23 Şubat 2011 Çarşamba

Ümit İzmen -Sol, ekonomi ve Tunus

ÖTE TARAFTAN 17.01.2011
Ümit İzmen
Sol, ekonomi ve Tunus
Geçen gün Roni Margulies bam telime basan bir yazı yazdı ve Marksistlerin ekonomik analiz konusundaki yetersizliklerine işaret etti. Gerçekten de temelleri ekonomik analizle atılmış bir disiplinden esinlenenler, bırakın gerçekçi ve ayrıntılı ekonomik analizi bir tarafa, neredeyse hiç ilgi göstermiyorlar ekonomiye.
Kendi arkadaş çevremden biliyorum. Siyasetle bu kadar ilgili, Marksist gelenekten gelen, hâlâ sol ve sosyalizm adına bir şeyler yapmanın peşinde koşanlar, en ufacık bir siyasi gelişmeye gösterdikleri samimi ilginin onda birini çok temel ekonomik gelişmelerden esirgiyorlar. Oysa adı üstünde: ekonomi-politik. Marksist gelenekte de, konvansiyonel ekonomi disiplininin kökeninde de, disiplinin adı bu. Ama özellikle sosyalistler arasında sanki tam tersiymiş gibi, ekonomi bir tarafa bırakılıp, dikkatler bazen hiçbir kalıcılığı olmayan siyasi konulara yoğunlaştırılıyor.
Bu ilgi noksanlığının bir nedeni, hiç şüphesiz ana akım ekonomi disiplininin 1980’lerden bu yana oturduğu, neoklasik diye tanımladığımız yaklaşım. Finansın ziyadesiyle ağırlık kazandığı, kısa vadeli göstergelerin analizine dayalı değerlendirmelerin gündemi işgal ettiği bir zeminde, ekonomiyle ilgilenmek solculara zül geliyor.
Kur, faiz, borsa ne oldu sorusuyla ilgilenmek, solculuk raconuna aykırı bir durum yaratıyor. Sanki bu konularla “sadece parası olan ve parası olanların hizmetinde çalışanlar ilgilenir/ilgilenmeli!” Bir anlamda “paranın kiri” giderek ekonomi-politik bakış açısına da hâkim oluyor ve politika perspektifinden ekonomiye bakmanın zemini kayboluyor.
Bunun üzerine bir de ekonomi-politiğe dogmatik yaklaşım ekleniyor. Binyıllık süreçleri açıklamak için geliştirilmiş olan ve bu amaca hizmet edebildiği için her türlü detaydan, tekillikten arındırılmış olan teorik çerçeve bir şablon olarak tekil açıklamada kullanılıyor. Tam bir kolaycılıkla, hiçbir şekilde reel duruma uyarlama ihtiyacı duymadan, ezberler bir papağan gibi tekrarlanıp duruluyor. Hâl böyle olunca, bırakın Marx’ın dediği gibi toplumu değiştirmeyi, anlamak bile mümkün olmuyor.
Şablon şu: Memlekette burjuva demokrasisi var. Bu tür rejimlerde hükümet, burjuvazinin buyruğundadır. Burjuvazi emperyalizmin yerli işbirlikçisidir. Emperyalist ülkeler çokuluslu tekellerin güdümündedir.  Tekelci, çok ulusçu burjuvazi, ulus-devletlerdeki işçiyi ezer; sömürür. Bu basit mantığı uyguladığınızda, hiçbir şeyi anlamanıza gerek kalmaz. Anlamadan, bilmeden fikir sahibi olabilirsiniz: işçi eziliyordur; durumu giderek kötüleşiyordur ve devrim yakındır! Sizin şablonunuzda Türkiye, ya da Tunus, AKP ya da Bin Ali, fark etmez.

Ama sonra bir bakarsınız ki gerçekten hiçbir şeyi anlamamışsınız. Şaşırıp kalırsınız. Şablonu uyguladığınızda halkın ezilmesi, isyan etmesi, devrimin ateşini yakması lazım. Buna rağmen halkın yarısı gider oyunu kendisini ezim ezim ezen, sömürdükçe sömüren AKP’ye verir.
Hâlbuki görüntüde Tunus’ta şablon çalışmış ve halk devrim ateşini yakmış. Çünkü söylenenlere bakılırsa Tunus’ta diktatörün devrilmesinin arka planında ekonomik sorunlar ve işsizlik var. Şimdiden uyarayım: Lütfen rüya görmeyin, şablonumuz iş görüyor diye sevinmeyin.
Türkiye ve Tunus: Bazı açılardan birbirine çok benzeyen iki ülke. İki ülkenin ekonomik performansları ilk karşılaştırmada birbirine benzer çıkıyor. Kişi başına gelir, gelir dağılımı, işsizlik gibi göstergeler birbirine benzer. Son günlerde Türkiye’de de tartışma yaratan Herritage Ekonomik Özgürlükler Endeksi’nde Tunus’un 2008 yılına kadar Türkiye’den daha iyi bir performansı var. Tunus’ta diktatörü işsizlik ve yolsuzluğun devirdiği söyleniyor.  Herritage Endeksi’nde Türkiye’nin yolsuzluk konusundaki performansı Tunus’tan sadece bir parça daha iyi. Çalışan özgürlüğünde ise Tunus’un göstergesi daha iyi çıkıyor. .

Ama bazı önemli farklılıklar da var. Bu yüzden, Mısır’da halk “Mübarek sırada” diye slogan atıyor, Türkiye’de değil. Niye olmadığını anlamak için şablonculuğu bir yana bırakmak gerek. Sosyalist Enternasyonal üyesi partiyi halk ayaklanmasıyla iktidardan kovan Tunus ile Türkiye’yi ekonomik açıdan değil, vesayetçi rejimlerin tasfiye süreci açısından karşılaştırmak gerekiyor.

umitizmen@gmail.com

Ümit İzmen - İktidar, muhalefet ve ekonomik gelişme


ÖTE TARAFTAN 14.02.2011


Her iktidar partisi bir gün seçim yenilgisini tadacaktır. Bu er geç AKP’nin de başına gelecek. Ama çoğunun zannettiği gibi bunun nedeni ne “iş ve aş” olacak ne de laiklik. Esas neden toplumun yükselen demokratikleşme taleplerine cevap verme hızı ve kapasitesi olacak. Niye böyle olacağını görmek isteyenler Tunus’ta ve Mısır’da olanlara baksın.
Bir süredir AKP’yi ekonomi politikaları üzerinden eleştirmenin doğru ve sonuç getirici bir muhalefet olmadığını yazıp anlatmaya çalışıyorum. Bu konuda girdiğim polemikte de, AKP iktidarı altında ekonomi kötüye gitti denemeyeceğini, bu iddianın gerçek sorunu ıskalamaya yol açacağını, ama bölüşüm meselelerinde farklı bir duruşun mümkün olduğunu ileri sürdüm.
Metropol araştırma şirketinin geçen hafta basına yansıyan araştırmasının sonuçları da AKP’ye bakış açısıyla ekonomiyi değerlendirme arasındaki benim sezgisel olarak tesbit ettiği korelasyonu sayısal olarak ortaya koydu. Elimde araştırma yok. Basına yansıyan verilerden hareket ediyorum. Buna göre ilk örneklemin yüzde 31,5’i Türkiye’de laik yaşam biçiminin tehlike altında olduğunu düşünüyor. Bu endişeye rağmen ancak yüzde 13,5’i yaşam biçimlerine şimdiye kadar müdahale edilmiş olmasından şikâyetçi ve yüzde 78 gibi ciddi bir bölümü düşüncelerini ifade etmekten çekinmiyor. “Laik yaşam biçiminin” tehdit altında olduğu endişesini duyanlar, AKP iktidarının demokratik muhalefeti kısıtlamasından, yargının ve üniversitelerin hükümetin kontrolüne geçmesinden, Ergenekon’un muhalefeti yıldırma operasyonu olmasından endişe ettikleri kadar, ekonomik gidişattan da endişe ediyorlar. Endişelilerin yüzde 68’i ekonomik gidişatın kötüleştiğini düşünüyor. Endişelilerin yüzde 52’si CHP eğilimli.

Ekonomik göstergelerin pek çoğundaki kayda değer iyileşmeye rağmen ekonomik gidişattan duyulan endişe, yaşam tarzları tehdit altında değilken yaşam tarzından duyulan endişe ile aynı yerden besleniyor. Endişelerin temelsizliğinin yanı sıra bir de endişelilerin dörtte üçünün orduyu hâlâ laikliğin teminatı olarak görmesi var. Bu manzaraya bakılırsa, asıl endişe duyulması gereken şey, Türkiye’de demokratik muhalefetin cılızlığı gibi görünüyor.
Anlaşılan o ki, korkuları hedef alarak girişilen kamuoyu oluşturma çabaları ile etkilenebilecek kesim halkın en fazla üçte birlik bölümü. Üstelik korkular çakışıyor. Ergenekon davası, ekonomi ya da laiklik konularında endişe duyanlar hemen hep aynı yüzdede. Bu da belli ki AKP karşısında seçim kazanmaya yetmeyecek. Sahici olmayan korkular, ancak bu korkulardan iyice uzak yaşayanları kandırabilir. Zaten laiklikten endişe edenlerin ezici çoğunluğunun kendi yaşam tarzına müdahale edilmemiş olduğunu söylemesi de bunun bir göstergesi. “Aş, iş” söylemine inanarak ekonominin kötü olduğunu ve giderek kötüleştiğini düşünenlerin de aslında toplum içinde tuzu kurular olması şaşırtıcı olmaz.

İktidar için de, muhalefet için de Türkiye’nin önündeki can alıcı sorunlar ekonomik gidişatın kötüleşmesi değil; tam tersine iyileşmesinden kaynaklanıyor.
Ekonomi ve yönetim sistemleri, demokrasiler ve otokrasiler arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya, kanıtlamaya çalışan bazı çalışmalara göre, kişi başına gelir seviyesi ile demokratikleşme arasında U biçiminde bir ilişki vardır. Otoriter rejimler çok yoksul ülkelerin daha hızlı kalkınmasında rol oynar. Ancak belli bir gelişmişlik seviyesinden sonra bu otoriter rejimler yerlerini demokratik yönetimlere bırakır.
Ekonomik gelişme, yani, refah seviyesinin artması, yaşam sürelerinin uzaması, kentleşme, eğitim seviyesinin yükselmesi, yabancı dil bilgisinin ve üniversite eğitiminin yaygınlaşması, yurtta ve dünyadaki gelişmeler hakkında ilgi ve bilgi sahibi olunması, politik gelişmeyi tetikler. Geçen yazımda da vurguladığım gibi, halk, aynen Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi insan yerine konmak ister. Yönetilmek değil, yönetmek ister. Politik ve demokratik taleplerini yükseltir.

Türkiye’de şimdi bu süreci yaşıyoruz. Etkili muhalefet “iş ve aş” üzerinden değil, özgürlükler üzerinden gelişecek. İktidar da, bu demokratikleşme taleplerini karşılayabildiği ölçüde başarılı sayılacak ve seçmen tabanını koruyabilecek. Ekonomide AB ülkeleriyle olan fark giderek kapanıyor. Ama demokratikleşme farklılıkları için aynı şeyi söylemek zor.

umitizmen@gmail.com

http://umitizmen.blogspot.com

Murat Belge - ‘Batılı hayat tarzı’

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 28.01.2011
Murat Belge
‘Batılı hayat tarzı’
Son yazımda işlediğim konu “hayat tarzı” idi. Kavganın daha klasik anlamda siyasî konularda değil, görece “siyaset-dışı” kabul edilen “hayat tarzı” üstünde koptuğunu söylüyordum. Feministlerin gündeme getirdiği, “kişisel politiktir” yorumuna girmeden söylüyorum. Elbette, sonuçta politika herşeyi etkilediği için herşey de politiktir. Ama “derece”ler vardır; sabah kalktığımda tıraş olmamla protesto mitingine gitmem aynı biçimde politik değildir. Biz şimdi mitinge gitmenin değil, tıraş olmanın politikliği üzerinden politik oluyoruz.
Bu hayat tarzı, başından beri, Batı’dan alınmış bir hayat tarzı olduğu için aynı zamanda bir kavga konusu. Hani, “tıraş olmak” dedim. Bunu ve bazı başka şeyleri yapmak üzere gittiğiniz yerin bu ülkede “alaturka”sı ve “alafranga”sı var (bu ayrımı da, nedense, İtalyanca anlatmaya karar vermişiz). Buyurun size “hayat tarzı”.
Şimdi, epey uzun zamandır kentli ve eğitimli, dolayısıyla da egemen olan hayat tarzı, “Batılı” olandı. Bu bir Cumhuriyet fenomeni değildir. Bir Osmanlı uygulamasıdır. Bunu vurgulamak bana önemli görünüyor, çünkü şu günkü kavgada iki tarafta saf tutanlar hayat tarzını Cumhuriyet’le başlatmaya eğilimli görünüyorlar. “Cumhuriyet” dendiği anda tabii işin içine Atatürk giriyor ve gece yatarken gecelik mi giyilecek, pijama mı (bu da Urdu, yani sonuçta “Türkik” bir dilden alınma bir kelime), ona göre tartışıyoruz –Atatürk’ün kendisinin ne giydiğini bilmeden.
Cumhuriyet ve Kemalizm Batılı hayat tarzını yaygınlaştırmaya çalışmıştır ve karşıtını da sindirmeye çalışmıştır, ama Osmanlı geçmişi olmasa böyle bir program da olamazdı.
Hep kafamı kurcalayan bir örnek: Osmanlı Batıcılığı fazla ağır aksak bulundu v e daha radikal bir yöntem benimsenmesi kararı verildi. Bir yandan da Hilafet kaldırıldı ve hanedan üyeleri ülke dışına sürüldü. Aynı politikanın iki ayrı düzeydeki uygulama biçimleri diyebilirsiniz. Şimdi paradoks şurada: topluma “Batılılaşın” talimatı verilirken, aynı anda, ülkedeki en Batılı aile de ülke dışına gönderiliyor.
1924’te Türkiye Cumhuriyeti’ni terkeden son Halife Abdülmecid herhalde ülkenin en iyi on ressamı arasındaydı. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Burhaneddin Efendi ülkede en iyi piyano çalan birkaç kişiden biriydi (Müslüman-Türk nüfusu kastederek söylüyorum). Şehzadelerden ve Hanım Sultanlardan yabancı dil bilen (bazen iki dil) çoktu. Son dönem kargaşalıklarından ötürü gerçekten iyi eğitim almış şehzade azdı ama kızların eğitimi çok daha iyiydi. Yeni programın “Batılılaşmış kadın” idealini gerçekleştirmiş olanlar buradaydı.
Ve “Batılılık”, bu merkezden başlayarak, halka halka yayılıyordu topluma. O merkeze yakınlık, o yıllarda, tasfiye olmaya da yakınlıkla eşanlamlı oldu.
Rahmetli Bahri Savcı bana, otuzlarda, örneğin Çankırı’da düğünün “La Comparsita” ile açıldığını anlatmıştı. Bütün bu insanlar hangi zamanda öğrenmişti, nasıl öğrenebilirdi bunları, Osmanlı dönemindeki başlangıçlar olmasa.
Osmanlı devleti, Endülüs Emevileri’ni saymazsak, zaten Batı ile en fazla iç içe yaşamış Müslüman İmparatorluktur. On dokuzuncu yüzyılda Sanayi Devrimi’nin bütün ürünleri, “Batı-dışı dünya”da her yerden önce burada tanınırdı. Bir İtalyan operası, İtalya’dan birkaç hafta sonra burada, Naum Tiyatrosu’nda da temsil verirdi. Denebilir ki, bazı bakımlardan, 1896 veya 1907 (rastgele tarihler) İstanbul’u şimdikinden daha “Batılı” bir görünüm sunuyordu. Ama sadece “bazı” bakımlardan. Bunun dışında kalan “hayat” ise, üstünde köpek sürüleri dolaşan çamurlu sokaklar gibi, insanın içini açmayan bir “geleneksellik”ti büyük ölçüde. Nostaljinin allayıp pulladığı eksotik-estetik bir şey değildi.
Ramazan’da meyhaneler kapanınca, uskumru dolması yapar, hatırlı müdavimlerinin evine “unutma beni dolması” olarak gönderilirdi. Kimdi bu, Ramazan’da meyhaneye gelmeyen ekâbir?
Yani, “Cumhuriyet” burada evreler arasında bir evre, aşamalar arasında bir aşama. Ama bu ülkede “Cumhuriyet” dendi mi, lehte aleyhte, duygular kızışıyor. Buna gerek yok; bir toplumun şöyle üç yüz yıllık (en azından) tarihinden söz ediyoruz.

Murat Belge - Arap Dünyası

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 01.02.2011
Murat Belge
Arap Dünyası
Tunus’taki, Mısır’daki ve bazı başka Arap ülkelerindeki genel başkaldırı hareketlerinin önemli olduğu görülüyor. Siyasî-tarihî olaylar için “önemli” kelimesini, sözkonusu olayın alışılmış akışı değiştiren bir olay olması durumunda kullanırım. Şimdi gördüğümüz bu başkaldırının ne sonuç vereceğini, nereye varacağını bilmiyorum, ama akışın yönünü, temposunu değiştirecekleri belli. “Sonuç” deyince, öyle yakın zamanda varılacak menziller de düşünmemeli. Bir “yola çıkış” ânı gözlemlemekteyiz şimdi; yolun uzunluğu, yönü vb. henüz belli değil.
Madrid’de birkaç yıl önceki bir toplantıda (uluslararası terör ve Müslüman kökenli terörle ilgiliydi) Mısır’dan genç bir kadınla tanışmıştım. Başı bağlıydı ve Müslüman Kardeşler’den olduğu belliydi. Zeki, kişilikli bir kadındı. Bir iki gün önce, TV’de, Kahire sokaklarında yumruğunu sallayarak yürüdüğünü gördüm. Tunus’a Gannuşi geldi; onu da gene yıllar önce Kopenhag’da, İslâm üstüne bir konferansta tanımıştım. “Ilımlı fundamentalist” denen, ne olduğu pek anlaşılmayan biri. Humeyni’nin Salman için fetvasının kabul edilemez bir şey olduğunu söylemeye dili varmamıştı. Şu anda Mısır sarsılırken orada halk arasında belki de tek örgütlü varlığın Müslüman Kardeşler olduğunu biliyoruz. Şimdi gölgedeler, ama olaylar geliştikçe onlar da ön plana geleceklerdir. Bundan fazla şüphem yok.
Yani; Arap dünyasında şimdilik başlangıcını gördüğümüz bu yeni “perde”nin ön plandaki oyuncusunun dinci muhalefet olacağı kanısındayım. Çünkü o dünyada “muhalif” olan bir insanın bulup kendine yakıştıracağı başka bir kimlik ne zamandır yok. Ama beklentim, zaman geçtikçe, bir şemsiye gibi herkesi kaplayan bu ortak kimliğin altından daha özgül başka arayışların çıkacağıdır. Bunun da İran’daki kadar uzun süreceğini sanmıyorum, çünkü yaşadığımız dünyada herşey gitgide hızlanarak cereyan ediyor.
Gene birkaç yıl önce Ürdün’den bir davet almıştım. Ürdün’ün Prenslerinden biri adına bir davet. Ortadoğu’da “sivil toplum” hareketini, “NGO siyaseti”ni tartışmak üzere bir toplantıya. Prens’in sekreterliğini yapan İngiliz kadının küstahlığına illet olduğum için gitmemiştim. Ama böyle bir olayı ilginç bulmuştum. Seksenler biterken otoriter Doğu Avrupa rejimleri “sivil” başkaldırı hareketleri üstüne birer birer yıkıldı. Ortadoğu’da böyle bir gelişmenin esamisi okunmamıştı. Ne oluyoruz? Ve neden “Prens”? Bir zamanlar Avrupa’da olduğu gibi, burada da demokratik gelişmenin ilk temel taşlarını “Aydın Despotlar” mı döşeyecek?
İşte, buyurun, on yıl bile olmadı. Tunus sokakta, Mısır sokakta, ötekiler galiba yolda. Bir tek Suriye’de rejim önce adım atmayı başarmış gibi görünüyor. “Görünüyor”dan daha kesin kelime kullanacak durumda değilim.
Avrupa’da “Aydın Despotlar”ın çağı Aydınlanma’ydı, 18. yüzyıldı. Bu dünyada, yavaşlıkla hızlılığın diyalektiği de dehşet bir şey: Üç yüz yıl bekle, herşeyi on yıl içinde yapmaya çalış. Şimdi bu ülkelerde geceyi gündüzü sokaklarda geçiren yüz binlerce insan bu uzun bekleyişin yarattığı enerji birikimini gösteriyor. Ama “zemberekten boşalma”, çok zaman, sonradan kendisinin de başka çıkamadığı domino etkileri yaratır. Toplumsal dönüşüm için olmazsa olmaz öge, kazanılanın özümlenmesidir. Bu gibi “boşalma” tipinde sosyo-politik hareketler ise tanım gereği özümlenmeye vakit bırakmaz.
Ancak, ne olursa olsun, henüz başında olduğumuz bu dalganın bir “leğende fırtına” olduğu kanısında değilim. Tunus’u bilmem ama Mısır’da, “polis/asker” dikotomisi bana bir 27 Mayıs tekrarını düşündürüyor. Olabilir, ama bu da ancak geçici olabilir.
Seksen sonunun Doğu Avrupa fırtınası şimdi Ortadoğu’ya geldi. Burası, her bakımdan, böyle bir olaya çok daha az hazırlıklı. Onun için de, her an herşey olabilir. Serinkanlı analizi ve değerlendirmeyi elden bırakmamak, olmadık girdaplara kapılmamak gerekiyor

Murat Belge - Arap âleminde Mısır’ın yeri

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 04.02.2011
Murat Belge
Arap âleminde Mısır’ın yeri
Mubarak teslim falan olmadı. Bir kere general olmuş kişi, her duruma önce general gözüyle bakar. O da karşılaştığı bu benzersiz durumda nasıl bir manevra yaparak üstte kalacağını hesapladı ve zaman kazanmaya karar verdi. Mısır halkına “Bakın, bu işi uzatırsanız kaos doğar” diyordu; uluslararası kamuoyuna ise “İşleri düzene koymadan gidersem Müslüman Kardeşler gelir; buna razı mısınız” diye soruyordu (“retorik sonu” dediklerinden). Amerika anlaşılan bunu yemedi (başkaları da) ve “Şimdi git” diye ısrar ediyor. İçerdeyse dediği kaosu çıkaracak birlikleri harekete geçirdi.
Sanki işi çözmek iyiden iyiye orduya kaldı gibi görünüyor. Öğrenci kızın taşıdığı döviz aynı zamanda “siyasî yorumu”u da içeriyor: “Sen seksenini geçtin, ben otuzuma gelmedim. Zaman benden yana!”
Bakalım bunu ordu da anlayacak mı?
Ama Mubarak işin kansız çözülmeme noktasına gelmesi için yapabileceğini yaptı. Bu adamlar dilbilgisi kategorileri içinde “iktidar” ismiyle “bırakma” fiilini birarada kullanamıyorlar. Bütün Ortadoğu’da geçerli bu alışkanlık.
Mısır’a önem veriyorum, çünkü bütün Arap dünyası Mısır’a önem verir. O, dünyanın en kalabalık, herşeye rağmen en zengin ve gelişkin birkaç ülkesinden biridir. Ama Necib-Nasır darbesini ellilerde gerçekleştirerek, siyasî bir rol üstlenmişti. Kendi sınırları içinde. “Nereden başladı? Ne yaptı ve nereye vardı?” diye baktığımızda sadece bir “başarısızlık hikâyesi” anlatabiliriz. Ne kendi sınırları içinde ne de Arap dünyasında toplumsal yapı dönüştü, eşikler atlandı; “Arap sosyalizmi” denen şey hiçbir yenilik, ilerleme getirmedi; İsrail’i savaşla terbiye etme projesi tamamen ters tepti ve onur kırıcı sonuçlar yarattı. Nitekim şimdi bu olaylar hiç olmamış gibi yaşıyor hem Mısır, hem de Arap dünyası. Bizzat Mubarak’ın verdiği mesaj bu: “Hayır, arkadaşlar, öyle şeyler hiç olmadı. Zaten olmazdı, hiçbir yere varmazdı. O rüyayı unutarak yaşamaya bakın. Merak etmeyin, ben başınızdayım. Sizleri baba şefkatiyle yöneteceğim.”
Mısır bu rolü oynamaya karar verince gene Arap dünyasına önderlik etti. Çünkü geri kalanlar da “macera” defterini kapamaya karar vermişlerdi, ama bunun nasıl yapılacağına karar vermek için gene Mısır’ın ağabeyliğine ihtiyaçları vardı.
Gittiğim yığınla “Ortadoğu toplantısı”nda, şaşmaz biçimde, en muhafazakâr tutumu temsil edenler Mısır’dan oluyordu. İslâm dünyası, öyle niyet etti mi, bir şeyleri kutsallaştırma tekniğini iyi bilir. Bu yıllar boyunca kutsallık “statüko”ya tanındı. En önemli iş statükonun korunmasıydı. Bunun yolu da, Arap dünyasında ne tür olumsuzluk olursa olsun, sorumlusunun İsrail olduğunu söylemekti. O zaman, geri kalanların bir şey yapması gerekmiyordu. İşler çok kötüyse, İsrail’in yanında bir de Amerika’yı kabahatli tutmak gerekebilirdi, ama bu öyle sık sık gerekmiyordu.
Mısır’ın kendisinin yanısıra, bu dünyadaki önemli yerinden ötürü de şimdi açılmaya başlayan yeni sahneleri ilgiyle izliyorum. Burada “demokratikleşme” yönünde başlayan hareketlenme mutlaka Arap dünyasında yankılanacak ve etki yaratacaktır. Kaldı ki, daha şimdiden, birkaç Arap ülkesini birden daha derinlemesine etkilemeye başlamış bir hareketten söz ediyoruz.
Bunu son günlerde yazanlar oldu, ama ben de bu temayla bitireyim. Tunus’taki ve Mısır’daki rejimleri burada AKP iktidarına benzetmek abes bir şey. Olan olay bunun tam tersi –diyebiliriz ki Arap kemalizmi göçüyor. Buradaki ulusalcılar ille birileriyle kendilerini özdeşleme merakındaysa, günlerdir Tahrir Meydanı’nda sabahlayanlar değil onların muadilleri; şimdi o sabahlayanları taşlamaya başlayanlar. Onlar nasıl Mubarak’ın ömrünü uzatmakla görevliyse, burada da benzer bir misyonla vesayet rejimine göğüslerini siper etmeye çalışanlar var. Orada “özgürlük” isteyenlerle burada “Ergenekon’a özgürlük” isteyenleri özdeşlemekse, ancak özel bir yeteneğe sahip olanların becerebileceği bir cambazlık.
Ama, “mugalata”dan kimse ölmemiş. Maksat kafa karışıklığına ara vermemek.

Murat Belge - Anayasa değişikliği (1)

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 05.02.2011
Murat Belge
Anayasa değişikliği (1)
Anayasa tartışmasına girmemize daha epey zaman var: Seçim olacak, onun sonuçlarına göre AKP tasarladığı prosedürlerden birini yürürlüğe sokacak –ya da sokmayacak. Ama daha şimdiden, “Biz biliriz, biz karar veririz” izlenimi bırakan bir tavırları var, hiç değilse bazılarının.
Konu açılacak olduğunda da, “başkanlık sistemi” gibi bir şeyler konuşuyoruz. Böyle bir şey çeşitli nedenlerle ilginç ve önemli olabilir, ama Türkiye’de “anayasa” dendiğinde benim ilgimi öncelikle çeken konu o değil. Ne demek istediğimi, bir iki temayı açarak anlatmaya çalışacağım.
Birincisi, “82 Anayasası” dediğimiz mahut metin hakkında. Bu ana yasakname yürürlüğe girdiğinden beri (aslında daha hazırlanmaya başlamasından beri) bir eleştiri nesnesi oldu. Yapan ve yaptıranlardan başka beğeneni duymadım. Bir süre (hazırlık sırasında) AP’liler gidişattan çok şikâyetçi değillerdi, çünkü 27 Mayıs’ın onları çok rahatsız eden Anayasası’na karşılık bunda Yürütme’nin önünü açan bir karakter görmüşlerdi; özgürleştiren değil, özgürlük kısıtlayan bir Anayasa’ydı (tabii bu da iyiydi). Ama “geçici maddeler” belli olunca. AP’liler de “böyle şey olmaz” diye ayaklanmışlardı.
Dolayısıyla denebilir ki 82 Anayasası bizim memlekette ender görülür bir şey yaptı: geniş bir konsensus yarattı. Normal olarak düşüncesi uyuşmayacak kesimler, fiilen toplumda herkes, “Bu çok kötü bir Anayasa” dedi. Yaptıranlar bile, bunu “demokratik”tir filan diye savunmadılar. Mealen, “Siz buna müstahaktınız, biz de bunu yaptık” anlamına gelecek cümlelerle savundular eserlerini.
Tabii Türkiye, eşi menendi zor bulunur bir çelişkiler diyarı: kötülüğü üzerinde eşi görülmemiş bu Anayasa referandumda yüzde 95 dolaylarında onayla geçti.
Evren’in “‘hayır’ derseniz oturur yenisini yaparız” tehdidinin bunda payı olduğu söyleniyor. Olabilir. 12 Eylül rejimi çok müthiş bir terör rejimiydi. Ama öyleyse, bu olay, Türkiye’de çok yaygın kabul gören, “Hele şimdi şöyle yapalım da, sonra bakarız, düzeltiriz” tavrının ne kadar sakat bir felsefeye dayandığını da sergiliyor. O an önemli olan, askerleri göndermekti. Onları selâmetledikten sonra, felâketi de düzeltirdik.
Ondan sonra bilmem kaç kere anayasa değişikliği, “düzeltme”si oldu. Ama Anayasa da Anayasa’ymış, “bana mısın” demiyor. Kimbilir kaçıncı düzeltmeden sonra, “değiştirilmesi teklif edilemez madde”leri ve daha tonla teferruatıyla, kaya gibi duruyor ve normal bir hayatı önlüyor.
“Sonra düzeltiriz” felsefesi böyle bir şey.
O yüksek oranla geçmiş olması bir şey. İşte, söylüyoruz, “Adamlar gitsin de, düzeltiriz” diye bir “akıl yürütme biçimi” sözkonusuydu. Doğru, yanlış, bir “akıl” yürütme çabası...
Bundan sonrası bana daha dehşetli görünüyor. Bunun adı “82” Anayasası. Bunları 2011’de konuşuyoruz. Otuz yıl gibi bir şey... Otuz yıldır hâlâ herkes şikâyetçi, lehine laf eden, “Şurası da iyidir” diyen kimse yok, ama otuz yıldır burada, otuz yıldır “bizim Anayasa’mız”! Bu nasıl oluyor? Bu da son derece şaşırtıcı bir şey değil mi?
Evet, bilmem kaç kere “revizyon”dan geçti, orası burası değişti, ama onların hepsi birtakım ayrıntılardı. Bir anayasanın bulunduğu toplumu da tanımlayan özü denecek yerde değişen bir şey olmadı. “Baskıcı”, “tıkayıcı”, “durdurucu” bir metin, bu felsefe üstünde duran bir metindir bu. Demek ki bizim bundan ciddi bir şikâyetimiz olmadı. Demek ki Evren & Co. Haklıydı: bize uygun bir Anayasa yapmışlardı. Anayasa “gerçekçi”ydi.
Ama şimdi “değişim” ciddi gibi görünüyor. Hâlâ kavgasını ettiğimiz “kısmî” değişiklikler bile çok önemliydi, çünkü daha öncekiler gibi ayrıntılardan çok, 82 Anayasası’nın “anafikri”ne dokunuyorlardı. Şimdi de, dediğim gibi, çapı ve derinliği muhtemelen seçim sonuçlarına ve oluşacak Meclis’in yapısına göre belirlenecek yeni değişiklikler gelecek.
Peki, ne oldu da buraya geldik? Otuz yıldır hakkında sonsuz homurdanıp değiştirme konusunda hiçbir ciddi somut adım atamadığımız bu Anayasa, şimdi ne oldu da, değişme sürecine girdi?
Bugün ancak bu “soru”ya kadar gelebildim. Cevabını da (kendi düşürebildiğim “cevap”) tek bir yazıda özetleyebileceğimi sanmıyorum. Ama deneyeceğiz.

Murat Belge - Anayasa (2)

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 06.02.2011
Murat Belge
Anayasa (2)
Dünkü yazımı, “Bunca yıldır değiştirilemeyen bu Anayasa, şimdi ne oluyor da değişiyor” mealinde bir soruyla bitirmiştim. Bunun cevabına da, ancak konuyu baştan alarak cevap verebilirim.
Dünyada anayasalar, içinden doğdukları toplumun temel sorunlarını ve bunlara bulunmuş çözümleri yansıtır. Fransa’nın da bizim gibi çoktur Anayasa’sı (bir türlü yerine oturamayan bir toplum olduğu için): ama temel eğilimin “idari merkeziyetçilik” yoluyla aristokrasi/ruhban hegemonyasını engellemek olduğunu anlarsınız. Amerika federalizmle yerel özerklik tutkusunun dengesini, yazısız anayasasıyla Britanya aristokrasisi ile burjuvazisi arasındaki temel uzlaşımayı kurmaya çalışır.
Bizim erken Anayasa (1876) Padişah’ın sınırsız iktidarına kimin, nasıl ortak olacağını bir formüle bağlıyordu. Daha sonrakiler (82 de dâhil) toplumun içinde oluşmuş bir konsensusu yansıtmaz. Bunlar hepsi de “yönetenin, topluma, nasıl yöneteceğini tebliğ ettiği” metinlerdir. Toplumun seçimle işbaşına getirdiklerini devletin nasıl denetleyeceğini, nerede durduracağını tebliğ eden metinlerdir. Dolayısıyla, “seçilmiş”le “atanmış”ın dengesini kurmaya çalışırlar. Bu metinlerin içinde “ahali”nin yeri yoktur. “Ahali”, ancak dolaylı olarak, onu yöneteceklerin kendi aralarındaki yetki paylaşmasının edilgin nesnesi olarak anayasada yer alırsa alır.

Şimdi değişiyor olmasının açıklaması da burada. AKP iktidarı onuncu yılına yaklaşıyor ve bu süre içinde geleneksel bürokratik vesayet önemli ölçüde geriletildi. Ancak, yasal-anayasal yapılanma düzeyinde değil, fiilî siyaset düzeyinde oldu bu. Şimdi, bu fiilî olgunun yasal-anayasal düzeyde perçinlenmesi aşamasına gelindi. Onun için de, 82 Anayasası’nın nihayet birtakım değişikliklere uğraması perspektifi gözle görülür hale geldi.
Bu değişiklik, toplumun kendi içinde ulaştığı konsensusları yansıtacak mı? Başka kelimelerle formülleyecek olursak, bu “yeni anayasa”, yönetim aygıtında bir nöbet değişikliğini mi yansıtacak, yoksa toplumun “Biz, kendimizi, aşağıdaki ilkeler çerçevesinde yönetmek üzere bir temel anlaşmaya vardık” iradesini mi yansıtacak?
AKP’nin ve yöneticilerinin ufkunda ikincinin gerçek bir ağırlığı olduğu kanısında değilim.
AKP’nin böyle bir değişim olacaksa ondan öncelikle sorumlu olacak sözcüleri, temsilcileri ne konuşuyor, ne gibi ipuçları veriyorlar?
“Başkanlık sistemi” dışında pek bir şey işittiğimiz yok, izleyebildiğim kadarıyla. Bu da, zaten, adı üstünde, “Biz sizi şu kurallar çerçevesinde yöneteceğiz” temel felsefesinde olabilecek çeşitli usullerden bir tanesi.
Bu niteliğiyle, yönetenlerle yönetilenler arasındaki konsensusun ne olabileceğini aradığını, topluma bu soruyu sorduğunu, bu alanda danıştığını söylemek mümkün değil.
“Şimdiye kadar toplumun tepesinde bir mücadele cereyan etti ve bunu biz kazandık. Şimdi sizlere bu yeni kurumlaşmanın ilkelerini açıklıyoruz.” Yani, yönetenlerle yönetilenler arasındaki yeni denge şöyle şöyle olmuştur, böylece biline...
“Yönetilen” konumundaki topluma burada ancak dolaylı bir yol açılıyor: “Merak etmeyin, biz sizi temsil ederiz, sizin iyiliğinizi düşünürüz” yollu bir şey. Yani “paternalizm”; bunun biraz yeni bir şekli.
Böyle olmak zorunda mı? Bence değil. Ama burada da olgular çok net değil. Böyle olmak zorunda değilse, bunun inandırıcı kanıtı, toplumun göstereceği olgunluktur. Bir “anayasa” tartışmasına, belirli bir bilinçlilik sahibi olarak katılma iradesini göstermesidir, önemli olan. Bunun için de, sözünü ettiğim “konsensus”ların toplum içinde zaten büyük ölçüde gerçekleşmiş olması beklenir. Oysa çevreye baktığımızda pek böyle bir durum göremiyoruz. “Bir kadın başına bir örtü bağlamış olarak adına ‘üniversite’ denen yerde dershaneye girip oturabilir mi?” Şu basit soru hâlâ bir “arbede” konusu olabiliyorsa, henüz oralarda değiliz.
Oralarda olanlarımız da var. Hem de azımsanmayacak sayıda. Ama bu arbedeleri hâlâ çıkarabilenler, Halil Berktay’ın izleyip aktardığı mail’leri yazabilenler, onları böyle şeyler yazmaları için işleyebilenler, onlar da bu Cumhuriyet’in yurttaşları. O zaman bir anayasanın yukarıdan aşağıya bir tebligat olması keyfiyeti kolay kolay değişmez.

Murat Belge - Hakemsiz, koruyucusuz demokrasi

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 12.02.2011
Murat Belge
Hakemsiz, koruyucusuz demokrasi
Dünkü yazıda, çeşitli partilerin ideolojilerini ülkenin ordusuna bakarak ayarlama gereğini duymalarının, demokrasi açısından, ne anlama geldiğini sorguluyordum. Böyle şeylerin ölçüsü partinin kendi içinde olmalı, bir “fren” gerekiyorsa ona da parti kendisi basmalı. Bütün bu ölçüler de partinin toplumla ilişkisi içinde biçimlenmeli bence. Bir yerde demokrasi varsa, orada bir de “demokrasi bekçisi” kurum olmaz; tersine, böyle bir kurumun olduğu yerde, uzun boylu inceleyip araştırmaya gerek kalmadan, demokrasinin olmadığını, olamadığını anlarsınız. Çünkü demokrasi son kertede “ötekinin hakkını” içselleştirmek demektir. Bunu partiler kendileri yapamıyor ve bir “hakem”e ihtiyaç doğuyorsa, orada işlerin iyi yürümediği sonucunu çıkarabilirsiniz ve yanılmazsınız.
Dün bunları da aklından geçirirken aklımın bir kenarında içkiyle ilgili şu yeni düzenleme vardı ve bugün onu ele almayı tasarlıyordum. Sabah, Taraf’ta, Alper Görmüş’ün sütununda hoş bir sürprizle karşılaştım. Yeni Safak okumuyorum, onun için Hayrettin Karaman’ın bu yasayla ilgili yazısından haberim olmadı; Görmüş’ün sözünü ettiği “Evet... ama takipteyiz”den ise hiç haberim yoktu. Onların Hayrettin Karaman’a müdahalesini çok sevimli buldum. Ayrıca, iki gündür anlatmaya çalıştığım konuyla da yakından ilgili olduğunu düşündüm.
Yasanın ayrıntısını hâlâ bilmiyorum. Ama o “24 yaş” yetiyor nasıl bir şey olduğunu anlamaya. On sekiz yaşında idam edilme hakkına sahipti bu ülkenin gençliği (o hakkı toptan kaybedene kadar): daha da akla gelecek ne varsa, on sekiz yaşına gelince yapmaya başlıyoruz (kızları daha oraya varmadan evlendirmekte de sakınca yok), ama içki içemiyoruz. Bununla da bitmiyor; “Ya çevrede 24 yaşına gelmemiş biri varsa...” diye geri kalanlar da içemiyor. Bunun adı da “gençleri korumak”.
Karaman’ın alıntılar yoluyla tanıştığım yazısında hükümetin sahip olduğunu sandığım perspektiften konuşmuş, belli ki; “liberal-laik-demokrat bir sistemde içki ve sigarayı bırakmak mümkün olmuyor” demiş. Yani onun ideali bunların yasaklanması, ama şu kahrolası Batı icadı, gâvur patentli demokrasi. Onu da ortadan kaldıramadığımıza göre, ancak bu kadarını yapabiliriz.
Hükümetin de tam böyle düşündüğünü sanıyorum. Bu ise, işte o, ortada bir “hakem”in “böyle olur, şöyle olmaz” dediği, ona göre tanımlanmış “demokrasi”de olacak bir şey. Bir “kandırmaca”, “biçimine getirip yutturmaca”. Bunu savunurken, “biz kimin içkisini yasakladık?” deyip arkasını “tıksırıncaya kadar içiyorlar” diye bağlamaktan da, maksat belli oluyor.
Muhafazakâr kişinin –dünyanın neresinde olursa olsun- aklının nasıl çalıştığına ben akıl erdiremem. “Öyle düşünme, böyle düşün” diye buyuramam da.
Ama mantıklı olmak diye bir şey vardır, tutarlı olmak vardır, bir “sistem” olacaksa, “sistematik” olmalıdır falan filan. On sekiz yaşında şunlar şunlar, ama içki yasak. Yanındaki adam 22 yaşında, sen de içki içemezsin burada... Bunlar mantıklı filan değil, “sistematik” kavramına da aykırı.
“Cin olmadan adam çarpmak” bu, “hukuk nosyonu”, “yasa anlayışı” falan değil.
Ama Alper Görmüş’ün adresini verdiği o arkadaşların müdahalesi çok güzel. Benim yazacağım böyle yirmi yazıdan daha önemli ve daha etkili, onların o müdahalesi. Çünkü onlar bu eleştiriyi içerden yapıyorlar.
Eleştirinin bu şekilde “içerden” gelmesi, “hakemli demokrasi”den, hakeme gerek duymayan, kendi vicdanı ve sorumluluğuna uyduğu zaman zaten doğruyu bulan insanların omuzları üstünde yükselen “yurttaşlar demokrasisi”ne yol almaya başladığımızın işaretidir.
“Hakem” deyince hepimiz aynı şeyi anlıyoruz ve o yapıyı elbirliğiyle ortadan kaldıracağız. Ama bunu yapma gerekçesi, onun yerine bir başka (daha “iyi” olduğunu iddia ettiğimiz) hakem koymak değil. Beni koruma, bana saygılı ol. Başka bir şey istemiyoruz. Düşünceme, seçmeme, kararıma, olgunluğuma saygılı ol.

Murat Belge - Mısır’dan iyi haber

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 13.02.2011
Murat Belge
Mısır’dan iyi haber
Tam, yakın zamanda sonuç almaktan –ya da, istenen sonucu almaktan- umut kesmeye başlarken sonuç geldi, yani Mubarak gitti.
Mısır politikasının mekanizmalarının ne olduğunu bilmek gibi bir iddiam yok; Ortadoğu uzmanı hiç değilim. Onun için bu olaylara bakışım da “amatörce”. Ama Mubarak’ın bu gidişinde belirleyici rolü Mısır ordusunun oynadığı kanısındayım. Adam sonbahara kadar yerinde oturup “sorumlu bir devlet adamı” olarak ülkeyi yeni geleceğine hazırlayacağını ilân ettikten sonra, sanırım ordu iki çekim merkezi arasında kaldı: biri yılların Mubarak’ı ve kurulmuş bütün iktidar ağları, öbürü de onun gitmesinden daha fazla hiçbir şey istemeyen milyonlarca Mısırlı. Bu ikincisi Mısır’ın siyasî tarihinde yeni bir şey.
Ama daha olayların ilk günlerinde Mısır ordusunun “halka karşı silâh kullanılmayacağı” konusunda teminat vermesi, orduda bu kararın bir süre öncesinden bir tartışma konusu olduğunu gösterdi. Dedim ya, Mısır’ı “içerden” bilmiyorum: Mubarak’ın yerine veliaht bırakan bir diktatör olması mı orduyu ona karşı olumsuz tavır almaya itti; yoksa başka şeyler, örneğin milyonlarca insanı sokaklara döken birikim mi? O birikimi Mubarak bir başına yapmadı, yapamazdı. Ellilerden beri Mısır’ı ordusu yönetiyor ve şu tarihe gelindiğinde bu kurumun bu ayrıcalığından vazgeçmiş olacağına fazla bir ihtimal veremiyorum. Ama bu milyonlar, orduya, Mubarak’ın bir geleceği kalmadığını göstermiş olmalı.
Orduyu kendi tarafına çekmeyi başarsa ne yapardı? Tahrir Meydanı’nı dolduran binlerce Mısırlının korktuğu gibi, halkı yeniden evine soktuktan sonra yeni tedbirlerle, gerekli tutuklamalarla vb. sultasını bir kere daha perçinleyip eylülde “Size bir müjdem var: ayrılmaktan vazgeçtim!” diye çıkar mıydı ekranlara? Bunun da zorlukları var, ama aklından buna benzer şeyler geçirmediğine kimse kefil olamaz.
Ne düşündüyse düşündü, ama işler onun istediği yoldan yürümedi. Burada, Mısır halkının direnişi, kararlılığı belirleyici rol oynadı, sanıyorum. Halk şiddet uygulamadı; “Mubarak taraftarı” adı altında saldıran sivil polislere karşı kendini savunmak dışında. Herhangi bir yer tahrip edilmedi. İşin başındaki birkaç yangın yayılmadı. İsrail’in “Mubarak iyidir” tutumu Obama’yı etkilemedi, bu direnişi seyrederken. Yani halk, oynayabileceği rolü en iyi şekilde, aksamadan ve yönünü şaşırmadan oynadı.
Bu Mısır için yepyeni bir yaprak, ama hep konuşuyoruz, onun çevresinde genişleyen halkalar yaratacak bir yeni durum: Arap toplumları son kırk yıldır, elli yıldır girdikleri tünelden çoktan bıkmışlardı, ama bir ışık da görmüyorlardı. Şimdi o ışık göründü. Dolayısıyla hareketin yayılacağını umuyor ve bekliyorum.
Mısır daha önce de yazdığım gibi Arap dünyası için çok önemli. Şu anda bütün ışıldaklar onun üzerinde; onun için bu halk hareketini “ham hum şaralop”lamak isteyecek güçlerin meydanı istekleri gibi boş bulamayacağını da umuyorum.
Ama Mısır bize Tunus’u da unutturmasın. Tunus da şimdiye kadar yaydığı etkilerin ötesinde Magreb ülkelerini demokrasiye açan anahtar olabilir.
“Anahtar” dedim de Mısır’da kıymet-i harbiyesi olan kaç kapı varsa, hepsinin anahtarının ordunun elinde olduğu kanısındayım. Ama şimdi Mısır halkı, anahtarı olmayan, kendisinin de olduğu pek bilinmeyen bir kapıyı zorladı ve açtı. Bu hamle, buralarda sanıldığı –ve korkulduğu- üzere, değişik dozlarda İslâmcı hareketlere daha geniş etki alanı açabilir, ama ondan önce, evrensel demokrasinin iyiliğine inanan, ilkelerine güvenen, ama rejimlerinin resmî ideolojileri altında bunları dile getiremeyen kesimlere hareket alanı sağlıyor. Bu durum, İsrail’in geleceği ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki varlığı çerçevelerinde de önem taşıyor. Haftaya biraz da bunları konuşuruz.

Murat Belge - Mısır’dan yayılacaklar: İsrail

TÜRKİYE'NİN HALLERİ 15.02.2011
Murat Belge
Mısır’dan yayılacaklar: İsrail
Mısır’daki değişim, öncelikle Tunus’un haykırışına gelen yankı gibiydi. Yemen gibi uzak köşe bucaktan da aynı yankı geliyordu. Mısır’ın sesi daha büyük, bayağı büyüktür. Onun için bu yankıların çoğalmasını bekliyorum.
Çıkılan her “yolculuk”, son kertede, bir “risk göğüslemek” demektir. “Demokrasi”ye doğru yola çıkma kararı veren bu Arap ülkelerinin sırt çantalarında öyle çok miktarda “demokratik deneyim” yok; bu da bazı sorunlar çıkartabilir. Öte yandan, “anti-demokrasi”den bol bol var. Bunu da bir “deneyim” biçimi olarak küçümsememeli. Şu anda, aranan, ardına düşülen şeyin ne olduğu pek fazla bilinmiyor, ama ne olmadığı çok iyi biliniyor. Şimdi halkların bu bilgiyle önlerine konma ihtimali yüksek sahte-çözümlere, ersatz, “sentetik” demokrasi formüllerine direnmeyi becermeleri gerekiyor.
Zaman alabilir mi süreç? Alabilir. “Alabilir”den öte, mutlaka alacaktır. Bu kadar kolay idiyse, neden bu kadar beklendi? Yalnız Mısır’dan söz etmiyorum, bütün dünyada? Hâlâ?
Ama bugün yalnız Mısır’dan, yalnız Arap veya İslâm âleminden de söz etmek istiyorum. Bunların bulunduğu coğrafyada ikisinden de olmayanlar var. Örneğin İsrail. Bu olanlar orayı etkiler mi, nasıl etkiler?
Tarih, bilinmeyene doğru uzanan (uzandığını iddia eden) patikalarla dolu. İnsanlar, “özne”ler her durumda “tek yol” diye bağırmaya pek heveslidir ama ne yazık ki tarihin mantığı öyle çalışmıyor. İsrail’in de nasıl etkileneceğinin belki yüz yolu var –ama etkilenecek. Bundan kaçınmasının yolu yok.
Ve tarihte herşey “koşulsal” (“conditional”): yani, “şöyle olursa şöyle olur...”
Söylenen olumlu domino “efekti”, diyelim ki başladı. Arap âleminde! “Üç vakit içinde” demokrasi gelecek ve bu süreci durduran bir “iç” ya da “dış” etken yok!
Bu durum, İsrail’in şimdiki ve aslında bir süreden beriki yönetiminin dayandığı sermayenin önemli bir kısmını “geçmez” hale getirecektir.
İsrail gittikçe sıklaşan bir biçimde hukuk dışına çıkıyor... Kendi verdiği sözleri çiğneyebiliyor, uluslararası kuralları çiğneyebiliyor; İsrail gitgide dikenli bir meyveye benziyordu. Uzanan ellere batıyor, zehirliyor vb. ama o dikenleri kendi içinde çevirmiyordu.
“Ne bu dikenler. Niye böyle yapıyorsun” diye soranlara çevresini gösteriyordu: “İşte, beni kuşatan çember bu. Bunların kültürü bu, istekleri bu. Ne yapabilirim? Hayat hakkını nasıl savunabilirim?”
Benim belleğimde silinmeyen imgelerden biri olarak, 11 Eylül ertesinde sokakta göbek atan Filistinli kadın imgesi var. Bilmem kaç bin sıradan insanın böyle korkunç bir ölümle ölmesi karşısında bu sevinç gösterisini sergileyebilen biri. Ve tabii onun duygularını, yaklaşımını paylaşan binlerce, milyonlarca insan.
Bir kesimin büyük bir doğallıkla sergilediği siyasî kültür bu olunca, sorunun tarihî nedenleri ne olursa olsun, öbür tarafın “İşte benim düşmanım bu. Onun karşısında nasıl davranmamı öneriyorsun” diye sorarak haklı çıkması mümkün.
Dediğim gibi iki günde olacak şey değil ama şimdi başlayan süreç, uzun vadede, bu kültürü de değiştirecek süreçtir. Ama istenmeyen kesintiler olmadıkça, daha o “uzun vade”ye varmadan, olumlu sonuçlarını üreterek gelişeceği umulur.
Bu durum, İsrail’in pek çok sefer bir “bahane” olarak kullandığı bir “sermaye”yi yavaş yavaş elinden almaya başlayacaktır. “Bildiğini okumaya” devam ettiği ölçüde, dünyada “sorunun kaynağı” olarak görülecek ve bugüne kadar ne yapıp edip kaybetmemeyi başardığı desteğin ufalandığını görmeye başlayacaktır.
Dünya barışı için iyi bir şey bu, ama, biliyor musunuz, asıl İsrail için iyi.
Ama “bu İsrail”in aynı zamanda “feasible Israil” olduğu önermesini İsrail halkının kabul etmesi, çevrelerinin değiştiğine inanmalarından geçiyor.

Neşe Düzel - Berat Özipek: ‘Tabanı değil, AK Parti korkuyor’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 14.02.2011
Neşe Düzel
Berat Özipek: ‘Tabanı değil, AK Parti korkuyor’
Berat Özipek: ‘Tabanı değil, AK Parti korkuyor’ “AKP’nin tabanının gerisinde. Tabanını tanımıyor. Kendi milliyetçi, devletçi, refleksiyle konuşuyor. Kürt meselesinde kendi bölünme korkularını çıkarıyor.”

“AK Parti, içki, heykel gibi konuları, seçim öncesinde toplumun muhafazakârlığıyla oynamak için getiriyorsa, yanılıyor. Bu kitle içkinin alenileşmesini istemez ama içer de.”

“Muhafazakârlar da endişeli. Anadolu sermayesi 28 Şubat’ta öyle saldırı ve haraçlarla! Karşılaştı ki... Mallarına, devletin el koymasından hâlâ korkuyor ve bir ayağını dünyada tutuyor.”
***
NEDEN BERAT ÖZİPEK
AKP, büyük sorunların çözümüyle karşılaştığında aniden durdu ve gerilemeye başladı. Sayıştay ve ombudsmanlık yasasıyla askerî vesayete selam çakarken, asıl sorunları bir kenara bırakıp gündeme de heykel, dizi, içki gibi anlamsız tartışmalar soktu. Üstelik bütün bunları seçimlere sayılı aylar kala yaptı. Bu tartışmaları da “muhafazakârların” istediği gibi bir hava yarattı. Peki, kim bu muhafazakârlar? Gerçekten böyle tartışmalar ve gerginlikler mi istiyorlar? AKP’yi bu nedenlerle mi seçiyorlar? Muhafazakâr kesimlerin asıl talepleri ne? AKP’den ne bekliyorlar? Nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyorlar? Kürt sorununa, askeri vesayete nasıl bakıyorlar? Milliyetçiliğe mi yoksa demokrasiye ve özgürlüklere mi oy veriyorlar? Anadolu’nun muhafazakârları ne yönde değişiyorlar? Çok geniş bir kesimi temsil eden muhafazakârların İslamcılardan farkı ne? AKP, kendi tabanını oluşturan muhafazakârları gerçekten tanıyor mu? Yoksa AKP, kendi “hastalıklarını” muhafazakârlara mı yansıtıyor? Bütün bunları muhafazakârlık üzerine çalışan ve yakında Timaş’tan “Muhafazakârlık” kitabı yenilenerek çıkacak olan Doç. Dr. Berat Özipek’e sorduk. Sekiz yıl Tokat Gazi Osmanpaşa Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne geçen siyaset bilimci Doç. Berat Özipek, Liberal Düşünce Topluluğu’nun kurucuları arasında yer alıyor ve Anadolu’yu yakından takip ediyor. Özipek, ağırlıklı olarak muhafazakârlık, insan hakları, hukuk devleti, ifade özgürlülüğü, din ve vicdan özgürlüğü konuları üzerinde çalışıyor.
***

NEŞE DÜZEL: AKP’nin heykel, dizi, içki gibi konularda muhafazakâr tabanın hoşuna gidecek gerginlikler yarattığı görülüyor. Öncelikle “muhafazakâr taban” kavramından başlayalım. Kim, muhafazakâr taban?
BERAT ÖZİPEK: Türkiye’de sosyal piramidin tepesinde, devletçi-seçkin kesim vardır. Muhafazakâr taban ise sosyal piramidin alt ve orta sınıflarına oturan kesimdir. Bunlar, aile, gelenek, din, tarih gibi değerleri ve kurumları önemser. Bu tabanı, geçmişte Terakkiperver-Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Özal’ın ANAP’ı temsil etti, şimdi de AK Parti temsil ediyor. Muhafazakâr taban, çiftçi, küçük toprak sahibi, işçi, işsiz, esnaf ve orta sınıf girişimcilerden oluşur.

AKP’nin tabanı tamamen muhafazakârlardan mı oluşuyor?
Hayır. AK Parti’nin tabanında muhafazakâr, İslami, liberal ve sol olmak üzere dört damar var. Mesela Türkiye’de insanlar kendilerine liberal demezler ama bu ülkede her seçimde en liberal mesajları verenler seçimleri kazanır. Ceberut devlet geleneğine karşı çıkanlar, serbest piyasayı, ifade, din, vicdan ve kimlik hürriyetini savunanlar daha çok oy alırlar. Bu ülkede liberalizm, sanıldığı gibi sadece küçük bir entelektüel grubun ideolojisi değildir. Bu ülkede çok geniş kesimler liberal hassasiyetlere sahip. AK Parti’de de liberal duyarlılıklara sahip büyük bir kitle var.

Eğer AKP’nin tabanında liberal hassasiyetler dediğiniz gibi kadar güçlüyse, niye parti yönetimi, heykel, dizi, içki tartışmalarıyla gerginlikler yaratıyor?
Kitleyi doğru okuyamıyorlar. Kendi devletçi, milliyetçi ve muhafazakâr refleksleriyle konuşuyorlar zaman zaman. Mesela Diyanet’i kaldıralım dediğinizde, kitleden önce AK Partililerin kendi korkuları ön plana çıkıyor. Kürt meselesinde de aynı şey oluyor ve kendi bölünme korkuları öne çıkıyor.

AKP’nin yöneticileri İslamcılıktan geldiler. Muhafazakâr ile İslamcı taban arasındaki fark nedir?
İslamcılar, adına “İslami sistem” dedikleri alternatif bir devlet projesine sahipler. Gerçi bunlar da kendi aralarında çok çeşitliler... Mesela bir kısmı şeriat sistemini çok özgürlükçü, bir kısmı da çok otoriter, totaliter içeriklendiriyor. Ama sonuçta İslamcıların hepsi de alternatif bir İslami ekonomiyi, siyaseti ve devleti savunuyor. Bunların toplumdaki oranı yüzde 8’dir. Muhafazakârlar ise İslami bir devlet kurmayı düşünmüyor. Kuran’a ve şeriata saygılılar ama devletin, bütün bir topluma bir din giydirmesini istemiyorlar. Muhafazakârlar, insanların kılık kıyafetini zorla değiştiren, inançlarını suç haline getiren, kurban ibadetinden tutun da zikir ve tarikat ritüellerini yasaklayan, insanların yaşam biçimini devlet eliyle yukarıdan aşağıya değiştiren seçkinci siyasi gelenekten rahatsızlar.

İslamcılar, içkiyi yasaklar. Muhafazakârlar yasaklar mı?
Hayır, yasaklamazlar, kısıtlarlar. Muhafazakârlar, alternatif yaşam biçimlerini yok etmezler. Bizdeki muhafazakârlar, Batı’daki muhafazakârlara çok benziyor. Batı’daki Hıristiyan Demokratlar ve muhafazakâr partiler de içki, kürtaj, eşcinsellik, alternatif yaşam biçimleriyle ilgili kısıtlayıcı hükümler getiriyorlar. Gerçi ben, İslamcıların bile içkiyi yasaklayacaklarından çok emin değilim. Zira Türkiye’de en hızlı değişen grup İslamcılar. AK Parti’nin siyaset akademilerine demokrasi dersi vermeye gittiğimizde açıkça görüyoruz. İslamcı tabanda içki, heykel, dizi gibi kısıtlamalar konuşulmuyor. Tabanda, bütün kesimleri ilgilendiren özgürlükler konuşuluyor. Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, tarihle yüzleşilmesi tartışılıyor. İçki, heykel gibi konuların kullanılması, tabanın talebi değil.

AK Parti yönetimi, tabanını tanımıyor mu?
Tanımıyor. AK Parti, muhafazakâr kitlenin belli bazı beklentileri ve kaygıları olduğunu düşünüyor. AK Parti geçen seçimlerde de milliyetçiliğe oynamıştı. Oysa milliyetçiliğe oynamak kazandırmıyor. Eğer içki, heykel, dizi gibi konuları, seçim öncesinde toplumun muhafazakâr ve milliyetçi hassasiyetleriyle oynamak için gündeme getiriyorsa, yanılıyor. Bu kitle içki sevmez ya da açıkta satılmasını istemez, ya da içkinin çok alenileşmesinden hoşlanmaz ama... Bu kitle içer de...

Muhafazakâr taban mı içer?
Evet. Muhafazakâr kitle içkinin yasaklanmasını istemez. AK Parti’nin tabanı, partisinden ileride. Aslında bu ülkede bütün siyasi partilerin tabanları partilerinden daha ileride. AK Parti mecburen daha demokrat olmak zorunda kalıyor. Çünkü daha demokrat bir adım attığında kitlenin kendisine daha olumlu bir cevap veriyor. Seçimlerden önce hükümete yakın birini, Kürt sorununda ve anadilde eğitimde yeterli adım atmadıkları için eleştirmiştim. Bana, “Berat, Türkiye, Liberal Düşünce Topluluğu’ndan ibaret değil. Bu halk bunu kabul etmez” dedi. Referandum yapıldı ve gördük. Galiba halk onların korktuğu gibi değil. AK Parti yönetimi kendi korkularını halka giydiriyor zaman zaman. “Halk bunu kabul etmez” dediklerinde aslında “ben bunu kabul edemiyorum” diyorlar. AK Parti yöneticilerinde devletçi ve milliyetçi refleksler görülüyor.

Her büyük parti, somut bir iktisadi yapı üstünde hayat bulur. AKP de, Anadolu’nun zenginleşen muhafazakârlarının yarattığı büyük ekonomik hareketin partisi görünümünde. Bu muhafazakârlar heykel, dizi, içki türünden gerginlikler istiyor mu?
İstemiyor. Bunlar, daha demokrat ve daha değişimden yana olduklarını pratikte gösteriyorlar zaten. Referandum sürecinde Anadolu’yu dolaştım. AKP’nin en büyük avantajı kendi örgütleri değildi. Hatta referandumda en az çalışan onlardı. Referandumda “Evet” in asıl taşıyıcısı sivil toplumdu. Mesela Urfa’da bütün kent Evet Afişleriyle doluydu. Bu afişlerin sahibi de ya Fırıncılar ya Baklavacılar ya da Hırdavatçılar Birliği’ydi. Kentte sadece iki Hayır Afişi vardı, onlar da CHP ve MHP’nin parti binalarında asılıydı. Anadolu dediğimiz şey, değişen, gelişen bir güç aslında. Türkiye’deki demokratikleşmenin asıl taşıyıcısı Anadolu. Bekledikleri mesajlar da içki, dizi, heykelle ilgili değil. AK Parti, milliyetçiliğe, tarihe vb. vurgu yaptığı için seçim kazanmadı Anadolu’daki değişim ve dönüşüm rüzgârının önünde yürüdüğü için kazandı. Anadolu, özgürlükçü tutumlara oy veriyor.
Peki, politikanın hamasi tartışmalarla gerginleşmesi, Anadolu’nun zenginleşen muhafazakârlarının hayatını kolaylaştıran mı yoksa onları endişelendiren bir durum mu?
Bu gerginlik herkesin işini zorlaştırıyor. Politikanın gerginleşmesinden muhafazakârlar da endişeleniyorlar. Onların beklentisi, siyasetin bu konularda gerginleşmesi değil. Mesela cumhurbaşkanlığı seçimi ya da yargının demokratikleşmesi konusunda ortaya çıkan gerginliklere karşı değiller. Hatta zenginleşen muhafazakâr kesim, oligarşiden demokrasiye geçişle ilgili ortaya çıkan gerilimlerde taraf oluyorlar ve hükümetin, “gerginlik çıkacak” diye geri adım atmasını istemiyorlar. Askerin siyasete müdahalesine karşı çıkan siyasetçiyi de seçimde destekliyorlar. Ama “ucube” tartışmasını desteklemiyorlar. Çünkü heykel konusu, Anadolu’daki muhafazakârların asli duyarlığı değil. AK Parti öyle zannediyorsa, toplumu yanlış algılıyor. Türkiye’de demokratikleşmeyi ve iktisadi gelişmeyi taşıyan Anadolu’nun konusu, talebi bu tartışmalar değil. Bunlar, asli tartışmaların yerine ikame edilmiş yapay tartışmalar.

Türkiye’deki, Anadolu’daki asıl tartışma nedir?
Asıl tartışma, ayrıcalıklı bir zümrenin egemenliğinden, toplumun çoğunluğunun egemen olduğu bir sisteme geçmektir. Yani asıl tartışma, oligarşiden demokrasiye geçmektir. Biz bugün oligarşiden demokrasiye geçiş sürecindeyiz. Anadolu’nun zenginleşen muhafazakârları bu geçişi savunuyorlar. Zaten muhafazakârlarla liberallerin, demokratik sosyalistlerin, sosyal demokratların ve İslami duyarlılıkları olanların bugün aynı noktada buluşmalarının nedeni de budur. Demokratikleşme konusunda birleşmeleridir.

Muhafazakârların siyasetten ve AKP’den bekledikleri nedir?
Özellikle yasakların kalkmasını istiyorlar. Mesela başörtülü öğrencilerin ve çalışanların üzerindeki yasakların kalkmasını, devletin vatandaşlara eşit mesafede durmasını istiyorlar. Ama AK Parti referandum ve seçimde kazandığı rüzgârı değerlendireceğine anlamsız tartışmalarla meşgul oluyor. Mehter takımı gibi iki ileri bir geri adım atması, kendisinin de hâlâ bir değişim sürecinin içinde olduğunu gösteriyor. Toplumun gelişiminden daha yavaş bir AK Parti var karşımızda. Bu yüzden de referandumda çıkan 58’i doğru okumuyor. Okusaydı, Kürt meselesinde, anadilde eğitim konusunda çok daha rahat olabilirdi. Tek bayrak, tek dil gibi tekleyen söylemlere gerek olmadığı anlardı. Eğer bu tekleyen söylemler, kitlenin taleplerini ve kaygılarını gidermek içinse, kitlenin böyle bir kaygısı yok.

Anadolu’nun zenginleşen muhafazakârlarında bölünme korkusu yok mu?
Bölünme korkusu Türkiye’de herkeste var ama hakların tanınmasıyla bir bölünmenin olacağına inanmıyorlar. AK Parti’deki bazı devletçi ve milliyetçi refleksi taşıyanlar kendi korkularını topluma yansıtıyorlar.

Devletçi, milliyetçi damar AKP’de hâlâ çok mu güçlü?
Daha önce 301’de, şimdi de Sayıştay Kanunu’nda olduğu gibi, özgürlükleri, reformları geciktirecek ya da sulandıracak kadar güçlü. Çin atasözü vardır. “Beyaz pirincin içindeki siyah taştan korkmayın, beyaz taştan korkun” diye... AKP’nin de kendi içindeki ittihatçı, devletçi, milliyetçi muhafazakârlarına dikkat etmesi lazım.

Anadolu’daki muhafazakâr işadamları neredeyse bütün dünyayla ticaret yapıyor. Dünyayla ilişkiler, ticaret, birbirinin kültürünü tanıma, muhafazakâr kesimin dünyayı algılamasında nasıl bir fark yaratıyor?
Muhafazakâr kesim, Türkiye’de kendisini en hızlı yenileyen, en fazla değişen, en hareketli kesim. Türkiye’deki değişimin, globalleşmenin, üretici güçlerin gelişmesinin arka planında o var. Devlet ayrıcalıklarıyla ve belli bir işadamı grubuyla işleyen sistemi aşağıdan basınçla kırdı. Özellikle 28 Şubat sürecinde dünyaya açıldı. Çünkü öyle saldırılarla ve hatta haraçlarla karşılaştı ki...

Hangi haraçlar?
Bürokratik kesimlerin el koyduğu ya da Anadolu sermayesini tehdit ederek, onları bağış yapmaya zorladığı şeyi söylüyorum.

Onlardan bağış adı altında haraç mı alındı?
Onlar, yapmak istemedikleri bağışlar yaptılar aslında... Bu bağışları, daha devletçi olan ya da kendi duyarlılıklarına hiç yakın olmayan bazı düşünce kuruluşlarına, “think tank”lere yapmak zorunda kaldılar. Ama bu baskıların bir faydası oldu. Bu baskılar onları uluslararası yaptı. Çünkü şunu gördüler. “Eğer biz Türkiye’de kalacak olursak, bizi rahatlıkla ezebilirler. Mallarımıza el koyabilirler” dediler. Müsadere, el koyma bu topraklarda yeni bir şey değildir. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin mallarına geçmişte el konuldu. Bu ülkede mallarına el konulacak gayrımüslim kalmadığı için, muhafazakârlar, bu anlamda Türkiye’de mallarına el konulacak yeni potansiyel gayrımüslim adaylarıdır. Bu yüzden muhafazakâr Anadolu sermayesine yönelik tepkinin sadece siyasi olduğunu düşünmemek gerekir. Türkiye’deki siyasi kavga, sadece siyasetten ibaret değildir. Bu kavganın maddi bir tabanı ve boyutu da var.

Gayrımüslimlerin el konulan malları, varlıkları kimlere verildi?
Devletçi sermayeyi oluşturan kesimlere, büyük sermayeye ve bürokratlara verildi. Dolayısıyla onlar, sahip oldukları zenginliği, sermayeyi, serbest piyasa koşularında üretmeye, rekabet etmeye değil de, devletin müsaderesine borçlu olduklarından dolayı, her zaman devletçi oldular. Devletin desteğine ve kayırmasına muhtaç kaldılar. Düşünün... Tek parti döneminde bazı malları ithal etme izni bir aileye verilmişti. Anadolu sermayesi ise devletin katkısıyla değil, devlete rağmen devletle itişerek gelişti. Devlete rağmen geliştiği için de devlete borçlu değil ve devletçi değil. Anadolu sermayesi daha özgürlükçü. Ama o da kendisini güvende hissetmiyor. Türkiye’de hep belli bir kesimin korkularından, endişelerinden söz ediliyor.

Türkiye’de endişeli modernlerin dışında başka hangi kesimler endişeli?
Muhafazakârlar da korkuyorlar. Dindarlar da korkuyorlar. Anadolu sermayesi, mallarına, varlıklarına el konulabileceğinden, devlet tarafından müsadere edilebileceğinden hâlâ korkuyor. Korktukları için de bir ayakları dışarıda, dünyada zaten. Bu sermayenin dünyayla bütünleşmesi, iktisadi olarak ufku açık diye olmadı. Ülke içinde boğulunca, pazar ve yatırım için dünyaya çıkmak zorunda kaldılar. Dışa açılma tabii sonradan algılarını değiştirdi. Farklılıklarla beraber yaşama, işbirliği yapma, ortak projeler oluşturma konusunda ufukları açıldı. Böylece Anadolu, Türkiye’deki reformlara kaynaklık edebilecek bir bakış açısı kazandı. AKP’nin demokratik adımlar konusunda tabandan korkması bu yüzden çok anlamsız.

Anadolu’nun zenginleşen muhafazakârları kendi özgürlüklerini savundukları gibi başkalarının özgürlüklerini de yeterince savunuyorlar mı?
Daha demokrat ve özgürlükçü oldular. Ama insan haklarına bakış konusunda pirüpak oldular da demiyorum.

Anadolu sermayesi tam olarak kimdir?
Anadolu sermayesi devlet eliyle oluşan sermayenin dışında kalan sermayedir. Bu sermayenin hepsi dindar değil ama öyle algılanıyorlar. 28 Şubat sürecinde, bazıları, dindar, muhafazakâr olmadıklarını ispatlamak için şirketlerinde mini etekli kadınlar çalıştırdılar. Ama fayda etmedi. Çünkü temel mesele, onların gerici olmaları kaygısı değildi. Temel mesele, Anadolu sermayesinin bizatihi varlığıydı. Devletçi sermaye onunla yarışmak istemiyordu. Onun için de bunlara irticacı, yeşil sermaye falan dendi. Oysa bazıları CHP’li ailelerin çocuklarıydı.

Devletçi sermaye dediğiniz İstanbul büyük sermayesi mi?
Evet. Ama TÜSİAD da kendi içinde farklılaşmaya başladı.

TÜSİAD, evrensel burjuvazinin işlevini göremedi. Anadolu sermayesi görebiliyor mu?
Görebiliyor ve görebildikleri için de Türkiye’de değişim oluyor. Batı’da burjuvazi devlete rağmen gelişti. Özgürlüğü sadece kendisine talep edemeyeceği için herkes için özgürlük istemek zorunda kaldı. Türkiye’deki muhafazakârlar da şimdi mecburen herkes için özgürlük talep ediyorlar. Muhafazakârlar, milliyetçilik açısından da önemli değişiklik gösterdiler. Kürt meselesinin çözümünü, barışla sonuçlandırılmasını istiyorlar.

Kürt meselesinde geri adım atmak, AB yolunda yavaşlamak, gerginlik yaratacak politikalar izlemek AKP’nin muhafazakâr oylarını arttırır mı?
Arttırmaz. AKP, toplumun, demokrat mesajlara ve taleplere, kendisinin sandığından daha açık olduğunu görmüyor.

Muhafazakârların askerî vesayete karşı olmasına rağmen, AKP neden Sayıştay Yasası’nda ya da ombudsmanlık yasasında askerî vesayete yer açacak uygulamalar yapıyor?
Kendilerince pek çok değişkeni dikkate aldıklarını düşünüyorlar. Bu yüzden de ileride kendilerine fatura edilebilecek düzenlemeleri yapabiliyorlar. Mesela Şemdinli olayında yaptıkları hata, daha sonra kendilerine askerî muhtıra olarak döndüğü halde bu tür durumlardan yeterli dersi her zaman çıkarmıyorlar. AK Parti’nin alternatiflerinin korkunçluğu da, bizim, onların demokratik performanslarındaki başarısızlığını ve yetersizliğini görmemizi bazen engelliyor.

AKP gerginliği ve milliyetçi söylemi sürdürürse, muhafazakârların desteği hep sürer mi?
Alternatifi CHP ve MHP olduğu sürece sürer ama daha az tutkuyla sürer. Oy verecekleri bir parti durumuna düşer. Sandığa gidecek olurlarsa ona oy verirler. AK Parti’nin Adalet Partilileşme gibi bir tehlikesi var. Adalet Partisi değişim ve demokrasi talebi olan bir kitleyi felç etti. Demirel’in en büyük avantajı alternatifinin CHP olmasıydı. Öyle bir duruma düşerlerse Türkiye’nin dönüşümü, demokratikleşmesi, büyümesi, zenginleşmesi durur. Böyle bir risk var ama bu büyük değil.

Niye risk büyük değil?
Çünkü zenginleşmeyle demokrasi arasındaki bağı kurmuş olan daha değişimci ve daha demokrat bir taban geliyor aşağıdan. Türkiye’de insanlar artık ekonomik olanla siyasi olanın ayrılmadığının, bir darbe ya da muhtıranın kendilerini yoksullaştıracağının çok farkındalar. Çünkü 28 Şubat’ta Fadime’yle Ali Kalkancı görüntüsünün arka planında, servetin nasıl el değiştirdiğini gördüler. Vatanı ve laikliği kurtaranların, şirketlerin içini boşalttığına, devletçi sermayenin daha da zenginleştiğine ve batan kredilerin kendilerine ödetildiğine tanık oldular.

Bu seçimlerden sonra AKP’nin ne tür bir politika izleyeceğini düşünüyorsunuz?
Ben iyimserim. AK Parti’den ziyade, onu iktidara taşıyan kesimlerin değişim taleplerine güveniyorum. Seçimlerden sonra sivil bir anayasa yapmak için gerçekten uğraşacak.

Peki, sivil anayasayı yapabilecek mi?
Gerekli adımları atabileceği konusunda çok emin değilim. Bizlerin onu aşağıdan sıkıştırması lazım. AK Parti, bundan sonra artık muhalefetle değil, en çok kendisiyle karşı karşıya gelecek ve kendi devletçi, milliyetçi refleksleriyle, kendi korkularıyla kavga edecek. Önümüzdeki dönem, AK Parti’ye en büyük engel kendi içinden gelecek. Eğer AK Parti tabanındaki değişimi çok gerisinde kalırsa ya bölünür, ya da devletçi milliyetçi olmayan daha özgürlükçü yeni bir parti çıkar ortaya.

neseduzel@gmail.com