19 Ocak 2011 Çarşamba

Sedat LAÇİNER- CHP’de bitmeyen kimlik arayışı

Üçüncü dünya ülkelerinin kurtuluş savaşı kadroları askeri başarılarından devrim çıkarmaya meraklıdırlar.
İçine düştükleri sömürü ve işgalin temel nedeni olarak kendilerini sömürenler gibi olamamalarını gördükleri için, kurtuluştan sonra sömürgecilerin bakış açısına benzer bir bakış açısını, yerel görünüm içerisinde tekrar üretirler. Bu durum bizde ‘Batı’ya rağmen Batıcılık’ olarak tarif edilmiştir. Kurtuluş savaşı kadroları düşmanı ülkesinden attıktan sonra kendi insanına karşı yeni bir medeniyet savaşı başlatır. Bunun adı da ‘halka rağmen halkçılık’tır. Savaşın ardından halka yeni bir yaşam biçimi ve anlayışı dayatılır. Binlerce yılda oluşmuş kültürün birkaç yılda değişmesi mümkün olmadığından bu reformlar daha çok şekli olarak kalır ve devletin asıl nüfuz sahası olan şehirlerde dar bir kitle arasında yaşam şansı bulur. Eğer bu şansı da bulamazsa, yani kitleselleşemezse devrim diye sunulan darbeler kişisel veya küçük bir grubun diktatörlüğü ile sonuçlanmaktadır.
Savaşın ardından ‘devrimciler’, daha önce de söylediğimiz gibi kendi halkına, onun geleneklerine, dinine ve kültürüne karşı savaş açtığı için düşman ve tehdit tanımını da ülke içinde yapmaya başlarlar. Böylece düşmana karşı birlikte savaşan gruplar birbirlerine karşı kin ve nefret büyütürler. Bu, üçüncü dünya devrimlerinin belki de en önemli handikapıdır. Çünkü gerçek bir devrimin devleti korumak için millete karşı yapılması işin mantığına aykırıdır. İkinci önemli açmaz ise kendisine devrimci ve reformist diyen bu grubun kısa sürede tutucu bir harekete dönüşmesidir. Çünkü ‘devrim’i yaptığı andan itibaren onu en sert şekilde korumak zorunda hisseden ve bu konuda tabandan da gerekli desteği göremeyen ‘devrimci’ grup, ilk andan itibaren onun koruyucusu haline gelmekte, bu anlamda da o ülkedeki en tutucu (muhafazakâr) hareket haline dönüşmektedir. Söylem düzeyinde tersini iddia etse de, bu tür hareketler aslında devrimci olmaktan ziyade korumacıdırlar ve zaman geçtikçe tutuculukları gericiliğe dönüşmektedir. Halk desteğinden yoksunluk ise militarizmi güçlendirmektedir.
***
Pek çok Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkesinde farklı derecelerde örnekleri görülen bu hikâyeyi Türkiye’ye uyguladığımızda CHP’yi anlamak daha kolaylaşacaktır. Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen isimleri CHP’yi Türkü ve Türkiye’yi yeniden yaratmakta bir araç olarak tasarlamışlardır ve o tarihten itibaren kavga Türk’ün iyiliği için Türk ile kavgaya dönüşmüştür. 1950’ye kadar CHP rejim ile kendisini özdeşleştirmiş, kendisini devlet yerine koymuş ve kendisini/devleti korumak ile halkı kontrol altında tutmayı eşanlamlı görmüştür. Bu açıdan bakıldığında Batılı anlamda sol’a atfedebileceğiniz tüm değerler aslında solda değil, sağda neşet etmiştir. Bu noktada klasik sol ile komünizm ve din karşıtlığı arasındaki ilişki konusundaki yaygın kanaat sağdaki solcu taleplerin sol etiketi altında şekillenmesine müsaade etmemiştir. Oysa ki Avrupa’da Hristiyan Sol, sol tarih içinde Marksizm’den daha köklü bir harekettir. 1960’larda herkes siyasi yelpazede kendisine bir yer ararken CHP zorlama bir şekilde sol etiketi lütfen kabul etmiştir. Fakat CHP’nin sola kayışı İnönü ile değil, Ecevit’le birliktedir.
Bu sürece bakıldığında CHP’nin aslında bir sol parti olmadığı çok net bir şekilde anlaşılmaktadır. CHP’ye asıl sol rengini veren ise sağ partilerdeki dini ve milliyetçi unsurlar nedeniyle kendisine buralarda yer bulamayan dini, etnik, mezhepsel ve diğer azınlıklardır. Özellikle Aleviler CHP’den çok çekmiş olmalarına rağmen, sırf Sünniler arasında yer alamadıkları düşüncesiyle ‘laik’ CHP’ye dâhil olmuşlardır. Buna bir de marjinal kalmış solcuları eklemek gerekir. Ayrı ve güçlü bir sol hareketi oluşturacak toplumsal tabanı bulamayan pek çok kişi CHP’yi sola doğru evirmek istemişlerdir. Aynı şekilde 1970’lerin sonuna kadar kendi hareketlerini geliştiremeyen Kürtçüler de ‘halkların kardeşliği’ adı altında CHP’de siyaset yapmaya çalışmışlardır. Fakat dini, mezhepsel, etnik veya siyasi azınlıkların katılımı CHP’nin çekirdek ideolojisini, yani topluma rağmen onu değiştirmek isteyen militarist ve tutucu devletçiliğini olumlu anlamda değiştirmeye yetmemiştir. Çünkü bu azınlıkların beklentileri ile CHP ideolojisini birleştirmek mümkün olamamıştır. Bülent Ecevit döneminde CHP yukarıda gerçek anlamda sosyal ve demokrat bir kimliğe doğru yol alırken, aşağıda Aleviler, devrimci solcular, Kürtçüler ve kişisel klikler birbirlerini yemekteydi. Bu grupları birleştiren neredeyse tek unsur başka yerde siyaset yapamamalarıydı. Bu benzemezlerden ilk olarak Kürtçüler koptu. Deniz Baykal’ın gelişi ile birlikte ise CHP’de adeta İkinci İnönü dönemi başlamış oldu. Partinin sol özellikleri Ulusal Sol adı altında MHP çizgisine kadar yaklaştı. Kılıçdaroğlu ise bir yönüyle Ecevit’in bile ötesinde sol’da bir yerlerde duruyor. Örneğin Kürt politikasında zaman zaman BDP noktasına kadar yaklaşıyor. Kısacası CHP’deki kurultay sıradan bir liderler yarışı olmanın çok ötesinde bir mücadeleye işaret ediyor. Eğer Kılıçdaroğlu birbirine hiç de benzemeyen bu koalisyonu belli değerler etrafında yeniden şekillendirebilirse işte o zaman CHP gerçek bir parti olur, kim bilir belki de sol bir parti bile olabilir.

Hiç yorum yok: