27 Mayıs 2010 Perşembe

Sosyalizm nerede? Taha Akyol

Sosyalizm nerede?


27 Mayıs 2010



MOSKOVA

BİR zamanlar müthiş bir ‘Bolşevik mistisizmi’ vardı bu şehirde... Sadece şair Nâzım Hikmet değil, Batı’da Andre Gide gibi düşünürler bile, hem de Stalin zamanında bu mistisizme kapılmışlardı!

Bugün Moskova, modern ‘kapitalist’ bir mega-kent... Eski mistisizm, eski kasvet, eski hantallık kalmamış.

Her yer pırıl pırıl... Oteller artık sıkıcı ve pis değil; ferah ve bakımlı... Caddeler insan ve araç dolu, şehir hareketli; geceleri pırıl pırıl...

Bir zamanlar, Raymond Aron’un deyimiyle “laik din” halinde kitlelere diyalektik materyalist bir iman, devrimci bir coşku veren Marksizm-Leninizm’den, gördüğüm kadarıyla iki şey kalmış:

Biri, Bolşoy Tiyatrosu’nun karşısında bütün haşmetiyle hâlâ yerinde duran kaba bir şekilde granitten yontulmuş Karl Marks heykeli...

Lenin heykelleri Moskova’da sökülmüş, hiç görmedim. Birkaç büyük binada da tarihi anı gibi taşa kazılmış Orak Çekiç amblemleri var sadece...



Sosyalizm burada

Sosyalizmin devam ettiği tek hayat alanı hizmet sektörü! Garson, en lüks restoranlarda bile bir servis için neredeyse bir saat bekletiyor sizi!

‘Çabuk’ diye bir kavram yok! Söylüyorsunuz, aldırmıyor.

Hele ekip halinde Kremlin’e girişimizi görmeliydiniz. Güvenlik görevlilerinin pasaportlarımızı kontrolü için yağmur altında bir saat bekledik!

Para, ışık, renk, lüks araçlar, estetik her şey gelmiş ama ‘hizmet sektörü’ Gorbaçov Rusyası’nda gördüğümden sadece biraz daha iyi...

Turandot Restoran’a gittik. Hayatımda böylesine muhteşem bir klasik mimariye sahip restoran görmedim. Eskiden çarlar da uğrarmış bu binaya... Sarkozy ve Merkel, Moskova’yı ziyaret ettiğinde bu restoranda ağırlanmışlar.

Ama servis!.. Bizim sıradan bir ‘lokanta’daki servis bin kat daha iyidir. Mimarinin çekiciliği olmasa, bekleyip durmanın sıkıntısından kendimizi dışarı atabilirdik.

Garsonlar sanki “salla başını al maaşını” memurları hâlâ!

Türkiye’ye gelen Rus turistler servise hayran oluyor; Rusya’ya gelen her turist ise servisten şikâyetçi...

Eminim bir gün düzelecek.

‘Reel’ sosyalizm niye böyle bir insan tipi yetiştirdi de piyasa ekonomisi ve demokrasi yaratıcı ve çalışkan insan yetiştiriyor? Uzun felsefi mesele...



Ve Nâzım Hikmet

Buraya gelince Nâzım Hikmet’i unutmadık, ama bizim uçağımız erken kalktığı için mezarına gidemedik. AK Partili Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ve ekibi dün öğleden sonra Nâzım’ın mezarına gideceklerdi.

Otelde Nâzım üzerine konuşuyoruz. Moskova Büyükelçimiz Halil Akıncı iyi bir diplomat olduğu gibi bir kültür adamıdır da... Diyor ki:

- Nâzım etkili bir şairdi, ona dokunamazlardı. Nâzım bu gücüyle Olcas Süleymanov, Cengiz Aytmatov gibi Orta Asyalı Türk yazarları, Ajdar İbrahimov gibi rejisörleri korudu. Birçok Azerbaycanlı şair ve yazar onun müdahalesiyle hayatta kaldı.

Ve İlber Ortaylı:

- Nâzım, Azerbaycanlı ve Orta Asyalı şair ve yazarlara İstanbul Türkçesini anlatır, alışıp benimsemeleri için onlarla hep İstanbul Türkçesiyle konuşurdu, mecbur kalmadıkça Rusça konuşmazdı onlarla...

Çok isterdim ki Nâzım yaşayıp ömrünü adadığı sistemin çöktüğünü görseydi... Acaba nasıl bir yol seçer, yeni dünyasını ve yeni şiirini hangi değerlerle inşa ederdi? Bilemeyiz ki...

Zavallı Kemal Bey /Ahmet Altan

KUM SAATİ 23.05.2010


Ahmet Altan

Zavallı Kemal Bey


Ahmet Altan köşe yazılarını web sitenize ekleyin
Deniz Baykal’ın özel hayatına ait bir kasetin rezilce bir komployla medyaya sızmasından sonra birden “yenilik ve değişimi” çılgınca arzulayan bir CHP ile karşılaştık.



Bu baskıcı sistemin ve Ergenekon’un en sağlam savunucusu olan partideki bu “değişim” isteği gerçekten şaşırtıcı ve umut vericiydi.



Ama “nasıl değişecekler” sorusu da akla takılıyordu.



Cumhuriyet tarihinin en ciddi “rejim tartışmasının” yaşandığı, muhafazakârların, Kürtlerin, solcuların, Alevilerin devletten haklarını istedikleri bu dönemde, “Kemalist sistemin” partisi, nasıl bir parti olmak istiyordu?



Mütevazı, sakin, çelebi görüntüsüyle bir anda bütün ülkenin ilgi odağı olan Kemal Kılıçdaroğlu, Doğan Medyası’nı sevinçten hoplatan “rüzgârıyla” CHP’yi nereye götürecekti?



Özü, varlığı, temeli bu “sisteme” bağlı olan CHP’nin, “artık bu sistemi değiştirelim, daha demokratik bir ülkede, herkesin eşit olduğu bir düzende, özgürce yaşayalım” demesi, sistemi değiştirecek adımları desteklemesi, dahası o adımlara öncülük etmesi Türkiye’yi uçurup götürür, kısa zamanda büyük yol alınmasını sağlardı.



CHP’nin böyle bir parti olması çok zor da olsa, “umut etmek” her zaman iyiydi.



Üstünde kuşku bulutları uçuşan bir umutla bekledi herkes.



Sonra Kılıçdaroğlu konuşmaya başladı.



Televizyon konuşmalarında ilk işaretleri verdi.



Kurultay konuşmasında da partisinin ve kendisinin ana hedefini ortaya koydu.



Söylediği basitti.



Doğrudan yoksullara hitap ediyordu:



“Size biraz ekmek, biraz para verelim, siz bu sistemi değiştirmekten vazgeçin.”



Baykal’ın CHP’si, “yoksulun ekmeğiyle, parasıyla” ilgilenmeden, yoksula bir şey vaat etmeden, ordunun ve yargının gücüyle sistemi savunmaya çalışıyordu.



Kılıçdaroğlu, özgürlüğü verilmeyecek kitlelere, “esaret karşılığı” biraz ekmek sunma yüce gönüllülüğü gösteriyordu.



Kürtlere “iş bulunacak, Et ve Balık kombinaları” açılacak, Kürtler de buna karşılık “etnik kimliklerinden” vazgeçecekler, “ben Kürdüm, Kürt olmak istiyorum, eşit olmak istiyorum,” demeyeceklerdi.



Varoşlarda oturan “muhafazakârlar”, kendilerine bulunacak iş karşılığında kızlarının “başörtüsünü” sorun etmekten vazgeçeceklerdi.



Anayasa değişimine aynı Baykal gibi karşı çıkılacaktı.



Kemalist sistemle halk arasındaki büyük kavga, “Recep Bey” itişmesine indirgenecekti.



Ergenekon savunulacak, HSYK savunulacak, ordu ve yargı vesayeti savunulacaktı.



Kemal Bey, halka “dağıtacağı” işle parayı nereden bulacak tam bilemiyorum, ciddi bir kaynak açıklamıyor ama bu halk “biraz ekmek” rüşvetiyle bu sistem kavgasından caymaz.



Konuşmasında “Kürt” kelimesini bile kullanamayan Dersimli Kemal Bey, ülkenin nasıl bir mücadelenin içinde olduğunu sanırım pek fark etmiyor.



Türkiye, “ekonomik sistemini” seçme kavgasını Turgut Özal zamanında verdi ve “serbest piyasa ekonomisini” seçti.



O tercihi yaptığından bu yana milli gelirini de, ihracatını da arttırdı.



Bugün, “gelirini” daha da arttırmak için ekonomi tartışmasına girecekse, öncelikle “savunma giderlerini” gündeme getirerek girecek.



Ordu harcamalarını, silaha dökülen paraları tartışmadan, “ekonomiyi” tartışmak pek büyük bir anlam taşımaz artık, paralarımızın çoğu oraya gidiyor çünkü.



İşsizlik sorununu çözmek için de yatırımları “verimsiz alanlardan” verimli alanlara çekecek büyük sektörel değişimlerin projelerini hazırlamak gerekiyor.



Ekonomik sorunlar, “biraz para, biraz ekmek” çizgisinin çok ötesinde.



Ve, rejim mücadelesinin tam göbeğinde, köklü ekonomik projeler ortaya koymadan yapılacak “ekmek” konuşmaları, insanların dikkatini “tartışma konusundan” saptıramaz.



CHP, Kılıçdaroğlu’dan bir imkânsızı istiyor.



“Halkı kandır da şu sistem tartışmasından vazgeçsin, bugünkü sistemi devam ettirmemiz için bize oy versin.”



Zavallı Kemal Bey, nasıl çaresiz olduğunu yakında görecek.



Bilmiyorum, belki de şimdiden görüyor.



Onun en çekici yanı olan “politikacıya benzemeyen politikacı” duruşundan, ucuz bir polemikçiliğe kayan “politikacı kimliğine” dönmesi belki de bunu görmesinden.



Dürüstlüğü, “havuzlu evde oturmamak” düzeyine indirmesi ise iyice acıklı; dürüstlük iyidir ama dürüstlüğün ölçüsünü de “havuza” kadar düşürmemek gerekir.



Keşke Kemal Bey havuzlu villada otursa da bu ülkenin ezilen, kimlikleri, inançları inkâr edilen insanlarına sahip çıksa, daha dürüstçe bir davranış olur.



CHP’nin asıl sahibi gibi gözüken Önder Sav ve ekibi, eski düzenlerini sürdürmek için Kılıçdaroğlu’yu bir maske gibi kullanma eğiliminde anlaşılan.



Kılıçdaroğlu, 2010 Türkiyesi’nde rejimle hesaplaşmadan, darbecilerle dövüşmeden, tam aksine rejime ve Ergenekon’a sahip çıkarak lider olamaz.



Olsa olsa rejim muhafızlarının yüzünde bir maske olur.

Laiklik, yoksulluk, Ergenekon / Ahmet Altan

KUM SAATİ 25.05.2010


Ahmet Altan

Laiklik, yoksulluk, Ergenekon



Yazıyı Paylaş:


Ahmet Altan köşe yazılarını web sitenize ekleyin

Şimdi, öyle laf kalabalığına, bağırıp çağırmaya hiç gerek yok, sakin sakin ve işi nete getirerek konuşalım.


Biz, ordunun “darbe planlarını”, hazırlıklarını, lahikalarını, fişlemelerini ortaya koyup eleştirdiğimizde, CHP’liler ve her nedense CHP’yi desteklemeyi çok onurlu bir iş sanan medya üyeleri ne diyordu?



“Laiklik tehlikede, bu tehlikeyi önleyecek tek güç ordudur, siz orduyu güçsüzleştirerek laikliği tehlikeye atıyor, laiklik düşmanlarına yardım ediyorsunuz” diyorlardı.



Peki, sonra ne oldu?



En fazla “laiklik” davası güden, laiklik üzerinden büyük gerginlik yaratan Deniz Baykal’ı, “laikçi” CHP’lilerle laikçi medya, elbirliğiyle parti başkanlığından uzaklaştırdı.



Baykal yüzünden CHP’nin ilerleyemediğini söylediler.



Yerine, Kemal Kılıçdaroğlu “büyük umut” olarak geldi.



Kurultay konuşmasında “laikliğin” tehlikede olduğundan hiç söz etmedi.



Ve, CHP’lilerle CHP’li medya bunu çok beğendi.



“Laiklik” diye tutturan Baykal’ın gitmesinin CHP’nin önünü açtığını, bu söylemle halka ulaşılamadığını söylediler.



Demek ki “laiklik” tehlikede değilmiş.



Dün Nabi Yağcı çok haklı olarak soruyordu:



“Madem laik cumhuriyet tehlikede değildi niye bizi, ülkeyi böylesine bir kardeş kavgası içine ittiniz?”



Niye böyle bir gerginlik ve kavga çıkardınız?



Çünkü orduyu siyasetin içinde tutmak için başka bir mazeretiniz yoktu.



Darbeleri, muhtıraları ve Ergenekon’u, “laikliği tehlikeye atan AKP’ye karşı başka çare yok” diye savunuyordunuz.



Şimdi anlaşılıyor ki derdiniz laiklik değilmiş, derdiniz “ordunun vesayetini” ve Ergenekon’u savunmakmış, laikliği bahane yapmışsınız.



Halk sandığınız kadar aptal olmadığı için bu oyununuz tutmadı, CHP geriledi, siz çok üzüldünüz ve “laiklik” üzerinden siyaset yapan Baykal’ı atıp yerine Kılıçdaroğlu’yu getirdiniz.



Ordu vesayetini, darbeyi, Ergenekon’u “laiklik peçesi” arkasına saklanarak savunmaktan vazgeçtiniz.



Kılıçdaroğlu ne dedi?



“Yoksulluk” dedi.



Kılıçdaroğlu kurultayda konuşurken arkasındaki ekrandan kimlerin görüntüsü geçiyordu?



Ergenekon sanıklarının.



Kılıçdaroğlu yönetime kimleri aldı?



Aralarındaki bir iki istisnayı saymazsak, 12 Eylül Anayasası’nı, Ergenekon’u, darbeleri savunanları aldı.



Orgeneral Başbuğ’a danışmanlık yaptığı söylenen ve orduyu “demokrasinin deniz feneri” olarak gören bir iletişimci de yönetime girdi.



Zaten Kılıçdaroğlu, konuşmasında 12 Eylül Anayasası’nı, Ergenekon’u savundu.



12 Eylül Anayasası, Ergenekon ve ordu vesayeti açısından baktığımızda Baykal ile Kılıçdaroğlu arasındaki fark ne?



Öyle bir fark yok.



İkisi de aynı şeyi savunuyor.



Biri “laiklik” deyip savunuyordu, biri “yoksulluk” deyip savunuyor.



Bizim için bir politikacının hangi “bahaneyi” kullandığının hiçbir önemi yok.



Biz, o politikacının neyi savunduğuna bakarız.



12 Eylül Anayasası’nı savunanlarla, darbeciliği destekleyenlerle, Genelkurmay’ı “demokrasinin deniz feneri” gibi görenlerle, Ergenekon’un “avukatlığını” üstlenenlerle bir yakınlığımız olamaz.



Bunları savunanlara her zaman karşıyız, “laiklik” deseler de karşıyız, “yoksulluk” deseler de karşıyız, onların “peçelerine” değil fikirlerine bakıyoruz.



Kılıçdaroğlu’yu alkışlamamızı mı istiyorsunuz?



12 Eylül Anayasası’nı değiştirmek istediği, “kaos” yaratmak için devlet olanaklarıyla örgütlenen Ergenekon’a karşı çıktığı, “ordu vesayetini” lanetlediği gün bütün gücümüzle alkışlarız.



Öyle bir gün gelirse, o gün de siz Kılıçdaroğlu’yu yuhalarsınız zaten.



Sizin “laiklikle” de, “yoksullukla” da alakanız yok, siz “halk iradesinin” güçlenmesinden nefret ediyorsunuz sadece, devleti elinizde tutup rantı paylaşmak istiyorsunuz, bunun için de “darbecilik ve Ergenekonculuk” hep var olsun diye parçalanıyorsunuz.



Siz nasıl bir anayasa, nasıl bir ülke, nasıl bir demokrasi istediğinizi, Baykal’ın ya da Kılıçdaroğlu’nun hangi sözleri ve vaatleriyle bu isteklerinizi karşıladığını açıkça söylesenize, söyleyebiliyorsanız.



Hadi söyleyin, söyleyin de duyalım.

Çocuklar /Ahmet Altan

KUM SAATİ 26.05.2010




Çocuklar
Yazıyı Paylaş:

Ahmet Altan köşe yazılarını web sitenize ekleyin



Kurultayda bana göre, çok “tutucu” bir konuşma yapan Kemal Kılıçdaroğlu’dan bugüne dek işittiğim iki tane “ilerici” öneri var.



Birincisi, seçim barajlarını indirmek.



İkincisi, “taş atan çocukların” affedilmesi.



Türkiye’nin, bütün toplum kesimlerinin iradesinin Meclis’e yansıyacağı demokrat ve adaletli bir düzene kavuşabilmesi için “yüzde on” barajının mutlaka indirilmesi gerekiyor.



Bu “baraj”, özellikle “Kürtleri” hedef alıyor.



Güneydoğu’nun birçok kentinde “milletvekili” çıkaracak oranda oy toplayan Kürt partileri, bu “baraj” yüzünden temsilcilerini parlamentoya gönderemiyorlar.



Yasağı delmek için “bağımsız” adaylarla yarışa katılmak zorunda kalıyorlar.



AKP, Güneydoğu’dan daha fazla milletvekili çıkarabilmek ve Kürt partisini baskı altında tutabilmek için barajın indirilmesine yanaşmıyor.



Eğer CHP ve diğer partiler bu konuda gerekli baskıyı yaparsa AKP sonunda bu adaletsiz yapıyı değiştirmek zorunda kalır.



“Haksız ve adaletsiz” bir uygulama, sadece “koalisyon kötüdür” teziyle savunulamaz çünkü.



Eğer bu ülkede yaşayan insanların arzusu koalisyonsa o zaman koalisyon olur.



Ya da AKP, “koalisyonun” iyi bir şey olmadığını düşünüyorsa, o zaman öyle bir siyaset uygular, öyle adımlar atar ki kendisini tek başına iktidara taşıyacak oyu alır.



Başlattığı “açılımları” gerçekleştirmek için bu kadar “oyalanmasa”, 12 Eylül’ün izlerini daha kararlı biçimde silmek için harekete geçse, Seçim Yasası’nı tümden değiştirse, YÖK’ü kaldırsa, Kürt meselesinde ciddi adımlar atsa, o zaman toplumdaki, “biz açılımın kenarında bir yere sıkıştık” duygusunu çözüp rahatlatır ve istediği oyu o özgürlük ortamında alabilir.



Üstelik AKP sadece “büyük meselelerde” oyalanmıyor.



Şu “taş atan çocuklar” meselesi gibi meselelerde de oyalanıyor.



Sırf taş attıkları için “terör örgütüne üye olmak” suçlamasıyla hapishaneleri dolduran küçücük çocukları serbest bırakacak yasayı değiştirmek atla deve değil.



Zaten bunu gerçekleştireceğini AKP söylemişti.



BDP bunu baştan beri savunuyor, şimdi CHP de destekliyor.



O zaman oyalanmanın anlamı ne?



Parlamentodaki partilerin büyük çoğunluğunun, “serbest kalması” gerektiğini düşündüğü çocukları neden hâlâ hapiste tutuyorsunuz?



Neden onları kurtaracak yasayı hayata geçirmek için CHP ve BDP ile birlikte hemen hamle yapmıyorsunuz?



“Serbest kalmaları gerektiğine” inandığınız çocukları daha ne kadar hapiste tutacaksınız?



Hem “serbest kalmaları “gerektiğine inanıyorsunuz, hem serbest bırakacak adımı atmıyorsunuz ve “adaletsiz” olduğunu bile bile o çocukları içerde tutuyorsunuz.



Bu hakkaniyetli bir davranış mı?



Yasayı geçirmezseniz Meclis kapanacak ve o çocuklar bir yaz daha orada kalacaklar.



Bu çocukları serbest bırakın.



Hem iktidarsınız, hem çocukların serbest bırakılması gerektiğine inanıyorsunuz, hem muhalefetten o çocukların bırakılması için kuvvetli bir destek sağlıyorsunuz hem de çocukları bırakmıyorsunuz.



Ya “çocukların bırakılmasını istediğinizi” söylerken gerçekleri söylemiyorsunuz ya da kuvvetli bir desteğe sahipken bile istediklerinizi gerçekleştiremeyecek kadar yorgun ve çaresizsiniz.



AKP, çok daha fazla cesaret gerektiren “dış politika” konularında böylesine cesur ve kararlıyken nasıl oluyor da aynı cesareti ve kararlılığı içerde gösteremiyor, anlamak mümkün değil.



Bir yandan, Brezilya ile ortak hareket ederek “dünyada” bir güç merkezi oluşturacak hamleler yapıyorsunuz, bir yandan içerde bir güç merkezi olmaktan korkuyorsunuz.



Dışarıda olduğunuz kadar içerde de kararlı olun.



Şu çocukları bırakın.



Bu saçma uygulama bitsin.



Yapmak istediklerinizi, yapabilecek gücünüz ve yeterli desteğiniz varken bile yapamayacak kadar bezgin ve kararsızsanız, tabii ki “barajların” arkasına sığınmak zorunda kalırsınız.



Türkiye, değişimci, özgürlük yanlısı, ilerici, bütün toplumu sahiplenen, kararlı ve güvenilir bir iktidar istiyor, Ergenekon konusunda, anayasa konusunda, hukuk sistemi konusunda en “ilerici” çizgide duran AKP, neden halkın talep ettiği o “güvenilir iktidar” olmak için böylesine tereddüt ediyor?



Dünyadaki düzene meydan okurken gösterdiğiniz cesareti, içerdeki düzene meydan okurken de gösterin.



Ve, buna şu çocukları kurtararak başlayın.



Bu yazı yok yere hapislerde geçirmesinler.



Kararlı davranıp bir sorunu çözmek, o çocukları kurtaracağı gibi size de iyi gelecek, gücünüzü ve iktidarınızı yeniden keşfedeceksiniz.



ahmetaltan111@gmail.com

Baykal /Ahmet Altan

KUM SAATİ 27.05.2010


Ahmet Altan

Baykal

Yazıyı Paylaş:
Ahmet Altan köşe yazılarını web sitenize ekleyin
Bir gün Deniz Baykal’ı savunmak zorunda kalacağım hiç aklıma gelmezdi.



Burası korkunç bir ülke.



Daha önce de birkaç kez yazmaya çalışmıştım, gelişmiş ülkelerde “toplumsal anlaşma” herkesin “güvende” olması esası üzerine yapılır.



Bizdeki “toplumsal anlaşma” ise hiç kimsenin “güvende” olmaması üzerine kurulmuştur.



Padişahının ırzına geçmiş, başbakanını asmış, genelkurmay başkanını hapsetmiş bir gelenekten geliyoruz, bu ülkede herkese, her an dokunulabilir.



Jack London’ın Demir Ökçe romanında, sistemin “karşısına çıkanı” nasıl ezdiği anlatılırken, “sistemin en sağlam adamlarından” biri olan bir piskoposun sisteme karşı çıktığı anda nasıl kumpaslarla “beş parasız bir yoksul haline getirilip” sokaklara düşürüldüğü de unutulmaz biçimde tasvir edilir.



Bizdeki “sistemin” en sağlam adamlarından biri olan Baykal, sisteme karşı çıktığı için değil, sistem kendisinden kurtulmak istediği için insafsızca parçalanıyor.



Manevi bir yoksula dönüştürülüyor.



Ben, “parti başkanı” Deniz Baykal’ın siyaset alanında halkın oylarıyla yenilgiye uğratılıp, siyaseten ezilmesini büyük bir sevinçle karşılarım. “Ergenekon’un avukatlığını” üstlenmiş bir siyasinin bu ülkeye ve bu halka kötülük ettiğini düşünürüm.



Ama bir “siyasetçi” siyasetle yenilmeli.



Aşağılık ayak oyunlarıyla değil.



Biz, bu tür rezillikler olmasın diye darbeye ve Ergenekon’a karşıyız, “Ergenekon’un avukatı” olan birinin bile rezilliklere kurban edilmesini istemeyiz.



Böyle kumpaslara göz yumduğunda, fiilen değilse de zihnen “Ergenekon anlayışının” bir parçasına dönersin çünkü.



Hakkaniyetten bir kere şaştığında onun devamı gelir.



Baykal’a daha on beş gün önceye kadar toz kondurmayanlar, biz Baykal’ı eleştirdiğimizde bize saldıranlar, şimdi “yalanlarla” saldırıyor CHP’nin eski liderine.



“340 bin dolara yat aldı” diye haberler yapıyorlar.



Baykal, “almadım” diyor.



“Yok, aldı” diye ısrar ediyorlar.



Bir haber yapıyorsan, haberin konusu olan insan da senin haberini yalanlıyorsa yapabileceğin iki şey vardır, ya belgesini gösterirsin, ya özür dilersin.



Şu anda Baykal’ı hiçbir gazetenin korumamasından yararlanıp, belgesini göstermeden ısrar edemezsin.



Suçlamayı sürdüremezsin.



Ya da Baykal’la ilgili raporları çarpıtarak manşetlere çekemezsin.



CHP’nin “naylon üyeleri” parti yönetimine sokarak sahtekârlık yapmasını görmezden gelip, Baykal’ı yalan haberlerle hırpalamak ahlaka, dürüstlüğe, gazeteciliğe sığmaz.



Baykal’a, onu böylesine parçalamak isteyecek kadar kızıyordunuz da neden bu insan CHP’nin başındayken böyle eleştirmediniz, neden “yatlarını”, “raporlarını” o başkanken yazmadınız?



Baykal, bu ülkeyi hiçbir gerçekliği olmadığı bugün ortaya çıkan “laiklik” gerginliğine soktuğunda onu alkışlıyordunuz.



Baykal’ı eleştirmekle “irtica savunuculuğunu” neredeyse aynı kefeye koyuyordunuz.



Deniz Baykal, o rezilce komployla medyaya servis edilen “kaseti” ortaya çıkmadan önce neleri savunuyorsa, bugün de onları savunuyor, kasetten önce nasıl biriyse, bugün de öyle biri, onu sizin gözünüzde böylesine “karalanacak” bir adam yapan nedir peki?



Artık CHP başkanı olmaması mı?



Elinde, kendini koruyacak bir güç bulunmaması mı?



Gereksiz yere “laiklik” diye tutturmasının



CHP’nin oylarını arttırmaya yetmeyeceğini fark etmeniz mi?



Baykal’ı o kadar haksız buluyordunuz da, neden Baykal’la birlikte “laiklik elden gidiyor” diye bağırıyordunuz, laiklikle ilgili endişeleriniz



Baykal’ın kaseti ortaya çıktığında mı yok oldu?



O kaseti görür görmez, “asıl sorun laiklik değil, asıl sorun yoksulluk” mu dediniz?



O kasetin hangi sahnesi size böyle düşünmek için ilham verdi?



Biz Baykal’ın bütün fikirlerine karşıyız, tek bir ortak görüşümüz bile yok ama Baykal’ın bir insan olarak parçalanmasına sonuna kadar karşıyız, onun haklarını elimizden geldiğince koruruz.



Ergenekon’un avukatlarının bile



“Ergenekonvari” oyunlarla alt edilmesine karşı çıkarız.



Ergenekon denen çeteyi sadece hukuk alanında değil, zihniyet alanında da yenmek, o zihniyet kimi, hangi nedenle olursa olsun aşağılık ayak oyunlarına hedef yaptığında “kurbana” sahip çıkmak gerekir.



Zalimlere destek olan Baykal, bugün “mazlumların” arasına düştü ve “zulmün” neler yapabileceğini görüyor.



Zalimler, yalancı, çıkarcı, kalleş ve insafsızdır.



Ve zalimler, çıkarlarına olduğunda “avukatlarını” bile yalanlarla parçalarlar.



ahmetaltan111@gmail.com

Tanju Tosun: ‘AKP’nin yoksullarına göz dikti’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 24.05.2010


Neşe Düzel

Tanju Tosun: ‘AKP’nin yoksullarına göz dikti’



Yazıyı Paylaş:





Neşe Düzel köşe yazılarını web sitenize ekleyin





“Seçimlerde yoksulların oyu yüzde 10-15. ‘İdeolojik oy’ vermeyen bu kitleyi 2002’de AKP ve Genç Parti paylaştı. Kılıçdaroğlu şimdi bu partilerin yoksullarına göz dikti.”







“CHP, sadece yoksulluk vurgusu yaparak liberal sol çizgiye geçemez. Geçemeyince de, Türkiye’nin temel sorunlarını çözemez. Yoksulluk vurgusu CHP’yi iktidara taşımaz.”







“CHP’de vitrin değişir ama zihniyet zor değişir. Kürt sorunu, Ergenekon, türban, devlet-toplum ilişkileri üzerine net cevap veremeyecekse, CHP değişmeyecek demektir.”







* * *



NEDEN TANJU TOSUN



CHP, ülkenin gündemine sadece bir siyasi parti olarak değil, her yönden oturdu. CHP’de yaşanan ‘insanlık halleri’, günlerce medyada bazen bir dram, bazen bir gerilim, bazen bir komedi, bazen de entrikalarla dolu bir polisiye dizi gibi ibretle izlendi. Hafta sonunda nihayet kurultay yapıldı ve CHP parti başkanını ve yönetimini değiştirdi. Biz de CHP’de yaşananları, yaşanmakta olanları ve yaşanacakları Türkiye’de siyasi hayat ve siyasi partiler üzerine kitaplar yazmış, saha çalışmaları yapmış siyaset bilimci Tanju Tosun’la konuştuk. Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Tanju Tosun, CHP’nin yeni başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimlere kadarki süreçte politikasının ne olacağını, CHP’nin toplumun hangi kesimlerini hedeflediğini, oyunu nasıl ve ne kadar arttırabileceğini, CHP’nin yeni isimlerle kurulan parti meclisinin topluma hangi mesajı verdiğini, CHP’nin değişip değişmeyeceğini, CHP’nin nasıl bir değişiklik istediğini, sistem partisi olmaktan vazgeçip geçmeyeceğini, CHP’nin liberal bir sol parti olup olmayacağını, Baykal’ın kalesi gibi gözüken CHP’nin nasıl düştüğünü, insanların bir gecede neden saf değiştirdiğini, Baykal’ı, en yakın adamı olan Önder Sav’ın niye vurduğunu, Kılıçdaroğlu’nun hangi özelliklerinin CHP’nin oylarını arttıracağını anlattı.



* * *



NEŞE DÜZEL: Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşması, CHP’nin değişeceği mesajını verdi mi sizce?



TANJU TOSUN: Kılıçdaroğlu’nun kurultaydaki konuşmasından liberal sol bir açılım çıkmadı. Kılıçdaroğlu yoksulluk vurgusunun ötesinde bir liberal sol vizyon ortaya koymadı. Kürt sorunu, anayasa değişikliği, demokratikleşme ve özgürleşme gibi ülkenin temel meselelerine değinmedi. Sadece ekonomiyi veri aldı. Aslında Kılıçdaroğlu, siyaseti, ekonomik ve teknik bir sürece indirgedi.





Kemal Kılıçdaroğlu konuşmasında Kürt kelimesini hiç kullanmadı. Kürt kelimesini kullanmayan biri Kürt sorununu çözebilir mi?



Kürt sorunundan bahsetmeyecekse, zaten CHP’ye liberal sol açılım getirmeyecek demektir. Ama gene de beklemek ve sürece bakmak gerekir. Belki şu anda kimlik meselesine girerek CHP’yi ürkütmekten çekiniyordur. Şu anda Kürt sorunu algısını toplumun önüne koymak istemiyordur.





CHP için toplum sadece Türklerden mi oluşuyor?



Solda birlik yoluyla CHP büyütülmek isteniyor. Solda birlik yoluyla CHP’nin oylarını arttırmak istediğinizde, Kılıçdaroğlu’nun Kürtlerden de oy alması gerekiyor tabii. Ama Kılıçdaroğlu, kurultaydaki konuşmasında sadece ekonomiyi veri olarak aldı.





Niye?



Kılıçdaroğlu toplumla ekonomi üzerinden buluşmaya çalışıyor ve politik olana dokunmuyor. Yoksulluk vurgusu, oylarını arttırabilir ve muhtemelen de arttıracak ama... Sadece yoksulluk vurgusu, tek başına iktidara gelmek için yetmez. Sadece yoksulluk vurgusuyla CHP, liberal sol bir çizgiye geçemez. Geçemeyince de, Türkiye’nin temel sorunlarını çözemez. Kılıçdaroğlu’nun başkanlığıyla birlikte ülke çapında büyük bir sol mutabakat tetiklendi ama...





Türkiye’de solun toplam oyu nedir?



Sol mutabakatın Türkiye’de maksimum yüzde 35 oyu var. CHP’nin asıl sorunu ise bu oy oranının ötesine geçmek. Yüzde 35 sınırının ötesine Kürt sorununu, demokratikleşme ve özgürlük meselelerini dillendirerek geçebilir. Henüz erken... Kılıçdaroğlu’nun daha neler vaat edeceğini beklemek ve görmek lazım.





Kılıçdaroğlu, referandum olursa anayasa değişikliğine “hayır” diyeceklerini söyledi. 12 Eylül Anayasası’na sahip çıkarak CHP’nin oyunu arttırabilir mi?



Mümkün değil. Bir değişim rüzgârıyla yola çıkıyorsunuz ve 12 Eylül’ün kurduğu statükoyla hesaplaşmak önceliğiniz olmuyor. Yoksullukla mücadele önemli ama bu ülkede değişim topyekûn olmalı. Değişim iddiasıyla yola çıkan birinin otoriter sistemi kuran unsurları sorgulaması gerekir.





Kılıçdaroğlu, kurultayda mevcut sistemi neden sorgulayamadı sizce?



O, 1970’leri referans alıyor. Solu birleştirici simge olarak Ecevit’i kullanıyor ve düşüncelerini Ecevit üzerinden dile getiriyor. Türkiye’yi 1970’ler Türkiyesi olarak düşünüyor, o dönemde CHP, Ecevit’le yüzde 45’e yakın oy aldı. Şimdi aynı oyu Kılıçdaroğlu’yla alabilir demek mümkün değil. Böyle bir imkân yok artık.





Niye yok?



AK Parti’nin sosyolojik dokusu ciddi bir biçimde çözülmeden, Türkiye’de merkez solun güçlenebileceği bir sınır var. Yoksulluk söylemi, halka iş ve ekmek vaadi çok önemli ama CHP’nin oyunu büyük oranda arttırması için daha kapsayıcı bir siyasete sahip olması gerekiyor. CHP’nin, AK Parti’nin sosyolojisini parçalaması gerekiyor.





AK Parti’nin sosyolojisi nedir?



AK Partinin sosyolojik dokusu iki parçadan oluşuyor. Bir yanda, toplumun ekonomik açıdan yükselmeye çalışan küçük ve orta büyüklükteki burjuvazisi var. Diğer yanda dar ve sabit gelirli kitleler ve yoksullar var. Unutmayalım... Türkiye’de beyaz Türklerin dışında kentli bir orta sınıf oluşmaya başladı. AK Parti’nin, bu yeni kentli orta sınıfların da taleplerini dikkate alması gerekiyor. Dolayısıyla onların özgürleşme ve demokratikleşme projelerini dillendirmesi gerekiyor.





Türkiye’de yoksul kesimin oy oranı nedir?



Sosyolojik piramidin en altında kalan kitledir bu. Seçimlerde bunların oy oranı yüzde 10-15 aralığındadır. Son derece pragmatik olan bu kitle 2002 genel seçimlerinde AK Parti ve Genç Parti arasında paylaşıldı. Bu yoksul kitle ideolojik oy verme davranışına sahip değildir.





Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarını yoksulluğa kilitlemesinin nedeni şimdi anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu, CHP’nin oylarını arttırmak için AK Parti’nin yoksullarına mı göz dikti?



Evet, öyle anlaşılıyor. AK Parti’nin ve Genç Parti’nin yoksullarına göz dikti. Kılıçdaroğlu bu kitleyi peşine takabilir. Ama şu var. Çağdaş sosyal demokrat bir parti bununla yetinemez.





Sanki gözümüzün önünde bir Yunan tragedyası yaşandı. CHP, Baykal’ın kalesi gibi gözüküyordu. Bir gecede partidekiler Baykal’ı terk ederek taraf değiştirdiler. Bu nasıl mümkün olabildi sizce?



Türkiye’de profesyonelleşmiş bir siyasi hayat var. Bu hayatın içindeki siyasetçiler politik ikbal peşinde koşuyorlar. CHP’deki saf değiştirme de tamamen politik ikbal üzerine kuruldu. Kılıçdaroğlu adaylığını ilan edince, geç kalmamak için herkes pozisyon aldı. Saflar, siyasi görüş farklılığı yüzünden falan yaşanmadı. Zaten yaşanamazdı da.





Neden yaşanamazdı?



CHP’de fikir düzeyinde ideolojik bir çekişme yaşanmaz. CHP’nin homojen bir yapısı vardır. Partide homojen bir ideoloji hâkimdir. Vesayetçi bürokratik bir ideolojiyi sürekli olarak yeniden üreten ve topluma sunan bir partidir CHP. Deniz Baykal da, Önder Sav da ve Baykal’ı bir gecede terk eden diğer CHP’liler de aynı ideolojiyi içselleştirmiş siyasetçilerdir.





CHP aslında Baykal’a o kadar da bağlı değil miydi?



CHP’de tek bir CHP yoktu. En az iki CHP vardı. Yani aslında CHP’de ikili bir iktidar yapısı vardı. Bir tarafta Deniz Baykal’ın genel başkan olarak çok sıkı bir biçimde kontrol ettiği en tepedeki yönetim organı olan merkez karar yürütme kurulu... Diğer tarafta, Genel Sekreter Önder Sav’ın kontrol ettiği CHP örgütü. Baykal, il örgütlerini Önder Sav’a emanet etmişti. Baykal-Sav ilişkisi birkaç ay öncesine kadar problemsiz gidiyordu. Fakat kurultay öncesinde yapılan CHP il başkanlarının seçim sürecinde, Sav ile Baykal arasında bir kapışma yaşandı. Biliyorsunuz il başkanları kurultaya gelip oy kullanacak olan insanlar. Bunun çekişmesi yaşandı Baykal ile Sav arasında. Ben bu kapışmayı, İzmir örneğinden de çok iyi biliyorum.





İzmir’de ne yaşandı?



Önder Sav eski il başkanını tutuyordu. Bu kişinin başkanlığı kesinleşmişti. Bütün delegeler onu destekliyordu. Ama seçime bir gün kala Baykal’ın bir işaretiyle eski il başkanı adaylıktan çekildi, yerine Baykal’ın 78 yaşındaki arkadaşı il başkanı oldu.





Baykal ve Sav hangi konuda anlaşamıyorlardı?



Fikir düzeyinde bir çatışma değildi bu. Benim duyumlarıma göre Baykal istifa ettikten sonra sadece Kılıçdaroğlu değil, İzmir Milletvekili Hakkı Süha Okay ve Önder Sav da CHP’de genel başkan olmak istiyordu. Bunun için il başkanları toplantısını bekliyorlardı.





Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?



Siyaset bilimiyle biraz uğraşınca. politikacılarla aranızda az çok bir diyalog kuruluyor ve duyumlar alınıyor. CHP’de politika yapan isimlerden aldığımız duyumlar bunlar... CHP aslında Baykal’a bağlı değildi. CHP, Baykal’ın otoritesine teslim olmuştu. Baykal’a bağlı olmakla, Baykal’a teslim olmak farklı şeylerdir. Mesela DSP Ecevit’e bağlıydı. CHP’de ise Baykal’ın otoritesine teslim olmuş bir siyasetçi grubu vardı. Otoriter liderlik CHP örgütlerinin üzerine öyle çökmüştü ki...





Evet... Nasıl çökmüştü?



CHP’nin örgütleri ve siyasetçileri, Baykal ve Sav tarafından kuşatılmışlardı. Kaset krizi çıktı. Baykal krizi iyi yönetemedi. Sav ise iyi yönetti.





Kaset ortaya çıkmasaydı Baykal başkanlıktan gider miydi?



Gitmezdi. Merkez solda lider değişimi demokratik süreçlerle olmuyor zaten bizde. Böyle kurultay öncesine denk getirilen kaset operasyonlarıyla lider değişiklikleri gerçekleştiriliyor. Çünkü bu ülkede merkez soldaki liderlerin ve siyasetçilerin politik ömürleri vücut sağlıklarına bağlı. Baykal, sağlığı el verdiği sürece genel başkanlığa devam edecekti. Deniz Baykal, CHP’ye yerleştirdiği bu sıkı parti içi disiplini, Bülent Ecevit’ten öğrendi. Zaten DSP’deki katı yapı da, CHP’de olduğu gibi bir operasyonla çözülmüştü.





Baykal’ı en yakın adamı olan Önder Sav vurdu. Bunu neden yaptı sizce?



Kılıçdaroğlu’yu desteklerken bunu açıkça söyledi. “Şimdi duyguyla değil, akılla hareket etme zamanı” dedi. Sav’a göre Baykal’la hareket etmek akılsızlıktı. Baykal’la birlikte kendisi de gidecekti. Sav hem CHP’de kendi konumunu sürdürmek, hem de CHP’yi güçlenerek devam ettirmek için böyle davrandı ve krizi hem CHP hem de kendi açısından fırsata çevirmesini bildi. Böylece Sav, hem parti içi statükoyu sürdürdü hem de CHP içindeki kendi konumu korudu. Çünkü Önder Sav da biliyordu, Baykal’la yola devam edilseydi, ciddi bir toplumsal tepki oluşabilirdi.





Kılıçdaroğlu, Önder Sav’a rağmen CHP’de bir değişim yapabilir mi peki?



Zaten en büyük açmaz da bu olabilir. Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye biçeceği misyon ile Sav’ın geçmişten devraldığı misyon çakışırsa, CHP değişemez. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’de lider mi olmak istiyor yoksa genel başkan olarak mı kalmak istiyor, bu noktada önemli olan budur. Önder Sav’la Baykal çatışmamıştı ama, CHP de değişmemişti.





Kılıçdaroğlu, Önder Sav’la çatışmazsa ne olur?



Kılıçdaroğlu, sadece CHP’nin iki başkanından biri olur ve CHP değişmez. CHP’nin Önder Sav’a rağmen değişmesi zor görünüyor. CHP’de vitrin değişir ama zihniyet zor değişir. Eğer Kürt sorunu, türban, anayasal vatandaşlık, Ergenekon davası, laiklik meselesinde devlet-toplum ilişkisi gibi konularda CHP net bir cevap veremeyecekse, CHP değişmeyecek demektir. Bu tür sorulara verilecek yanıtlar bundan böyle CHP’de kırılma noktası olacak. Kılıçdaroğlu, Baykal’ın verdiği yanıtların aynısını verirse CHP değişmeyecek demektir. Yani CHP’de sadece genel başkan değişti demektir bu.





Ama yaşananlardan anlaşılıyor ki, CHP, bir değişim istiyormuş. Bu partinin istediği değişiklik ne? CHP nasıl bir değişiklik istiyor?



CHP’nin temel meselesi iktidar olmak. CHP sadece iktidar olmak için değişim istiyor. Bu değişimin içi doldurulmamış durumda. Sadece lideri değiştirmekle değişim olmaz. Eğer bu noktada kalırsa CHP değişmemiş olur.





Kılıçdaroğlu, Ergenekon’a, HSYK’daki değişikliklere aynı Baykal gibi karşı çıktı, anayasa değişikliklerini aynı Baykal gibi reddetti. İki lider arasındaki fark nerede sizce?



İkisi arasında şu anda demokratikleşmeye, Ergenekon’a ve demokratik açılımlara bakış açısından ciddi bir fark yok.





Kılıçdaroğlu, daha sakin bir Baykal mı olacak?



Şu anda görünen o tabii... Kılıçdaroğlu’yu çok zor bir görev bekliyor. Klasik CHP bakış acısıyla devam ederse bir yerlere ulaşması güç. Çünkü CHP’nin eksen kaymasına ihtiyacı var. O eksen kaymasını Kılıçdaroğlu yapabilir mi? Şu anda zor görünüyor ama “yapamaz” demek için de çok erken oluyor. Biraz zaman tanımak ve görmek lazım. CHP, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında, sistemin partisi olmaktan vazgeçmeyebilir ama... Kılıçdaroğlu, ekonomiyi her şeyin başına alarak devlete sahiplenmeyi CHP’nin asli sorunu olmaktan çıkarabilir.





Sistem tartışmalarının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, CHP, sisteme sahip çıkarak iktidar olabilir mi?



Olamaz. Çünkü sisteme sahip çıkarak oylarını yüzde 35’in üzerine çıkaramaz. Yüzde 35’in üzerine çıkmadan da CHP tek başına iktidar olamaz. Eğer Kılıçdaroğlu’yla kurulacak yapı sağlıklı ve kalıcı olursa, AK Parti ile CHP ekseninde daha dişe diş, sıkı bir rekabet yaşanabilir bundan sonra... Hayalperest olmamak ve politikada reel bakmak lazım.





Politikaya reel bakınca ne görüyorsunuz?



Bir sonraki seçimde CHP’nin tek başına iktidarı kolay bir iş değil. Reel politika, seçmen davranışının kademeli bir biçimde hareket ettiğini gösteriyor. CHP’de bir hareketlenme yaşanacak ama seçmen açısından topyekûn bir saf değiştirme olmayacak. CHP yüzde 35’e çıkabilir ama yüzde 40’ların üzerine çıkamaz.





CHP’nin oyunun yüzde 35’e çıktığı bir ortamda AK Parti son seçimdeki gibi yüzde 40 oy alabilir mi?



Eğer oylar AK Parti-CHP ekseninde saflaşırsa, AK Parti’nin gene tek başına iktidarı mümkün olabilir ama gerçek şu ki... CHP’nin oylarını arttırması durumunda AK Parti’nin tek başına iktidar olması da zorlaşıyor tabii.





Kılıçdaroğlu, Kürt meselesini “ekonomik önlemlerle çözeceklerini” söylüyor. Kürt meselesi ekonomik önlemlerle çözülebilir mi?



Çözülemez. Sorun sadece ekonomik bir sorun değil ki. Sorun, aynı zamanda bir kimlik sorunu. Kılıçdaroğlu Kürt meselesine sadece ekonomik açıdan bakıyor. “Yoksul ve işsiz insan ya dağa, ya mafyaya gidiyor” diyor. Bu yaklaşımla Kürt sorununu çözemez. Bu yaklaşımını sürdürürse, Kürt sorunuyla ilgili bir vizyonu yok demektir. Çünkü Güneydoğu’ya gittiğinde görecek. Orada insanlara sadece iş ve aş vaat etmek yetmeyecek. İnsanların Kürt sorununun çözümüne yönelik kimlik talepleri de olacak.





CHP’nin oylarını büyük çapta arttırabilmesi için muhafazakârların da oyunu alması gerekiyor. CHP muhafazakârlara ne önerecek?



Bilmiyoruz. CHP’nin, muhafazakâr kesimlerden oy alabilmek için onların dinsel, kültürel, ekonomik özgürlük taleplerini savunması, üniversitede türban serbestîsi, cemaatlere ve Anadolu sermayesine bakış konularında açılım geliştirmesi, laiklikte açılım yapması, insanların kendi değerlerini ve etnik kimliklerini kamusal alanda özgürce ifade edebilecekleri politikaları dillendirmesi gerekiyor. CHP dinsel taleplerin, özgürleşme meselelerinden biri olduğunu kabul etmek zorunda. CHP eğer kendisini özgürlükçü sol bir parti olarak tahayyül edecekse, bu yolu açması gerekiyor.





Muhafazakârlardan oy almak için bazı adımlar atan CHP, laik kesimin desteğini yitirmez mi peki?



Kısa vadede böyle ciddi bir risk var ama bu riski almadan CHP’nin çağdaş bir sosyal demokrat partiye dönüşmesi ve özgürlükçü sol olabilmesi mümkün değil. Özgürleşme taraftarı olmak CHP’yi solda kalıcı bir sosyal demokrat parti yapar.





Kılıçdaroğlu, CHP’nin temel politikalarını değiştirmeden halkı peşinden sürükleyebilir mi?



Halkın bir kısmı şu anda Kılıçdaroğlu imgesine duyduğu güvenle onun peşinden sürüklenir. Bu da CHP’yi yüzde 26’lardan alıp yüzde 35’lere taşır. Kılıçdaroğlu’yla birlikte CHP’de bir oy artışı olacak ama unutmamak lazım. Türkiye’de seçmen, beklentilerine yanıt bulamadığı takdirde çok rahat yeni arayışlara giriyor. Seçmen, Kılıçdaroğlu’ya bir seçimlik kredi verecek ve Kılıçdaroğlu önümüzdeki seçimlerin favori adayı olacak.





Kılıçdaroğlu, AKP’yi hangi konularda zorlar?



Kılıçdaroğlu sahneye çıkıyor diye AKP yedeğe atılacak diye bir sosyoloji yok bu ülkede. AKP yüzde 35’ler civarında bir oy gücünü her halükârda koruyacak.





Kılıçdaroğlu sizce hangi partilerden oy alacak?



AK Parti’den de oy alacak ama... Kılıçdaroğlu, esas Demokrat Parti’yi ve Mustafa Sarıgül’ün Türkiye Değişim Hareketi’ni bitirir. Bir miktar MHP’den oy alır ama onu sarsmaz.





Kemal Kılıçdaroğlu, AKP’nin bazı politikalarını değiştirmesini sağlar mı?



Kılıçdaroğlu, AK Parti’yi yolsuzluk ve yoksulluk söylemiyle ekonomide zorlayacak. AK Parti bir orta sınıf partisi oldu ve son dönemde sosyal politikalarında biraz zayıfladı... Kılıçdaroğlu, AK Parti’yi tekrar toplumun alt kesimlerine, en yoksullarına ve umutsuzlarına yüzünü dönmeye zorlayacak.





CHP, Güneydoğu’da bu Kürt politikasıyla var olabilir mi?



Hayır, var olamaz ve olmadığını da görüyoruz zaten. Alevi Kürt kökenli bir genel başkanın CHP’nin başına gelmiş olması yeterli değil. Seçmen duygusal özdeşleşmeyle oy kullanmıyor. Seçmen, Alevi ve Kürt kimliklerini Kılıçdaroğlu vasıtasıyla değil, kendisi yaşamak istiyor. Kimliğinin tanınmasını ve kamusal alanda ilan edilmesini istiyor.





CHP ilk seçimlerde iktidara gelebilir mi?



CHP, Ergenekon’u, devleti savunarak büyük bir oy alamaz... Eğer CHP’nin amacı tek başına iktidarsa, 1974’teki gibi yeniden bir ideolojik yapılanmaya ihtiyacı var. Çünkü tek başına iktidar için CHP’nin oyunun yüzde 35’in üzerine çıkması gerekiyor. Yüzde 35’in altında kalırsa, koalisyon ortağı olma ihtimali ortaya çıkar. Şu anki tabloda, seçmen tercihlerinin CHP’yi tek başına iktidar yapacak ölçüde alabora olacağını beklememek lazım. AK Parti’den umudunu kesmiş, geçmişte AK Parti’ye oy vermiş, arayış içinde olan yüzde 10-12’lik bir kararsız seçmen kitlesi var. Bunların hepsi CHP’ye gitse, CHP’nin oyu yüzde 35-37’ye çıkar.





CHP’nin parti meclisi de büyük ölçüde değiştirildi. Parti Meclisi’ne katılan yeni isimlerle topluma sizce ne mesaj verilmek istendi?



Parti Meclisi’ne sosyal politika, sosyoloji, ekonomi, hukuk dalında uzman isimler girdi ve eskiye göre daha donanımlı bir parti meclisi oluşturuldu. Bu değişiklikle, CHP’nin meclisine teknik bir kimlik verilmek istendi. Böylece, “Karşınızda bundan sonra yeni bir CHP olacak. Yeni CHP’nin rotasında sosyal politikalar öne çıkarılacak. Yoksulluk sorunun çözümüne yönelik somut politikalar üretilecek. CHP söylenen değil, bundan sonra söyleyen bir parti olacak” mesajı verildi. Ayrıca Baykal’ın ekibi yeni mecliste devre dışı kaldı. CHP teşkilatına asıl sahip olan gücün Önder Sav olduğu iyice anlaşıldı. CHP’nin dün oluşturulan yeni parti meclisine bir de İzmir damgasını vurdu. Baykal döneminde devre dışı bırakılan yerel CHP elitleri Parti Meclisi’ne girdiler.





Önümüzdeki genel seçimleri ne belirleyecek?



Ekonomi belirleyecek. Aslında ekonomik açılım ile demokratik açılım arasında çok ciddi bir ilişki var. Özgürlük ve barış insanları zenginleştiriyor ama bütün mesele bunu seçmene anlatmak ve seçmeni demokratik açılımlara, özgürlüklere ikna etmek.



neseduzel@gmail.com

Yüce divan sorusalı Sami SELÇUK

Yüce divan sorusalı Sami SELÇUK




Yüce Divan konusu, yıllardan bu yana ülkemizde sağlıklı biçimde çözülememiş; bu yüzden de bir sorun olmanın ötesinde sorunsala (problematik) dönüşmüştür.

13 Mayıs 2010 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 2010/5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Kimi Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yasa da, bu sorunsalı çöz(e)medi.



Yüce Divan yetkisini, Genelkurmay Başkanını, üç kuvvet ile Jandarma genel komutanlarını da kapsayacak biçimde genişletti ve Anayasa Mahkemesinde (AYM) bıraktı.



Bu düzenlemeye göre, AYM’nin başkan ve on iki üyeden oluşan Genel Kurulu, yüce divan yargılamasını yapacak. Bu kararlara karşı yeniden inceleme başvurusu yapılabilecek. Bu inceleme üzerine verilecek karar kesin olacak.



Bu başvuru, kuşkusuz bilinen anlamda bir yasa yolu değildir. Aynı merciin kararını gözden geçirmesidir. Bir tür karar düzeltme yoludur. O kadar.



Hukuksal ve siyasal kamuoyunun, yüce divan yetkisinin Yargıtaya verilmesinde birleştiği bir dönemde bu düzenlemeyi başarılı bulmak olanaksızdır.



Eğer bu yargılama, aşağıdaki nedenlerle Yargıtaya verilseydi sorun kökten çözülürdü.



Birinci olarak, çağcıl suç (ceza) hukuku, Pufendorf, Bentham, Montesquieu, Portalis ve Binding’in geçen yüzyıllarda sandıkları gibi, öbür hukuk dallarının yaptırımcısı, jandarması ve ikincil bir hukuk dalı değil; hukuk kavramlarını kendi amacına göre tanımlayan özerk bir hukuk dalıdır. Bu nedenle suç hukukundaki kamu görevlisi kavramı idare hukukundaki kavramdan farklıdır ve bir suç hukuku kavramıdır (TCY, m. 6/1-c). Bunu da en iyi ceza yargıçları bilirler.



İkinci olarak, Yüce Divan olarak ceza yargılaması yapan AYM’nin, kamu görevlisi kavramını en iyi bilen uzman yargıçlardan oluştuğu görüşü, suç hukukunun sadece özerkliğine ve varlık nedenine değil, görevli suçlarındaki tarihsel evrime de terstir.



Üçüncü olarak, bütün Kara Avrupa’sı ve Latin Amerika’sı ilk mahkemeleri ve yargıtayları gibi, Türk mahkemeleri ve Yargıtayının ceza daireleri de 142 yıldır kamu görevlilerinin yargılamasıyla uğraşmaktadırlar. Bu dairelerin üyeleri, yıllarca bu tür yargılamalarla uğraşmış yargıç ve savcılardır. Sözgelimi, bunlardan 4. Ceza Dairesi, temyiz mercii ya da ilk mahkeme olarak her yıl ortalama yaklaşık bin davaya bakmaktadır. Yüce Divan olarak AYM’nin önüne gelen dava sayısı ise, kurulduğu tarihten bu yana yalnızca iki elin parmakları kadardır.



Dördüncü olarak, eğer, 142 yıldır yapılan bu yargılamaların, idari yargıçlara değil ceza yargıçlarına verilmesi hukuka aykırı ise, o zaman kurum olarak ilk mahkemelerle Yargıtayın bu konuda verdikleri kararların meşruluğunu yadsımak gerekir. Bu ise saçma bir çıkarsamadır.



Beşinci olarak, AYM başkan ve üyeleri, Yüce Divan yargılaması yaparken ve karar verirken kendi uzmanlık savlarını çürütme ve çelişkiye düşme pahasına, Yargıtayın görüşlerine göre hüküm kurduklarını sık sık vurgulamışlardır. Eğer bu gerçekse -ki öyledir- yetkinin bu görüşleri yaratan organa verilmesi, doğal olmanın da ötesinde zorunludur.



Altıncı olarak, yüce divan yetkisi, çeşitli ülkelerde değişik biçimlerde çözülmüştür. Ancak dikkati çeken ortak nokta şudur: Bu yetkinin AYM’lere verildiği ülkelerde, örneğin İtalya’da, Kore’de mahkemelerin yargıçlarının hepsi hukukçudur. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde de yüce divan görevi, hepsi hukukçu yargıçlardan oluşan Yüksek Mahkemeye verilmiştir. Belçika’da Yargıtaya verilmiştir. Bizde Yüce Divan yargılaması, ceza yargıçlığından gelmeyen kimselerle yapılabilmektedir. Bu ise, doğal yargıç ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.



Yedinci olarak, üyelerinin bugün hepsini seçen, yarın yarısından çoğunu seçecek olan Cumhurbaşkanının AYM’ce yargılanması, yargı bağımsızlığı ve yansızlığı ile bağdaşmamaktadır.



Sekizinci olarak, salt anayasaya uygunluk denetimi yaptığı için bir yargı organı olduğu bile yıllardan beri tartışılan bir mahkemeye, ceza yargılaması yetkisinin verilmesi âdil yargılanma ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.



Kanımca konu, kimin daha çok uzman olduğu gibi meşruluğu gündeme getiren ve yüksek yargı organlarını yıpratan bir bilgi yarışıyla değil, ilkelerden yola çıkan bilimsel düzlemde ele alınmalıdır.



Böyle yapıldığında yüce divan yetkisi ister istemez Yargıtaya verilecek; hem yargılananlar güvenceye kavuşacak, hem de yasa yolu sorunu kolaylıkla çözülecektir.



Esasen yeniden incelemenin aynı mercie verilmesi, yetersiz bir güvencedir.

Devlet Baykal’ı neden çizdi? Şamil TAYYAR

Devlet Baykal’ı neden çizdi? - GAZETE YAZARLARI


Devlet Baykal’ı neden çizdi? Şamil TAYYAR stayyar@stargazete.com



CHP il başkanlarının dünkü toplantısı, Deniz Baykal’ın dönüş umutlarını tümden suya düşürdü. Deniz Bey’in bu kurultayda tek başına oyun kurması, artık imkansızdır. Baykal’ın şu andaki hali, düşünen ancak fiziksel fonksiyonu olmayan ünlü fizikçi Stephen Hawking’den farklı değildir.



Belki içinizde Baykal’ın böylesine bir hazin sonu hak ettiğini düşünenleriniz olabilir. 30 yıl önce Bülent Ecevit’e “Kenara çekil, gençlerin önünü aç” diyen Baykal’ın 30 yıl sonra aynı taleplere yenik düşmesine sevinenleriniz çıkabilir.



40 yıldır sol siyasette entrikalarla ayakta kalmayı başaran Baykal’ın, hayatının son deminde arkadaşlarının entrikasıyla gitmesini doğa kanunuyla açıklayanlarınız, “etme bulma dünyasıdır” diye özdeyişlere sarılanlarınız ortaya dökülebilir.



Kuşkusuz, Baykal’ı sele kaptıran rüzgarı bu birikimlerin fırtınaya dönüştürdüğü tezi, dayanaksız değildir. Aynı şekilde Kılıçdaroğlu’nun yelkenlerini dolduran rüzgar da önemli ölçüde Baykal’a duyulan güvensizliğin tezahürüdür.



Cevabını aradığım soru, bunların hiçbiri değildir. Başlığa taşıdığım gibi kritik soru şu: CHP’nin sahibi devlet, Baykal’ı neden çizdi? Bu soruyla iç içe giren ilave soru ise şöyle: Devlet, Dersimli Kılıçdaroğlu’yla nasıl uzlaştı?



Çünkü: Evine dönmeye hazırlanan Kılıçdaroğlu’nun bir gecede aday olmaya karar vermesi, CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın saf değiştirmesi, 60’a yakın milletvekilinin aynı gün ortaya dökülmesi, ardından 76 il başkanının ortak deklarasyonla Baykal’ı gömmesi, sadece kamuoyundaki Kılıçdaroğlu rüzgarıyla açıklanacak basitlikte değildir.



Gelinen nokta, içeride ve dışarıda Türk siyasetini yeniden dizayn etmeye çalışanların denklemin yumuşak bölgesi olan Baykal üzerinden yaptıkları can alıcı hamlenin sonuç verdiğini gösteriyor.



Onlar için Baykal, artık kullanılabilir bir enstrüman olmaktan çıkmıştı. Yüzde 20 bandına mahkum CHP ile oyun kurmak çok zordu.

Baykal’ı çizenler, çaresiz Kılıçdaroğlu seçeneği üzerinde yoğunlaştılar. Yoğrulduğu kültür ve politikaları statüko için kolay sindirilebilir bir durum değildi. Ancak, Kılıçdaroğlu dışında karşılarında daha uygun alternatif yoktu.



Daha önce yazdığım gibi nihai hedef, Erdoğansız AK Parti veya AK Partisiz iktidar projesi olunca, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi, en geçer akçedir.



Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu, senaristler için “geçici” seçenektir. Zaman içinde dönüşürse “kalıcı” olabilir. Ya da Kılıçdaroğlu palazlanana kadar bu ittifakı sürdürür, sonra ayak bağından kurtularak bağımsızlığını ilan eder.



Süreci yönetim şekli, Kılıçdaroğlu’nun geleceğini belirleyecektir. Başlangıçta içine girdiği bu zorunlu ittifakın esiri olmayıp kendisine yönelik ilginin nedenlerini haklı kılacak politikalar peşinde koşarsa, CHP’nin yıllardır hasret olduğu yüzde 30 bandını zorlayabilir.



Bu konuda TV ekranlarından söylediğim bir iddiam var, arkasındayım.



Zaman içinde kirli ittifaka rehin düşerse, Ergenekon’un avukatı olursa, darbecilerden medet umarsa, halka güvenmezse, temel hak ve özgürlüklerin önüne bent çekerse, 12 Eylül anayasasına arka çıkarsa, kısaca Baykal gibi olursa, siyasi ömrü dili kadar uzun olmaz. Baykal’a reva gördükleri sonu bile mumla arar.



Daha simgesel ifadelerle tanımlamak gerekirse; Kılıçdaroğlu Gandi Kemal mi olacak, Ergenekon’un avukatı mı? Operasyon Ergenekon kitabımdan dolayı 20 ay hapis cezası aldığımda beni arayıp “Şamil Bey çok önemli işler yapıyorsunuz” diyen adam mı olacak, Ergenekoncuların başı sıkıştığında aradığı Şahin Mengü’yü kılavuz mu edinecek?



Haydi Kemal Bey, bol şanslar...

Beraber pislendik biz bu çamurda/ Ertuğrul ÖZKÖK

Beraber pislendik biz bu çamurda


ŞU sahneyi yaşayan insanın kim olduğunu birazdan açıklayacağım.

“Karanlık akşam, hava buz, yağmur feci, asgari ücretli ya da işsiz türbanlı hanım otobüs durağında, yanımda tir tir titriyor. Önünden bilmem kaç bin liralık 4X4 geçiyor. Zifos sıçrata sıçrata geçiyor. İkimizi de pisleterek ve sırıtarak geçiyor.”



“Zifos” sıçratarak ve sırıtarak geçen 4X4'ün içinde kim mi var?



“Türbanlı bir hanım...”



Hulki Aktunç, 1970'li yıllardan beri yakından izlediğim bir yazar.



İlk yazıları, dönemin en önemli edebiyat dergilerinden “Yeni Ufuklar”da yayınlandı.



Türk Dil Kurumu ve Abdi İpekçi, Yunus Nadi ödüllerini kazandı.



“Istıraplar Ansiklopedisi” ile Cemal Süreya ödülünü aldı. Yani ıstırapları bilir.



“Büyük Argo Sözlüğü” de onun eseridir. Yani sokak dilini, sokak raconunu da iyi bilir.



* * *



Hulki Aktunç dünden itibaren “Cumhuriyet” Gazetesi'nde yazmaya başladı.



Yukarıda yazdığım olayı onun ilk yazısında okudum.



Bir sahneye bu kadar sosyoloji, bu kadar siyaset sığar mı?



“Beraber pislendik biz bu çamurda.”



Çamuru atanlar arasında bir fark yok. Üstü başı çamur içinde kalanlar arasında da.



“Merdiven altında” sigortasız çalışan türbanlı kızla, hayatı yazı yazarak geçmiş bir insan, aynı durakta, soğuktan titreyerek, otobüs bekliyor.



“Durakta bekleyen türbanlı ile cipteki türbanlı” arasındaki mesafe ne kadar uzaksa; türbansızlar arasındaki mesafe de o kadar uzak.



Öyleyse, türbanın, “farklılaştırıcı” bir unsur olarak “adını koymanın” ne manası kaldı?



Onun “sigortasızlığının” adını koymak daha önemli değil mi?



Tabii hemen arkasındaki soru da geliyor.



Madem, “Beraber pisleniyoruz biz bu çamurda”, türbanı üniversite kapısından çevirmenin de bir manası var mı?



Zaten yoktu, şimdi hiç yok.



Cipli türbansız, cipsizin halinden anlamazsa, cipli türbanlı da cipsizin halinden anlamaz.



Bari üniversite kapısındaki türbansız, türbanlının halinden anlasın.



Türbanlı kızın üniversiteye girebilmesini sağlama görevi de, “merdiven altı şirketteki” türbanlı kızın hakkını savunan Kılıçdaroğlu'na düşer.



* * *



Vatan Gazetesi başyazarı Güngör Mengi'nin pazar günkü yazısında bir bölüm dikkatimi çekti.



Kılıçdaroğlu'nun konuşmasını dinlerken etkilendiğini fark etmiş ve bunun sebebini aramış.



“Bizim mesleğin vazgeçilmezi özgürlüktür. AKP döneminde havadaki hürriyet her gün biraz daha azalıyor.



Devletin gücü özgürlüğü korumak için değil, korkutup susturmak için kullanılıyor.



CHP'nin yeni lideri konuşmasında medyanın yazamadığı birçok şeyi söyledi.



Cesur ve sözünü esirgemeyen bir muhalefet liderinin çıkışı basına da cesaret kazandıran bir başlangıç olabilir.”



Güngör Mengi 1964 yılından beri, muhabirlikten genel yayın yönetmenliğine, başyazarlığa kadar her kademede çalışmış bir gazeteci.



Nice askeri darbe yılları yaşamış.



Demirel, Ecevit, Özal, Erbakan, Çiller, Yılmaz gibi başbakanlar görmüş.



Böyle bir insan, 21'inci yüzyılın ilk 10 yılının ortasında, bu yazıyı yazıyorsa, o mu utanacak, yoksa Türkiye mi?



Bir rejim, 70 yaşında bir yazarın, sadece onun değil hepimizin, yüreğine bu korkuyu salmışsa, ortada demokrasi adına gurur verici bir durum yoktur.



Bunların sorumlusu kim diye sorarsanız, çözüm bulamazsınız.



Biri ötekinin, öteki berikinin üzerine atar.



Ama bunları nasıl aşarız diye sorarsanız iş kolaylaşır.


Madem ki beraber pislendik bu çamurda.


Beraber temizlenelim.


Ertuğrul ÖZKÖK 25/05/2010