19 Ocak 2011 Çarşamba

Eser KARAKAŞ ‘Yetmez ama evet’in mantığı ortaya çıkıyor

12 Eylül 2010 referandumunda evetçiler vardı. Hayırcılar vardı.
Ciddiye alamadığım boykotçular vardı.
Ama bir de kanımca en önemlisi “Yetmez ama evet”çiler vardı.
Tutucu, gerici “hayırcılar” nedense çok daha güçlü olarak evetçilere değil de “yetmez ama evet”çilere” yüklendiler.
Hayırcı tutucu, gerici, askerci cephenin “yetmez ama evet”çilere bu ölçüde yüklenmesinin kanımca iki nedeni vardı; biri psikolojik/sübjektif, biri de objektif.
Psikolojik/sübjektif neden “yetmez ama evet”çilerin meseleye yaklaşımlarının, hukuk devletine, demokrasiye yaklaşımlarının çok daha tutarlı olması idi.
Objektif neden ise “yetmez ama evet”in yetmezi azaldıkça hayırcıların, kendi altlarından statüko toprağının iyice kayacağını bilmeleri idi.
Bu yüzden de hayır için cansiperane çalıştılar; onları da anlamak lazım.
Referandum Eylül ayında yapıldı ama daha 2010 çıkmadan “yetmez ama evet”in mantığı çok net, görmek isteyen herkes için çok net ortaya çıktı.
Bu “yetmez ama evet” mantığının sağlamlığını ortaya koyan olay, sahne ise Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM).
Anayasamızın 157. maddesi AYİM’i düzenliyor; referandum öncesi bu maddede mahkemenin işleyişinin askerlik hizmetinin gereklerine göre düzenleneceği yazılı idi; bu maddenin bu eski şekliyle senelerce kalmasının ayıbı bile Türkiye’ye yeter.
Referandumda bu berbat, korkunç ibare çıkarıldı ama askeri yargının mevcudiyetinin yaklaşık tüm sakıncaları hala orada lök gibi oturuyor.
İşin en ilginç tarafı, hadi biraz daha cafcaflı bir kelime kullanalım, en paradoksal tarafı anayasal değişikliğin böyle parça parça ele alınmasının, “yetmez”in ne anlama gelebileceğini en sert bir biçimde siyasi iktidara yani “evet” pozisyonunun gerçek sahibine göstermesi.
Çift başlı yargıyı, yetkisi askeri disiplin suçlarıyla sınırlı bir askeri yargı dışında, tümüyle kaldırmadığı, maddelerin içinde sadece bazı garabetleri ayıklamakla yetindiği için AK Parti iktidarı bugün içinden nasıl çıkılacağı pek bilinmeyen bir problemle karşı karşıyadır.
Askeriyenin, daha genel biçimiyle milli savunmanın sorumluluğu TBMM’nin ve TBMM’nin içinden güven oyuyla çıkan siyasi iktidarındır; askeri bürokrasinin, buna Genelkurmay da, askeri mahkemeler de dahildir, sorumluluk sahibi sivil iktidarı, kendisine güvenmediği, kendisine karşı darbe girişiminde bulunduğuna inandığı komutanlarla (iki general, bir amiral) çalışmaya zorlayamaz, kimsenin buna hakkı yoktur, komutanlar terfi ettirilemezler.
Genelkurmayın, sivil otoritenin bu konulara karışmamasını istediği malumdur ama bu da normal bir durum değildir, sorumluluk sahibi sivil otoritenin güvenmediği komutanları, söz konusu olan teğmenler, üstteğmenler değildir, açığa alma, emekliye sevketme hakkı çok normal bir haktır; Başbakan’dan güvenmediği generallerle, amirallerle çalışmasını istemek çok tuhaftır.
Genelkurmay Başkanı’nın “onlar bana bağlı, bana karşı sorumlu, ben de Başbakan’a karşı sorumluyum, Başbakan generallerle ilgilenmesin” mealinde bir düşüncesi kökten sakattır.
Başbakan’ın güvenmediği bir müsteşar, bir genel müdür olamayacağı gibi, bakanın “onlar bana bağlı, ben ilgilenirim” demesi ne kadar anlamsız ise, generallerin, amirallerin bu ısrarı, askeri yargı kendilerini terfi dahi ettirse, çok anlamsızdır, bürokrasinin mantığına aykırıdır.
Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın güvenmediği, istemediği bir general terfi edemez, ettirilemez.
Tabi, şayet, generaller, amiraller kendilerini bürokrasinin mantığıyla bağlı sayıyorlar ise.

Hiç yorum yok: