Kendimi, bir hasat mevsimi sonunda saman öbeklerini balyalayan geçici bir tarım işçisi gibi hissediyorum. Her yıl sonu ve her yılbaşı olduğu gibi...
...Yıl değişimleri beni sevinçli bir coşkuya değil, yorgun bir hüzne sürüklüyor nedense.
Düşüp giden seneler, yeryüzünde eskimiş bir evsahipliğini değil de eğreti yabancılığımızı daha çok anımsatıyor.
Buraların kalıcı sahipleriymişcesine, yılları ardı ardına benimseyerek bir öncekini sevinçle uğurlayıp bir sonrakini sevinçle karşılamak ve bunu her 365 günde bir yapmak, çaresiz bir yolcunun kaçınılmaz son menzile giderken uğradığı her handa acıklı bir türkü söylemesi gibi.
Ne kadar kendimizi kandırırsak kandıralım, biliyoruz ki, biz buraların bir ömürlük yabancısıyız.
Yılları eskite eskite oynadığımız geçici evsahipliği, zamanı geniş ufuklardan seyredince iyice garipleşiyor.
Mısır gazeteleri, yukarı Mısır bölgesinde 5000 yıllık bir anıt mezar bulunduğunu yazıyordu. Bundan 5000 yıl önce, bizim gibi yılları karşılayıp gönderenlerin de, birbirlerine muhteşem cenaze törenleri düzenledikleri anlaşılıyordu.
5000 yıl öncesine ait bir kalıntının bulunduğu bir yılda bu dünyada yaşıyor olmak... Zaman dalgalarını, 5000 yıllık bir boyutta hareket ettirince, yaşamak da pek “abartılacak” bir mesele gibi gözükmüyor.
Tabii, bütün bunlar “her şey boş, biz de geçiciyiz” anlamına da gelmiyor.
Yılbaşları, bizim kendi başımıza uydurduğumuz, aslında var olmayan zaman kavramına esir düşüşümüz açısından yoruyor beni sadece.
Zamanın esiriyiz ama zaman diye bir şey yok.
Ama biz “olmayan bir şeyi yaratıp ona anlam katacak” kadar güçlüyüz...
Olmayan bir şeyi yaratmanın yorgunluğu hissediyorum belki de yılbaşlarında.
Bir de, olmayan zamanı kıymık kıymık içlerinde hissedenler var...
Örneğin, Paris metrolarında yapılan bir sayımda üç bin olarak saptanan biçare ve avare kimsesizler...
İki bine yakını geceleri metronun sıcağına sığınıyormuş...
Çoğunluğu da erkek...
Yarısı 35 ile 50 yaş arasında... Üçte biri ise 35’in altında...
Onlara, zaman balyacılığı yaptığımızı, Mısır’daki 5000 yıllık cesedi, aslında zaman diye bir şey olmadığını anlatamazsınız...
Çünkü onlar çoktan kaybolup gitmişler...
Ama nerede kayboldukları belli değil...
Ne buradalar, ne başka bir diyarda, ne “zamanın içinde ne de dışındalar”...
Batılı çocukların kırmızı kıyafetli, pamuk sakallı Noel Baba’yı artık inandırıcı bulmadıkları söyleniyor.
Yapılan anketler, çocukların punk kılıklı bir Noel Baba’yı daha inandırıcı bulacaklarını ortaya koyuyor.
Punk kılıklı bir Noel Baba belki çocuklar için inandırıcı olabilir...
Ama benim için asla...
5000 yıldır keşfedilmeyi bekleyen en eski cesetten, bir gününü ısınarak geçirmeyi nimet sayan Parisli kaybolmuş adama bir anda bakınca, hiçbir şey çok da inandırıcı gelmiyor...
Belki Noel Baba’yı zaman denilen boşluğun içinde insanlıkla eğlenerek dolaşan aklı bir karış havada beyaz sakallı bir serüvenci olarak hoş görebilirim...
Bu yaşamdan geçip giden yabancıların birbirlerine yolladıkları alaycı mektupları torbasında taşıyan bir serüvenci işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder