3 Mayıs 2010 Pazartesi

Sami SELÇUK / Yepyeni bir Anayasa yapmalıyız

Yepyeni bir Anayasa yapmalıyız

TBMM’ye indirilen Anayasada değişiklik girişiminin yankıları sürüyor.
Sadece yankılar mı?
Öfkeler de.
En tehlikelisi de, doğru akıl yürütmenin en büyük düşmanı olan ve sürekli önyargı, yanılgı salgılayan bu sonunculardır.
Öfke, öç, kin gibi güdülerle kalkanlar, yarın zararla yerlerine otururlar.
İlkin buna dikkat çekmek istiyorum.
İkinci olarak dikkat çekmek istediğim nokta şu: Bu girişimlere bir çırpıda karşı çıkmak kadar, yöntemde yanılmak ve ivecenlik de yanlıştır.
Çünkü köklü değişiklikler söz konusu.
Üçüncü olarak da şuna dikkat edilmeli: Değil mi ki değişiklikler, var olan rejimi ve hukuk dizgesini kökten değiştirecek niteliktedir; öyleyse ilkin yöntem üzerinde durmakta yarar vardır.
Hemen baştan teslim edelim ki, “olan hukuk” açısından, bugünkü parlamentonun var olan anayasayı değiştirmesi olanaklıdır. Ancak “olması gereken hukuk” açısından hiç de ideal bir durum değildir, bu.
Zira halk iradesinin eksik yansıdığı bir parlamentodur, bugünkü TBMM.
Yığınakta yapılan bu yanılgı her alana hastalık taşımaktadır.
Nedenleri belli.
Çağcıl demokraside egemenliğin sahibi (quod titulum) de, kullananı (quod exercitium) da, meşruluğun/hukuksallığın biricik kaynağı ve kendi alınyazısıyla ilgili konularda tek belirleyici olan, özerk ve iradesi özgür halktır.
Her gün “ulusal irade”den söz edilen bir ülkede yaşıyoruz.
Anayasalar da öyle.
1921 kuruluş (m. 1); 1924 (m. 3), 1961 (m. 4), 1982 (m. 6) Cumhuriyet dönemi anayasalarına göre “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur”.
Güzel söz.
Ama kandırmaca. Devlet, anayasal normlarla sokaktaki insanı gerçek dışı sözlerle sürekli oyalıyor.
Geçmişi bırakalım. Günümüze bakalım.
Egemenlik, hem koşulludur, hem de sınırlıdır, ülkemizde.
Koşulludur, çünkü %10 barajı vardır.
Bu barajın altında kalan partilerin oyları ya çöpe atılır ya da başka partilere gider.
Bu oylar, azımsanamayacak oranda çoktur.
Bir de partilerinin oyları %10 barajını aşamayacağı kaygısıyla başka partilere oy veren insanlar var. Bu gönülsüz oyların, karanlık sayının oranı belirsizdir. Ama bir gerçektir.
Ayrıca egemenlik, kayıtlıdır, sınırlıdır.
Çünkü bugünkü hukuk dizgesinde milletvekillerini genel başkanlar belirlemektedirler. Sokaktaki insan, parti başkanlarınca belirlenen kişileri ya olduğu gibi seçecektir ya da oyunu kullanmayacaktır. Beğenmediklerini çizemez. Zira oyu geçersiz olur.
Millet(in)vekillerinin alınyazıları genel başkanların dudakları arasındadır. Milletvekilleri bırakınız bütün halkı, kendi bölgelerinin bile vekilleri değildirler; sadece genel başkanlarının vekilleridir. Bu nedenle de yürütme erkini sadece muhalefet bir ölçüde denetleyebilmektedir. Tam denetim yoktur. Yasama erki yürütme erkince kuşatılmış, adeta dışlanmıştır.
Anayasa’nın 80. maddesine göre her milletvekili, sadece seçim bölgesinin değil, bütün Türk halkının vekildir. Halkın dertlerini ve sorunlarını dile getirmek için her milletvekili sorumsuzluk ve dokunulmazlık ayrıcalıklarına sahiptir (m. 83).
Var olan sistemde milletvekillerine tanınan sorumsuzluk ve dokunulmazlık ayrıcalıkları da işlevsiz kalmış bulunmaktadır.
Gerçekten bu koşullarda hangi milletvekili, genel başkanına karşın bu ayrıcalıklarını kullanabilir, görüşlerini özgürce dile getirebilir ki?
Kendimizi aldatmayalım.
Hiçbiri ya da sadece partisinden ayrılmayı göze alanlar, kahramanlar.
Oysa hukuk, bu türden kahramanlar gözetilerek kotarılmaz. Sıradan insanlar ölçüt alınarak kotarılır.
Yasama erkinin en önemli görevi, yasa yapmak ve yürütme erkini denetlemektir.
Kaç milletvekilinin genel başkanının iradesine ters düşen bir yasa önerisi TBMM’den geçmiştir bugüne dek? Kaç milletvekili kendi partisinin hükümet başkanını eleştirmiştir?
Hiçbiri ya da yine sadece partisinden ayrılmayı göze alanlar, kahramanlar.
Bu koşullarda milletvekilliği görevinin hakkıyla yapılabildiği söylenebilir mi Türkiye’de?
Söylenemez.
Ama bu kandırmaca anlayış yıllardır yürürlüktedir.
Bir halk, seçimlerde özgür iradesiyle egemenliğini kullanamıyor, kendi temsilini sağlayamıyorsa, yapılacak iş ilkin bu engelleri ortadan kaldıran düzeni kurmaktır.
Bu düzen bugüne dek kurulmamıştır.
Elbette böyle bir parlamentonun yapacağı anayasal işlemler yeni açmazlar doğurmaya gebedir.
Gelin, gerçekçi ve içten olalım. İlkin bu konularda birleşelim.
Birleşirsek gerisi kolay.
O zaman şu soruları sorar, dürüstçe yanıtlayabiliriz:
Var olan Anayasanın demokrasi açısından yetersiz olduğunda herkes görüş birliği içinde mi? Evet.
Yepyeni bir anayasa yapılması konuşunda uzlaşmayı başarabilir miyiz? Evet.
Yığınakta yapılan yanılgılar giderilebilir mi? Evet.
Kendimizi bölük pörçük metinlerle oyalamak doğru mu? Hayır.
Bu bir düş değildir. Gerçekçi bir çözümdür.
Özellikle evetlerin ve yakalanan fırsatın değerini bilmeli; sağladığı enerjiyi kullanmalıyız.
Bu önemli buluşma noktasından yola çıkılarak yeni bir anayasanın yapılması yolunun yordamının, yönteminin ne olacağı konusunda uzlaşılabilir.
Eğer bu noktadan yola çıkılmaz da var olan anayasa metni üzerinde yapılacak değişikliklerle yetinilirse, bunlar yeni sorunlara yol açacaktır. Ne denli özen gösterilirse gösterilsin, yürürlükte olan Anayasadaki tutarlılık da bozulacak; metin bütünlüğünü yitirecektir.
Uzlaştığımız takdirde bugünkü siyasal yapı ve toplu durum karşısında üzerinde birleşeceğimiz biricik yöntem de kendiliğinden ortaya çıkacaktır: Anayasa yapma görevini bütün halk kesimlerinin temsil edildiği bir “kurucu kurultay”a vermek.
Böyle bir kurucu kurultayın kurulmasına siyasal partilerimizin karşı çıkacaklarını sanmıyorum.
Sadece anayasaya yapmakla yükümlü olacak bu kurucu kurultay, bir yasa ile kurulmalı, 1961 anayasası yapılırken yaşanan yanlışa düşülmemeli ve bütün toplum kesimleri olabildiğince temsil edilmeli, temsilciler işleri bitince belli süre devlette görev almamalıdırlar.
Kotarılan anayasa her gün toplum önünde tartışılmalı, bitince de doğrudan doğruya halkın onayını sunulmalıdır.
Böyle bir anayasayla yeni bir düzen kurulur; yasama, yürütme ve yargı erkleri, “erklerin ayrımı ilkesi”ne göre bu düzen içinde yerlerini alır. Tartışmalar da biter.
Şunu gözden kaçırmayalım. Demokrasi, hem cömert bir rejimdir, hem de kıskanç.
Cömerttir. İlke ve boyutları iyi işletildiğinde, barışın, gelişmenin, açmazları aşmanın altın anahtarlarını cömertçe sunar.
Kıskançtır. Bu ilke ve boyutların birinde bile sapma olduğunda, bağışlamayıp sürçer ve, bütün dizgeyi bunalıma sürükleme pahasına, çözüm anahtarlarını inanılmaz bir kıskançlıkla geri alır, demokrasi.
Cömert bir demokrasi yaratmak umuduyla.

Şimdi umudumuz ‘nöbetçi hâkim’de mi? Mehmet ALTAN

Şimdi umudumuz ‘nöbetçi hâkim’de mi?

3. Köprü’nün yerinden Merkez Bankası’nın enflasyon öngörüsüne...Otuz yıl sonra da olsa darbecilerin yargılanmasına izin veren anayasa değişikliğinin ilk oylamasından 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama iznine...
Hala ses seda çıkmayan OYAK Güvenlik Şirketi’nden son anayasa değişim taslağına yeşil ışık yakan Venedik Komisyonu’na...
Meclis’in son oturumunda olağanüstü güzel iki konuşma yapan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dan TBMM Anayasa Komisyonu sözcüsü AK Parti İstanbul Milletvekili Ayşe Nur Bahçekapılı’ya notlarımı almış, tüm hazırlıklarımı yapmış, yazının başına çökecektim ki telefon çaldı.
Dursun Çiçek için “yakalama emri” çıkarılmıştı... Kanallar acele yorum peşinde koşturmaktaydılar...
***
“Ne oluyor” derken, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” iddialarına ilişkin soruşturma kapsamında yedi şüpheli hakkında hazırlanan iddianamenin, Ergenekon Davası’na da bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildiğini...
Davanın ilk duruşmasının 28 Haziran’da yapılmasına karar veren mahkeme heyetinin Albay Dursun Çiçek hakkında oy çokluğuyla yakalama emri çıkardığını öğrendim.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, iddianame üzerinde yaptığı inceleme ve tensip işlemi sırasında, heyetin iki üyesinin oyuyla Albay Dursun Çiçek hakkında yakalama emri çıkarılması kararına, Heyet Başkanı Köksal Şengün karşı oy kullanmıştı...
***
Albay Dursun Çiçek için yakalama emri “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” iddianamesi nedeniyle çıkarılmıştı ama...
Kamuoyu Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek ismini ilk kez Haziran 2008’de Taraf Gazetesi’nde yayınlanan “Lahika 1” başlığını taşıyan “Bilgi Destek Planı ve Faaliyet Çizelgesi” belgesiyle nedeniyle duymuştu.
Hatırlayacaksınız, Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı iddia edilen 2006 tarihli belgede, TOBB, TÜSİAD ve TESEV gibi sivil toplum örgütlerine yönelik suçlamalar vardı ve belgenin Kurmay Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlandığı söylenmekteydi...
“Lahika 1” için adli bir süreç işlememiş ama Albay Dursun Çiçek “ıslak imza” konusuyla ilgili daha önce iki kere tutuklanmış ve serbest bırakılmıştı.
Serbest bırakılmalarından biri Çankaya’da, Milli Güvenlik Kurulu ertesinde sınırlı bir “acele zirve” ertesine rastlamış...
Diğerinde “nöbetçi hâkim” etkili olmuştu.
Zaten ardından da aynı “nöbetçi hâkim” tahliye kararlarıyla ünlenmişti...
O nedenle, son gelişmelere sükûnetle yaklaştım...
Zaten, 12 Eylül Cuntası’nı yargılama imkânının doğması için otuz yıl, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için de gene otuz küsur yıl bekleyen bizim gibi demokrasisi çok gecikmiş bir ülkede, iki küsur yıldır “ıslak imza” muharebesi yapıyor olması da maalesef çok şaşırtıcı değil...
***
Dursun Çiçek’i bugün tartışmaların odağına yerleştiren görevi ise 2004 yılında başladı.
Çünkü bu tarihte Genelkurmay Harekât Başkanlığı’na bağlı Bilgi Destek Daire Başkanlığı’na atandı.
Sorumlu addedileceği her gelişmenin Karargâh’ı da kapsayacağından mıdır nedir, askeriye “hukuktan” yana hareket etmek yerine, bu konuda direnmeyi tercih ediyordu...
Son zamanlarda bu direnç, içinde Dursun Çiçek’in de bulunduğu kimileri için mi, başkaları için mi kondu, bunu tam kestirmek mümkün değil...
Ancak, ne direnç olursa olsun, Ergenekon sürecinin bitmeyeceğini algılayarak, hukukun gereğini yapmakta herkes için fayda var, başta askeriyenin tabii...
***
Demin, son zamanlarda bu direnç, içinde Dursun Çiçek’in de bulunduğu kimileri için mi, başkaları için mi kondu, bunu tam kestirmek mümkün değil, dedim ya...
Yeniden, “tahliyesi” bol kepçe, herhangi bir “nöbetçi hâkim” aranmaya acilen başlanır ise, durumu da kestirmiş olacağız. Karargâhın hala savunmada olduğunu anlayacağız...
Yok, aranmıyor ise rahat bırakılmış “yargısal süreç” hükmünü yeni bir engele kadar icra edecek...

Emre Uslu: ‘Derin Devlet MHP’yi kuşatıyor’Neşe Düzel



PAZARTESİ KONUŞMALARI 26.04.2010
Neşe Düzel
Emre Uslu: ‘Derin Devlet MHP’yi kuşatıyor’




“Bahçeli, ülkücüleri sokaktan çekmeye çok çalıştı. Ta ki Kayseri’deki yumruğa dek… Daha önce de MHP yönetimine Yeşil’le ilişkili bir albay ve Haberal’ın oğlu girdi.”

“Hizbullah’ın derneği ilginç bir zamanlama ile kapatıldı. Bunlar, Türk-Kürt çatışması hızlansın diye yapılıyor. Hizbullah, bölgede çok güçlü. Daha yeni 200 bin kişi topladı.”

“Ahmet Türk’e yumruğun stratejik aklı var. Derin plan şu: 2011’deki seçime dek Türk-Kürt nefretini arttırıp, nedenini açılıma bağlamak ve AKP’nin oyunu düşürmek.”

* * *
NEDEN EMRE USLU
Son zamanlarda Türkiye gene art arda tuhaf saldırılarla karşılaşıyor. Samsun’da Ahmet Türk’e, Kayseri’de Enerji Bakanı’na saldırıldı. İki olayda da polisin yeterli önlemi almadığı görüldü. Ahmet Türk’e yapılan yumruklu saldırıyı protesto etmek için Hakkâri’de yapılan bir gösteride ise polisler on dört yaşındaki bir çocuğun elmacık kemiğini kırdı. Daha önce de polisler Güneydoğulu belediye başkanlarını tek sıra halinde kelepçeleyip resimlerini çekerek basına dağıtmıştı. Poliste neler oluyor? Polisin içinde halkı kışkırtmaya çalışan birileri mi var? Polis gruplaştı mı? Ergenekon polisin içinde de bulunuyor mu? Yumruklu eylemler devam edecek mi? Bütün bunları, kendisi de bir dönem polislik yapmış olan ve polisi hem teoride hem de pratikte çok yakından tanıyan Emre Uslu’ya sorduk. Polis Akademisi’nden mezun olduktan sonra uzun süre Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığı’nda çalışan Emre Uslu, polislikten başkomiser olarak istifa etti ve üniversitede akademisyenliğe başladı. Siyaset bilimci Emre Uslu güvenlik alanı ve Kürt kimliği konuları üzerine araştırmalar yapıyor. Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Yardımcı Doçent Emre Uslu, tezini Yeşil üzerine yapmıştı.
* * *
NEŞE DÜZEL: Poliste tuhaf işler oluyor. Önce Samsun’la başlayalım. Polisler orada göz göre göre Ahmet Türk’e saldırılmasına seyirci kaldılar. Neden Türk’e saldırılmasını önleyecek tedbirleri almadılar?
EMRE USLU: Kayseri’de Enerji Bakanı’na yapılan yumruklu saldırıdan sonra artık şu kesinlikle ortaya çıktı. Ahmet Türk’e yapılan saldırı bireysel bir eylem değil. Bu, sistemli bir eylem. Bu eylemin bir “stratejik-derin aklı” var.

Bu yumruklu saldırıların arkasında yatan derin akıl nedir?
Bu derin aklın ana hedefi, Türk-Kürt karşıtlığı yaratarak 2011 seçimlerinde AK Parti’nin oylarını düşürmek ve anayasa referandumu sürecini Türk-Kürt karşıtlığına kilitlemek. Bu yüzden benzer eylemler devam edecek.

Neden Türk yumruğu yedikten sonra, Türk’ün etrafındakileri hırpalayıp, arabasının camını kırdı polis?
Bu olayı bilmiyorum ama poliste bir hınç duygusu var.

Polislerin bir kısmında bir Kürt düşmanlığı mı var?
Kürt düşmanlığı demeyelim... Poliste, büyük oranda DTP-PKK düşmanlığı var. DTP çizgisindeki siyasetçileri PKK’yla ilişkilendiriyorlar ve onları düşman olarak görüyorlar. Yani polis, bu konuda askerden çok farklı düşünmüyor. Özellikle, Samsun’daki gibi kritik davalarda, bu hınç duygusu kendisini gösterebiliyor.

Bu, kişisel bir kızgınlık mı yoksa daha “örgütlü” bir öfke mi?
Örgütlü öfkeden kastınız, bir merkezde kararların alınıp uygulanmasıysa, hayır, böyle bir öfke değil bu. Kültürel bir kızgınlık bu... Poliste bir anti-PKK kültürü var.

Ahmet Türk için PKK’lı diyemeyiz. Düşüncelerini onaylamadıkları Kürt siyasetçilere PKK’lı mı diyor polisler?
Polisin gözüyle söylüyorum. Polisin yüzde 80-90’ı Ahmet Türk, Sırrı Sakık diye ayırmaz. DTP’de kim varsa, “o, PKK’lı” diye düşünür.

Siz de polistiniz. Siz de mi böyle düşünüyorsunuz?
Hayır. Ben hem Terör Dairesi’nde çalışmış, hem de siyaset bilimi okumuş biri olarak, şiddete başvuran PKK yöntemi ile Kürt milliyetçiliği arasındaki farkı görüyorum. Ama poliste bir alt kültür var. Polis, bunların hepsini PKK’yla özdeş görüyor. Hatta öyle ki... Polisin, askerin ve MİT’in içinde Kürtlere sempatiyle bakanlar bile, Kürtlerin durumunun iyileştirilmesini, eşit haklar açısından değil de, “örgüte koz vermeyelim” diye istiyorlar. Erzurum’dan yeni döndüm. Erzurum’da üç tane miting alanı var. İkisi şehrin merkezinde daha nezih yerlerde. Üçüncüsü ise şehrin kenar mahallelerinden birinde. Hayvan pisliklerinin atıldığı Mal Meydanı denen bir yer bu.

Evet...
AK Parti’ye, CHP’ye, MHP’ye miting yeri olarak şehrin merkezindeki alanlar verilirken, DTP’ye, Nevruz kutlamaları için bile hayvan pisliklerinin atıldığı Mal Meydanı veriliyor. Emniyet’te bazı duyarlı orta kademe amirler, buranın temizlenmesi için Belediye’ye defalarca başvurdularsa da, belediye burayı temizlememiş. Oysa DTP’li yöneticilerin, her mitingde kitleye ilk söyledikleri şey, “Bakın, devletin size hak gördüğü yer burası” oluyormuş. Birkaç emniyet amiri, DTP’lilere bu propagandayı yaptırmamak için bu alanı kendileri temizletmişler. Polisin mantığı da bu. Neyse... İnsanlar bu sene Nevruz’da ilk kez temiz bir alanda toplanmışlar.

Devlet görevlileri genellikle böyle düşmanca mı davranıyor?
Bir olay daha anlatayım. Erzurum’da DTP’lilerin ağırlıklı olduğu birkaç ilçe var. Bu ilçelerin birinde Nevruz kutlaması yapılacak. İlçeye dört kilometre uzaktaki bir alanda toplanılmasına izin veriliyor. İnsanlar çamurların içinden dört kilometre yürüyüp, Nevruz kutluyorlar. Üstelik civardaki 70 köyün sadece beş, altısının yolu ulaşıma açılıyor. İlçenin kaymakamı, askerî amire aynen şunu söylüyor: “DTP’liler Nevruz’a gelmesinler diye diğer köylerin yollarını açtırmadım.” Kaymakamın yolunu açtığı köyler de zaten DTP’li olmayanlar. Peki, bu kaymakam bir yerden emir mi alıyor? Hayır. Her olayın illa organize olmasına gerek yok. Nefret dolu bu bakış açısı, kurumların içinde bir kültür, bir gelenek olmuş.

Polisin yaptıkları, dediğiniz gibi sadece öfkeyle açıklanabilir mi? Açılımın en hassas günlerinde Güneydoğu’da aralarında çok sayıda belediye başkanının da bulunduğu insanları kelepçeleyip tek sıra dizdiler ve bu halde resimlerini çektirdiler. Amacı neydi bunun?
Tabii ki bu olayların bazıları örgütlü. Mesela bu olayda öfkeyle açıklanamayacak olan bölüm, çekilen bu resimlerin medyaya servis edilmesidir. Bu, organize bir durumdur. Bu, polisin içindeki Ergenekoncu yapının, ya da açılıma karşı direnen grupların bir provokasyonudur. Polislerdeki hınç duygusu, bu organize durumu kolaylaştırıyor tabii.

İnsanları kelepçeleme ve tek sıra halinde dizme emrini kim vermiş olabilir?
Operasyonun başındaki grup amirinden tutun emniyet müdürüne kadar, hiyerarşi içindeki herkes bu emri vermiş olabilir.

Polisler, Kürtleri kışkırtmaya mı çalışıyor?
Bazı kesimler, alt kültürdeki bu hınç duygusunu kullanarak, Kürtlere karşı birtakım kışkırtma eylemleri hazırlıyor olabilirler ama polisin yüzde 90’ı, ülkeyi karıştıran derin noktalarla, olaylarla bağlantılı değil. Polisin derin operasyonlarla bağlantısı özellikle Susurluk olayından sonra çok azaldı. Polis dediğimiz, ikiyüzbin kişilik bir teşkilat.

Bu sayı neyi açıklıyor?
Özellikle Susurluk öncesinde, derin devlete yakın bazı kişiler, Güneydoğu’da birtakım olayların içinde yer aldılar. Bu insanların derin devletten birdenbire kopmaları mümkün olmadığı gibi, polis teşkilatının da bunlardan tamamen temizlenmesi mümkün değil. Bunların hepsini pasif göreve vermeniz de mümkün değil. Çünkü onların tamamını tanımanız bile mümkün değil. Mesela geçen aralıkta Ankara’da BDP binasına molotofkokteyli atıldı. Daha sonra aynı gece Keçiören’de BDP ilçe binası da molotoflandı. Bombacılar geçenlerde yakalandı. İki yere bombayı atanlar aynı adamlar çıktı. Bunlar, ifadelerinde emri resmî bir kişiden aldıklarını söylediler.

Polisten mi almışlar?
Başka bir güvenlik kurumundan almışlar. Medya araştırsın... Size, OYAK Özel Güvenlik Şirketi’yle ilgili olayın da arka planını anlatayım. Failler, cinayeti işlemeden önce Danıştay’da keşif yapmışlar ve bu keşif sırasında güvenlik kameraları çalışmış. Ama sonra bu görüntüler silinmiş. Cinayet sırasında, bilgisayarların harddiski sökülmüş olduğundan ötürü de cinayetin görüntüleri alınmamış. Bu olayın arka planında, özel güvenlik şirketleriyle ilgili çıkarılan kanun var.

Nasıl bir kanun bu?
Bu kanunla ilgili verilen en önemli tartışma, görüntüleri kaydeden güvenlik kameralarının harddiskleri, o devlet kurumunda görevli polisin mi yoksa o devlet kurumunun güvenliğini sağlayan özel güvenlik şirketinin mi kontrolünde olsun konusunda oldu. Bu kanun iyi niyetli olmayan bir şekilde, harddiskleri özel güvenlik şirketine bıraktı. Eğer siz çete olarak, Danıştay gibi bir yerde operasyon yapmak isterseniz, önce Danıştay’ın güvenliğini sağlayan özel güvenlik şirketine güvenlik elemanlarınızı yerleştirirsiniz. Böylece kamera görüntülerini kontrolünüz altına alırsınız. Tıpkı Danıştay cinayetinde olduğu gibi! Bu yasa buna izin verdi işte! Özel güvenliğe sızmış bir yapı, görüntüleri alıp sildi.

Kim çıkardı bu yasayı böyle?
2005 yılında bu kanunun bu şekilde çıkarılmasında, Emniyet’in içinde birkaç kişi çok kritik rol oynadı. Bu emniyetçilerden biri şu anda çeteden yargılanıyor. Bu emniyet müdürü, bakana çok yakındı. OYAK Güvenlik Şirketi, Özel Kuvvetler’den emekli olmuş insanların ön plana çıktığı bir şirket... Özel Kuvvetler de, Bülent Arınç’a suikast iddialarında gündeme gelmişti. Zaten sadece OYAK’ın değil, Veli Küçük dahil daha pek çok kişi ve kurumun özel güvenlik şirketi var. Bu şirketlerde çalışanların sayısı 300 biri buldu. Emekli askerlerden ve polislerden oluşan bu rakam, polis sayısından fazla.

Hükümet açılım yapmaya çalışırken bazı polisler açılımı kapamaya çalışıyor gibi gözüküyor. Hükümet, polislere hâkim olamıyor mu?
Hükümet kendi belediye başkanlarına hâkim olabiliyor mu? Erzurum’da iki Kürt mahallesi var. Şehrin belediye başkanı AK Partili. Kürt mahallelerinde insanlarla konuştum. “Bizim buralara belediye yatırımı gelmez” diyorlar. Gerekçesi şu... Erzurum çok milliyetçi bir yer. Belediye Başkanı Kürt mahallelerine yatırım yaptığında, Türk milliyetçileri oy vermiyorlar ve belediye başkanının oyu düşüyor. Kayseri’deki yumruğa gelince... Düpedüz bir derin devlet operasyonu bu. Kayseri’deki olay, Türk’e saldırının da organize bir iş olduğunu gösteriyor. Medyada çıkan habere göre, Kayseri’de bakana yumruk atan kişi, faşist bir eski solcu örgüt ile Ülkü Ocakları’nın ortaklaşa düzenledikleri bir etkinliğe katılmış.

Niye önemli sizce bu kadar bu?
Çünkü çok kritik bir bilgi bu. Ülkü Ocakları kesinlikle reddediyor ama benim resmî kaynaklardan aldığım bilgiye göre, ortaklaşa böyle bir etkinlik yapılmış. Eğer saldırgan bu etkinliğe katılmışsa, yumruk, tamamen organize bir iş demektir ve emri çok derinlerden verilmiştir. Zira bu, anti Kürtçü dalgayı yaymak için çok çığırtkan eylemler ve çağrılar yapan faşist bir oluşumdur. Hatırlayın... 2004’te eski Ülkü Ocakları Başkanı’yla Doğu Perinçek’in oğlu, Veli Küçük’ün ofisinde biraraya gelmişlerdi.

Eylemlerde sağ-sol işbirliği yapacaklardı.
Bu haber medyada “Kızılelma koalisyonu” diye çıkmıştı. O olaydan sonra Devlet Bahçeli, ülkücü gençleri sokaktan çekmek için çok büyük gayret sarf etti. Ta ki Kayseri’deki yumruklu saldırı oluncaya dek...

Bahçeli Ülkücü gençlere hâkim olamıyor mu artık?
2009’un sonuna doğru MHP’nin Merkez Karar Yürütme Kurulu’nda değişiklikler oldu. Ergenekon sanığı Mehmet Haberal’ın oğlu ile Yeşil’le ilişkisi olan bir emekli albay MKYK’ya girdiler.

Bu ne anlama geliyor?
Derin devlet, MHP’yi kuşatmaya çalışıyor demektir bu. Bu albayla ilgili bir dergide çıkan övücü yazıda, “Albayımız, Türkleri örgütlemek için zaman zaman Almanya’ya gelir. Bazen akademisyen kimliğiyle, bazen Ermeni konusunda uzman kimliğiyle gelir ve Türkleri örgütler” diyordu. Albay, o dönemde MGK’da çalışıyordu. Zaten özgeçmişinde de benzer görevler nedeniyle 27 ülkeye gittiğini yazmış kendisi. Bu isimlerin MHP’nin MKYK’na girmiş olmaları, “MHP derin devletin kontrolüne mi giriyor, Bahçeli’nin sertleşmesinin arkasında bu eksen kayması mı var” sorularını sorduruyor.

Poliste Ergenekon var mı?
Var.

Polisin içinde ne tür gruplaşmalar var?
Polisin içinde milliyetçisi, Alevisi, solcusu, Fethullahçısı, Milli Görüşçü’sü, ülkücüsü.. her gruptan insan var. Özellikle Susurluk döneminde, poliste keskin bir milliyetçi yapı vardı. Onların sayısı bayağı azaldı.

Poliste Fetullahçılarla İslamcılar diye çekişen iki grup var mı peki?
Polisin içinde ideolojik çekişmeden çok “makam çekişmesi” var.

Peki, bu ideolojik gruplardan hangisi poliste daha güçlü?
Güç olarak önce Milli Görüşçüler, sonra Fethullahçılar geliyor. Ama sayıya vurulacak olursa ülkücülerin sayısı daha çok. Ülkücüler bu dönem hükümete yakın olmadıkları için eskisi kadar etkin değiller ama... Şu da var... Ergenekon operasyonunu yapanlar arasında, akademide birlikte okuduğum ülkücü polisler var. Bunlar da, Ergenekon’un ülkücülüğe zarar verdiğini düşünüyorlar. Ayrıca şunu da söylemeliyim. İki gün önce Hizbullah’ın derneği Mustazafder’i mahkeme kararıyla kapattılar.

Hizbullah, Güneydoğu’da ciddi tabanı olan bir örgüt. Kapatma kararıyla ne amaçlanıyor? Kürtler kışkırtılmak mı isteniyor?
Kürtlerin kışkırtılmak isteniyor olmasından korkuyorum. Çünkü 2011 seçimlerine giden süreci, devletin bir kesimi kritik bir süreç olarak görüyor. AK Parti’nin bir daha iktidara gelmemek üzere, oylarının eritilmesini istiyor. 2011’deki seçimlere dek, Kürt sorunu Batı kamuoyunda daha çok görünür kılınmak isteniyor. İnsanların, televizyonlarını her açtıklarında Kürt sorunuyla karşılaşmaları ve bundan dolayı insanlarda Kürtlere nefret ve öfkenin artması planlanıyor. AK Parti’nin açılımı sonucunda Kürt sorununun tırmandığı duygusu verilmek isteniyor. Özellikle MHP, siyasi geleceğini bu süreçte görüyor ve açılımla ilgili Türklerin homurtularının artmasını bekliyor. Bunun için de çok sert muhalefet yapıyor. İşte bütün bu yumruk olayları, Hizbullah’ın derneğinin kapatılması hep Türk-Kürt çatışmasını hızlandırmak için hamleler.

Çatışmanın artması kimin yararına olacak?
Çatışmanın artması, derin devletin ve PKK’nın yararınadır. Türkiye tekrar şiddete dönmenin eşiğinde bugün. BDP’li siyasetçiler, “Asker dağdaki PKK’lılara operasyon yapıyor. Onlar da kendilerini savunuyor. Devlet operasyonları durdursun, dağdan iniş için ortam oluşsun” diyorlardı. Peki, Samsun Ladik’te öldürülen polis, operasyona mı gidiyordu? Kızıltepe’de şehit olan polisler operasyona mı gidiyorlardı? Hayır. Ama şu var. AK Parti’yi iktidardan düşürmek için ekonomik kriz çıkarmayı denediler, olmadı. Şimdi aynı amaç için, Kürt-Türk çatışması yaratılmak isteniyor. Yumruklardan korkuyorum ben. Özellikle Kayseri’deki yumruğun arkasındaki organize hareketi görünce ve Hizbullah’ın derneği kapatılınca, korkularım daha da arttı.

Hizbullah, geçmişte korkunç cinayetler işlemiş bir örgüt. İnsanlara, domuz bağıyla işkence yapmış, ya da onları sokakta enselerinden tek kurşunla infaz etmiş bir örgüt... Sizce Hizbullah tekrar silaha başvurur mu?
Hizbullah’ın içinde şu tartışma da yapılıyordu. “Şûra kanadı” denen, hapisteki kanat, “Bu devlete güvenilmez. Silahlı mücadeleyi bırakmayalım” diyorlardı. Değişimciler ise, “silahlı mücadele çözüm değil. Silahı terk edelim” diyorlardı. Kapatma kararı, silahlı mücadele taraftarlarının elini güçlendirdi şimdi. Eğer Kürt-Türk çatışması üzerinden bir operasyon planlanıyorsa, Mustazafder’in kapatılması kritik bir noktadır. Çünkü bugün Hizbullah, Güneydoğu’da çok daha güçlüdür ve tabana yayılmıştır. Mustazafder, çok ilginç bir zamanlamayla kapatıldı. Daha 18 martta dernek, Peygamber’e saygı etkinliklerinde Diyarbakır’da yüzbinlerce insanı meydanlarda topladı.

PKK tasfiye edilmeye çalışılırken, Kürtlerin başka bir silahlı örgütü mü ortaya çıkartılacak?
Bence Kürt kimliği, Hamas benzeri İslamcı bir Kürt kimliğine doğru evriliyor. Mesela Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in bir PKK’lının cenazesinde yaptığı konuşmayı düşünün. Sanki bu konuşmayı İran’da yapıyordu. Onlar da dinî kimliğe vurgu yapıyorlar artık. Çünkü dinî kimliğin, Kürt tabanda Kürt milliyetçiliğinden daha çok karşılığı var.
Neden Samsun’daki, Hakkâri’deki, Kayseri’deki, Diyarbakır’daki kışkırtmalar önlenemiyor?
Bir kısmı yeteneksizlikle ve kültürle ilgili. Bir kısmı da organize ve kasıtlı olabilir. Kayseri Emniyet Müdürü’nün görevden alınması gerekirdi.

Hükümet, bir bütün mü? Yoksa polisin bazı kışkırtmalarını destekleyenler, iktidar partisinin içinde de bulunuyor mu?
Başbakan ve çevresi, anayasa değişikliğinin daha önce yapılmasını istiyordu ama... Ben, hükümetin içinde güçlü bir kanadın, değişikliği bugüne dek ertelediğini biliyorum. Yargıtay’da AK Parti’yi kapatma davası öyle bir aşamaya geldi ki, Anayasa değişikliği yapmaya AK Parti mecbur kaldı. Önceki kapatma davasında AB sürecini hızlandırmıştı, şimdi de anayasa değişikliği sürecini hızlandırıyor. İyi bir sonuç bu. Korku adama anayasa yaptırıyor.

Tekrar polise dönersek... Ergenekon’u ortaya çıkartmakta çok başarılı olan polis teşkilatı kendi içindeki Ergenekon’u ortaya çıkaramıyor mu?
Ergenekon’dan tutuklanan polis sayısı on, on beş kadar. Bu, minimal bir sayı ama... Polis, delil bulduğu anda kendi içindeki şaibeli unsurları temizliyor. Çünkü polisin içinde çeteye sempatiyle bakan çoğunluk yapısı artık kırıldı. Poliste çoğunluk artık, “Suçu varsa babam da olsa içeri al” diye düşünüyor. Polis, devletin diğer kurumlarıyla kıyaslandığında, Ergenekon sürecinde çok büyük hamle yaptı. Özelikle Susurluk’tan sonra büyük bir dönüşüm yaşadı.

Siz Yeşil’le ilgili tez hazırladınız. Yeşil yaşıyor mu?
Adım kadar eminim yaşıyor. Bunu bazı bilgilere dayanarak söylüyorum. Bizim geleneğimizde çok şey bilen öldürülmez. İhanet eden, bildiklerini açıklayan öldürülür. Cem Ersever ihanet ettiği için öldürüldü. Yeşil ihanet etmedi. Yeşil, bugün bir Orta Asya ülkesinde ya da Kuzey Irak’ta yaşıyordur.

K. Irak Ergenekoncular için güvenli bir yer mi?
Ergenekon için en güvenli iki yerden birincisi Kıbrıs ise, ikincisi de K. Irak’tır. Barzani’nin ve Talabani’nin askerlerle ilişkisi bilinmeyen bir ilişki değildir. Geçmişte K. Irak’ta derin operasyonlar yapılmadı mı? Peşmergelere silahlar dağıtılıp, Talabani’ye, Barzani’ye yeşil pasaportlar verilmedi mi? Gerçi Kürt liderlerin askerlerle ilişkileri süreç içinde Dışişleri’ne doğru kaydı ama... Barzani Ankara’ya geldiğinde nerede ağırlanıyordu zannediyorsunuz? Jandarma Genel Komutanlığı’nın üst katında ağırlanıyordu...

neseduzel@gmail.com

Şimdi ne olacak / Ahmet Altan

KUM SAATİ 28.04.2010
Ahmet Altan
Şimdi ne olacak


Yazıyı Paylaş:













Geceleyin Mehmet Altan, Şahin Alpay, Eser Karakaş, birlikte Mehtap TV’de yaptıkları programda bir izleyiciden gelen mektubu okudular.
İzleyici, AKP Kapatma Davası’nda Yargıtay Başsavcısı’nın Danıştay Davası’nı “delillerden” biri olarak iddianamesine koyduğunu hatırlatıyordu.
Hepimiz unutmuşuz.
Hemen Kapatma Davası’nın iddianamesini açtık.
Evet, orada öyle duruyordu.
Başsavcı, Danıştay cinayetiyle ilgili gerçekdışı bilgileri iddianamesine yerleştirmiş ve bu cinayeti “parti kapatmanın” önemli gerekçelerinden biri olarak görmüştü.
Anayasa Mahkemesi de bu “iddiayı” geçerli kabul edip partiyi yargılamış ve AKP’nin “irtica odağı” olduğu sonucuna varmıştı.
Yargının nasıl işlediğinin korkunç örneklerinden biri bu.
Bugün, Danıştay cinayetinin arkasından Ordu Yardımlaşma Kurumu’na bağlı bir “güvenlik şirketi” çıkıyor.
Şirket, Danıştay cinayetiyle ilgili görüntüleri kameralardan silmiş.
Sildiği de TÜBİTAK raporuyla belgelenmiş.
Zaten dava da Ergenekon dosyasına bağlanmış.
Danıştay cinayetinin, Türkiye’yi karıştırmak isteyenlerin “tezgâhı” olduğu, bu tezgâhta birçok insanın ve kuruluşun rolü olduğu belirlendi.
Tezgâh, çok amaçlı kurulmuş.
Başta o zamanki cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olmak üzere birçok yetkili cinayetten hemen sonra “bunun laik cumhuriyeti hedef alan bir saldırı” olduğunu söylemiş, gazeteler “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” diye başlıklar atmış, “irtica karşıtı” gösteriler düzenlenmiş, Yargıtay Başsavcısı da bu cinayeti “iktidardaki partiyi kapatmak” için gerekçe yapmış.
Bunların hepsi yalan çıktı.
Cinayetin “laik rejimi” değil, “demokrasiyi” hedef aldığı, halk iradesini ezecek bir rejimi kurmak için “alt yapı” oluşturmak amacıyla işlendiği artık açıkça görülüyor.
Şimdi ne olacak?
Eski cumhurbaşkanı, “kusura bakmayın, toplumu yanıltan bir açıklama yaptım” diyecek mi?
“Gerçek olmayan” bir “delili” iddianamesine yerleştiren Başsavcı, bu “delili” gerçek kabul eden Anayasa Mahkemesi ne yapacak?
AKP hakkında verilen “odak” olma kararı geçerliliğini sürdürecek mi?
Toplumun büyük kesiminin oyunu alarak iktidara gelen bir siyasi partiyi kapatmaya, halkın iradesini yok saymaya kalktılar.
Bir başsavcıyla, on bir mahkeme üyesi Türkiye’yi altüst ettiler.
Delilleri bile uydurma çıktı.
Cinayeti yargılayan Ankara’daki mahkeme sanki Yargıtay Başsavcısı’nı haklı çıkartmak ister gibi bu cinayetin arkasındaki gerçekleri araştırmaktan kaçındı, kamera kayıtlarının nasıl kaybolduğunu hiç sorgulamadı.
Alelacele bir karar verip dosyayı kapatmaya kalktı.
Ergenekon davası olmasa biz bu “kumpası” göremeyecektik.
Medyanın bir kısmının “sulandırmak” için elinden geleni yaptığı Ergenekon davası, topluma nasıl tuzaklar kurulduğunu, ne oyunlar oynandığını hepimize gösteriyor.
Henüz, OYAK, kendine ait kuruluşun kameralardaki görüntüleri niye sildiği konusunda bir açıklama yapmadı.
Bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyor.
Cinayet günü, Sıhhiye Orduevi’nin Danıştay’ı gören “kameraları” da tuhaf bir tesadüf bozulmuştu.
Ordu da bu konuda bir açılama yapmıyor.
Danıştay cinayetinin işlendiği gün “bağıran” kim varsa bugün susuyor.
Eski cumhurbaşkanı, bizzat Danıştay’ın kendisi, Ordu Yardımlaşma Kurumu, ordu, medyanın bir bölümü bir anda “dilsizleşti” nedense.
Dilleri olduğunu ilk günkü bağırtılarından biliyoruz, şimdi neden susuyorlar?
İddianamesine “gerçek dışı” delil koyan Başsavcı neden açıklama yapmıyor?
Anayasa Mahkemesi neden konuşmuyor?
“Yargının” yapısının “düzeltilmesi” için anayasanın değiştirilmesi önerisine karşı çıkanlar, bütün bu olanlar hakkında ne düşünüyorlar?
Hâlâ bu yargıyla, bu anayasayla, bu sistemle “dürüst” bir yargı ve devlet yapısı oluşturulabileceğine inanıyorlar mı?
Yoksa aslında “dürüst” bir yapıdan korkuyorlar mı?
Başsavcı, Anayasa Mahkemesi, “acul” bir cumhurbaşkanı, “soruşturmaktan kaçınan” bir medya, kamera görüntülerini silen OYAK kuruluşu biraraya gelip, halkın iradesini ezebilsinler mi istiyorlar?
Bu düzenin, bu anayasanın, bu yargının değişmesini boşuna savunmuyoruz.
Sadece şu Danıştay cinayeti ile “kapatma davasına” baktığınızda bile bu topluma nasıl tuzaklar kurulduğunu görmüyor musunuz?
Birileri sizi bu tuzağa sürüyor, onlar ancak böyle tuzaklarla iktidarlarını sürdürebilirler.
Peki, siz bu tuzağa kendi ayaklarınızla girecek misiniz?
Sizi nasıl bir oyuna getirmek istediklerini görmemekte kararlı mısınız gerçekten?

ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan / 12 Eylül

KUM SAATİ 29.04.2010
Ahmet Altan
12 Eylül


Yazıyı Paylaş:













Seçimlerin aksatılmadığı bir ülkede askerî darbe yapmak alçaklıktır.
Sana güvenip ülkesinin güvenliğini sana emanet eden, silahını alan, üniformanı diken, lojmanını yapan, cebine paranı koyan halkına ihanettir.
Senin “düşmanla” savaşacağını sanıp sana karşı hiçbir tedbir almayan insanını kalleşçe arkadan hançerlemektir.
İktidara gelebilmek için meydanlara çıkıp halkından oy istemeye gücü yetmeyen ödleklerin iktidarı silahla çaldıkları sefil bir zorbalıktır.
Darbe yapanların, darbe tezgâhlayanların, darbe planları hazırlayanların, “halkına ve ülkesine ihanetten” en ağır cezaya çarptırılmaları gerekir.
Onlar kendi halkının hainidir çünkü.
Biz çok alçak ve çok alçaklık gördük.
Hiçbirini cezalandırmadık.
“Makbul adam” muamelesi gören bu hainler, ülkeyi “darbe aşamasına” getirebilmek için en kanlı oyunları oynadılar.
“Ajanlarını” harekete geçirip sokaklarda insanları öldürttüler.
Halkı birbirine karşı kışkırttılar.
Büyük kıyımlara yol açtılar.
Katliamlar yaptırdılar.
Karargâhlarına saklanıp aşağılık bir memnuniyetle sokaklarda insanların ölmelerini seyrettiler.
Katilleri saklayıp barındırdılar.
12 Eylül ihanetini düzenleyen “üniformalı çetenin” başındaki general olan Kenan Evren hiç utanmadan “darbe şartlarının olgunlaşmasını” beklediklerini açıklamıştı.
Darbe nasıl olgunlaşmıştı peki?
Darbe, insan kanıyla olgunlaştı.
Ölümlerle, cinayetlerle olgunlaştı.
Sabah bir sağcıyı, öğleden sonra bir “solcuyu” vuran aynı silahı katillerin eline tutuşturanların planlarıyla olgunlaştı.
Her zamanki rezilce tuzaklarla olgunlaştı.
Defalarca aynı oyunları oynadılar.
“Derin devlet” denen kanlı bataklığı bunun için kurdular.
Devleti çürüttüler, çeteleştirdiler, hukuku yok ettiler, katillere makam verdiler.
Yaptıkları darbelerle doymadılar, hep daha fazla darbe yapmak istediler.
Susurluklar, Ergenekonlar bunların yüzünden topluma yapışıp kanını kuruttu.
Her suçu, cezalandırılmadan işlediler.
Kendi halklarını öldürmeye alıştılar.
Dokunulmazlıklarıyla şımarıp küstahlaştılar.
İhanet ettikleri halka bir de emirler yağdırdılar, aşağıladılar, horladılar.
Medyadaki yandaşları onları alkışladı, “paşa kükredi” diye manşetler attı, halkın oyuyla işbaşına gelmiş sivilleri ve onları seçenleri aşağılayıp “hainleri” yüceltti.
Dört koldan sardılar bizi.
Bizi öldürdüler.
İşkencelerden geçirdiler.
Darağaçlarına çektiler.
Zindanlarda karanlıklara gömdüler.
Gencecik çocuklar idam sehpalarında can çekişerek ölürken arsız bir gerinmeyle “asmayalım da besleyelim mi” dediler.
Utanmadılar hiç, utandırılmadılar.
Bu ülke, tarihinde ilk kez darbecileri yargılıyor şimdi, darbe planlarını ortaya çıkarıyor, cinayetlerin, suikastların, kalleşçe hazırlıkların, katliam planlarının hesabını soruyor.
Şimdi sıra, binlerce insanın kanıyla “olgunlaşan” 12 Eylül’e geldi.
Parlamento, muhalefet partilerinin “hayatları boyunca silinmeyecek bir lekeyi” kendi alınlarına sürerek direnmesine rağmen 12 Eylül darbesinin yargılanması için gerekli anayasa değişikliğini gerçekleştirdi.
Kenan Evren’e ve hempalarına mahkeme kapısı açıldı.
“Niye kendi halkına ihanet ettin” diye sormak imkânı doğdu.
Bence, yargılanmalılar.
İntikam için değil, “darbeyi aklından geçiren” bütün rezillere örnek olmaları için yargılanmalılar, “darbe düşünenler” kurtulamayacaklarını görsünler diye yargılanmalılar, bir daha hiç kimse “darbeyi düşünemesin” diye yargılanmalılar.
Darbeyi bu ülkenin kaderinden silmek için yargılanmalılar.
İhanet ettikleri halkın “sen hainsin” diyen sesini duymaları ve bütün hainlerin bundan sonra “bu sesi” duyacaklarını anlamaları için yargılanmalılar.
Alçaklığı sona erdirmemiz için yargılanmalılar.
Çok alçaklar ve çok alçaklıklar gördük.
Bir daha görmeyelim diye yargılanmalılar.
İhanet bitsin artık bu ülkede.
Bir daha kimse kendi halkına hainlik edemesin.
Halkın efendi, ordunun hizmetkâr, generallerin sadık, devletin sağlam, hukukun adil olduğu bir ülke kuralım.
Alçaklığı sonsuza dek çıkartıp atalım hayatımızdan.
Artık yapalım bunu.

ahmetaltan111@gmail.com

Hadi netleştirelim.../Ahmet Altan

KUM SAATİ 30.04.2010
Ahmet Altan
Hadi netleştirelim...


Yazıyı Paylaş:













Bu kadar da karmakarışık değil durum.
Sakin ve sade bir anlatımla konuşursak meselenin “özü” de iyice anlaşılır.
Ne oluyor Türkiye’de?
Türkiye, rejimini değiştirmeye çalışıyor.
Türkiye’nin rejimi ne?
“Asker, yargıç, bürokrat” üçlüsünün “iktidarı” elinde tuttuğu, bir halk dayanağı olmayan bu iktidarın meşruiyetini Atatürk “tabusuna” dayandırdığı, bu “tabuyu” tartıştırmadığı, halkın dışlandığı bir rejim.
Anayasası da, yasaları da “bu rejimi” korumak ve sürdürmek için oluşturulmuş.
Seçimlerin yapıldığı ama “gizli iktidarın” hiç değişmediği bir sistem bu.
Sivil hükümetlerin, “gizli iktidarın” emir eri haline getirildiği bir düzen.
Halk ancak “emir erinin” kim olduğunu seçebiliyor ama “gerçek” iktidara dokunamıyor.
“Cumhuriyet rejimi” denen rejim bu işte.
İktidar “babadan oğla” geçmiyor ama iktidar hep aynı “kastın” elinde kalıyor.
Düşünün ki bu ülkede “askerlik süresine” bile parlamento karar veremiyor.
Kıbrıs’ta bir sınır kapısının açılıp açılmayacağını ordu belirliyor.
Ülkenin ve zamanın gerçekleri artık bu “rejimin” varlığına izin vermiyor.
On beş milyonluk bir köylü toplumu için oluşturulmuş bir “padişahlık” sistemi, “yetmiş milyonluk bir sanayi” toplumuna yetmediği gibi, “asker, yargıç, bürokrat” üçgeninin yetenekleri de dünyanın “on yedinci ekonomisi” olan “yüzlerce milyar dolarlık” parasal yapıyı yönetmekte çok eksik kalıyor.
Bu rejim değişecek.
Çağın şartları bunu emrediyor.
Rejimini değiştiren her ülkede olduğu gibi toplum ikiye ayrılmış vaziyette.
Rejimi değiştirmek isteyenler ve rejimi muhafaza etmek isteyenler.
CHP, MHP ve medyanın bir bölümü “rejimin sadık muhafızları” olarak kavganın içinde.
Ama çok ciddi bir sorunları var, rejim öylesine çağdışı ve öylesine kirli ki bu rejimi açıkça savunmak onlar için bile mümkün değil.
Kimse bu rejimi övemiyor, zaten bu rejimi övemedikleri, savunamadıkları için sürekli Atatürk’ten söz edip, onun “görüşlerini” savunuyorlar.
Atatürk, kendi yaşadığı dönemin şartları elverdiği için rejimi “kendi diktatörlüğüne” göre şekillendirmiş, demokrasiyi dışlamış.
Şimdi Atatürk’ü savunarak aslında o “eski diktatörlük rejimini” savunmaya çalışıyorlar.
Atatürk’ü “mutlak bir koruma zırhının” içine almak istemelerinin nedeni de bu.
Rejimin değişmesini isteyenlere onun için “Atatürk düşmanı” diyorlar.
Ve, “Atatürk’ün aslında neyi sembolize” ettiğini asla söylemiyorlar.
Genel sözlerle ağızlarında geveledikleri “Atatürk’ün Batı’nın çağdaş değerlerini” sembolize ettiği ama bunu söylediklerinde de duvara tosluyorlar... Çünkü “çağdaş Batı’da” onların Atatürkçülük adı altında savunduğu bizimki gibi bir “rejim” yok.
Onun için “en Atatürkçüler” en “Batı düşmanı” bugün.
Ama bu noktada da bir çıkmazları var.
Hem “çağdaş Batı değerlerinden” dolayı Atatürkçü olduklarını söyleyip, hem de “çağdaş Batı değerlerine karşı olmanın” çelişkisi içinde sıkışıyorlar.
Aptal değiller, sıkıştıklarını fark ediyorlar.
Onun için bütün stratejilerini, “kendi isteklerini” dile getirmek üzerine değil, rejimi değiştirmek isteyenlerin “niteliklerini kötülemek” üzerine kuruyorlar.
Ne istediklerini söylemiyorlar, sadece “rejimi değiştirmek” isteyenlerin “kötü” olduğunu söylüyorlar.
“Bu rejimi değiştirmek isteyenler kötü niyetli, onun için rejimi değiştirmeyelim...” Söylediklerinin temeli bu.
Bugün rejimi değiştirmek isteyen güçlerin siyasetteki en kuvvetli temsilcisi AKP, bu yüzden “rejim yandaşlığı” ile “AKP’nin her yaptığına karşı çıkan” neredeyse hastalıklı bir düşmanlık üst üste düşüyor.
Dikkat ederseniz AKP’nin “hatalarını” eleştirmiyorlar, hiçbir rejim yandaşından “AKP’nin Şemdinli’de yaptıklarının”, “taş atan çocukları hapsetmesinin”, “DPT’nin kapatılmasına karşı çıkmamasının”, AB üyeliğinde ayak sürümesinin, ihale yasasını bir türlü çağdaşlaştırmamasının eleştirisini duymazsınız.
Onlar AKP’nin “hatalarını” değil, “varlığını” eleştirirler.
Bütün değişim düşmanlıklarını da “AKP’nin özündeki kötülüğe” bağlarlar, sanki AKP’den başka bir parti rejimi değiştirmek istese o partiyi destekleyeceklermiş gibi bir sahtekârlığa saparlar.
Mesele AKP meselesi değil, mesele “rejim” meselesi, AKP gider başka parti gelir ama bu rejim kavgası, rejim değişmeden bitmez.
Bugün Türkiye, rejim değiştirmenin mücadelesini yaşıyor.
“Rejim yandaşları” açıkça bu rejimi savunamadıkları için çeşitli “bahaneler” uyduruyorlar.
İşi laf kalabalığına vuran insanlarla karşılaştığınızda iki basit soru sorun.
“Bu rejim devam etsin istiyor musun”, eğer istiyorsan “yerine nasıl bir rejim gelmesini savunuyorsun?”
Bu iki soruyla durum netliğe kavuşur.

ahmetaltan111@gmail.com