19 Ocak 2011 Çarşamba

Arjantin, dün 85 yaşındaki darbeci devlet başkanı Videla ile

24 Aralık 2010 Cuma, 00:30 POLİTİKA
2003’te darbecileri koruyan yasayı kaldıran Arjantin, dün 85 yaşındaki darbeci devlet başkanı Videla ile dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve 15 üst düzey asker - polisi ömür boyu hapse mahkum etti
Darbecilere yönelik af ve koruma yasasını 2003 yılında kaldıran Arjantin’in darbeyle iktidara gelen eski diktatörü Jorge Videla, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Vilede ile birlikte 30 sanığın işkence ve adam öldürde davasında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ile 15 eski ordu ve polis yetkilisi de ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Mağdur yakınları “Bu caniler bir gün gelip hesap vereceklerini hiç düşünmemişlerdi” dedi
BU İLK MAHKUMİYET DAHASI VAR
1976 yılında iş başındaki hükümeti darbeyle devirerek iktidarı ele geçiren Jorge Videla, 1983 yılına kadar devlet başkanlığı görevinde bulunmuştu. Videla, solcu gerillalar ile yandaşlarını hedef alan ve 13 bin kişinin öldüğü kirli savaşın mimarı olarak kabul ediliyordu. Vileda’nın ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasına 1976 yılında 31 mahkumun öldürülmesi ve işkence edilmesi neden oldu. Vileda hakkında açılmış çok sayıda cunhta ve faili meçhul davası da Arjantin yargısında görülmeye devam ediyor.
HÜCREDEN ÇIKARDI, ‘KAÇTI’ DEDİ
Söz konusu 31 kişinin, ordunun darbeden sonraki aylarda iktidarını sağlamlaştırdığı süreçte, sivil hapishane hücrelerinden çıkarılarak “kaçmaya çalışırken vuruldukları” belirtiliyor. 85 yaşındaki Videla, iktidarı döneminde yapılanları, Arjantin halkının Marksist bir devrimi önleme talebinde bulunduğunu iddia ederek savunuyordu. 85 yaşındaki Videla, 2 yıldır askerî cezaevinde bulunuyordu.
17 KİŞİYE MÜEBBET HAPİS ÇIKTI
30’u aşkın sanığın yargılandığı davada Videla ile birlikte eski Kara Kuvvetleri Komutanı Luciano Benjamín Menéndez de hüküm giydi. Videla’dan bir gün önce de aynı dava kapsamında yargılanan 15 eski ordu ve polis yetkilisi ömürboyu hapse çarptırıldı. Mahkemenin eski dikdatör Videla’yı ömür boyu hapis cezasına çarptırması salonda bulunan mağdur yakınlarını sevince boğdu. Birbirlerine sarılıp gözyaşı döken mağdur yakınları, Videla ve ekibine de hakaretler yağdırdı.
DAHA ÖNCE AF KURTARMIŞTI
Arjantin’de askerî cunta döneminin ilk mahkumiyeti 1985 yılında verildi. 1989-1990 yılları arasında işbaşında olan eski Devlet Başkanı Carlos Menem, 1990’da eski askerî suçluları affetti. Ancak, cunta döneminde çocuk kaçırmak suçundan mahkum olan eski subaylar af kapsamının dışında bırakıldı. 66 kişinin öldürülmesi, yüzlerce kişinin kaçırılması ve işkence görmesi suçlarından 1985’te ömür boyu hapse mahkum olan darbeci Videla da aftan yararlananlar arasındaydı. 1998’de tekrar göz altına alınan Videla önce ev hapsine mahkum edilmiş, 2008’de ise askerî cezaevine konmuştu. • DIŞ HABERLER
Türkiye’de soruşturmayı kim yapacak?
Türkiye’de son darbenin mimarları, 12 Eylül’de yapılan anayasa değişikliğine kadar Anayasa’da yer alan bir geçici madde ile “yargılanamaz” zırhına bürünmüştü. Darbenin mimarı Kenan Evren ile birlikte darbede ve darbe sonrası yönetimde yer alanlar, o süreçte yaşanan insanlık suçlarından dahi yargılanamıyordu. Referandumla darbeciler koruyan Anayasa zırhı kaldırıldı.
ÖZEL YETKİLİ ‘GÖREVSİZLİK’ VERDİ
Referandumun ardından çok sayıda sivil toplum kuruluşu, yargıya başvurarak 12 Eylül askeri darbesinin mimarlarının yargılanmasını için suç duyurusunda bulundu. Darbecilerle ilgili suç duyuruları üzerine ‘Anayasa düzeni yıkmak, insanlığa karşı suç işlemek’ suçlamasıyla inceleme başlatan Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hamza Keleş, yetkisizlik kararı vererek, dosyayı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi.
SAVCI İNCELEMEYİ SÜRDÜRÜYOR
Başsavcıvekili Keleş, ‘görevsizlik’ kararına özel yetkili mahkemelerin 1984 yılında kurulmasını ve bu tarihten önceki suçlara bakamayacağını gerekçe yaptı. Bu karar üzerine suç duyurularıyla ilgili inceleme Ankara’daki düz savcılıkça sürdürülüyor. Darbenin lideri Kenan Evren ile 5 kişilik Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya halen hayatta. Konsey üyelerinden Sedat Celasun ve Nurettin Ersin ise öldü.
Yargı kendi bulacak
Adalet Bakanı Ergin, darbecilerin yargılanmasıyla ilgili olarak “Bu şikayetlere suç duyurularına bakacak olan organ konusunda bir yetkisizlik kararı verildi. Bu yetkisizlik sorununu çözümü süreci işliyor şu anda. Dolayısıyla yargı makamları kendi arasında yetkili makamı bulacaklar. Ondan sonra zaman aşımına ilişkin itirazlar öngörüler değerlendirilecek. Bundan sonra söz, soruşturma ve kovuşturma organlarınındır. Yargı organları kendi arasında yetkili makamı bulacaktır” dedi.
‘Hesap vereceğini düşünemedi’
Arjantin tarihinin en karanlık dönemi olan ‘Kirli Savaş’ın mimarı Videla hakkında verilen hüküm, cunta liderlerini yargı karşısına çıkarmak için yıllardır zorlu bir hukuk mücadelesi mücadele veren kurbanların yakınları tarafından büyük sevinçle karşılandı. Mahkeme salonunu dolduran onlarca kişi, cunta döneminde katledilen yakınlarının siyah beyaz resimlerinin yer aldığı tişörtler giyerek, sanık sandalyesindeki darbe liderlerine ‘katiller’ diye bağırdı. Bir mağdur yakını “Bu caniler bir gün hesap vereceklerini düşenmemişlerdi” diye gözyaşı döktü. Yıllar süren çalışmaların ardından hazırladığı dosyalarla Videla ile diğer cunta liderlerinin yargılanmasında çok önemli rol üstlenen eski Devlet Başkanı Raul Alfonsin’in oğlu Ricardo Alfonsin, Videla’dan ‘şeytanın ta kendisi’ olduğunu belirterek “İşkenece emri veren, tecavüz emri veren ve askerlere öldürün emri veren oydu” dedi.

Eser KARAKAŞ - KKTC-Ergenekon ilişkisi

Epey bir süredir Ergenekon süreci ile KKTC arasında bir bağ olduğuna ilişkin iddialar var.
Ortada da çok sayıda somut bilgi var; aşağıda kimilerine değineceğim.
KKTC’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Sayın Mehmet Ali Talat’ın bile bizzat kendisinin de bu doğrultuda bir açıklaması mevcut.
Bu iddiaların ayyuka çıkması sonrası KKTC Meclisi’nde geçen Haziran ayında “Ergenekon davası ile KKTC arasındaki bağı” araştırma komisyonu kuruldu.
Araştırmanın adı da “Yavru Ergenekon”.
Komisyon Başkanı UBP (Ulusal Birlik Partisi) milletvekili Sayın Ahmet Çaluda geçen hafta yaptığı açıklamada Ergenekon davasında yargılanan 500 dolayında kişinin ve davanın bizzat kendisinin KKTC ile bir ilişkisinin olmadığının Komisyon tarafından karara bağlandığını açıkladı.
Komisyon Başkanı Sayın Ahmet Çulada Komisyon’un saptadığı yegane ilişkinin 500 dolayındaki Ergenekon sanığının yaklaşık 150 tanesinin KKTC vatandaşı olması dışında bir ilişkinin görülmediğini ve bu 150 KKTC vatandaşı sanığın büyük bir bölümünün KKTC’de vazife yapmış askerler olduğunu dile getirdi.
Gerçekten KKTC’de bir “Yavru Ergenekon” var mı, ya da Ergenekon meselesi doğrudan KKTC çıkışlı mı bilemem ama KKTC-Ergenekon ilişkisi dendiğinde benim, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak aklıma bazı konular geliyor, çok net cevaplandıramıyorum.
Anavatan Türkiye’de bir Özal suikastı meselesi var, rahmetli Özal’ın vefatını değil, yaralı olarak kurtulduğu suikastı kastediyorum, bu suikast bir türlü aydınlanamadı, hatta bizzat Sayın Ahmet Özal, rahmetli Turgut Özal’ın oğlu, babasının bu olayın üzerine gitmek istemediğini, çekindiğini açıklamış idi.
Bu olayı hepimiz biliyoruz ama KKTC’de, Sayın Mehmet Ali Talat’ın Cumhurbaşkanı olmasından hemen sonra eşinin eczahanesine atılan bombayı pek bilmeyiz, konuşmayız.
KKTC denen yer, cep kadar bir yer, Ada’yı bilen bilir, herkes birbirini tanır, ama nasıl oluyor ise, Cumhurbaşkanı’nın eşinin eczahanesine kimin bomba attığı bir türlü ortaya çıkmıyor.
Bunu açıklayabilecek biri varsa, lütfen hepimize anlatsın.
Benim de tesadüfen Ada’da bir konferans için bulunduğum bir gece KKTC’nin ünlü gazetecisi Kutlu Adalı evinin önünde öldürüldü, cinayet öncesi birileri (!) sokağın ışıklarını kesti, Adalı öldürüldü, katil kaçtı (!), arkasından sokağın ışıkları yeniden yakıldı.
Türkiye’de, şimdi DTP milletvekili olan Sayın Akın Birdal’a ofisinde saldırı gerçekleşti, Birdal ölümden döndü, saldırgan, bir asker, ismini vermiyorum ama herkes tanıyor, yakalandı, afla hapisten çıktı, hemen KKTC’ye gitti, Sayın Denktaş kendisini KKTC vatandaşı yaptı, aynı kişi şimdi Ergenekon davasından yine hapiste ve bu kişi işte o Ergenekon sanığı 150 KKTC vatandaşından biri.
Mehmet Altan KKTC üzerine kitap yazdı, tutuklanan uyuşturucu tacirlerinin KKTC’de polisin elinden alınıp ortadan yok olduğunu yazdı, kimseden ses çıkmadı..
KKTC’de Ergenekon-KKTC ilişkisini araştıran Komisyon’a bu olayları hatırlatmak abesle iştigaldir herhalde; zaten bu konular KKTC’de herkesin ezbere bildiği konular.
Komisyon Başkanı Sayın Ahmet Çaluda KKTC-Ergenekon ilişkisine rastlanamadı diyor ise, rastlanamamıştır.
Onlardan iyi bilecek halimiz yok ya.

Eser KARAKAŞ - Vali devleti temsil eder(miş)

Bu konuyu arada sırada yeniden yazmak zorunda kalıyorum.
Çünkü bazı gazeteciler, bazı aydınlar, maalesef bazı hukukçular, hatta bazı idare hukukçuları bile vali kavramının ne olduğunu bir türlü öğrenmek istemiyorlar.
Ve ısrarla valinin devleti temsil ettiği gibi fahiş bir teknik yanlışı ve mantık saçmalığını tekrarlıyorlar.
Valiler bal gibi ve sadece hükümeti temsil ederler.
Ve bu nitelikleri dolayısıyla da başbakandan, bakanlardan emir almaları kadar doğal ve normal bir şey yoktur.
Valilerin devleti temsil ettikleri zırvasını bu arkadaşlara kim öğretti bilemiyorum ama bu durum, aynı, bir delinin kuyuya attığı taşı bin akıllının çıkaramaması gibi bir şey.
Valilerin kimi, neyi temsil ettikleri meselesi Ankara’daki tam teçhizatlı, buram buram militarizm kokan bir yürüyüşe izin verilmemesi ile yeniden gündeme geldi.
Doğrudur, bizim ülkemizde böyle bir durum, askere, gelenekselleşmiş bir militarizm yürüyüşüne izin vermeme Başbakan’ın bilgisi olmaksızın mümkün değildir.
Detaylarını bilemiyorum, muhtemelen Başbakan, Ankara valisine emir vermiştir ve bu çok olumlu sonuç ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet’in yüzüncü senesine yaklaşırken, AB ile katılım müzakereleri yapan, Anayasasının değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri arasında Cumhuriyetin temel nitelikleri olarak demokrasi ve hukuk devletinin olduğu bir ülkenin başkentinde, ana arterlerde, tam teçhizatlı askerlerin sloganlar atarak rap rap yürümelerini savunmak doğrusu hem komik, hem korkunç.
Ama biz yine gelelim vali kimi temsil eder meselesine.
İdare hukukunun temel idari ayırımlarını kamu hizmeti üretiminin mantığını anlamadan belirlemek imkansızdır.
Devlet dediğimiz soyut mekanizma aslında kamu hizmeti üreten aparat demektir.
Ve, en kabaca, iki türlü kamu hizmeti vardır: Merkez (Ankara) seçilmişleri tarafından üretilmesine karar verilen ulusal kamu hizmeti ve yerel seçilmişlerin ürettikleri yerel kamu hizmetleri.
Ankara’nın ürettiği ulusal kamu hizmetlerinin, mesela eğitimin, sağlığın illerde hem üretilmesi hem dağıtılmasından sorumlu il eğitim, sağlık müdürleri vardır.
Bu arada, geçerken, eğitim ve sağlık kamu hizmetlerini örnek verirken, bu kamu hizmetlerinin doğası gereği merkezden üretilmesinin ve yönlendirilmesinin şart olduğunu asla söylemiyorum; önümüzdeki senelerde bu iki kamu hizmeti büyük ihtimalle yerel hizmete dönüşecek ama bugün durum bu ve ben de sadece örnek olarak veriyorum.
Ankara’da tüm bakanlıkları Başbakan’ın koordine etmesi gibi, illerde de bu bakanlıkların temsilcilerini, yani il müdürlerini vali koordine eder.
Ve bu görevi nedeniyle de hükümetin, başbakanın, bakanların doğrudan emrinde bir memurdur; vali hükümeti temsil etmeyecek de neyi temsil edecektir?
Valinin devleti temsil ettiği söylencesi çok saçmadır, tanımsızdır; bu söylem muhtemelen Osmanlı’dan gelen bir şartlanmadır zira Osmanlı’da Mısır valisinin devleti temsil etmesi, bugün Ankara valisinin devleti temsil ettiğini iddia etmekten daha anlamlıdır.
1949 tarihli İller İdaresi Kanunu’nda valinin devleti ve hükümeti temsil ettiğinin yazılmış olması yaklaşan (1950) demokrasi karşısında birilerinin vesayet rejimi arayışından başka şey değildir.
İnsanların saçma yanlışları nesilden nesile aktardıkları bizden başka kaç ülke vardır bilemiyorum.

Eser KARAKAŞ - Çocukların dövülmesi ve bir anı

Lige verilen aradan istifade edelim ve bu vesileyle bir anımızı aktaralım. Geçen hafta Florya Metin Oktay tesislerinde yaşanan korkunç olaylar ve bu olayların yaşandığı mekanın ismi bana bu eski anıyı hatırlattı.
Galatasaray yönetimi, olayın hemen arkasından biraz yalpaladı, yine birilerinin tahrik etttiği gibi şeyler söylendi ama hemen arkasından hem yönetim, hem camia tarihine, şanına uygun tavrı aldılar; Mehmet Ali Birand’ın, eski bir liseli olarak çıkışı muhteşem idi. Ancak, yönetimin sitelerine koydukları açıklamada “olayın tasvip edilecek bir yanı yoktur” gibi Türkçe ne anlama geldiği belli olmayan şeyler yazmaktan da vazgeçmesi lazım; sanki olayın tasvip edilecek bir yanı olabilirmiş gibi.
Bu korkunç olayların rahmetli Metin Oktay gibi ülkemizin gelmiş geçmiş en centilmen futbolculardan birinin isminin verildiği bir tesisde yaşanmış olması da ayrı bir dram. Metin Oktay Türkiye’nin en centilmen futbolcularından biri idi; teknik özelliklerini hatırlatmaya bile gerek yok.
Bu yazıyı kaynak araştırması yapmadan yazıyorum ama hafızam beni yanıltmıyor ise Metin Oktay hayatında sadece bir kırmızı kart görmüş bir futbolcu. Bendeniz de bu kırmızı kart olayına Dolmabahçe Stadı’nda şahit olmuş biri olarak, lig arasından istifade ederek, bu anımı aktarmak istiyorum.
Fenerbahçe-Galatasaray maçı, yetmişli yılların hemen başı olsa gerek, sahne Dolmabahçe Stadı (o tarihte adı böyleydi galiba).
Fenerbahçe’nin geri dörtlüsünün ortasında, o zamanlar tandem lafı yoktu, çok yetenekli ama yeteneği ölçüsünde de muzır rahmetli Yılmaz Şen oynardı. Yılmaz Şen tüm maç boyunca Metin’e yapıştı, oynatmamak, daha doğrusu sinirlendirmek için her şeyi yaptı, hatta hatırladığım kadarıyla elle tacize da başladı, söylemeye gerek yok, tüm bunları hakemler görmeden, topsuz alanda yaptı.
Metin Oktay bir-iki itiraz etti, Yılmaz’a söylendi, hakeme şikayet etti ama sonuç alamadı, en sonunda, her normal insan gibi, sinirleri iflas etti ve Yılmaz’a vurdu.
Metin’in futbol hayatında herhalde vurduğu ilk futbolcu Yılmaz olmuştur. Yılmaz’ın, şaşkınlık ve maduriyet pozlarını bugün gibi hatırlıyorum. Ve Metin Oktay hayatının ilk kırmızı kartını gördü; hiç hakketmediği bir utançla sahayı terketti, yine yanılmıyor isem Fenerbahçe de maçı 3-0 kazandı.
Bugün ne Metin Oktay, ne Yılmaz Şen aramızdalar. Yılmaz’a da haksızlık etmeyelim, asla meslektaşını yaralamak için bunları yapmazdı; tek amacı rakibini sinirlendirip oyundan düşürmek idi. Muhteşem teknikli her iki büyük futbolcuya da, Metin’e, Yılmaz’a Allah’tan rahmet diliyorum.
Keşke bugünküler Metin kadar centilmen, Yılmaz kadar sevimli olabilseler.

Eser KARAKAŞ - 3 artı 2

3 artı 2 formülüm üniversitelerin yeniden yapılanmasına ilişkin bir önerim.
Başlangıç noktam liselerin genelinden orta vadede çok umutlu olamamam.
12 milyon öğrenci, bir milyona yaklaşma eğiliminde öğretmen var.
Bütçe olanakları, daha yetenekli, daha iyi yetişmiş gençlerin öğretmenlik mesleğini öncelikle tercih etmeme gerçeği karşısında orta vadede ilköğretim ve lise çıktılarından çok umutlu olmamız pek mümkün değil.
Ama bir şeyler de yapmak lazım, hatta şart.
Bu aşamada üniversitelere büyük bir iş düşüyor, düşecek.
Üniversite sayısının ve üniversitelere giren öğrenci miktarının mutlaka büyük ölçüde yükseltilmesinin de şart olduğunu biliyorum ve bu şartın gereklerinin bir biçimde hayata geçeceğini de öngörebiliyorum.
18-25 yaş kuşağının yaklaşık yarısının örgün öğretime girebildiği bir Türkiye’de üniversitelerin bugünkü yapısının aynı alması da olanaksız olacaktır.
İlk değişmesi, üstelik radikal bir biçimde değişmesi gereken de müfredat yapısı olacaktır.
Benim naçiz önerim de üniversitelerin 3 artı 2 biçiminde örgütlenmesidir.
İlk üç senenin sonunda gençlere ilgili alanda bir lisans diploması verilmelidir.
Ancak, bu lisans diploması uzmanlığa asla değil, tam tersine genel eğitime ağırlık veren bir lisans diploması olmalıdır.
Bir adım daha ileri giderek şunu da söyleyebilirim: sağlık bilimleri dışında ilk üç senede TÜM dallarda müfredatın, öğretim programının yüzde yetmiş beşi (%75’i) benzer hatta aynı olmalı, ilgili dalın temel dersleri ancak yüzde yirmi beş (%25) içinde verilmelidir.
En uç bir örnek vermek gerekir ise, bir mühendislik lisansı alacak öğrenci ile, ekonomi ya da tarih lisansı alacak öğrencinin ders programları ilk üç sene içinde yüzde yetmiş beş nisbetinde aynılaşmalıdır.
Lisans öğretiminin hala uzmanlık anlamına geldiğini savunanlar için çok hoş bir öneri değildir ama 21. yüzyılın rekabetçi beşeri sermayesi uzmanlıktan ziyade genel eğitim ağırlıklı olacaktır, herkesin bunu çok net görmesi şarttır.
Yaşamı boyunca en azından üç ya da dört meslek değiştirecek bir bireyin daha on sekiz yaşında uzmanlık öğretimi görmesinin ne kadar saçma sapan bir konu olduğunu umarım yakında tüm ilgililer görecek, anlayacaklardır.
Bu tür bir müfredata dayalı lisans yapılanmasının öğrencilere tanıyacağı adeta sonsuz yatay geçiş olanakları da pastanın kreması olacaktır.
Yazımın başında da belirttiğim gibi mevcut demografik baskı, ücret koşuları, öğretmenlik mesleğine bakışın ve seçenlerin niteliği kısa ve orta vadede lise eğitiminden umutlu olmamızı pek olanaklı kılmamaktadır; bu açıdan lise eğitiminin/öğretiminin uzatılmamasında, mümkün olduğu ölçüde kısa kesilmesinde de yarar vardır.
Bu durumun yaratabileceği sıkıntıları, 18-25 yaş kuşağının çok daha ağırlıklı bir bölümünü üniversiteleştirerek gidermek temel hedef olmalıdır.
Lise senelerini kısaltıp, üniversiteyi de 3 artı 2 formülüne indirgemek oluşabilecek mali baskıyı da hafifletecektir.
İlk üç senede ilgili dalın en temel bilgilerini alan ama beraberinde çok daha önemsediğim genel eğitim formasyonu ile donanan bir kuşağın ülkemizin 21. yüzyılda ihtiyaç duyacağı beşeri sermaye birikimine daha büyük katkıda bulunacağına inanıyorum.
Üç senelik lisans programında ilgili dalın en temel bilgilerini almış gencimiz arzu ederse ek iki sene içinde bu alanda daha derinlemesine bilgi edinmek, isterseniz uzmanlık tabirini de kullanabilirsiniz, olanağını bulacaktır.
Artı iki seneye gidecek gençlerin sayısı azalacağından bu aşamada öğretim de çok daha nitelikli hale gelecektir.
Yüksek öğretimde reformdan anladığım dekan, rektör seçimleri değil, bu doğrultuda radikal müfredat ve yapılanma değişikliğidir.

Eser KARAKAŞ - 2011’den ne bekliyorum?

2011’den beklentilerimizi ikiye ayırabiliriz. Özel-şahsi ve kamusal beklentiler.
Özel-şahsi beklentiler çok geniş bir alanda tanımlanabilir ama kanımca bu özel-şahsi beklentileri sağlık ve mutluluk beklentileri olarak özetlersek büyük bir yanlış yapmış olmayız.
Kamusal beklentiler ise çok daha karmaşık bir görünüm içindeler.
Bendeniz bu kısa hafta başı köşe yazısında bir Türkiye Cumhuriyeti yurtaşı olarak 2011’den beklentilerimi özetlemeye gayret edeceğim.
Doğal olarak, kamusal nitelikte beklentiler, sağlık ve mutluluk ortak paydasına indirgenebilecek beklentilere oranla çok daha sübjektif ve bu oranda da tartışmaya açık.
Kendi ülkeme yönelik kamusal beklentilerimi, içinde bulunduğumuz çağda, küreselleşmenin geldiği bu aşamada dünya koşullarından soyutlamak olanaksız ama bendeniz yine de bir soyutlama yapıp Türkiye’ye odaklanacağım ve üç noktayı ön plana çıkaracağım: yüksek büyüme, yeni bir anayasa ve AB ilişkilerinde büyük mesafe alabilme.
En büyük kamusal beklentim 2011 senesinde de Türkiye ekonomisinin yüzde altının üzerinde bir oranda büyümesi.
En büyük toplumsal sorunlar işsizlik, fakirlik, gelir bölüşümünün kabul edilemez ölçüde bozukluğu.
Bu belalarla sosyal politikalarla ancak bir noktaya kadar mücadele etmek mümkün.
İşsizliğe, fakirliğe karşı en etkin, kalıcı, sürdürülebilir mücadelenin yüksek büyüme oranları olduğu kesin.
Türkiye 2011-2015 parlamenter dönemini ortalama yüzde yedilik bir büyüme oranı ile kapatabilirse, her açıdan bambaşka bir ülkenin yurttaşları olarak 2015 seçimlerine gideriz, bunu herkesin aklında tutması şart.
Büyüme oranlarının kalıcı olabilmesi için de üç konuyu çok önemsemek lazım.
Kamu maliyesi dengelerinde kalıcı istikrar, çağın gereklerine uygun bir beşeri sermaye (öğretim) ve yüksek katma değerli mal ve hizmet ihracatı.
Son ikisi daha uzun vadeli hedefler ama Türkiye 2011 seçim senesini mutlaka yüzde üçün altında bir bütçe açığı ile kapatmayı başarabilmeli, ilk altı ayda mutlaka biraz gevşeyecek dengeleri son altı ayda yine düzeltmeli.
Diğer iki temel beklentim yeni bir anayasanın yapılması ve AB ilişkilerinde ciddi bir mesafe alınması.
Aslında bu son iki hedefi birbirinden ayrı değerlendirmek çok anlamlı değil.
Yeni yapılacak anayasa 2010 İlerleme Raporu’nda ifadesini bulan sorunları aşmaya yönelik bir anayasa olursa zaten mesele radikal bir biçimde çözülüyor.
Yeni anayasa mutlaka sivil-asker lişkilerini, din-devlet ilişkilerini, yurttaşlık tanımını, devlet idelojisini, temel hak ve özgürlükleri yeniden biçimlendirmeli.
Bu yeniden biçimlendirmenin de “NASIL” olacağı büyük ölçüde AB ilerleme raporlarında meşru referanslarla ele alınıyor.
Önemli olan kamusal sorunlarda yerel değil, evrensel referanslı çözümlere yönelmek.
2011 senesini kapatırken, 2011’de yüzde yedi büyümüş, çağdaş referanslara sahip bir anayasa yapmış, AB meselesinde siyaseten hamle yapmış bir ülkenin yurttaşı olmanın keyfini düşünebiliyor musunuz?
AB meselesinde siyaseten mesafe almaktan ne kastettiğimi başka bir yazıda ele alacağım.
Kamusal olarak ne olursa olsun, yine de 2011 hepimiz için sağlık ve mutluluk getirir inşallah.

Eser KARAKAŞ - AB üyeliği, siyaset ve Davutoğlu

2004 senesinde AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması kararına kadar AB meselesi yarı teknik, yarı siyasi bir meseleydi.
Yarı teknik diyorum zira söz konusu olan Katılım Ortaklığı Belgelerinde (KOB) istenen hem siyasi, hem ekonomik, hem hukuki düzenlemelerin, önceliklerin gerçekleştirilmesi meselesi idi.
Yarı siyasi diyorum zira bu önceliklerin yaşama geçirilmesi içeride kararlı bir siyasi irade gerektiriyor idi; saçma sapan bir muhalefet karşısında AK Parti bu işi çok iyi götürdü.
2005 senesinde müzakerelerin fiilen başlaması sonrası görüntü değişti.
Ocak 2011 itibariyle 34 adet müzakere dosyasından sadece birini geçici olarak kapattık, 12 dosyada müzakereler sürüyor, iki dosyada müzakere pozisyonu sunduk, sekiz dosyada açılış kriterleri bekleniyor, dokuz dosya Konsey’de görüşülüyor, bir dosya ise Komisyon’da.
Geçenlerde bir gazetede Türkiye 1-Hırvatistan 28 gibi bir sonuç açıklandı.
Aşağı yukarı aynı tarihlerde başlayan müzakere süreçlerinde Hırvatistan 28 dosyayı geride bırakırken, bizde bu sayı yukarıda belirttiğim gibi bir.
Bu skordan iki sonuç çıkartmamız lazım.
Birincisi bazı dosyalarda bizim hata yaptığımız gerçeği; rekabet dosyası buna çok tipik bir örnek.
Devlet yardımları meselesi daima keyfilik, partizanlık konularını da beraberinde getirmiştir, kısa vadede işe yarar gözükse de orta ve uzun vadede büyümenin önünde bir engeldir; bu nedenden, devlet yardımları nedeniyle rekabet dosyasının açılmaması bize olsa olsa zarar getirir.
İkinci temel konu ise siyasi nedenlerden bazı AB üyesi ülkelerin çıkardığı engellerdir.
İşte bu ikinci neden siyasi süreci bugün tekrar AB üyelik perspektifimizle birleştirmiştir.
“Ekonomik ve parasal politikalar” dosyasına Fransa’nın çıkardığı engel tipik bir politik engeldir ve bu engeli aşmanın yegane koşulu Türkiye’nin AB dışında kalmasının Fransa’ya maliyetinin Türkiye’nin tam üyeliğinden kaynaklanacak maliyetten daha büyük olduğunu Sarkozy’e anlatabilmekten geçmektedir.
Bu aşamada da aklıma Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’nun politikaları gelmektedir.
Sayın Davutoğlu’nun Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki, Orta Asya’daki açılım politikaları en genelinde iki türlü yorumlanabilir.
Birinci yorum, AB perspektifinden umudunu kesen Türkiye’nin alternatif siyasi arayışlar içinde olduğu yönündeki yorumdur.
İkinci yorum ise Türkiye’nin komşuları, Ortadoğu, Balkanlar ve Asya’daki açılımlarının AB tam üyelik perspektifi doğrultusunda vazgeçilmezlik, ya da en azından elini stratejik açıdan çok güçlendirmek, pazarlıkta öne geçme arayışı amaçlı olduğu şeklinde yorumdur.
Benim gönlüm çok net bir biçimde ikinci yorumdadır.
Dış politikada yaşanan açılımlar bu amaca kitlenerek yapılır ise, sonuç alma ihtimali çok da yüksek olabilir.
Özünde teknik bir aşama olması gereken müzakere sürece bir biçimde siyasi bir öz kazanmıştır.
Sayın Davutoğlu’nun siyasi açılımları, isterseniz stratejik derinlik arayışı da diyebilirsiniz, AB müzakerelerinde vazgeçilmezlik faktörünü güçlendirmek amaçlı ise toplumun daha büyük bir bölümünü bu hedef doğrultusunda birleştirmek mümkündür kanısındayım.

Eser KARAKAŞ - Saçma tartışmalar

Türkiye’de tartışıyoruz.
Doğrudur, bu bir aşamadır, önemli bir aşamadır, çünkü eskiden tartışılması zor bazı konular şimdi nispeten daha rahat tartışılıyor.
Ancak, tartışmaların içeriğinin ve daha önemlisi çerçevesinin çok saçma olduğunu da görmemiz lazım.
Çerçevenin saçma olması ne demek, açmaya çalışacağım.
İlk planda aklıma gelen iki örnekten hareket edeceğim.
Bu sabah (Salı) ekranlardan siyasi partilerin grup toplantılarını izliyorum.
MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün MGK toplantısı sonrası gittiği Diyarbakır’da yaptığı konuşmayı çok sert bir üslupla eleştiriyor, Sayın Gül’ün MGK kararlarına (tek devlet, tek millet, tek bayrak, vs) aykırı bir söylem içinde olduğunu ifade ediyor ve hatta sözü örtük de olsa ihanete kadar getiriyor.
Benim ilgi alanım ne Sayın Gül’ün Diyarbakır konuşmaları ne de Sayın Bahçeli’nin çok sert itirazları.
Benim temel itirazım bir muhalefet partisinin liderinin MGK referansına.
Şu noktayı çok açık tartışmamız lazım; bugün, 2011 Türkiye’sinde tartışılması gereken temel konu Sayın Cumhurbaşkanı’nın Diyarbakır konuşmasının MGK bildirisine uyup uymadığı mıdır, yoksa demokratik bir hukuk devletinde Milli Güvenlik Kurulu gibi tuhaf bir kurumun anayasal varlığını sürdürebilmesi ve aldığı kararları bakanlar kuruluna BİLDİRMESİ MİDİR? (Anayasa, madde 118)
MGK gibi demokratik bir hukuk devletinde kurumsal varlığı çok tartışmalı bir kurumu kaldırmak, anayasal bir kurum olmaktan çıkarmak için uğraşmak yerine, bir muhalefet partisi liderinin Cumhurbaşkanı’nın MGK kararlarına aykırı hareket etti diye suçlaması doğrusu olsa olsa bizde görülebilecek bir garipliktir.
Sayın cumhurbaşkanı dışında MGK’da bulunan asker kişiler Başbakan’ın memurlarıdır, sivil üyeler kabine üyesi bakanlardır, başbakan gerek gördüğü anda bu kişileri anında toplantıya çağırma yetkisini haizdir; hal böyle iken böyle bir kurumun anayasal statüde bir kurum oluşu gariptir, MHP liderinin itirazı ise daha da gariptir.
Daha da garibi muhtemelen siyasi iktidarın MGK’yı hala anayasal statü dışına taşımamış olmasıdır.
MGK’nın anayasal statüsünü açıklamaya, meşrulaştırmaya yönelik izahlar komik ötesidir; askerin darbe yapmaması, itirazlarını sivillere anayasal bir zeminde aktarması için bu kurulun ihdas edildiği söylenir ama askerin asli işi dışında sivil otoriteye nasıl, hangi meşruiyete dayanarak itirazı olabileceği konusu, nedendir bilinmez, pek gündeme gelmez.
MGK tartışmasının zemini, çerçevesi yanlıştır.
Başka bir örnek de Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tartışmalarının çerçevesinin yanlış olmasıdır.
Yeni hazırlanan, eskisinden farklı olduğu söylenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi içinde tehdit unsurlarının değiştiği, komşulara bakışın değiştiği, bu nedenden de olumlu bir gelişme olduğu yaygın iddiası ortada dolaşmaktadır.
Kimse (küçük bir grup dışında) yine Anayasa’nın 118. maddesinde ifadesini bulan bu belgenin bizzat kendisinin saçma sapan bir belge olduğunu, demokratik hukuk devletlerinde bu tür gizli belgelerin olamayacağını söylememektedir.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi orada durduğu sürece, belgenin kimi tehdit unsuru olarak gördüğü çok tali bir konudur.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
2011 Türkiye’si artık konuların daha anlamlı bir çerçevede ele alınmasını gerektiren bir ülkedir.

Eser KARAKAŞ - Hangi yazar neyi yazmıyor?

Sayın Çetin Altan’dan çok şey öğrenmişimdir.
Hem gazete yazılarından, kitaplarından hem de 46 senelik arkadaşım Mehmet’in babası olarak kendisiyle yakalayabilme şansına, onuruna sahip olduğum sohbet olanaklarından.
Öğrendiklerim saymakla bitmez; bunlardan bir tanesi de seneler önce Sayın Çetin Altan’ın çok önemli bir saptamasıdır: “Bir köşe yazarının siyasi kimliği ne yazdığından değil, ısrarla ne yazmadığından belli olur”.
Fransızların “esprit contradictoire” diye adlandırdıkları, türkçemize belki “tersinden düşünme” diye çevrilebilecek bu kavramı içselleştirmiş bir bilge olan Sayın Çetin Altan yukarıdaki saptamasıyla basınımıza gerçekten ışık tutuyor.
Türkiye’nin siyasi gündemi gerçekten çok zengin, çok yüklü.
Köşe yazarlarının konulara yetişmesi kolay değil; her yazardan her şeyi yazmasını beklemek de saçma.
Ama yine de bazı gazetelerin köşe yazarlarının bazı konulara ısrarla girmemesi çok öğretici.
Bitlis Mutki’de bir karakola 400 metre mesafede on iki insana ait olduğu anlaşılan kemikler bulundu.
Süreç muhtemelen 28 Şubat kepazeliğinin en pis, en karanlık günlerine ilişkin.
İskeletlerin dokuzunun o tarihlerden beri kayıp olan dokuz gence ait olma ihtimali çok yüksek.
Gömü yerinin, şayet karakol o tarihlerden sonra inşa edilmedi ise, karakola 400 metre oluşu da ayrı bir skandal.
Olayın kendisi büyük bir insanlık, hukuk faciası.
Ama bugün yaşanan da eşit değerde bir basın faciası zira malum gazetelerin köşe yazarları ısrarla bu konuya girmiyorlar.
Zamanın ruhu herhalde öyle gerektiriyor ki Hürriyet ve Milliyet gazeteleri haberi birinci sahifeden görmüşler; bu gazetelerin Balyoz olayını günlerce görmemiş olmaları da hatırlanmalı.
Geçenlerde Zaman gazetesinde Sayın Hüseyin Gülerce bir yazı yazdı, Hürriyet gazetesinde de Sayın Ertuğrul Özkök bu yazıya çok sert bir yanıt üretti; Sayın Gülerce seçimler sonrası basın kompozisyonunun büyük ölçüde değişeceğini ifade ediyordu.
Sayın Gülerce bu tartışmada yüzde yüz haklı; haksız olabileceği yegane konu sürecin bu kadar gecikmiş olması.
Basından, köşelerden tasfiyesi gerekenler meşru fikirlerini ifade etmiş olmaktan asla tasfiye edilmemeli.
Ancak, Mutki olayı bir kez daha bizi 28 Şubat kepazeliğine geri götürdü; internet burada, isteyen kimin 28 Şubat günlerinde ve hemen sonrasında neler yazdığını görebilir, aynı mantık bire bir 27 Nisan muhtıra kepazeliği için de geçerli.
Ama basında birileri de bu kepazeliklere, şiddete destek atmışlardır.
Ve bunlar mutlaka ama mutlaka basından tasfiye edilmelidirler; çok geç bile kalınmıştır.
Elma ile armutu karıştırmayalım; 28 Şubat’a, 27 Nisan’a destek atma meşru bir siyasi görüş ifadesi değildir, zoru, şiddeti savunmaktır ve bu görüşlerin çağımızda yeri olamaz, basında köşe yazısı yazamazlar, ifade özgürlüğü, meşru gazetecilik şiddeti savunma noktasında biter.
Bakalım, “kağıt parçası” meselesinde günlerce “imza makinesi” diye tutturanlar Mutki olayını kaç kez gündemlerine alabilecekler.
Köşe yazarlığı kamusal alan konusudur; kamusal alan şiddet içermeyen özgürlükler alanıdır, 28 Şubat, 27 Nisan kepazeliklerini savunma yeri değildir.
Kimse lafı çevirmesin, 28 Şubat, 27 Nisan girişimleri toplumu şiddet ile tehdittir.

Mahir KAYNAK - Birlikte yaşamak

Toplumu bir arada tutan çeşitli faktörlerden söz edilir. Mesela aynı kökten gelen ya da aynı kültürü paylaşan insanların bir arada yaşayacaklarına inanılır. Ancak yirmiden fazla Arap ülkesinin bu kritere uymasına rağmen ayrı devletlerin topraklarında yaşadığı gözardı edilir. Bazen ortak inançların insanların birlikteliğini sağlayacağı düşünülür. Ama İkinci Dünya Savaşında tarafların hepsinin Hristiyan olduğu, başka dinlerden olanların bu savaşa aktif olarak katılmadıkları unutulur. Ortak dil de birleştirici bir faktör değildir. Dünyada aynı dili konuşan ama farklı devletlerin vatandaşı olarak yaşayan birçok insan vardır ve bir araya gelmeyi düşünmezler bile. Aynı dili konuşanlar birbirini kolay anlar ama bu düşman olmalarını engellemez.
Ekonomik çıkarları aynı olan insanlar da bir araya gelmezler. Çünkü çıkarın aynı olması rekabet nedenidir. İnsanların paylaşmak yerine hepsine sahip olmak gibi bir karakteri vardır. Bu durumda insanların hiçbir biçimde yan yana yaşayamayacakları sonucu mu çıkarılmalı yoksa bir arada yaşayıp bundan hiç şikayetçi olmayacakları ve değiştirilmesine şiddetle karşı çıkacakları başka bir neden mi vardır?
Bu sorunun cevabı ülkemizdeki bazı siyasi partilerin neden hiçbir zaman iktidara gelemedikleri ve gelemeyecekleri sorusunun da cevabı olacaktır. Kısa süreli koalisyon ortaklıkları bu düşünceyi geçersiz kılmaz.
Bazı zamanlarda birleştirici sayılan faktörleri savunup iktidara gelinebilir. O zaman şu soruya cevap verilmelidir: Bu faktör bir görüntüden mi ibarettir yoksa gerçek bir bütünleştirici midir? Mesela ülkemizdeki bütün darbeler yapıldığı zaman desteklenmiştir. Şimdi ise bu düşünce birini ayıplı hale getirmek için kullanılmaktadır. O zaman birleştirici unsurun kısa zaman aralıklarında değişebileceğini mi düşüneceğiz? Bugün insanları bir araya getiren şey yarın ayrıştırıcı olursa bunun nedeni nedir?
İnsanların soyları, kimlikleri, kültürel değerleri ve inançları doğumları ile birlikte belirlenmiştir. Bunlar, genel olarak, bir tercih değildir. Bunlara bağlılıkları ve savunmaları güven içinde yaşamak istemelerinden kaynaklanır. Savundukları şeylerin yanlış olduğunu söylemiyorum. Bunlar çok üstün değerler olabilir ve zaman içinde, bu değerlere aşkla bağlanabilirler.
İnsanların beklentisi güven ve refahtır. Bunları sağlayanların ideolojilerine gösterdikleri yakınlık, genellikle yapaydır ve sahip olduklarını kaybetmemek içindir. Yani bugün medeni ülkelerin ön safında yer aldığını düşündüğümüz Almanların geçmişte nazi olmaları ya da bununla mücadele etmemeleri güven ve refahlarını korumak amacını taşıyordu.
Siyasetçilerin insanları tornadan çıkmış gibi aynı olmaya zorlamaları kendi geleceklerini güvence altına almak amacı taşır. İnsanlar iktidarın nimetlerinden daha çok faydalanmak için hiç benzemedikleri insanlarla özdeşleşmeye razı olurlar.
Formül şu olmalıdır: İnsanların soy, kültür değerleri, inançları bir üstünlük veya aşağılanma sebebi olmayacaktır. Bunu savunanlar dışlanmalıdır. Geçmişimizde bugün gerekli saydığımız hiçbir şart önemsenmemiştir. Her soy ve kültürden insanlar, ortak değerlere bürünerek, ülke yönetiminde söz sahibi olmuştur

Mehmet ALTAN - AYİM, AYİM’e karşı

Dün, 2010 yılının son haftasının son Salı günü olmasına rağmen diğer salılardan pek de bir farkı yoktu. Günlük gazete ve televizyonları taradıktan sonra siyasi parti grup toplantılarına göz attım.
Haziran’daki genel seçim kampanyasının adeta şimdiden açılmış olduğuna bir kez daha şahit oldum.
Demokratik Toplum Kongresi’nin hala ilk günkü kadar canlı bir şekilde tartışılmasını ve gündem olmasını da; AK Parti, DTP ve MHP arasındaki sert çekişmeyi de bu erken girilen seçim yarışının doğal bir sonucu olarak değerlendirdim...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yarınki Diyarbakır gezisi de bu atmosferde gerçekleşeceği için, her ne kadar kendisi beklentiyi düşürmeye yönelik duruş sergilese de, daha da önem kazanmışa benziyor.
***
Hayat, askeri vesayetin ortadan kalkmadığı, siyasi iradenin de rüştünü yasal ve kalıcı bir şekilde oturtamadığı kaotik ortamda devam ediyordu...
Orgeneral Berk’in Başbakan’a hakaret davasından, Atatürk’ün kente gelişi vesilesiyle Ankara’da bugüne kadar her yıl tekrarlanan ve bu yıl yapılan idari değişiklik nedeniyle gerçekleşmeyen garnizon yürüyüşüne kadar her haber bu gerçeği teyit ediyordu...
Ama asker-sivil ilişkisinin bu karışık ortamdaki en yakıcı güncel konusu ise dün en ön sıralarda olmasa da Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin verdiği son karardı.
Bildiğiniz üzere...
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM), Yüksek Askeri Şûra’nın Ağustos’ta terfi ettirdiği ama hükümetin terfi kararnamesinde isimlerine yer vermediği Halil Helvacıoğlu, Gürbüz Kaya ve Abdullah Gavremoğlu’nun başvurularını değerlendirip, 1 Ekim 2010’da yürütmeyi durdurma kararı almıştı.
Geçtiğimiz Cuma günü ise AYİM’den kesin karar çıktı.
Mahkeme, bu terfilerin yapılması istikametinde oybirliği ile hüküm verdi.
Siyasal iktidar, yeryüzünde eşi menendi olmayan bu AYİM’i yani Askeri Danıştay’ı tümden kaldıracak gerekli adımı atarak bunu da Anayasa Değişim Paketi’ne koymadığı için yeniden tatsız bir durumla karşı karşıya kalınmıştı...
***
Konuyu, Mehtap TV’de Pazartesi akşamı 225. programımızı yaptığımız “Akıl Defteri”nde de tartıştık...
Programa yağan elektronik posta mesajlarından biri, aslında olmaması gereken bu Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin “kendi kendiyle” de tutarlı olmadığını ortaya koyuyordu.
“Askeri yargı mensubu” olduğunu belirten Hasan Yılmaz’ın gönderdiği mesaj aynen
şöyleydi:
“Sayın ALTAN, aşağıdaki karar Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin internet sayfasından alınmıştır ve AYİM’in nasıl adamına göre karar verdiğinin bir ispatıdır.
14 - ÖZETİ: Tuğgeneralliğe terfi ettirilmeme işlemi 926 sayılı Kanun gereğince Yüksek Askeri Şura tarafından tesis edildiğinden; Anayasanın 125 ve 1602 sayılı Kanunun 21’inci maddeler, uyarınca yargı denetimi dışındadır
Dergi No:17
Karar Dairesi:AYİM.2.D.
Karar Tarihi:05.04.2002
Karar No: E.2001/754
Karar No: K.2002/463
Saygılarımla”
***
Dün 2010 yılının son Salı günü idi...
Biz hala asker-sivil ilişkilerini sistemli, kalıcı bir bütünsellik içinde topyekûn değiştirebilmiş değiliz...
Dünyada bir eşi daha olmayan ve siyasal iktidarın da referandum sürecine rağmen topyekûn berhava etmediği bir AYİM yani “Askeri Danıştay”ımız var.
Daha da trajikomiği...
Bu aslında olmaması gereken mahkeme, belki de özünde hukuk olmadığından, siyasal iktidara meydan okumak için kendi kendiyle çelişmekte de bir beis görmüyor...
2010 yılını bitirirken hala manzara-i
umumiye bu.
***
Acaba diyorum, on yıl sonra da 21. yüzyılın ikinci on yılını devirirken de bir yandan “çok değiştik” nutukları atıp, diğer yandan kendi kendini inkâr eden askeri mahkemelerle uğraşmaya devam eder miyiz?
Burayı yeryüzü standartlarına taşıyacak ve Ankara pazarlıklarıyla vakit geçirmeyen bir iradeye hep özlem duyarak mı ömür
tüketeceğiz?

Mehmet ALTAN - İlke mi tutalım, siyasi parti mi?

Dünün en önemli siyasi gelişmesi Milli Güvenlik Kurulu toplantısıydı. Kurul dün 13:30’da Cumhurbaşkanı Gül başkanlığında toplandı. Ben yazının başına oturduğumda toplantı henüz sonuçlanmamıştı.
...Toplantıda, terörle mücadelede gelinen aşamanın, demokratik açılım kapsamında bölgede yapılan çalışmaların, “iki dil” ve “özerklik”’ tartışmalarının, Cumhurbaşkanı Gül’ün Diyarbakır’a yarın yapacağı ziyaretin ele alınması ve Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik’in de PKK’nın faaliyetleri konusunda kurul üyelerine bilgi vermesi bekleniyordu...
2010 yılı biterken de Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı kavramı hayatımızdan hala çıkmamıştı, çıkacak gibi de görünmüyordu...
Neredeyse elli yıldır bu kavramla yaşamaya mecbur kılınmış bir Türkiye vatandaşı olduğumu bir kez daha canım sıkılarak hatırladım...
***
Milli Güvenlik Kurulu örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de “siyasal iktidarlar” değişiyor ama askeri rejimin kurumları olduğu gibi kalıyor...
Çünkü...
12 Eylül’ün “Siyasal Partiler Yasası”na göre kurulan partiler “siyasal iktidar kavgası” yapıyorlar ama “siyasal rejimi” demokratikleştirmeyi temel varlık nedenleri olarak ele almıyorlar.
Elli yıllık Milli Güvenlik Kurulu...
Otuz yıllık 12 Eylül rejimi, bunun bunaltıcı ispatı...
***
Siyasal iktidar kavgası yapan partileri mi tutacağız, rejimi demokratikleştirecek olan “ilkeleri” mi?
Siyasal partiler, daha ziyade “çifte standarttan” yanalar...
Mağdur iken “kötü” dediğine, mağrur olduğunda “iyi” diyebiliyorlar.
YÖK bunun bir örneği değil mi?
O halde parti tutmak yerine “ilkeler” üzerinden siyaseti değerlendirmek çok daha evla...
Birine körü körüne kapılanmak yerine, demokratik ilkelere yaklaşınca alkışlamak, uzaklaşınca tenkit etmek, çok daha tutarlı ve anlamlı değil mi?
Tersi olunca...
İlkeler siyasal iktidarı değil, siyasal iktidar ilkeleri belirliyor, “çifte standart”ın harika örneklerini bizlere yaşatıyor...
***
22 Ağustos 2007 yılında, AK Parti yüzde 48 ile yeniden iktidar olduğunda “Yeni Türkiye” başlıklı umut dolu yazımda şunları yazıyordum:
“Belli ki... Abdullah Gül, Ağustos ayı çıkmadan Cumhurbaşkanı olacak.
Ardından kabine... Hükümet programı... Güvenoyu... Bunların tümü de ‘yeni dönemin’ nasıl bir süreç olacağı konusunda elbette ki önemli ipuçları verecek.
Ancak...
‘Yeni dönem’i tanımlayabilmek açısından en önemli iki konudan biri ‘sivil’ bir anayasa...
İkincisi, Türkiye’nin AB süreci.
Sivil anayasa, 12 Eylül rejiminin tümüyle tasfiyesi anlamına gelecek.
AB süreci ise toplumsal dönüşümü, üretim biçiminin modernleşmesini, demokratikleşmenin ekonomik alt yapısının doğmasını hızlandıracak.”
Üç buçuk yıl sonra, ne 12 Eylül rejimi tümüyle tasfiye oldu...
Ne de AB süreçlerinde reformlara hız verildi.
Ve siyasete de “ilke” asla hâkim olamadı...
***
Şimdi “Anayasa 2011 yılında değişecek” deniyor.
Taslak var mı?
Buna nasıl inanabiliriz?
***
Benim hiçbir dönemde...
“İlkeli olunca”, oy verecek siyasal parti bulmakta güçlük çekeriz diye endişem olmadı, benim için hep arzulayıp ama bir türlü ulaşamadığımız bir Türkiye hedefi önemli, onu yaratacak ilkeler önemli...
Rejim kavgasını bir yana bırakıp, siyasal iktidar kavgalarından da artık çok bunalmış durumdayım...
Çünkü “her şeyin değiştiğini” söyleye söyleye yılları hep Milli Güvenlik Kurulu toplantıları eşliğinde kapatıp, Milli Güvenlik Kurulu eşliğinde aşıyoruz...
İktidarlar değişiyor ama rejim hep aynı...

Mehmet ALTAN - Tasarrufun Kürtçesi ne?

Yılın son gününe denk gelen bu yazıyı yazmaya koyulduğumda tek gündem vardı: Cumhurbaşkanı Gül’ün Diyarbakır gezisi. Gezi benim için “iki ayrı” Gül’ü bir arada izlemek açısından ilginç...
Biri, bir gece önce otoriter ülke üslubuyla herkese gözdağı vermeye çalışan Milli Güvenlik Kurulu bildirisine imza atan Abdullah Gül, diğeri Diyarbakır’da Orduevi’nde kalmayan Abdullah Gül...
Biri, gezisi sırasında kendisine askeri jetlerin eşlik ettiği Abdullah Gül, diğeri Diyarbakır Belediyesi’ni ziyaret eden Abdullah Gül...
***
İki ayrı Abdullah Gül’ü izlemenin ilginçliği dışında, özellikle medyada heyecan yaratan gezi doğrusu beni o kadar da heyecanlandırmıyor...
On yedi yıl önce rahmetli Erdal İnönü ile Süleyman Demirel koalisyonunun “Kürt realitesini tanıyoruz” beyanı, ardından Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 gezisi hafızamda taze...
Ama “ana dil” meselesinin de ortaya koyduğu gibi hala “temel hak ve özgürlükler” açısından mefluç bir ülke olmaya devam ediyoruz...
Ne ki Abdullah Gül’ün gezisi “Türkiye şartlarında” önemli ve olumlu... Dünya açısından baktığımda 31 yıl önce Fransa’nın Bask Bölgesinde belediyenin üzerinde iki dilde yazılı levhayı anımsayıp, kırk bin çocuğumuzu öldürüp hala o noktaya gelemediğimize lanet okuyorum...
***
Türkiye’yi kendi geçmişi ile kıyaslayınca bazı gelişmeler olumlu ama dünya ile kıyaslayınca neden yüz kızartıcı bir noktadayız?
Çünkü toplumsal iskeletimizdeki derin çarpıklık hiçbir zaman toplumun da, devletin de, siyasetin de gündemine giremiyor...
Önceki gece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ulusa seslenerek, “lütfen şunu hiç unutmayalım; popülizme prim verirsek, geçmişte olduğu gibi olmayanı harcamaya kalkarsak, ülkemizi yine karanlıklara sürükleriz” diyordu...
***
Peki, toplum olarak “harcayabileceğimiz” nedir?
Bunu ülkenin “gelirinin tüketime gitmeyen kısmı” belirler... O elimizde kalana da “tasarruf” diyoruz... Ve toplumsal kalkınmayı esas olarak ülkenin tasarrufları finanse ediyor... Kaynak olmayınca yeterli kalkınma ve gelişme de olamıyor...
2010 yılında toplumsal tasarrufumuz bugüne kadar rastlamadığım kadar yerlerde sürünmeye başladı...
Maliye Bakanlığı’nın ekonomik verileri, Türkiye’de 2007’de yüzde 15,5 olan tasarruf oranının 2008’de yüzde 16,8’ye yükseldiğini, ancak bu oranın 2009’da yüzde 13,1’e, 2010’da ise yüzde 12,6’ya kadar gerilediğini gösteriyor...
***
Bu tasarruf zafiyetinin hangi ölçüde bir sıkıntı ve fakirlik yarattığını Türkiye Bankalar Birliği Başkanı ve İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince de geçenlerde banka sektörü üzerinden vurguluyordu:
“Bankacılık sektörünün Gayri Safi Milli Hâsıla’ya oranı örneğin Macaristan’da yüzde 136’sı kadar, Bulgaristan’da yüzde 112’si kadar, Portekiz’de 3 katı, bizde 0,88’i kadar. Komünist olanlar dâhil bu kadar düşük bir seviye AB’de yok. Portekiz, İspanya, Hollanda, Danimarka bunların hepsi bizden fazla. Sektör küçük, kaynak yok. Sektörün büyüklüğünün ekonomiye oranına bakıyorum, yani sandalın motoru ne kadar? Taşıyabilir mi? Taşıyamaz mı?”
***
Türkiye, yurtiçi tasarrufların Gayrisafi Yurt İçi Hâsıla’ya oranı bakımından 32 ülke arasında sondan altıncı sırada yer alıyor. Oysa büyümenin iç dinamiklerle finanse edilebilir ve sürdürülebilir olması için Türkiye’nin sermaye birikimi yaratması gerekiyor.
Ama bu çok temel ve hayati konu hiçbir kurum ve hiçbir yönetici için hiçbir zaman gündem olmuyor...
Hep bu temel konunun bizi raşitik halde tutan etkileri etrafında dönüp dolanıyor ve bol bol da kendimizi avutuyoruz...
Ama temel sorunu çözmeye sıvanmayınca da Kürt sorunu da dahil hiçbir büyük sorun kalıcı biçimde çözülemiyor

Mehmet ALTAN - Kuantum cihazı

Sizce... Geride bıraktığımız yılın “en önemli buluşu” ne? Ya da yaşamınızda böyle bir soruya yer var mı?Şayet yok ise yeni yılda neden olmasın? O halde gelin birlikte bakalım...
Kuantum cihazı” Amerikan Science Dergisi’ne göre 2010 yılının en önemli buluşu...
Kuantum cihazı ne?
Mekanik yasalarına göre değil...
Atom ya da molekül gibi tepki veren bir cihaz... Bu nedenle de “mekanik yasalarına göre hareket etmeyen ilk yapay nesne” olarak tanımlanıyor.
Ayrıca da çıplak gözle görülebilen dünyanın en küçük cihazı...
Kuantum cihazı yarı iletken, saç teli kadar ince bir metal paletten oluşuyor.
California Üniversitesi’nden Andrew Cleland ve John Martinis tarafından geliştirilen buluşun, makinelerin kuantum enerjisiyle hareket etmesi konusundaki yeni gelişmelerin önünü açması bekleniyor.
***
Gene geçtiğimiz yıl...
Araştırmacılar, insan yapısı DNA’yı kullanarak yaşayan bir hücre yaratmayı başardılar. Buluşun, yapay yaşam formlarının üretilmesinde ilk adımı meydana getirebileceği vurgulandı.
***
Genetik biliminin yükselişi sayesinde 2010’da modern insanla Neandertal insanının gen yapısının kesiştiği belirlendi.
Bunun için yeni DNA inceleme ve kıyaslama yöntemleri kullanılarak, Hırvatistan’daki Vindiglia Mağarası’nda bulunan 38 bin ile 40 bin yıllık üç Neandertal kadına ait fosilleşmiş kemikler analiz edildi.
Araştırma, bugünkü insanın genlerinin yüzde 1 ile yüzde 4’ünün 30 bin yıl önce soyu tükenen Neandertal’den geldiğini ortaya koydu.
***
Soyumuzu sopumuzu araştıran bilim, Güney Afrika’dan Peru’ya 2 bin 500 denek üzerinde yapılan ve üç yıl süren bir araştırmada, ağızdan alınan kombine ilaç tedavisinin, eşcinsel erkeklerde AIDS hastalığının sorumlusu virüsün enfeksiyon riskini yüzde 43,8 oranında azalttığını tespit etti...
Siz ne dersiniz bilmem ama Science Dergisi bu araştırmanın sonucunu da yılın en önemli bilimsel olayları arasında sayıyor...
***
Tükettiğimiz yıl, aynı zamanda 21. yüzyılın ilk on yılının da son yılıydı...
Baktım, Science Dergisi son 10 yılın en önemli bilimsel olaylarının da bir listesini çıkarmış...
Genetik alanında Alzheimer, şeker ve kanser gibi hastalıkların tedavisini sağlayabilecek derecede önem addedilen genetik araştırmalar, bu kapsamda ilk sırada yer alıyor...
2000’li yıllarda evrenin yapısı hakkında da yepyeni bilgiler elde edilmesi... Karanlık madde ve karanlık enerjiye ilişkin mevcut teorileri destekleyen bulgulara ulaşılması...
Mars’ta su bulunması... Bunun, Kızıl Gezegen’de daha önce hayat bulunduğuna dair spekülasyonları güçlendirmesi...
Astronomların güneş sistemimiz dışında 500’e yakın yeni gezegen keşfi de 10 yılın kayda değer bilimsel olayları arasında...
***
Peki, ilk gününü idrak etmekte olduğumuz 2011’de bilim dünyasında neler olacağına dair çeşitli tahminler nedir?
Onu da New Scientist Dergisi’nde buldum.
Dünya’ya benzeyen bir gezegen 2010’da bulunmuştu... Ancak şimdiki beklenti Dünya’ya benzeyen değil, Dünya’nın ikizinin 2011’de bulunabileceği yönünde...
Sıkı durun, bu yıl yerimizi avatarlar alabilir. Çünkü bizim yerimize işe gidecek uzaktan kumandalı robotların hayatımıza 2011’de girmesi an meselesi imiş...
İnternet kullanıcılarındaki hızlı artış 2011’de bir ihtimal sona erecek. Ancak artış yavaşlayarak devam edecek. Diğer bir deyişle internet tepe noktasına çok yaklaştı ve gidebileceği bir yol kalmayacak...
***
2011’de...
Uzaya özel uçuşlar sıklaşacak, uzay uçuşları turistik bir hal alacakmış...
Elektrikli otomobil üretmeyen firma kalmayacak, benzin istasyonları gibi birçok noktada elektrik şarj üniteleri yer alacak, elektrikli araçların fiyatları düşecek, birçok ülke bu araçlara uygulanan vergi oranlarını düşürecek, böylece elektrik benzine karşı galip gelecekmiş...
Kök hücre için 2011 dönüm noktası olabilirmiş... Bu yöntemle önümüzdeki yıl felç ve körlüğün tedavi edilebileceği öngörülmekte...
***
Çok siyasallaştık...
Acaba yeni yılda az biraz da olsa “bilimselleşebilir miyiz?” Hayatı siyaset değil, bilim dönüştürüyor çünkü... Tüm okurlara çok mutlu bir yeni yıl diliyorum...

Mehmet ALTAN - Mısır’daki ceset

Kendimi, bir hasat mevsimi sonunda saman öbeklerini balyalayan geçici bir tarım işçisi gibi hissediyorum. Her yıl sonu ve her yılbaşı olduğu gibi...
...Yıl değişimleri beni sevinçli bir coşkuya değil, yorgun bir hüzne sürüklüyor nedense.
Düşüp giden seneler, yeryüzünde eskimiş bir evsahipliğini değil de eğreti yabancılığımızı daha çok anımsatıyor.
Buraların kalıcı sahipleriymişcesine, yılları ardı ardına benimseyerek bir öncekini sevinçle uğurlayıp bir sonrakini sevinçle karşılamak ve bunu her 365 günde bir yapmak, çaresiz bir yolcunun kaçınılmaz son menzile giderken uğradığı her handa acıklı bir türkü söylemesi gibi.
Ne kadar kendimizi kandırırsak kandıralım, biliyoruz ki, biz buraların bir ömürlük yabancısıyız.
Yılları eskite eskite oynadığımız geçici evsahipliği, zamanı geniş ufuklardan seyredince iyice garipleşiyor.
Mısır gazeteleri, yukarı Mısır bölgesinde 5000 yıllık bir anıt mezar bulunduğunu yazıyordu. Bundan 5000 yıl önce, bizim gibi yılları karşılayıp gönderenlerin de, birbirlerine muhteşem cenaze törenleri düzenledikleri anlaşılıyordu.
5000 yıl öncesine ait bir kalıntının bulunduğu bir yılda bu dünyada yaşıyor olmak... Zaman dalgalarını, 5000 yıllık bir boyutta hareket ettirince, yaşamak da pek “abartılacak” bir mesele gibi gözükmüyor.
Tabii, bütün bunlar “her şey boş, biz de geçiciyiz” anlamına da gelmiyor.
Yılbaşları, bizim kendi başımıza uydurduğumuz, aslında var olmayan zaman kavramına esir düşüşümüz açısından yoruyor beni sadece.
Zamanın esiriyiz ama zaman diye bir şey yok.
Ama biz “olmayan bir şeyi yaratıp ona anlam katacak” kadar güçlüyüz...
Olmayan bir şeyi yaratmanın yorgunluğu hissediyorum belki de yılbaşlarında.
Bir de, olmayan zamanı kıymık kıymık içlerinde hissedenler var...
Örneğin, Paris metrolarında yapılan bir sayımda üç bin olarak saptanan biçare ve avare kimsesizler...
İki bine yakını geceleri metronun sıcağına sığınıyormuş...
Çoğunluğu da erkek...
Yarısı 35 ile 50 yaş arasında... Üçte biri ise 35’in altında...
Onlara, zaman balyacılığı yaptığımızı, Mısır’daki 5000 yıllık cesedi, aslında zaman diye bir şey olmadığını anlatamazsınız...
Çünkü onlar çoktan kaybolup gitmişler...
Ama nerede kayboldukları belli değil...
Ne buradalar, ne başka bir diyarda, ne “zamanın içinde ne de dışındalar”...
Batılı çocukların kırmızı kıyafetli, pamuk sakallı Noel Baba’yı artık inandırıcı bulmadıkları söyleniyor.
Yapılan anketler, çocukların punk kılıklı bir Noel Baba’yı daha inandırıcı bulacaklarını ortaya koyuyor.
Punk kılıklı bir Noel Baba belki çocuklar için inandırıcı olabilir...
Ama benim için asla...
5000 yıldır keşfedilmeyi bekleyen en eski cesetten, bir gününü ısınarak geçirmeyi nimet sayan Parisli kaybolmuş adama bir anda bakınca, hiçbir şey çok da inandırıcı gelmiyor...
Belki Noel Baba’yı zaman denilen boşluğun içinde insanlıkla eğlenerek dolaşan aklı bir karış havada beyaz sakallı bir serüvenci olarak hoş görebilirim...
Bu yaşamdan geçip giden yabancıların birbirlerine yolladıkları alaycı mektupları torbasında taşıyan bir serüvenci işte.

Mehmet ALTAN - Başbakan’a modernleşme sorusu...

Dünkü gazetelerde Başbakan Erdoğan’ın, yeni yılın ilk dakikalarında, 2010 yılını değerlendirirken “780 bin metrekarelik vatanımızın tamamını modern şekilde ayağa kaldıracağız” dediğini okudum.
Modernleşme” deyince ben yanı başımdaki “Türkiye 2010 İlerleme Raporu”ndaki reformları anlıyorum...
Ve reform konusunda, 2010 yılını kapatırken yaptığımız gibi skandallara imza atıp duruyoruz...
Örneğin, Belçika dönem başkanlığı sona ermeden 22 Aralık’ta açılması hedeflenen rekabet faslı, Türkiye’nin açılış kriterlerini yerine getirmemesi nedeni ile açılamadı...
Üstelik rekabet faslı, Türkiye’nin önünde herhangi bir siyasi engel olmayan üç başlıktan biriydi.
Daha vahimi AK Parti hükümetinin 2006’dan bu yana bilinen açılış kriterlerini yerine getirmemesi, dört yıldır sallayıp durması...
AB’nin “rekabet” anlayışının “eşik kriterlerine” sahip olmadan modernleşme, nasıl bir modernleşme olur ki?
***
“Rekabet faslı” müzakereye neden açılamadı?
Çünkü devlet yardımları kanununa ilişkin ikincil mevzuat yürürlüğe girmedi...
Çünkü çelik sektörüne daha önce verilmiş devlet yardımları ile ilgili AB’nin ilave bilgi taleplerine zamanında yanıt verilmedi...
Çünkü devlet yardımları kurulunun bazı üyeleri atanmadı ve kurul zamanında işlemeye başlamadı...
Çünkü devlet yardımlarına ilişkin envanter ve eylem planı AB Komisyonu’na zamanında iletilemedi...
Ve böylece teknik kriterlerin yerine getirilememesi yüzünden son altı aylık dönemde açılamayan “rekabet” başlığı Macaristan dönem başkanlığına sarkmış oldu.
Eşe dosta yapılan açıklamalarla Brüksel’den gelen yakınma seslerini bastırarak, bu derbederlik, hatta gönülsüzlük saklanabilir mi?
Bir toplumu refaha taşıyacak en önemli ve en sihirli araç olan rekabetin eşik değerlerine ulaşılmadan modernleşme mümkün mü?
Eğer mümkün ise iktisat fakültelerinin hepsini kapatalım...
***
Keşke “siyasal iktidar” kavgası yerine “insan odaklı” bir demokratik rejim hedefi olan gerçek bir muhalefetimiz olsa...
Ve AB reformları üzerinden muhalefet yapsa...
Altı yıldır bekleyip duran Sayıştay Uyum Yasası’nın askeri harcamaları denetlemesi, siyasal iktidar partisinin grup başkanvekilleri marifetiyle Meclis ve kamuoyu gündeminden kaçırıldı... Denetimi bir komisyon askerlerin istediği gibi yapıp, sonuçları açıklamayacak... AB’de böyle bir uygulama yok...
Ama ne CHP’den ne de bir başka siyasal partiden gık çıkmadı...
“Rekabet faslı” konusu da aynı, dört yıldır gereken düzenlemeler yapılmadığı için AB ile fasıl açılamıyor ama muhalefetten tek bir eleştiri gelmiyor...
CHP’nin açıkladığı 41 maddelik öncelikler listesinde AB’nin olmadığını bilince, bunları siyasetten beklemenin ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıkıyor...
Doğru dürüst bir siyaset kurumu olsa, zaten önce 12 Eylül rejiminin siyaseti belirleyen yasalarına isyan eder, beş generalin iradesiyle otuz yıldır kuzu kuzu geçinmezdi...
***
AB’ye bu kadar boş veren bir irade, “yeni bir anayasa” yapar mı?
Yapacak ise Sayıştay Yasası’nda neden askeri harcamaları açık ve saydam denetimden kaçırdı?
Ya da neden seçimden önce inandırıcı taslağı ortaya çıkarmıyor?
AK Parti’nin ilk üç yılındaki çok başarılı hali, şimdi çok uzaklarda...
Bırakın, “vatan toprağımızın tamamını modern bir şekilde ayağa kaldırmayı”, ikbal arayışının tamamıyla öne çıkması nedeniyle, geçmişi de arar hale düşmekten korkuyorum...
Sayın Başbakan bu “rekabet faslı” neden açılamadı acaba?

Mehmet ALTAN - Fren

Dün sabah ilk önemli haber Türkiye İstatistik Kurumu’ndan geldi. Enflasyon Aralık ayında TÜFE’de yüzde 0.30 gerilerken, ÜFE yüzde 1,31 arttı. 2010 enflasyonu ise TÜFE’de yüzde 6,40...
...ÜFE’de yüzde 8,80 olarak gerçekleşti.
Bu arada Aralık ayı enflasyonu, memur, emekli ve sözleşmeliler için kötü haber oldu. TÜFE’deki yüzde 0,30’luk düşüşle memura yapılacak ek zam oranı sadece yüzde 0,2’de kaldı.
Hâlbuki enflasyon eksi değil, sıfır bile çıksa memura yarım puanlık bir zam söz konusu olacaktı. Ardından... Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, 2010 yılına ilişkin ihracat rakamlarını açıkladı. 2010 yılında ihracat geçen yıla göre yüzde 11,3’lük artışla 113 milyar 686 milyon dolar olarak gerçekleşti. Derken Bakanlar Kurulu toplandı...
Abdullah Öcalan ve Karayılan’ın açıklamaları da günü hareketlendirdi...
Bunlarla meşgul iken, Uşak’ın Eşme İlçesi’nde okul servisinin devrilmesi sonucu üçü ağır 24 kişinin yaralandığını öğrendim.
***
Üşenmedim, çocuklarımızı taşıyan öğrenci minibüslerinin kaza haberlerinin peşine düştüm... Geçen yılın son günü öğrenci servisi ile halk otobüsünün çarpışması sonucu meydana gelen kazada iki kişi yaralanmıştı... İnönü Bulvarı Gökkuşağı Kavşağı’nda okul servisi, Kemal Yavuz yönetimindeki halk otobüsüyle çarpıştı. Kazada okul servisindeki Saniye Bayındır isimli öğrenci ile halk otobüsündeki Rukiye Nursu yaralandı.
Bir gün önce de Ankara’nın Çubuk İlçesi’nde iki öğrenci servisinin çarpışması sonucu beş öğrenci ile beş öğretmen yaralanmıştı...
22 Aralık Çarşamba günü Konya’nın Karapınar İlçesi’nde lise öğrenci servis minibüsüne TIR çarpması sonucu da minibüs şoförü ile beşi ağır 16 öğrenci yaralanmıştı.
16 Aralık günü ise Kırıkkale’nin Bahşılı İlçesi’nde iki öğrenci servisinin köprüde çarpışması sonucu dört öğrenci yaralandı.
Bir gün önce de Eskişehir’de öğretmen ve öğrencileri taşıyan minibüsün devrilmesi sonucu 19 kişi yaralanmıştı... Daha geriye gitmedim...
Öğrenci minibüslerinin kaza haberleri, alelade saydığımız, kanıksadığımız türden haberler haline gelmişti... Bunu bir kez daha gördüm...
***
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerine göre son 10 yılda trafik kazaları katlanarak arttığından, 2002 yılında Türkiye’de 438 bin trafik kazası meydana gelirken 2009 yılında bu rakam bir milyon sınırını geçmişti.
2010 yılı rakamlarına bakıldığında ise trafik teröründe çarpıcı bir durumun ortaya çıktığını, ilk beş ayda 2002 bilançosunun aşıldığını görüyorduk... Ve bu senenin ilk altı ayında bin 694 kişi ölürken, 78 bin 688 kişi de yaralanmıştı...
Bunca insan böylesine birbirini yollarda telef ederken... Sadece bu konunun üzerinde yoğunlaşmadan belki de başka hiçbir sorunun çözülemeyeceğini... Ve kendi hayatına önem vermeyen koca bir insan topluluğunun, bunun nedenini aramadan ve ortadan kaldırmadan, bir sonraki gelişmişlik düzeyine geçemeyeceğini düşünüyor...
Bu nedenle beyhude konuşmak yerine susmayı yeğlemeli belki de diyordum ki...
Umutlandıran bir haber gördüm.
Trafikte can güvenliğini artırmak amacıyla yolcu ve yük taşımacılığı yapan çeşitli sınıflardaki araçlar için AB sayesinde ABS fren sistemi şartı getirilmişti.
Bundan böyle, gerekli fren donanımına sahip olmayan araçlar artık araç muayene istasyonlarında ağır kusurlu kabul ediliyor ve trafiğe çıkmak için onay alamıyordu...
Karardan en çok kim etkilendi biliyor musunuz? Sabah akşam kaza yapan öğrenci minibüsleri. Çünkü...
Türkiye genelinde trafikte bulunan 2005 ve daha yüksek modeldeki yaklaşık beş bin servis aracı, böylece yolcu taşımacılığı yapma hakkını da kaybetmiş oldu.
***
“İnsan odaklı” bir yönetim anlayışının gene AB sayesinde gündeme geldiğini düşündüm...
Ne var ki bu önlem Uşak Yeleğen Kasabası girişinde arka lastiğinin patlaması sonucu takla atan öğrenci servisine çare olamadı... Neyse ki bu ölümlü bir kaza değildi...
Sert bir fren yapıp, siyaset hipnozundan kurtulsak da “insan odaklı” hayata dönsek diye düşündüm... Örneğin çocuklarımızı taşıyan öğrenci servislerinin ardı ardası kesilmeyen kazalarına bir baksak. “İnsansız siyaset” konuşmaya efsunlaşmışlar için ne kadar sıkıcı bir konu değil mi?

Mehmet ALTAN - Başbakan’a teşekkür ediyorum

Pazartesi gecesi Mehtap TV’deki 256. programımıza başlamıştık ki telefonumun çaldığını gördüm... Ardından gelen mesajdan arayanın Devlet Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış olduğunu anladım...
Aynı gün yayınlanan “Başbakan’a modernleşme sorusu” başlıklı yazım nedeniyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın isteği üzerine arıyordu...
***
Söz konusu yazıda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “780 bin metrekarelik vatan toprağımızın tamamını modern bir şekilde ayağa kaldıracağız” demesi ile 22 Aralık’ta açılması hedeflenen Rekabet Faslı’nın, Türkiye’nin açılış kriterlerini yerine getirmemesi nedeni ile açılamaması arasındaki çelişkiye dikkat çekiyor...
Ve “Sayın Başbakan bu ‘Rekabet Faslı’ neden açılamadı acaba?” diye soruyordum.
***
Egemen Bağış, telefonda söz konusu Fasıl’ın neden açılamadığını kendi zaviyesinden açıkladı ve bir yazılı açıklama gönderdiğini söyledi...
Bahsettiği açıklama aynen şöyle:
“Üyelik müzakerelerinde 8 no’lu Başlık altında yer alan ‘Rekabet Politikası Faslı’ yalnızca devlet destekleri hakkında değil teşebbüslere yönelik rekabet kurallarına (anti-tröst) ilişkin düzenlemeleri de içermektedir. Türkiye teşebbüslere yönelik rekabet kuralları bakımından gerek mevzuat, gerekse uygulama bakımından AB ile uyum içindedir. Türkiye, AB ile gümrük birliğini yürürlüğe koymadan önce AB standartlarında bir Rekabet Kanunu’nu kabul etmiş ve Rekabet Kurumu oluşturulmuştur. Nitekim 2010 yılı İlerleme Raporunda anti-tröst alanında, Türkiye’nin yüksek bir uyum düzeyine sahip olduğu, rekabet kurallarını etkin şekilde uyguladığı belirtilmiş ve Rekabet Kurumu’nun idari kapasitesi ve operasyonel bağımsızlığından övgüyle söz edilmiştir.
Rekabet Politikası Faslının müzakerelere açılması için AB tarafından getirilmiş olan kriterler Faslın ikinci alt başlığını oluşturan devlet destekleri ile ilgilidir.
Rekabet Politikası Faslının Belçika Dönem Başkanlığı esnasında açılabilmesi için ilgili tüm kurum ve kuruluşlarımız resmi tatil günleri de dahil olmak üzere çok yoğun çaba göstermişlerdir.
Bu çerçevede;
- Açılış kriterlerinden biri olan Gümrük Birliğinin son aşamasının uygulanmasına ilişkin 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararının kapsadığı tüm devlet yardımı tedbirlerinin kapsamlı bir envanterinin ilk taslağı 18 Ekim 2010 tarihinde Avrupa Komisyonu’na iletilmiştir. Komisyon envanteri inceledikten sonra ek bilgi talebinde bulunmuş, sözkonusu bilgiler 29 Kasım 2010 tarihli mektubumuz ekinde Komisyona iletilmiştir.
- Çelik sektöründe 2001 yılından bu yana kapasite değişimine ve her bir şirkete verilen devlet yardımlarına ilişkin bilgiler Komisyon’a 31 Ağustos 2006 tarihinde iletilen Çelik Sektöründe Ulusal Yeniden Yapılandırma Planı (UYYP) ve daha sonra Haziran 2009’da iletilen güncellenmiş ekinde sunulmuştur. Bu tarihten sonra istenen her ek bilgi Komisyon tarafına iletilmiştir.
- Türkiye ve AB arasındaki mevcut ikili anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülükleri yerine getirmek amacıyla devlet yardımlarının onaylanması, devlet yardımları uygulamasının izlenmesi ve geri alınmasına ilişkin genel şartları ve kuralları belirleyen 6015 sayılı Devlet Desteklerinin İzlenmesi ve Denetlemesi Hakkında Kanun 23 Ekim 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Sözkonusu Kanun, devlet desteklerinin Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki anlaşmalara uygun olarak düzenlenmesini, ilgili mercilere bildirimini sağlamak üzere ilke ve esasların belirlenmesi ve desteklerin izlenmesi ve denetlenmesine ilişkin usul ve esasların tespit edilmesini amaçlayan bir ‘çerçeve kanun’ niteliğindedir. Kanun, Türkiye ile AB arasındaki anlaşmalara uygun devlet desteklerinin esaslarının belirlenmesine ve bunların uygulama sonuçlarının Avrupa Komisyonu ile paylaşılması için gerekli mekanizmanın oluşturulmasına imkan sağlamaktadır. Nitekim, her bir devlet yardımı programının AB kuralları ile uyumunun incelenmesini gerçekleştirecek ‘Devlet Desteklerini İzleme ve Denetleme Kurulu’ Devlet Desteklerinin İzlenmesi ve Denetlenmesi Hakkındaki Kanun ile kurulmuş, Kurul üyelikleri için atamalar ise 29 Aralık 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmak suretiyle gerçekleştirilmiştir.
Devlet Desteklerinin İzlenmesi ve Denetlenmesi Hakkındaki Kanun’un uygulanmasına ilişkin yönetmelikler Kanun’un geçici 1. maddesine göre Kurul’un teşkilini müteakip 9 ay içinde çıkarılacaktır. Sözkonusu Kanun’un yürürlüğe girmesi ve Kurulun oluşturulması uygulamanın AB mevzuatı ile uyumlu olacağına dair yeterli garantiyi sağlamaktadır. (Uygulamada ortaya çıkabilecek bir eksiklik ya da uyumsuzluk ise Faslın müzakerelere açılması değil ancak kapatılmasının önünde bir engel oluşturabilir.)
- Türkiye ve AB arasındaki mevcut ikili anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülükler ile uyumsuz olduğu belirlenen tüm kalan yardım programlarının ve eş etkili tedbirlerin uyumu için açık bir takvim içeren eylem planının ilk taslağı 27 Ekim 2010 tarihinde Komisyona iletilmiştir.
- Kömür ve çelik ürünleri ticaretine ilişkin olarak AKÇT ve Türkiye arasındaki anlaşmaya aykırı şekilde verilmiş devlet yardımlarından hiçbir çelik şirketinin faydalanmadığının temini amacıyla tüm gerekli tedbirlerin kabul edilmesine yönelik bilgi gerek UYYP gerekse Komisyon ile yapılan toplantılarda muhatabımıza aktarılmıştır.
Sonuç olarak;
Teknik kriterlere ilişkin çalışmaların 2010 yılının son çeyreğinde tamamlanmasıyla Faslın müzakerelere açılmasına yönelik kritik eşik aşılmıştır. Bu süreçte aynı zamanda Komisyon’un talep ettiği ek bilgilerin sağlanması için yoğun toplantı ve mektup trafiği yaşanmıştır.
Türkiye kendi açısından Kriterleri karşılamaya yönelik olarak büyük öneme sahip çalışmaları tamamlamış ve faslın müzakerelere açılması için kritik eşiği aşmış olmasına rağmen AB son anda gösterdiği tutum değişikliği nedeniyle faslın Belçika Dönem Başkanlığında açılması mümkün olamamıştır. Faslın müzakereye konu olan alanlarına bakıldığında çok hassas hususları içermesi bakımından yürütülen çalışmalarda ülkemiz menfaatleri gözetilecek şekilde ilerlenmiştir. Halihazırda da aynı yaklaşımla faslın Macaristan dönem başkalığında müzakerelere açılması yönünde çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.”
***
AB konusundaki yaklaşıma köklü eleştiri ve şiddetli itirazlarımı telefonda Egemen Bağış’a da ilettim...
Üstelik eleştiri ve itirazlarım da devam ediyor.
Kendisiyle en yakın zamanda konuyu görüşmek için sözleştik.
Kendisine teşekkür ederken, Başbakan Erdoğan’a da gösterdiği hassasiyet nedeniyle teşekkürlerimi iletmesini rica ettim...
Bunu bir de burada tekrarlıyorum...

Mehmet ALTAN - İflasın tescili

Doğrusu... Gözüm daha ziyade Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün açıkladığı “Sanayi Strateji Belgesi ve Eylem Planı”ndaydı. Ama baktım, tutukluluk sürelerini düzenleyen Ceza Muhakemesi Kanunu’nun...
...102. Maddesi’nin yürürlüğe girmesinin ardından ortaya çıkan tablo ve bunun üstünden yürüyen tartışmalar hız kesmiyor...
Hizbullah üyeleri ile cinayet zanlısı 50 kişinin uzun tutukluluk süreleri nedeniyle tahliye edilmesi de doğrusu ateşe benzin döküyor...
Ne var ki tartışma “uygulama” ile ilgili, hâlbuki gözlerimizin önünde mefluç halde bir sistem uzanmış yatıyor...
Türkiye’de ağır cezalık konularda “tutukluluk süresinin” on yıl olabileceğine dair Yargıtay içtihadı tartışılmayacak kadar net ve kesin bir şekilde bir iflası tescil etmekte...
Eğer bir ülkede herhangi bir dava on yıl içinde sonuçlanmıyor ise orada hukuktan da, “hukuk devleti”nden de söz edilemez...
***
Ağır cezada görülen davalarda “tutukluluk süresi” neden on yıl?
Çünkü dava on yıl sürebiliyor...
Baksanıza on beş yıldır tutuklu olan insanlarımız var...
Peki, davalar neden on, on beş yıl sürüyor?
Çünkü Türkiye’de toplam hâkim sayısı 7 bin 81, toplam savcı sayısı da 4 bin 40’tır.
Ama dört bine yakın, rakamsal olarak söyler isem 3 bin 875 de hâkim ve savcı açığı var...
Mahkeme açığına değinmiyorum...
Büyük artışlara rağmen 2011 yılı Bütçesi’nde Adalet Bakanlığı’nın payının ancak yüzde 1,4 olduğuna da...
***
İflasın tescili demiştim...
Bunu rakamlarla örnekleyelim...
Almanya 82 milyon nüfuslu bir ülke, yargıya ayırdığı bütçe ise 9 milyar euro...
Türkiye ise 73 milyon nüfusuna rağmen yargıya sadece 500 milyon ayırmakta...
Bunun yetersizliğini biraz daha vurgulamak için 16 milyonluk hap kadar Hollanda’nın bile yargıya 800 milyon euro ayırarak Türkiye’yi solladığını söylemek yeterlidir sanırım...
***
Sağlıklı ülkelerde yargının etkinliği 100 bin kişi başına düşen profesyonel hâkim sayısı ile ölçülmekte...
Yukarıda Almanya örneği vermiştim, oradan devam edelim...
Almanya’da 100 bin kişi başına düşen profesyonel hâkim sayısı 24,5...
Peki ya Türkiye’de?
Sıkı durun, yüz binde 9...
On milyon nüfuslu Belçika’da ise yüz binde 14,9...
Biraz daha devam edelim mi?
Ülkelerdeki yargı çalışan sayılarına bakalım...
Almanya ‘da 57 bin, Türkiye’de ise 24 bin...
***
Tabii “kalite” sorunu da ayrı...
Dil bilen personel sayısı...
Hukukta dünya literatürünü izleyen personel sayısı...
Dinamik hukuk anlayışını içselleştirmiş personel sayısı...
Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası gibi, yeryüzünün gelişmiş hukuksal kararlarını iç içtihat sayan personel sayısı...
Kısaca, “sayı” eksiği giderilse bile, kolayından kapatılmayacak bir de “kalite” sorunu var...
Düşünün ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok mahkum olan ülkeyiz...
Bu evrensel hukuk söz konusu olduğu an, sınıfta kalan bir yargı demek...
***
28 Şubat’ta Genelkurmay’a brifing almaya gitmeyi... 12 Eylül’de darbecileri kutlamak için sıraya giren Anayasa Mahkemesi Başkanlarını... Mafya ile ilişkili olduğu iddia edilen yüksek yargı mensuplarının idari soruşturmalarının üzerinin örtüldüğü örnekleri de yok saydığımızda gördüğümüz objektif resim...
Bir davanın on yılda bitirilmemesinin devlet tarafından son içtihat ile tescili Birinci Cumhuriyet’in, hukuk devleti iddiasının, yargının olmadığının tescillidir...
“Varmış gibi” duran da iyice çöktüğü için ikrar dönemine girdik...
Asıl tartışılması gereken durum bu...
Asıl sorulması gereken soru da “biz nasıl gerçek bir hukuk devleti oluruz” sorusu...
Olabilir miyiz acaba, bilemiyorum doğrusu...

Mehmet ALTAN / Hizbullah ve bir belge

Dün sabah Hizbullah’ın günün baş konusu olduğunu görünce...
Kütüphaneden TBMM-Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyonu Raporu’nu çıkardım...
Kim bilir kaçıncı kez, bu defa Hizbullah kısmına biraz daha yoğunlaşarak yeniden okudum...
Komisyon Raporu’nu okurken, 80. sayfada, altını çok daha önceleri çizdiğim şu satırları okurken durakladım:
“Faili meçhul cinayetlerin devlet tarafından işlendiği iddiasının yoğun olarak propagandası yapıldığından ve bu cinayetlerin aydınlatılması için ilk zamanlarda tanıklık yapan vatandaşların akıbetinin de faili meçhul cinayete kurban gitmek olmasından ötürü vatandaş tanıklık yapmamaktadır.
Devlete giderek gördüğünü anlatanlar kısa sürede deşifre edilmekte, deşifre olan vatandaş da yukarıda belirtildiği gibi en kısa süre içinde faili meçhul bir cinayete kurban gitmektedir.
Şehrin en işlek merkezlerinde cinayetler işlenmekte, bir kahvede 20-30 kişinin arasında işlenen cinayetlerde, vatandaş, akrabası, yakınları öldürülmesine rağmen tanıklık yapmaya korkmaktadır.
Bölgede şehir komiteleri kuran PKK örgütü bile gündüz şehrin en işlek caddesinde eylem yapmazken, Hizbullahçı olarak adlandırılan kişilerin eylem yapıp yakalanmamasından ötürü, devlet zan altında kalmaktadır.”
***
Derin bir nefes alıp okumaya devam ettim:
“Örneğin, 27 Temmuz 1993 tarihinde Batman Emniyet Müdürlüğü’nde, Komisyonumuza bilgi veren Emniyet Müdürü ve Vali Yardımcısı, Batman’a bağlı Gerçüş İlçesinin Sekü, Gönüllü ve Çiçekli köyleri bölgesinde Hizbullah örgütünün bir kampı bulunduğunu ve yörede bulunan askeri birliğin bu kampa yardımcı olduğu yönünde haber aldıklarını, bu kamplarda Hizbullah örgütü mensuplarının siyasi ve askeri olarak eğitildiğini, bunun üzerine jandarma yetkilileri ile konuştuklarını, askeri yetkililerin bu örgüt militanlarının kendileriyle olan irtibatlarını değişik yönlere çevirdiklerinden ötürü nefret ettiklerini ve bu nedenle de bunlarla irtibatlarını kestiklerini beyan etmiş, bunun üzerine Komisyonumuzca yazılan müzekkereye verilen Jandarma Genel Komutanlığı’nın cevabi müzekkeresinde, yapılan araştırma sonucunda iddianın asılsız bir haber olduğu, adı geçen bölgelerde Hizbullah’a ait bir kamp olmadığı gibi, bugüne kadar elde edilen bilgilerden de, Hizbullah’ın kırsal kesimde hiçbir kampın olmadığı ve kırsalda faaliyet göstermediği bildirilmiştir.”
***
İddianın yalanlanması ardından, Rapor’un değerlendirmesine de kulak verelim:
“Ancak vali yardımcısı ve emniyet müdürünün iddiaları gerektiği gibi araştırılmamıştır. Yörede bu iddialar doğrultusunda gerekli soruşturmanın yapılması gerekirken bu yapılmamış, konu yazılan cevabi yazı ile gündemden çıkartılmaya çalışılmıştır.
Komisyonumuza mezkur açıklamayı yapan İl Emniyet Müdürü kısa bir süre sonra görevinde başarılı olup, terörle mücadelede mesafe katettiği halde hiçbir gerekçe gösterilmeden merkezde pasif bir göreve atanmıştır. Yani Komisyonumuza bazı konularda açıklama yapan, samimi olarak bildiklerini anlatan kamu görevlisinin sonu görevden alınmak olmuştur.”
***
Peki, sonra ne oldu?
Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu ve arkadaşlarının kaldığı İstanbul Beykoz’daki villaya yapılan baskında ele geçen belgelerde örgütün gerçekten bu üç köyde kampı olduğu doğrulandı...
Ama sorun sadece Jandarma Genel Komutanlığı’nın cevabi müzekkeresinde yalan söylemesinde değil...
Meclis’de de sorun var.
Neden mi?
Çünkü TBMM-Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyon Raporu da, aynı Locheed Askeri uçaklarındaki rüşvet olayını araştıran komisyon Raporu veya Susurluk Komisyon Raporu gibi “Genel Kurula” inemedi...
***
Ne denir?
Öyle parlamentoya, böyle jandarma...

Çetin ALTAN - Deli pazarı, tezek pazarı...

Çetin Altan Şeytanın gör dediğic.altan@bnet.net.tr

07 Ocak 2011
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 102’nci maddesinde yapılan yasal bir değişiklik sonucu; uzun yıllardan beri davası sürmekte olan bazı tutuklu sanıkların, tutukluluk süresi 3 yılı geçtiği için tahliyelerine karar verildi.
Ve yer yerinden oynadı.
* * *
İşte dünkü Star gazetesinin manşeti:
“ÇÖKEN YARGIYA ACİL MÜDAHALE
Yargıtay’da biriken 1.5 milyon dosya yargıyı kilitledi. Davaları yüksek yargıda karara bağlanamayan terör sanıklarının tahliye edilmesi üzerine Adalet Bakanlığı mahkemeleri hızlandıracak tasarı için düğmeye bastı.”
* * *
Dünkü Vatan gazetesinin manşeti de şöyleydi:
“ÇUVALLAYAN ADALET!
Katliamla suçlanan Hizbullah liderleri ve mafyacıların peş peşe tahliye edilmesinin ardındaki gerçek: Yargıtay her dosya için 6 dakika ayırabiliyor. Çuvallar dolusu davalara yine sıra gelmiyor.”
* * *
T.C’deki 2 başlı “yargı mekanizması”nın; 90 yılın tümünü kapsayan ayrıntılı bir dökümü yapılabilmiş ve kamu bilincine de yansıtılabilmiş olsaydı; böyle bir tökezleme olur muydu “yargı”da yine acaba?
* * *
İşte T.C.’nin 90 yıllık “yargı mekanizması”nda; su yüzüne çıkarılması gereken ayrıntılar:
1- Adalet Bakanlığı’nın, her yıl bütçeden yüzde kaç oranında pay aldığı?
* * *
2- “Yasama”, “uygulama” erkleriyle eşdeğerde olması gereken “yargı”nın; yoksun bulunduğu “adalet sarayı” etiketli, “mahkeme binası” eksiğinin kaç bin olduğu?
* * *
3- Mahkeme salonlarının, ayda kaç para kira ile nerelerde sıkış tepiş konuşlandığı?
* * *
4- Kaç bin savcı ve yargıç eksiği bulunduğu?
* * *
5- 90 yıl içinde “devlete karşı işlenmiş siyasal suç” davası sayısının ne kadar olduğu?
* * *
6- 90 yılda cezalandırılmış siyasal suçlu sayısının miktarı ile kaçar yıla mahkûm edildikleri ve aralarında beraat etmiş olanların, kaç yıl tutuklu yattığı?
* * *
T.C.’nin “yargı mekanizması”nın ayrıntılı bir dökümü yapıldığında; bugünkü “çuvallama”ların da hangi birikimlerden mayalandığı çıkar ortaya...
* * *
Bizdeki “medeni yasa”nın İsviçre’den alınmış olması gibi; temel yasalar, şu veya bu ülkelerdeki yasaların “çevirisi kötü” kopyaları...
* * *
Ve şimdi yine bir soru:
- Neden “Türk Ceza Yasası” olarak; Mussoli’nin faşist ceza hukukçusu Alfredo Rocco’nun düzenlediği “Faşist İtalyan Ceza Yasası”nın alınması uygun görüldü?
* * *
T.C.’de, öteden beri “hukuk” da “yargı” da, “adalet” de içler acısıdır ve siyasal kutuplaşmalar ne kadar keskinleşirse keskinleşsin; “yargı mekanizması” hiçbir zaman tartışma konusu olmaz, bütçe açısından...
* * *
Şöyle çikolatalı bir kroket, yahut bir kâğıt helvası kıvamında “yazı”ya özenli bir “köşe yazısı” yerine, bir “makale cücesi” yazmaya zorlanmak da; bir ömrü bir “kalem emekçisi” olarak geçirmişliğin, çeşitli bedellerinden biri galiba...
* * *
Cumhuriyet’i şöyle kurduk, böyle kurduk da...
Neden Türkçe dilini, gönülsel ve beyinsel bir yaratıcılığın doruklarına taşımış olan onca şair, onca yazar, onca tiyatro sanatçısı okkanın altına gitti?
* * *
Pırlanta yürekli genç dostum Engin Aymete ile, Süleyman Şevket’in 1929’da yayınladığı “Türk Edebiyatından Güzel Yazılar” kitabını karıştırıyorduk.
* * *
Çeşitli yazarlardan alınmış parçaların altında, yazarlarının adı vardı.
Sadece Refik Halit’in “Memleket Hikâyeleri”nden alınmış, “Şeftali Bahçeleri” parçasının altında, yazarının adı yoktu.
* * *
Refik Halit, “150’likler listesi” içinde sürgüne gönderilmiş olduğundan, adı da Türkiye’de yasaklıydı.
* * *
Engin:
- Sürgünde olmasına karşın, yine de kendisinden bir alıntı yapılmadan edilememiş, dedi.
* * *
1929’da, okullarda da ders kitabı olarak okutulan “Güzel Yazılar”da; kendisinden de bir alıntı yapıldığı halde, adı yazılamayan Refik Halit...
* * *
1938’de çıkan bir af yasasıyla, 150’likler de bağışlanmış ve Refik Halit de İstanbul’a dönmüştü.
* * *
Sanırım 1963 yılında, Aziz Nesin’in suçlanan bir yazısında mahkeme; bilirkişi olarak Refik Halit’i, Haldun Taner’i ve bendenizi seçmişti.
Yazıda hiçbir suç bulunmadığını, gerekçesiyle birlikte yazmıştık...
* * *
Mahkemeden çıkışta Refik Halit yanıma oturmuştu, o zamanlar kullandığım tek kapılı ilk arabamda.
* * *
Lisedeyken Refik Halit, en hayran olduğum bir yazardı.
Ve o sırada yanımda oturuyordu.
Bana da:
- Her şeye rağmen benim “Memleket Hikâyeleri” fena değil; değil mi, diye soruyordu.
Sonra da eklemişti:
- Neyse, dört ayak üstüne değilse de, üç buçuk ayak üstüne düşmeyi becerdim sayılır...
* * *
2011 yılının ilk haftasında, nihayet T.C.’nin yargı mekanizmasını özetleyen bir manşet gazetelerde:
“ÇUVALLAYAN ADALET”
* * *
Keşke o çuvallamanın nedenleri olarak; onca kahır çekmiş şair, yazar ve sanatçılar da görebilselerdi o manşetleri...
* * *
Genç dostum Engin’le bunları da konuştuk...

Çetin ALTAN - Aç kapıyı bezirgân başı...

Çetin Altan Şeytanın gör dediğic.altan@bnet.net.tr

06 Ocak 2011
Yahya Kemal: Dalınır bir hayale, zevk alınır Demiş.
* * *
Cahit Sıtkı da:
Bütün kadınlar genç kız,
Bütün erkekler delikanlı;
Adım atışlarından belli
İçlerinden geçenler...
Diyor.
* * *
Sabahın saat 5.30’unda, hayali bir İstanbul’u yaşamak ilk kahvenin içinde...
* * *
8 bin yılı aşkın bir tarihi olan, 2 kıta arasına kurulmuş tek başkenti bir zamanlar dünyasının.
* * *
O eski başkent, bugün de imrenilecek bir kent...
12 metre karelik yeşil bir alan düşüyor kişi başına.
* * *
2 kıtadaki yapılardan hiçbiri, bir başka yapının deniz manzarasını engelleyemeyecek bir biçimde; mimari bir kent yapılanması şaheseri...
* * *
Yapıların yüksekliği ve renkleri de, bir Rönesans ressamının fırçasından çıkmış gibi...
* * *
Trafik akıp giden bir ırmak; arabaların hepsi de, hemen hemen aynı boyutta ve birbirine çok saygılı...
* * *
Kaldırımlarda herkes, birbirine hafif gülümseyerek geçiyor.
Kazara biri, birinin omzuna azıcık değse, hemen:
-Ah çok özür dilerim, diyor.
* * *
Gündüz seansları da dahil, her akşam 60 tiyatro perde açıyor, İstanbul’da...
* * *
Adalet saraylarında, kararın kesinleşmesine kadar en uzun süren dava, 6 ay.
En şaşılacak tarafı da, mahkemelerde hiçbir “miras davası”nın bulunmaması.
* * *
Cafeteria’larda Hoca, Papaz ve Haham bir arada oturmuşlar, sohbet ediyorlar.
Kimi çay içiyor, kimi bira, kimi şarap...
* * *
Duvarlarda da eğlenceli bir resim göze çarpıyor.
1839’da Padişah Sultan Abdülmecit döneminde; Hoca’nın, Papaz’ın, Haham’ın yan yana oturduğu bir fayton ve az ötesinde de bağıran bir tellal:
-Duyduk duymadık demeyin haa! Bundan böyle “gâvur”a, “gâvur” demek yoktur haaa!
* * *
Metrolarda, troleybüslerde herkesin elinde; ya bir kitap, ya tabloid bir gazete...
Okumayan yolcu yok gibi...
* * *
Belediye meclisinde de; Hazer denizine, oraya uygun bir transatlantiğin, nerede yapıldığında daha “rantabl” olacağı tartışılıyor.
* * *
Uluslararası Dünya Kentlerini Değerlendirme Kurumu; İstanbul’un kibarlıkta ilk sıraya oturduğuna karar vermiş.
* * *
Sabah saat 5.30’da ilk kahvenin içinde hayali bir İstanbul görmek...
Sonra da, ilk sayfasına Fransız ozanı François Coppée’nin, 1897’de yayımlanmış bir yazısından alınan; “Söylemeye gerek yok, biraz da kelek şu insanlık” cümlesinin oturtulduğu “Saçmalıklar Diksiyoneri”ni, azıcık karıştırmak...
* * *
Scalinger adlı bir araştırmacı, 1685’te şöyle yazmış:
-Bir kadınla yatmış olan erkek, ertesi sabah şayet bir arı kovanına yaklaşırsa, arılar sokar onu.
* * *
1870’te de, Victor Cherbuliez, “Alman politikası” adlı kitabında şöyle bir öngörüde bulunmuş:
-Askerlikte “çavuşluk”un geleceği yoktur.
* * *
1831’de politikacı Casimir Perier de söylediği bir nutukta şöyle demiş:
-İşçilerin iyi bilmesi gerekir ki, sessizce sabretmekten başka hiçbir çareleri yoktur.
* * *
Urbain Gehier’in 1914’te yazdığı Bilgelik kitabından:
-Şayet at olmasaydı; ne kültür olur, ne taş üstünde taş kalır, ne kentler, ne medeniyetler gelişirdi; hatta yaşamak dahi mümkün olmazdı.
* * *
İlk sabah kahvesi bittiğinde:
-Acaba yerli malı bir “saçmalıklar diksiyoneri” yapılamaz mı diye düşünüyordum.
* * *
Özel bir deftere, her gün çekilen nutuklarla, yapılan yorumlardan bazı notlar almak; yeterliydi, en az yıllık bir diksiyoner yapmak için.
* * *
Hadi ilk denemeyi de bendeniz kendimden yapayım:
-Biliyorum ki bendenizin hayalleri çok saçma; ne var ki, bugünkü gerçeklere göre İstanbul’a layık bir hayal kurmak; “saçma” damgasını yemeyi göze almadan mümkün olmuyor.
* * *
Bir zamanların küçük kız çocukları için de, “Aç kapıyı bezirgân başı...” oyunu öyle değil miydi?

Çetin ALTAN - Büyük bir rüzgâr gülü

Çetin Altan Şeytanın gör dediğic.altan@bnet.net.tr

12 Ocak 2011
Dün Mehmet Altan’ın doğum yıldönümüydü. 1953 yılının 11 Ocak sabahı nasıl da koşmuştum Ankara’da, Dr. Zekai Tahir’in başhekimi olduğu doğum kliniğine.
* * *
Kerime’cik, solgun bir lohusa yüzüyle iki karışlık mini mini minicik bir bebek uzatmıştı kollarıma.
Ayaklarım sarmaş dolaş, bebeği alamamıştım kucağıma; doğru dürüst tutamazsam diye korkmuştum.
* * *
Aynı korkuyu 3 yıl önce de, Kerime’cik aynı klinikte Ahmet’i kollarıma uzattığında duymuştum ilk kez...
* * *
O tarihlerde, 1946’da Ankara Hukuk Fakültesi’ne girer girmez çalışmaya başladığım Ulus gazetesinde; gece sekreteri Cemal Sağlam’ın yardımcısıydım.
* * *
Mehmet’in doğduğu yıl, Doğan Nadi’nin ilk örneğini verdiği; çerçeve içinde imzalı, ona buna sataşma fıkraları da yazmaya başlamıştım.
* * *
En küçük torunum Tuğçe’den 3 yaş kadar büyüktüm; 2 oğul sahibiydim ve yazdığım küçük fıkralarda sürekli siyasetçilere sataşıyordum.
* * *
Ulus gazetesinde haftada bir, kendi uzmanlık alanı “mali konularda” makaleler yazan, Rahşan Ecevit’in babası Namık Zeki Aral; bir gün yüzüme gülerek bakmış ve:
-Çatmadık 4 kişi bırak da, tabutunu taşısınlar demişti.
* * *
Dün Mehmet Altan’ın doğum günüydü.
11 Ocak 1953’te iki avuçluk bir bebeği kucağıma alamamıştım.
İstanbul’da Zeynep Kamil Doğumevi’nde, doğar doğmaz kucağıma ilk alabildiğim bebek, kızım Zeynep oldu.
Artık öğrenmiştim bir bebeğin nasıl tutulacağını.
* * *
Bir gün İsviçreli şakacı bir dostum:
-Sen, demişti; şayet “marki”, “kont”, “baron” türü bir aristokrat olsaydın, şatonun giriş kapısı üstüne, bir “top söz” olarak ne yazardın?
* * *
Ben de gülmüş:
-”Alçak olmadan, ahmak olmadan” diye yazardım, demiştim.
* * *
İsviçreli dostum, şakacılığı bırakmış:
-Uygulaması çok zor bir iddia, demişti.
* * *
Bu sabah aklım şöyle bir takıldı:
-Kendi uğraş alanımda çocuklarıma layık olabildim mi, diye?
* * *
Hayatı hak etmek de, kendi uğraş alanında çocuklarına layık olmakla mümkün.
* * *
Geçen hafta Mahmut Gürer’in özel bir haberi Akşam gazetesinde manşet olmuştu:
“TÜRK’ÜM, GURBETTEYİM, CAHİLİM...
Türk büyükelçilerinden vahim tespit: İsveç’teki Somalilerin eğitim durumu Türklerden yüksek. Almanya’daki 500 bin gurbetçi, zorunlu eğitimden sonra okulu bıraktı. Norveç’tekiler dil bile öğrenmiyor.”
* * *
450 bin erkek erkeğe kahvesi, ayakları bakımsız milyonlarca kadın ve dişlerini fırçalamayan 43 milyon vatandaş...
* * *
Dünkü Taraf gazetesinde Ahmet Altan’ın yazı başlığı “Ucube” idi; Murat Belge’nin yazı başlığı da “Burası Yasakistan”...
* * *
Böyle bir ortamda “yazı”ya layık olmaya çalışmak; çocuklarına layık olmaya çalışmanın tek köprüsü olarak...
Elimden geldiğince işte, becerebildiğim kadarıyla...
* * *
Ters bir raya gitmiş bir trenin, artık vagonları sürekli devriliyor gibi...
* * *
Bir yanda toprağa gömülmüş silahlarla, faili meçhul binlerce cinayet...
Bir yanda Yargıtay’da birikmiş 2 milyona yakın dosya...
Bir yanda sık sık çıkan ve ortalığı “savaş alanı”na çeviren arbedeler...
* * *
Yok yok enseyi karartmayın...
28 yaşından küçük 40 milyon gencimiz var...
Artık sorun onların üstünde; 58 yaşına geldiklerinde “konjonktür” çok değişmiş olacak...
Ayakları bakımsız kadın sayısı çok azalmış olacak...
* * *
Bunun karşılığında ne kadar gereksiz bedel ödenmiş olacak?
Ve sanatsal heykeller, “ucube” damgasını yemekten ne zaman kurtulacak; bendenizin kestirme olanağım yok elbet...
* * *
Ahmet’le Mehmet’in henüz doğmadığı yıllarda; İbrahim Çallı, Edip Hakkı, Şevket Dağ gibi ressamlar; tablolarını değerlendirmek için Ankara’ya gelirler ve İş Bankası’ndan da randevu alırlardı.
* * *
İsmet Paşa’nın portresini yapmaları için ressamlar seferber edilmiş ve İbrahim Çallı’nın yaptığı portre beğenilmişti.
* * *
Ankara’ya gelen Çallı, Çankaya’ya davet edildiğinde; İsmet Paşa’nın, kendi portresine, bir masada gözlükleriyle eğilmiş yakından baktığını görünce, dilini tutamamıştı:
-Paşam, o askeri bir harita değil, bir tablo; duvara asılarak uzaktan bakılır ona, demişti.
* * *
İsmet Paşa da, bir zamanlar güzel sanatlara uzak düşmenin burukluğuyla, viyolonsel dersleri almaya başlamıştı.
* * *
11 Ocak 1953’te aklıma mı gelirdi; 2011 yılının 11 Ocak’ında, “pancar motoru”nun başına oturup, Mehmet’ciğimin yaşgününü kutlayacağım?
* * *
“Alçak olmadan, ahmak olmadan” hayatı hak etmeye çalışmak; kendi uğraş alanına ve dolayısıyla da çocuklarına layık olmaya, bir ömür çaba harcamakla mümkün galiba...
* * *
Ancak bu kadarını becerebildik, yine de şükür...

Çetin ALTAN - Boğayı boynuzlarından tutmak

Çetin Altan Şeytanın gör dediğic.altan@bnet.net.tr

14 Ocak 2011

Önce tamı tamamına 600 yıl önce yaşamış olan şair Nesimi’nin, hâlâ daha bazı çevrelerde bir “ilahi makamıyla” da okunan; duru Türkçeli üst düzey şiirinden okkalı bir alıntı:
Ben “melami” hırkasını kendim giydim eğnime
Ar ve namus şişesini taşa çaldım kime ne
Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni
Gah giderim medreseye ders okurum Hak için
Gah giderim meyhaneye dem çekerim aşk için
Sofular haram demişler aşkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne
Nesimi’ye sordular kim yarin ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne
* * *
İslam’da “Melamilik”; ne bir “tarikat”, ne bir “cemaat” kimliğinin genellemesi; sadece “inanmışları” sömüren bağnaz bir despotluğa karşı, “vahdet-i vücut” değerlendirmesini ve Tanrı ile kul arasına kimsenin giremeyeceğini benimsemiş, mistik bir felsefe anlayışı.
* * *
Nedense bizim TV kanallarındaki, son zamanlarda büsbütün yoğunlaşan “ilahiyatçı” açıklamalarında; “Melamilik”e hiç değinilmiyor.
* * *
Oysa “Melamilik”in bir özelliği de; “Müslümanlığını” ilan eden bir görünüm içinde dolaşmayı günah sayması ve inancını belli etmeyecek biçimde giyinmeyi benimsemesi...
* * *
Afganistan’dan Pakistan’a, Irak’tan Mısır’a, Suriye’den Lübnan’a kadar görünen o ki; her alanda “bağnazlık” iç çalkantılara, iç çatışmalara, hatta iç savaşlara neden olmakta...
* * *
Türkiye’de de “kışla” parfümlü siyasetle, “cami” parfümlü siyaset kutuplaşmaları; gitgide bağnazlaşarak tehlike sinyalleri vermeye başlamakta...
* * *
Rodin’in “Öpüş” heykeli bir sanat harikası...
O heykelin bir kopyasını Ankara’da Ulus Meydanı’nda, İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda, İran’da da Tahran’daki bir meydanda bir kaide üstüne koysalar...
Dünyaca ünlü bir sanat harikasına karşı; oralarda takınılacak tavır, acaba nasıl olurdu?
* * *
900 yıl önce yaşamış olan İranlı matematikçi ve şair Ömer Hayyam’dan da, Hüseyin Rıfat çevirisi bir rubai:
Paramız yok ki bir güzel sevelim
Bademiz yok ki içip de haykıralım
Günaha girmenin demek yolu yok
Çaresiz kalkalım namaz kılalım
* * *
Ne oldu da Orta ve Yakındoğu’da bağnazlık bu kadar nasırlaşmaya başladı?
Ancak aynı zamanda, kan gövdeyi de götürmeye başladı.
* * *
“Burjuva enternasyonalizmi” karşısında, çaresiz çökecek olan ilkel saltanatların, bir çeşit refleks gösterisi sanki hepsi...
* * *
Rusya, 2013’te uzay turizmine başlayacağını ilan ediyor.
Uzay turizmi yaygınlaşmaya başladıktan sonra, acaba 57 İslam ülkesinde “konjonktür” nasıl değişecek?
* * *
Rodin’in “Öpüş” şaheserine hayran gözlerle bakılacak mı, bakılmayacak mı?
* * *
Bir de nerdeyse Osmanlı padişahlarına karşı bir tapınma saygısı filizlendi...
* * *
İnsanın aklına, Namık Kemal’e mal edilen ve gerçekte Üsküdarlı Deli Hikmet’e ait olan bir özeleştiri geliyor:
Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz
* * *
36 padişahtan 14’ünün nasıl ve neden devrildiğini bilmek şöyle dursun; arka arkaya 5 padişahı dahi sıralayamayacaklar arasından, birtakım “hünkarına sadık kullar” çıkmaya başladı.
Kullukları mübarek olsun.
* * *
Hadi bir de, “Avniya” mahlasıyla şiirler yazan Fatih II. Sultan Mehmet’ten, Galata’daki “Katoliklik” üstüne yazılmış bir gazel işte:
Bağlamaz Firdevs’e gönlini Galata’yı gören
(Galata’yı gören, gönlünü cennetin en gizemli bahçesine bile bağlamaz)
Servi anmaz anda ol servi dilarayı gören
(Gönül güzeli bir sevgiliyi Galata’nın kendisinde gören, anmaz bir daha selvi boylu bir başka sevgiliyi)
Bir firengi şivelu İsa’yı gördüm anda kim
(Galata’nın kimliğinde bir Hıristiyan dilli İsa gördüm ki)
Lebleri dirisidür diridi İsa’yı gören
(Dudakları kutsal bir tapınak olur, İsa’nın insanlık dünyasını gören)
Akl-ü fehmin din-ü imanın nice zapt eylesün
(Dinle imanını akıl ve anlayışını sıkı tutmak gerekir)
Kâfir olur hey müsemmanlar o tersayı gören
(Yoksa ey Müslümanlar, o kiliseyi gören olabilir kâfir hemen)
Kevseri anmaz ol içdügi mey-i nabi içen
(Galata’nın içtiği katıksız şarabı içen, cennetteki Kevser şarabını bile anmaz olur)
Mescide varmaz o vardugi kilisayı gören
(Orada karşılaştığı kiliseyi gören de bir daha gitmez mescide falan)
Bir frengi kâfir olduğunu bilürdi Avniya
(Avniya -Fatih’in mahlası- bilirdi senin bir kâfir Hıristiyan olduğunu)
Belde zünnarini boynunda çelipayı gören
(Belinde keşiş kuşağını, boynunda haçını gören)
* * *
Her alanda bağnazlık, “etkiler ve tepkiler” yaratarak, çok pahalıya ve hatta iflasa neden olmakta...
* * *
Halep’in kaskatı kafalı yobazları, derisini de yüzerek öldürdüler Nesimi’yi...
Ama Nesimi’nin mısraları hâlâ dudaklarda...
* * *
Sanatçının kendisini ezsen, süründürsen, öldürsen de; insanlığa armağan ettiği çiçekleri solduramıyorsun...
* * *
Ve ayrıca bir de, “barbarlık” damgasını yiyorsun...
Öyle değil mi?

Mehmet ALTAN - Ankara mı, Kopenhag mı?

Yargının iflası ile Birinci Cumhuriyet’in hukuk devleti olmadığının ortaya çıkması, yeminli muhalifleri de dâhil herkesin “AB standartlarını” hatırlamasına vesile oldu...
AK Parti’nin ilk üç yılındaki azmiyle Kopenhag Kriterleri’nin peşini kovalasak bugün başka bir Türkiye olacaktı...
Laf buraya gelmiş iken, Kopenhag Kriterleri’ni yeniden anımsatmakta fayda var...
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin Merkezi Doğu Avrupa ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmişti...
Bu kriterler, siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştı...
Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlık haklarını güvence altına alan kurumların varlığı siyasi kriterleri...
İşleyen ve aynı zamanda Birlik içinde rekabetçi baskılara ve diğer serbest piyasa güçlerine dayanabilecek bir serbest piyasa ekonomisinin varlığı ekonomik kriterleri...
Ve siyasi, ekonomik ve parasal birliğin hedeflerine bağlı kalmak üzere üyelik için gerekli yükümlülükleri yerine getirebilme kapasitesine sahip olmak da topluluk mevzuatının benimsenmesini oluşturuyordu...
Sosyalist ülkeler için 1993 yılında oluşturulan bu kriterlerden hala çok uzağız, yargının hali de zaten bunu ispatlamakta...
***
Hükümet AB peşinde olsa...
Cihaner ve Haberal duyarlılığını Hizbullah dosyalarına göstermeyen Yargıtay da AB peşinde olsa, duruma başka bir zihniyetle ve AB İlerleme Raporları üzerinden bakacaklardı...
Ve 2009 yılı AB İlerleme Raporu’ndaki şu ibareyi göreceklerdi:
“Bununla birlikte, 1 Mayıs 2009 tarihi itibarıyla 3.875 olan toplam hâkim ve savcı açığı 1 Mayıs 2008 tarihindeki 4.166 ile karşılaştırıldığında hâlâ yüksektir. Bölge adliye mahkemelerinin kurulmasına ilişkin gelişme kaydedilmemiştir. Kanun gereğince bölge adliye mahkemelerinin Haziran 2007 itibarıyla faaliyete geçmiş olması gerekmekteydi.”
Aynı hayati tespit 2010 yılı İlerleme Raporu’nda da vardı:
“Bununla birlikte, 20 Eylül 2010 tarihi itibarıyla 3.299 olan toplam hâkim ve savcı açığı hâlâ kayda değer bir seviyededir. Bölge adliye mahkemeleri hâlâ kurulmamıştır. İlgili kanun uyarınca, bu mahkemelerin Haziran 2007’de faaliyete geçmeleri gerekmekteydi.”
***
Yargı inkârı mümkün olmayan bir çöküntü yaşayınca, İlerleme Raporları da manşetlik habere dönüşüyor...
Dün Taraf Gazetesi “Ankara’nın ataleti işte bu” manşetini atmıştı...
Haberin ilk paragrafı şöyleydi:
“Beş yıl önceki yasayla kurulan Bölge İdare Mahkemeleri’nin dokuz ildeki binası hazır, fonları AB’den geldi ama hâkim atanmadı...
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 102. maddesinin yürürlüğe girmesinin ardından başlayan tahliye tartışmaları yargıdaki iş yükünü yeniden gündeme getirdi.
Ancak iş yükünün ortadan kalkması için hem Adalet Bakanlığı hem de Yargıtay tarafından çözüm olarak gösterilen İstinaf Mahkemeleri, beş yıldır atama yapılmadığı için faaliyete geçemedi.
İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Samsun, Adana, Konya, Bursa ve Erzurum’da inşa edilen bölge mahkemeleri, salonları, kantin, tüm kırtasiye malzemeleri ve hatta internet siteleri hazır olmasına karşın personel ataması yapılmadığı için çalışmaya başlamadılar.”
***
Üstelik...
Türkiye, hükümeti, muhalefeti, yüksek yargısı, sivil toplumu ve medyasıyla bu felakete aldırmazken, işin peşini gene AB bırakmadı...
Çünkü...
İstinaf Mahkemeleri’nin kurulması için Türkiye, Avrupa Birliği bütçesinden 21 milyon euro almıştı.
Bu durum, AB’nin geçen hafta Adalet Bakanlığı’na bir yazı göndererek, 21 milyon euro alınmasına rağmen İstinaf Mahkemeleri’nin niçin hayata geçirilmediği konusunda bilgi istemesine neden oldu...
Kopenhag Kriterleri söz konusu olunca toplum hizmetinde gerçek bir devlete...
Ankara Kriterleri söz konusu olunca da bugünkü gibi iç sömürgeci mantığın çöp tenekesine dönüşüyoruz...
***
Hükümet ilk üç yılındaki AB iradesini gösterse, durum bugünkü gibi mi olurdu?
Yargıtay AB reform sürecine ne kadar direnebilirdi? Neyse ki...
Yargının iflası ile Birinci Cumhuriyet’in hukuk devleti olmadığının ortaya çıkması yeminli muhalifleri de dâhil herkesin “AB standartlarını” hatırlamasına vesile oldu...
Hadi bakalım şimdi hep beraberce tekrarlayın...
Neymiş?
Kopenhag Kriterleri ülkeyi abad ederken, Ankara Kriterleri berbat ediyor...

Mehmet ALTAN - Heykeller sevişir mi?

“Türkiye’deki ‘heykel düşmanlığı’ da askeri darbeler gibi on yılda bir depreşiyor. 1973 yılında Ecevit-Erbakan koalisyonunun gürültü çıkaran icraatlarından biri de Gürdal Duyar’ın Karaköy’deki...
...‘Güzel İstanbul’ heykelinin ‘müstehcen’ olduğu savıyla kaldırılmasıydı. Heykele aklını taktıran, tabii ki koalisyonun MSP kanadıydı...
***
İnanç otoritesinin siyasetçi bezirgânları sanatla uğraşır da kışla uğraşmaz mı? Tabii uğraşır... ‘Şeriatçılığa’ karşı ‘laikliği’ savunan askeri zihniyet, demokrasinin çanına ot tıkayarak 12 Eylül Askeri Darbesi’yle ‘iktidarını’ perçinledi. Heykellerle uğraşmak için sıra darbecilere gelmişti... ‘Sanat yapıtları aracılığıyla komünizm propagandası yapıldığı’ gerekçesiyle militer faşizm, Ankara’da büyük bir ‘kıyım’ gerçekleştirdi. Tablolar parçalandı, duvar resimleri sildirildi, heykeller depolara ve uçurumlara atıldı. Din üstünlüğünü vurgulayanlar gibi ırk üstünlüğüne bel bağlayanlar da aynı pistte yarışmaktaydı... İkisi de ‘insana’ ve ‘evrenselliğe’ hiçbir zaman sevecen yaklaşmadığı için, insanlığın sanatsal ve estetik birikimlerine de düşmandılar... Birincisi müstehcenliği, ikincisi politikayı bahane etmekteydi...
***
‘Cami’ ile ‘kışla’ arasında sıkışmış bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın ıstırabını, heykel konusunda şimdi yeniden duyuyoruz... ‘Din taassubu’ ile ‘militer tahakküm’ yakamızı hiç bırakmadı... Şimdi, ‘heykel düşmanlığının’ yaşamımızdaki üçüncü evresini yaşamaktayız... Bu kez de Ankara kentinin yerel iktidarının başındaki politikacı, Azade Köker’in ‘Tutku’ ve Mehmet Aksoy’un ‘Periler Ülkesi’ adlı heykellerine düşman kesilmiş... Mehmet Aksoy’un yapıtındaki ‘insanlarının’ orgazm halinde olduğunu söyleyerek, ‘ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar. Ben, böyle sanatın içine tükürürüm’ demiş... 70 yıllık cumhuriyetin günümüzde Ankara’yı emanet ettiği politikacı kuşağı, ‘fuhuş’ ile ‘sanatsal erotizm’ arasında ayrım yapamayacak durumda... Aralarında uçurumlar bulunan kavramları tefrik edemeyince, kullanılan sözcükler arasında da ‘incelikler’ aramamak gerek. ‘Ağza tükürmek’, ‘fuhuş’ ile ‘sanatsal erotizm’ arasında ayrım yapamayan bir anlayışın doğal ifadesi...
***
Kenan Evren de gezdiği bir sergide, bir resmi, aynı gerekçeyle ‘müstehcen’ bulmuştu. İslam dinini kendi politik serüvenlerine alet edenlerle, askeri darbecilerin aynı konularda buluşmaları, Türkiye’de bitmek bilmeyen heykel düşmanlığı kadar ilginç...
***
Cami ile kışlanın on yılda bir kendilerine daha rahat yerleşecekleri bir iktidar bulduklarında, ilk iş olarak ‘heykel düşmanlığı’ yapmaları, Türkiye’nin tüm talihsizliğini de anlatmakta... İnsanoğlunu ‘dinine’ ya da ‘ırkına’ göre yüceltme, ‘Müslüman’ veya ‘Türk’ olanın diğerlerinden daha doğuştan üstün olduğu iddiası ve propagandası bizi evrensel akıldan da estetikten de koparıyor. Heykel, milattan önce 3500 yılından beri var. Üstelik bu sanat dalının Batı’da ortaya çıktığı yer Akdeniz... Biz şimdi, 1994 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde, insanlık tarihindeki heykel birikimini, üstelik yurdumuzun bir parçası olduğu Akdenizliliği, yerel iktidar eliyle inkâr etme cesaretini gösteriyoruz. Çünkü yetmiş yıllık Cumhuriyetimizin, ‘Talim Terbiyesi’ de aynı mantıkla eğitim yapıyor. Çocuklarımızı, dünyanın bugün geldiği ‘bilgi çağına’ ve ‘rekabete’ göre değil, ‘Müslümanlık’ ile ‘Türklüğün’ diğer insanlara karşı daha doğuştan bir üstünlük sağladığını öğreterek büyütüyor. İnsanlık kavramını, hümanizmayı, Akdeniz’i anlatmıyor...
***
Onlara sanat kültürünü aşılamıyor... İnsanın duygu ve düşüncelerini saydam ve açık bir hale getirdikçe güzelleşeceğini anlatan çağdaş bir ahlak üretemiyor... Yaşamın parçası olan çıplaklığın da, aşkın da, cinselliğin de sanatın parçası olduğunu öğretmiyor... İnsan sevişiyorsa, heykellerin de sevişebileceğini anlatmıyor. Bunlardan nasibini almamış bir toplum olarak, İslam’ı kendine kalkan eden politikacılarla askeri darbeler arasında çalkalanarak ‘heykel düşmanlığının’ kültürünü üretiyoruz... İnsanlığın, beş bin yıldır biriktirdiği estetik anlayışına, bizim de katkımız, ‘heykel düşmanlığı’ oluyor.”
***
Yukarıdaki yazıyı 1994 yılında yazmıştım...
Sonra o heykelin 2005 yılında mahkeme kararı ile yerine konması benim “Heykeller Sevişir mi?” adlı kitabımın yayınlanmasıyla çakışınca o yazıyı yeniden anımsamıştım.
“Acaba bu ülkede herkes mi Kemalist” diye düşündürten dizi tartışmaları hararetle sürerken dün yeni bir heykel polemiği gündemde hem de çok büyümeye aday bir şekilde yer tuttu.
***
17 yıl önceki yazıyı dünkü gündem nedeniyle yeniden yayınlarken...
Siyaset ve siyasetçinin “sanata ve sanatçıya” müdahale etmekten vazgeçtiği bir Türkiye’yi göremeden öleceğimizi düşündüm...