rahatlıkla dokunulabilir bir ülke konumunda kalacak.

***

İsrail cinayet işlerken, birileri de buna göz göre göre ortam hazırladı... Üstelik planlı programlı olarak Türkiye’ye gözdağı vermek için gerçekleştirdiği katliama rağmen, İsrail bunları argüman olarak da kullanmakta...

BBC sitesi, sorulu-cevaplı bir şekilde olayı anlattığı dünkü haberinde şunları yazıyordu:

“Eylemciler, komandoların, gemiye iner inmez ateş açmaya başladıklarını söylüyor. İsrailli yetkililer ise önce askerlerin saldırıya uğradıklarını söylüyor.

Kamera kayıtları eylemcilerin İsrail askerlerine bazı cisimlerle vurduğunu gösteriyor. İsrail ordusu da gemideki demir çubukların fotoğraflarını yayınladı.

İsrail ayrıca, eylemcilerin askerlerden birinin silahını alarak ateş açtıklarını da iddia ediyor.

Filonun organizatörleri, birçok ülkeden eylemcileri bir araya getiren Özgür Gazze adlı şemsiye örgüt ve Türkiye’den İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH).

İsrail hükümeti İHH’nin Hamas’la bağlantılı olduğunu iddia ediyor. Ancak, Türkiye hükümeti, İHH’yi meşru bir vakıf olarak görüyor ve İsrail’den filoya geçiş izni vermesini istiyordu.

Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunduğu bir taslak karar metninde, saldırının uluslararası hukuka aykırı olduğu savunuluyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, saldırının ‘haydutluk ve korsanlık’ olduğunu söyledi.

İsrail Dışişleri Bakanlığı ise, uluslararası deniz hukuku altında, bir deniz ablukasının uygulamada olduğu durumlarda, hiçbir geminin ambargo alanına girmeye hakkı olmadığını söylüyor. Bakanlık ayrıca, ambargo alanına giren gemilere uluslararası hukuka göre saldırma ve yakalama hakkı olduğunu ifade ediyor.”

Bunlar, cinayeti işleyen hükümetin dünya kamuoyuna yaydığı savunma argümanları...

İsrail, Kürt Sorunu ile Gazze Sorunu’nu da özdeş tutuyor. Gazze’ye yardımı, kendinin PKK’ya yardımı gibi algılanmasını istiyor.

***

Bu arada...

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi “süratli, tarafsız, güvenilir ve şeffaf” bir soruşturma başlatılmasını istedi ama Amerika Birleşik Devletleri’nin de Güvenlik Konseyi kararını yumuşatmak için lobi yürüttüğünü ve İsrail’i kınamadığını da gözden kaçırmamak gerek.

Acaba neden?

İsrail’in bu ülke üzerindeki etkisi mi yoksa dün de sorguladığım gibi Türkiye’nin Hamas ya da İran konusunda “demokratik rejim” vurgusuna çok özen göstermemesi mi?

Hâlbuki, örneğin Hamas’ın çok uzun süreden beri kendi halkına yönelik idamlardan, muhaliflerin dizlerinin altından vurulmasına kadar giden insan hakları ihlalleri yaptığı biliniyor... Gazze üniversitelerine El Fetihli öğrencilerin kabul edilmediği de bir başka gerçek...

“İnsani” açıdan bakınca, o bölgelerde “İslami” sıfatı altında yapılanların büyük bir kısmının da demokrasiyle yakından uzaktan alakası olmadığını anında görüyorsunuz.

***

Ben soruma geri döneyim.

İsrail Ordusu Türk vatandaşlarını taammüden öldürdü...

Emri de Netahyahu-Barak Koalisyonu verdi.

Faillere yaptırım uygulayabilecek miyiz?

Uygulayamayacaksak, bu seferde yazımın başlığına dönüyorum:

“Bir ülke ne zaman savaşır?”