2 Kasım 2010 Salı

Neşe Düzel - Osman Can: ‘Bizdeki laiklik Prusya laikliği’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 19.10.2010



“AKP’nin kapatılma riski yok. Çünkü vatandaş, AYM’ye sızdı. Kürt partilerinin

kapatılma riski ise hâlâ var. Mahkeme’de Kürtleri kapsayan bir çoğulculuk olmadı.”



“Bir anayasayı hukukçular yaptıysa, çöpe atmalısınız. Hukukçular, toplumu okuyamaz. Toplumun talebi siyasilerce okunmalı ve yeni anayasaya yansıtılmalı.”



“Anayasa Mahkemesi’nin değişiklik paketinde yaptığı değişiklik nedeniyle HSYK’da çoğullukçu değil, çoğunlukçu bir sistem oluştu. Bunu daha çok tartışacağız.”

* * *

NEDEN OSMAN CAN

Yakın zamana kadar Türkiye toplumunun hukukla ilişkisi çok kopuktu. İnsanların en mesafeli durduğu, en soğuk baktığı, en ilgisiz ve en çok yabancısı olduğu konu hukuktu. Vatandaş adalet istiyordu ama hukukla kendi hayatı arasında hiçbir ilişki kurmuyordu. 12 Eylül’ün darbe anayasası defalarca değiştirildiyse de, hiçbiri referandumla oylanan son değişiklik gibi bir ilgi görmedi halktan. Referandumda ilk kez toplum hukukla kendi hayatı arasında ilişki kurdu ve hukuk konuşmaya, anayasa tartışmaya başladı. Çünkü Türkiye’de artık bir dönem kapandı yeni bir dönem başladı. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bürokratik vesayet sistemi nihayet bitti. Şimdi Türkiye, toplumun katılımıyla ve kendi seçtiği siyasetçilerin eliyle halkı iktidara taşıyacak yeni sivil bir sistem kurmaya çalışıyor. Bunun için de hukukunu yeniden yapıyor. Artık görev hepimizin. Kendi hayatımıza, hak ve özgürlüklerimize sahip çıkıp kendi hukukumuzu kendimiz yapacağız, bu ülkede anayasamızı ilk kez biz siviller yazacağız ve bu topraklarda gerçekten laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti kuracağız. Bu yüzden önümüzdeki dönem en çok hukuk konuşacağız, yeni anayasayı tartışacağız. Yüksek yargıda yapılan son Anayasa değişikliklerinin neler getirdiğini, bu ülkede gerçek adaletin nasıl sağlanacağını, yeni anayasanın kimler tarafından ve nasıl yapılacağını bir dönem Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan Türkiye’nin önde gelen anayasa hukukçularından Doç. Dr. Osman Can ile konuştuk. Son kitabı ‘Darbe Yargısının Sonu’ adıyla piyasaya çıkan Osman Can, Almanya’da Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ‘Türk ve Alman Hukukunda Cumhurbaşkanının Hukuksal Konumu’, ‘Düşünceyi Açıklama Özgürlüğünün Anayasal Sınırları’ üzerine yaptığı çalışmalarla yüksek lisans ve doktora eğitimini tamladı. ‘Demokratikleşme Serüveninde Anayasa ve Siyasi Partilerin Kapatılması’ adlı çalışmasıyla da 2006’da hukuk doçenti oldu. Osman Can, çeşitli üniversitelerde Anayasa Hukuku, Devlet Teorileri, Anayasa Yargısı, Temel Hak ve Özgürlükler dersleri verdi.

* * *

İKİNCİ BÖLÜM

Dün birinci bölümünü yayımladığımız anayasa hukukçusu Doç. Dr. Osman Can’la konuşmamızı kaldığımız yerden sürdürüyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: Ergenekon davaları, yargıyı ikiye böldü mü?

OSMAN CAN: Yargının tabanında ayrışma ve farklılaşma zaten vardı. Ergenekon davasının açılması bu ayrışmayı daha görünür hale getirdi. Ergenekon davasında şu an sanık pozisyonunda olanlar, bugüne dek “devlet benim” demiş olan insanlar. Aynı şekilde Ergenekon davasını akamete uğratmayı isteyen ya da uğratan yüksek yargı temsilcileri de aynı cenahta yer alan ve “devlet benim” diyen kişiler. Bunlar...



Evet, bunlar...

Anayasa’yı ve hukuku hep ideoloji olarak algıladılar. Mesela darbe ideolojisinin temel referansı onlar için Anayasa’ydı. Zaten o yüzden de Anayasa’nın “başlangıç kısmına” dayanarak adımlarını attılar ve Anayasa’nın geri kalan kısmıyla hiç ilgilenmediler.



Anayasa’nın başlangıç kısmı ne diyor?

Anayasa’nın beşinci paragrafı vardır. “Hiç bir faaliyet, Türklüğün manevi değerleri, Türklük tarihi, Atatürk ilke ve inkılâpları karşısında koruma göremez...” der. Oysa Anayasa’da parti kurma, düşünce, örgütlenme gibi pek çok özgürlük sıralanıyor. Ama başlangıç kısmı şunu söylüyor. “Ama bu özgürlükler Anayasa’nın başlangıç kısmındaki tamamen soyut ve şoven olan unsurlardan biriyle çatışırsa, anayasal korumadan yararlanamaz” diyor.



Başlangıç kısmı değiştirilemez mi Anayasa’nın?

Yüksek yargı değiştirilemez diyor ama bu saçma bir tartışma. Çünkü 1995 ve 2001’de değiştirildi.



Nedense bundan hiç söz etmiyorlar. HSYK’dan sonra Anayasa Mahkemesi’nde de şimdi yeni üyeler seçiliyor. Bu seçimler Anayasa Mahkemesi’nin yapısını nasıl etkileyecek?

Anayasa Mahkemesi’nin yapısındaki değişiklik HSYK kadar radikal değil. Biliyorsunuz, son değişiklikle Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı 11’den 15’e çıktı. Dört tane yedek üye vardı ve şimdi asil üyeye dönüştü. Dolayısıyla Mahkeme’ye Meclis’in seçtiği sadece iki yeni üye geliyor. Bunlardan biri Sayıştay’dan, biri de Baro’dan seçildi. Böylece ideolojik yapı belli ölçülerde etkinliğini kaybetti. Bu, şu demektir. Anayasa Mahkemesi, 2006-2009 arasında verdiği kararları pek veremeyecek... Özgürlükler açısından sorun yaratan kararları gene verebilecek ama siyasal yapıyı bütünüyle çıkmaza sürükleyen kararlar alamayacak.



367 kararını alamayacak mı?

367 safsatası gibi, türban kararı gibi şeyler bundan sonra ortaya çıkmaz. Parlamentodan gelenleri ve bundan sonra cumhurbaşkanı kanalıyla gelecek olan yeni üyeleri dikkate alarak konuşursam... Geleneksel darbe ideolojisine ve darbenin parametrelerine göre çalışan bir yapı artık Anayasa Mahkemesi’nde egemen olmayacak. Ama bu, “Anayasa Mahkemesi özgürlükçü olacak” demek değildir.



Anayasa Mahkemesi özgürlükleri gene kısıtlayacak mı?

Özgürlükçü olmanın, Türkiye’de sosyal ve kültürel sınırları var. Türkiye’de muhafazakârlık ve milliyetçilik var. Kadın-erkek eşitliği, eşcinsel hakları konularında gene problem olmaya devam edecek. Çünkü Türkiye’de özgürlük taleplerinin gelip dayanabileceği bir sınır var.



Bu sınır nedir?

Milliyetçilik. Milliyetçilik, kendini askercilikle, disiplinle, devleti merkeze alan bir yapıyla tanımlar. Bu yüzden biz önümüzdeki dönemde de Anayasa Mahkemesi’ni tartışmaya devam edeceğiz. Ama Mahkeme’yi artık eskisi gibi rejim üzerinden tartışmayacağız.



Anayasa Mahkemesi’ni artık nasıl tartışacağız?

Anayasa Mahkemesi, darbe ideolojisinin koruyucusu bir kurumdu. Demokrasiyi ortadan kaldıran, işlevsizleştiren kararlar veriyordu. İdeolojik gerekçelerle, demokratik işleyişi boğmaya ve gelişmesini engellemeye çalışıyordu. Dolayısıyla vatandaş da, “ben niye parlamentoya insanları seçiyorum? Benim oyumun değeri yok mu” diye sormak durumunda kalıyordu. Sonuçta böyle bir yargı, vatandaşın oyunu anlamsızlaştırıyordu. Artık Anayasa Mahkemesi böyle bir mahkeme olmayacak. Şöyle söyleyeyim. Türkiye’de her türlü ideolojinin egemenliği bitiyor. Militer darbeci ideolojinin egemenliği bitiyor. Ama belli bir muhafazakârlık kalıyor. Çünkü kurumlar, toplumu yansıtacak.



Bu ülkede yüksek yargı bir siyasi parti gibi çalışıyordu. Bu yapıda hukuktan ziyade siyaset etkili oluyor gibiydi. Bu anlayış değişecek mi? Anayasa Mahkemesi irtica tehlikesi gerekçesiyle bir siyasi partiyi kapatabilecek mi?

Hayır, artık o risk yok. AKP’nin de, CHP’nin de kapatılması riski yok. Çünkü vatandaş, Anayasa Mahkemesi’ne sızdı. Daha önce yüzde 10 temsil edilirken, şimdi yüzde 40-50 oranında temsil edilmeye başladı. Ama şunu söylemeliyim. Kürt partilerinin kapatılmasının riski düşmüş olsa bile hâlâ var. Çünkü Mahkeme’nin çoğulculuğu Kürtleri de kapsayan bir çoğulculuk olmadı.



Peki, yeni düzende şimdi Yargıtay ne yapacak?

Diyelim ki Ergenekon davasını sönümlendirmeye çalışacak. Bunu nereye kadar yapabilir ki... Darbe girişiminde bulunan insanları kahraman ilan etti diyelim. Ama bu karar, artık yargıyı da bitirir zaten. Bir de iki yıl sonra vatandaşa “Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet hakkı” geliyor. Yargıtay ve Danıştay’ın her şeye rağmen gene de yıkıcı ve ideolojik kararlar verdiğini düşünün. Bu ideolojik kararları Anayasa Mahkemesi’ne götürüp bozdurma imkânınız olacak. Bu, tarihî bir fırsattır! 1960 darbesini yapanlar, Anayasa Mahkemesi’ni kurarken Almanya’yı örnek aldıklarını söylüyorlardı.



Almadılar mı peki?

Aldılar ama Almanya’daki, “Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet kurumunu” Türk yargı sistemine getirmediler. Alman Anayasası, bu şikâyet hakkını, parlamentoyu, devletten korumak için getirdi. Almanya, tehlikenin bürokrasiden geldiğini gören bir ülkedir. Alman sistemi, yargıyı ve bürokrasiyi kontrol etme sistemidir. Türkiye’de darbeyi yapanlar bürokratlar olduğu için, Almanya’dan Anayasa Mahkemesi’ni getirirken, anayasa şikâyetini getirmediler. Böylece parlamentoyu, Anayasa Mahkemesi kanalıyla kontrol ettiler.



Bu eksik Alman modeli bizde nasıl bir sistem yarattı?

Faşizme yaradı. Darbe ideolojisinin muhafızlığı imkânını yarattı. Artık bize de anayasa şikâyeti kurumu geliyor. Bu yolla Danıştay, Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Askerî Yargıtay demokrasi düşüncesiyle bağdaşmayan, özgürlükleri ihlal eden kararlar aldıklarında, onların bu kararlarını iptal ettirme imkânı geliyor. Dengeler değişiyor.



Dengelerin değişmesi ne anlama geliyor?

Darbeci rejim bitiyor. Türkiye, 2000’lerin başından beri demokrasiye geçiş dönemi yaşıyor. Türkiye’de toplumun talepleri üzerinde yeni bir sistem inşa ediliyor. Demokratik, laik, sosyal hukuk devletine geçiliyor. Bu ülke ilk kez laikliğe geçiyor! Biz bugüne dek Batı’dan aldığımız kavramların içini hep boşalttık.



Kavramların içini neyle doldurduk?

Kavramların hepsinin içini tersinden bir içerikle doldurduk ve uygulanan şeyi de ‘laiklik’ diye satmaya çalıştık. Entelektüeller, aydınlar, hukukçular hep kavramları çarpıttılar. Bu konuda hukukçuların büyük sorumluluğu var. Darbeci düzeni meşrulaştıran hukukçulardır. Aslında 1871-78 döneminde Prusya’da Bismark’ın “kültür savaşı” diye nitelendirilen mücadelesinde ortaya konanlara baktığınızda, Türkiye’de laiklik adına ortaya çıkan pratiğin nereden kaynaklandığını anlıyorsunuz.



Bizde ordu ve askerlik sistemi Prusya’dan örnek alınmış. Laikliğimiz de mi Prusya’dan edinilmiş?

Tarihçilerimiz, Bismark’ın Katolisizm’e karşı açtığı savaşta kullandığı yöntemlere ve çıkardığı yasalara baksınlar... Tevhidi tedrisatı, din okullarının ve ibadet yerlerinin devlet kontrolüne alınmasını, din eğitiminin devlet tarafından verilmesini, dini nikâhın kaldırılmasını, hepsini Prusya’da görürsünüz. Bizdeki laiklik, Fransız değil, Prusya laikliğidir. Aynı Prusya laikliği gibi bizdeki laiklik de bürokrat laikliğidir. Bürokrasinin, kendini devletin egemeni olarak görmesiyle birlikte, halk adına ‘doğruyu yapmaya’ başladığı bir pratiğin adıdır bu. Fransızlara haksızlık etmeyelim... Türkiye’de Prusya sistemi var. Prusya’da da egemenlik bürokratlara verilmiştir.



Prusya militarizmi Almanya’da ne zaman bitti?

1945’te bitti. Ama Alman bürokrasisi hâlâ çok önemlidir. Türkiye’ye dönersek... Bugün, Türkiye’de artık bir toplumsal sekülerleşme yaşanıyor. Mesela İslami cemaatlerin bankalar kurması ciddi bir sekülerleşme ve rasyonelleşmedir. Toplum artık ekonomik davranışlarıyla kendi inanç kodlarını birbirinden ayırabiliyor. Toplumdaki bu sekülerleşmeyi, devlet de benimsemeli.



Yapılan bir araştırmada bizim yargıçların ‘devletten yana’ olduğu ortaya çıkmıştı. Şimdi yargıçlar, milleten ve adaletten yana bir tavır geliştirebilecekler mi?

Bunun öyle kolayca değişmesi mümkün değil. Sonuçta bu insanlar, kendilerini devlet memuru olarak görüyorlar. 1924’ten beri bu ülkede yargı, devletin ideolojisini topluma egemen kılma aracı olarak çalıştı. Bundan sıyrılması kolay değil. Aslında 12 Eylül referandumuyla kilit açıldı ve 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1982 zindanından çıkma imkânı ele geçirildi.



Zindandan çıkmak için ne yapmak gerekiyor?

O zindandan çıkmak için yeni bir anayasa yapmak ve bütün karar süreçlerini sivil siyasete bağlamak gerekiyor. 1960 darbesiyle Türkiye’ye getirilen siyasal denklemi bütünüyle ortadan kaldırmak ve kurumların arasındaki ilişkileri yeni baştan düzenlemek şart. Çünkü yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılması yetmiyor. Bu üç kuvvet öyle yapılandırılacaklar ki, hem birbirlerini dengeleyecekler, hem de çoğulcu yapılarıyla kendi içlerini dengeleyecekler.



Bu denklemde ordu nerede duracak peki?

Sistemi böyle kurduğunuzda ordunun nerede durduğu artık çok önemli değil. Ordunun Anayasa ile düzenlenmesine bile gerek yok. Normal bir kanunla Savunma Bakanlığı’na bağlanır...



Yargı adalet içindir. Türkiye’de gerçek adalet var mı?

Dünyada hiçbir yerde gerçek adalet diye bir şey yoktur. Sadece gerçek adalete yaklaşmak mümkündür. Bunun da tek bir yolu var. Yapılardaki karar alıcıları çoğulculaştıracaksınız. Süreçleri müdahale edilebilir hale getireceksiniz. Kurumları ve süreçleri kamuoyunun bilgisine ve denetimine açacaksınız. İşte bunlar, adalete yaklaşmanın imkânlarıdır. Böyle bakıldığında Türkiye adalete henüz çok uzak. Biz referandumla sadece bir kilidi açtık ve adalete yaklaşma imkânına sahip olduk. Şimdi hemen Türkiye’yi yeniden inşa sürecini başlatmalıyız. Bunun için de ilk adım olarak özgürlük felsefesine dayanan bir anayasa yapmalıyız.



Biz bugüne kadar hep “nasıl bir anayasa yapılmalı” diye tartıştık. Aslında “anayasa nasıl olmalı” yerine, “anayasayı kim yapmalı” diye tartışsak daha kolay sonuç almaz mıyız?

Anayasa bir toplum sözleşmesidir ve anayasayı toplumun kendisi yapmalıdır.



Anayasayı hukukçular yapmamalı mı?

Bizde anayasayı bugüne kadar hep hukukçular yaptı. 1961’e bakın. Batı uygarlığında ortaya çıkmış ne kadar pozitif şey varsa hepsini saptırarak Türkiye’ye aktarılması muhteşem bir şekilde gerçekleştirdiler. En büyük zararı hukukçular verdi. Anayasa bir barolar tüzüğü değildir. Bir hukuk fakültesinin yönetmeliği hiç değildir. Anayasa, bir toplum sözleşmesidir. Dolayısıyla toplumun bütün kesimlerinin iradesinin oraya aktarılması, yansıtılması gerekir. Çiftçisinden işçisine, mühendisinden işadamına herkesin talebinin siyasiler tarafından okunması ve anayasaya yansıtılması lazım. Toplumun taleplerini hukukçular okuyamazlar. Eğer bir anayasayı hukukçular yapıyorsa, o anayasayı çöpe atmalısınız.



“Anayasayı ancak toplumun kendisi yaparsa, ortaya gerçek bir toplum sözleşmesi ve gerçek bir anayasa çıkar” mı diyorsunuz?

Evet aynen. Bu anayasayı yaparken geçmişteki hiçbir anayasa, hele hele 1960 ve 82 Anayasaları asla referans alınamaz. Halk karar verecek anayasaya! Üstelik ortaya çıkan bu toplum sözleşmesinin de ideal, mükemmel bir anayasa olması gerekmiyor.



Niye?

Çünkü bir anayasanın yaşayan ve yaşamaya imkân veren bir anayasa olması yeterlidir. Yeni anayasa, kendini unutturabilen bir anayasa olmalı! Sürekli cepten çıkarıp referans alacağımız ve hayatımızı tümüyle biçimlendirebileceğimiz bir anayasa olmamalı bu. Dinamiğini hayattan ve toplumdan alan, toplumun iradesinin ürünü olan ve toplumu merkeze koyan yepyeni bir anayasa yapmalıyız. Üstelik bu anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda hiçbir kurumun sözü de meşru değildir.



Anayasa Mahkemesi zaman zaman görüşünü açıklıyor. Anayasa Mahkemesi de mi görüşünü açıklamamalı?

Anayasa Mahkemesi, yeni anayasa şöyle olsun dediği anda, “Bu senin bileceğin iş değil. Sen otur yerine. Sen sadece ortaya çıkacak yeni anayasaya uygun davranmakla yükümlüsün” diyeceğiz. Kurumlar, anayasanın nasıl olması gerektiğine karar veremezler ve bu konuda en ufak bir söz söyleyemezler. Söyledikleri zaman onlara çok ciddi bir tepki vermeliyiz.



Nasıl bir tepki vermeliyiz?

Onlara, “Bu, benim anayasam!” demeliyiz. Onlar, sadece şunu yapacaklar. Halkın yaptığı anayasaya uyacaklar! Bu unutulmamalı...



HSYK seçimlerinin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bürokratların aday olmasını doğru bulmadığımı söylemiştim zaten. Ama eskiye göre şu anki durum daha pozitif. Statükocu güçlerin yargı ve HSYK üzerinde etkisi çok azaldı.



Adalet Bakanlığı’ndan seçilen üyeler statükocu zihniyeti temsil etmiyor mu peki? Onlar demokratik bir yargıyı ortaya çıkaracak mı sizce?

HSYK’da seçimlerden sonra tam demokratik bir yapı oluşmadı. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin pakette yaptığı değişiklikle Yargıtay ve Danışay’da eski sistemi korumak için çoğunlukçu sistemi getirdi. HSYK’da da hükümetin hazırladığı paketin aksine Mahkeme’nin bu iptal kararı yüzünden amaçlanan dışında çoğullukçu değil, çoğunlukçu bir sonuç ortaya çıktı. O yüzden bakanlıktan gelenlerin icraatlarına bakmak, beklemek lazım. Ortaya çıkan bu çoğunlukçu sonucu ve HSYK’yı önümüzdeki günlerde daha çok tartışacağız biz.



neseduzel@gmail.com

Neşe Düzel - Osman Can: ‘Yargıçlar halkın gözüne bakamıyor’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 18.10.2010





“Türkiye’de adalet, vatandaşın gözünün içine bakılarak dağıtılmıyor. Verdikleri kararlar yüzünden, yargıçlar gözlerini vatandaşın gözünden kaçırmak zorundalar.”



“HSYK üyeleri tanrı gibiydi. Hâkimler ve savcılar da kulları. Referandumda Anayasa değişikliğiyle, şimdi HSYK üyeleri, kulları ile eşit hale geldiler. Yargıdaki hiyerarşi bitti.”



“17 bin cinayetin meçhul kalması, HSYK’nın, bu sürecin bir parçası olduğunun kanıtıdır zaten. HSYK hesap sorsaydı, faili meçhul cinayet sayısı beş-altı olurdu, 17 bin olmazdı.”

* * *

NEDEN OSMAN CAN

Yakın zamana kadar Türkiye toplumunun hukukla ilişkisi çok kopuktu. İnsanların en mesafeli durduğu, en soğuk baktığı, en ilgisiz ve en çok yabancısı olduğu konu hukuktu. Vatandaş adalet istiyordu ama hukukla kendi hayatı arasında hiçbir ilişki kurmuyordu. 12 Eylül’ün darbe anayasası defalarca değiştirildiyse de, hiçbiri referandumla oylanan son değişiklik gibi bir ilgi görmedi halktan. Referandumda ilk kez toplum hukukla kendi hayatı arasında ilişki kurdu ve hukuk konuşmaya, anayasa tartışmaya başladı. Çünkü Türkiye’de artık bir dönem kapandı yeni bir dönem başladı. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bürokratik vesayet sistemi nihayet bitti. Şimdi Türkiye, toplumun katılımıyla ve kendi seçtiği siyasetçilerin eliyle halkı iktidara taşıyacak yeni sivil bir sistem kurmaya çalışıyor. Bunun için de hukukunu yeniden yapıyor. Artık görev hepimizin. Kendi hayatımıza, hak ve özgürlüklerimize sahip çıkıp kendi hukukumuzu kendimiz yapacağız, bu ülkede anayasamızı ilk kez biz siviller yazacağız ve bu topraklarda gerçekten laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti kuracağız. Bu yüzden önümüzdeki dönem en çok hukuk konuşacağız, yeni anayasayı tartışacağız. Yüksek yargıda yapılan son Anayasa değişikliklerinin neler getirdiğini, bu ülkede gerçek adaletin nasıl sağlanacağını, yeni anayasanın kimler tarafından ve nasıl yapılacağını bir dönem Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan Türkiye’nin önde gelen anayasa hukukçularından Doç. Dr. Osman Can ile konuştuk. Son kitabı Darbe Yargısının Sonu adıyla piyasaya çıkan Osman Can, Almanya’da Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Türk ve Alman Hukukunda Cumhurbaşkanının Hukuksal Konumu, Düşünceyi Açıklama Özgürlüğünün Anayasal Sınırları üzerine yaptığı çalışmalarla yüksek lisans ve doktora eğitimini tamladı. Demokratikleşme Serüveninde Anayasa ve Siyasi Partilerin Kapatılması adlı çalışmasıyla da 2006’da hukuk doçenti oldu. Osman Can, çeşitli üniversitelerde Anayasa Hukuku, Devlet Teorileri, Anayasa Yargısı, Temel Hak ve Özgürlükler dersleri verdi.

* * *

NEŞE DÜZEL: Anayasa değişikliği sırasında en çok, HSYK’nın üyelerinin kimlerden oluşacağını düzenleyen madde tartışıldı. AK Parti’nin, HSYK’nın üye sayısını 7’den 22’ye çıkararak, yapıyı ele geçirmeye çalıştığı ileri sürüldü. Ve bu iddiaları doğrularcasına, dün yapılan seçimlerde Adalet Bakanlığı’nın bürokrasisinden yeni HSYK’ya adaylar gösterildi. Adalet Bakanlığı bürokrasisinin HSYK’ya aday gösterilmesi sizce uygun mu?

OSMAN CAN: Adalet Bakanlığı’ndaki bürokratların HSYK’ya aday olması doğru değil. Bunlar, yargıçlık statüsü olmakla birlikte, idari fonksiyon gören kişiler. HSYK’ya ise yargılama faaliyetinde bulunan birinci sınıf hâkim ve savcıların üye olması gerekir. Şunu da söylemeliyim. HSYK’yla ilgili yapılan değişiklik, kamuoyunda hep AK Parti’nin yargıyı ele geçirme değişikliği olarak takdim edilmişti. Adalet Bakanlığı’ndan bürokrat adaylar çıkması bu algıyı güçlendirebilir. Aslında onları, Adalet Bakanı aday göstermedi. Onlar, haklarını kullanıp kendileri aday oldular ama.



Adalet Bakanı yeşil ışık yakmasa aday olabilirler miydi?

Adalet Bakanlığı’nın HSYK seçimlerinde doğrudan aday gösterme yetkisi yok. Eleştiri, Adalet Bakanlığı’nın bu konuda tutumsuz kalmasıyla ilgili yapıldı. Teamüller gereği, bürokrasiden aday olunmaması uygun olur deseydi, belki buradan bir sonuç çıkarabilirlerdi ama demedi. Bir de şu var. Son değişiklikle Adalet Bakanlığı’nın hâkim ve savcılar üzerinde artık eski gücü kalmadı. Artık hâkim ve savcıların teftişi HSYK’ya verildi. Adalet Bakanlığı bir bakıma dişleri sökülmüş aslan haline geldi.



Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun altı üyesi de istifa etti. Niye istifa ettiler?

Bu istifalarda, dışa yansıyan makul bir gerekçe ben göremedim. Bence istifalarda psikoloji rol oynadı. Daha önce HSYK’da, hâkim ve savcılara ne tür muamele yapıldığını, koridorlarda saatlerce nasıl bekletildiklerini biliyoruz. HSYK üyeleri tanrı gibiydi. Hâkim ve savcılar da onların kulları. Ama referandumda kabul edilen Anayasa değişikliğiyle, şimdi HSYK üyeleri, kullarıyla eşit pozisyona geldiler.



HSYK üyeleri, tayin ve terfilerine karar verdikleri kürsü hâkimleriyle ve savcılarıyla gerçekten eşit duruma mı geldiler?

Evet. HSYK üyeleriyle birinci sınıf hâkimler ve savcılar arasındaki hiyerarşi bitti. Bu da HSYK açısından kolay yutulur bir şey değil. Bakın... HSYK’nın üye sayısı yediden 22’ye çıktı. Bunun on üyesi, Türkiye’deki sayıları on bin olan birinci sınıf hâkim ve savcılar arasından kendileri tarafından seçiliyor. Daha önce öyle miydi? HSYK’nın yedi üyesinden üçü Yargıtay’dan, ikisi Danıştay’dan geliyordu. Yani yüksek yargıdan geliyorlardı. HSYK’nın diğer iki üyesi de Adalet Bakanı ve Müsteşarı’ydı. Şimdi hâkim ve savcılar sadece Danıştay ve Yargıtay gibi yüksek mahkemelerin üyesi olan yüksek hâkimlerle değil, Adalet Bakanı ve Müsteşarı’yla da eşit hale geldiler. Yargıdaki hiyerarşi tamamen kırıldı.



Üye sayısı 22’ye çıkan HSYK’da şimdi iktidar kimde?

Şimdi iktidar hiç kimsede. Eski yapıda Adalet Bakanlığı Müsteşarı toplantıya katılmadığı zaman, toplantı yeter sayısı bulunamıyordu ve karar alınamıyordu. Yani, Adalet Kakanı isterse Kurul’u kilitliyordu. HSYK’ya istediği bir kararı kabul ettirme imkânı yoktu ama bir kararı aldırmama imkânı vardı. Adalet Bakanlığı’nın blokajı aşıldığında ise, HSYK’da karar alma iktidarı tamamen yüksek yargıçlardaydı.



Yüksek yargıçların iktidarının kırılmasıyla Adalet Bakanlığı’nın HSYK içinde gücü artmadı mı peki?

Artık kontrol etmek kolay değil. Küçük bir grubu her zaman daha kolay ve hızlı kontrol edebilirsiniz. Küçük grup, bir ideolojiye daha kolay teslim olabilir. Türkiye’nin tarihi bunun örnekleriyle dolu. Şimdi HSYK genişledi ve çoğullaştı. Kurul’da gene Adalet Bakanı ve Müsteşarı var, gene Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki olmak üzere toplam beş üye var ama... Yeni yapıda on üye de ilk derece mahkemesi hâkim ve savcılarından oluşuyor. Cumhurbaşkanı da, ikisi üniversite hocası, ikisi avukat olmak üzere Kurul’a dört üye daha gönderiyor. Bir üye de Adalet Akademisi’nden geliyor. Yeni yapıdaki çoğulculuğu düşünün artık siz. Oysa bugüne dek, HSYK’daki yüksek yargıçların iktidarı, Cumhurbaşkanı’nın iktidarından çok daha güçlü ve büyük bir iktidardı.



Peki, böylesine kapalı ve denetimsiz bir sistem, vatandaşın günlük hayatını nasıl etkiledi?

Adliyelerde çalışan bu on bini aşkın hâkim ve savcı, verdikleri kararlardan ötürü Olimpus’taki tanrıların hışmına uğrayabileceklerini biliyorlardı. Böyle bir sistemde hâkim ve savcılar adalet dağıtamaz.



Bu ülkede 17 bin faili meçhul cinayet işlendi. Eğer hâkim ve savcılar kendilerini güvende hissetselerdi ve HSYK kapalı bir kutu olmasaydı, bu ülkede bu kadar çok cinayet faili meçhul kalabilir miydi?

HSYK’nın buradaki rolü kilit roldür. 17 bin cinayetin faili meçhul kalması, HSYK’nın, bu sürecin bir parçası olduğunun kanıtıdır zaten. 17 bin cinayetin faili meçhul kalması, savcının bu konuda hareket etmediğini gösterir. Ya da savcı hareket ettiği halde mahkeme sürecinde bir şeyin ortaya çıkmadığını ortaya koyar. Ya da, mahkeme sürecinde bir şeyler ortaya çıkmış olsa bile, bu işin, Yargıtay sürecinde bir şekilde frenlendiğinin karinesi olur. Sadece 1993 yılını düşünün. Turgut Özal’ın, Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili iddialara bakın. 1993’te o kadar çok siyasi cinayet var ki.



Bugün konuşulanlar, iddialar o günlerde de dile getirilmişti. Yargı, bu cinayetlerin üzerine niye gitmedi? HSYK’nın, harekete geçmeyen savcılardan, gereğini yapmayan hâkimlerden hesap sorması gerekmiyor muydu?

HSYK hesap sormuş olsaydı, faili meçhul cinayetlerin sayısı beş-altı olurdu, daha fazla olmazdı. 17 bin olmazdı.



HSYK’nın istifa eden üyeleri, şimdi Yargıtay’da yeni görevlere gelebilir mi?

Gelebilirler. İstifa ettiklerinde, HSYK’daki görevleri bittiğinde, bu üyeler, Yargıtay’daki normal pozisyonlarına geçerler. Yargıtay’da veya Danıştay’da başkanlığa ya da daire başkanlığına aday olurlar. Eğer HSYK’da iyi bir performans göstermişlerse seçilme şansları yüksek olur. HSYK’nın istifa eden üyelerin Ergenekon, Erzincan ve ıslak imzadaki performansları belli. Bunun muhtemelen ödüllendirileceğini düşünüyorlar.



Anayasa değişikliğinden sonra da yüksek yargıda aynı ideolojik yapı devam ediyor mu?

Yargıtay ve Danıştay değişmedi ki. Sadece HSYK değişti, biliyor musunuz? Yargıtay’da her gün seçim yapılır. Yargıtay, mesaisinin üçte birini seçime harcar. Birinci başkanlık, Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı, başsavcı vekili, daire başkanları seçilir... Yüksek Seçim Kurulu’na, HSYK’ya, Anayasa Mahkemesi’ne yeni üyeler seçilir. Sürekli turlar yapılır.



Ne turları bunlar?

Seçilmek isteyenler, “bana oyunu verir misin” diye sürekli odaları dolaşırlar, kulis yaparlar. Bazen seçimler 70-80 tura kadar gider ki, bu da üç-dört ay süren bir seçim demektir. Ama bu seçimler demokratikleşmeyi sağlamaz. Aksine demokrasiyi engeller. Birbirlerini seçtikleri için kapalı devre bir seçimdir bu. Birbirlerini seçmek suretiyle mekanizmayı güvence altına alırlar. Hangi düşüncenin egemen olacağı bellidir. Sadece kişiler değişir. Bu 12 Eylül darbesinin bir sonucudur ve Anayasa Mahkemesi’nin onayladığı bir sistemdir.



Yeni HSYK, eskisinden hangi açılardan daha farklı olacak sizce?

Birincisi üye sayısı arttı. Üyelerin tamamının, açıkça hak ihlali getiren bir konuda uzlaşmaları zorlaşacak. Şemdinli davasının savcısı Ferhat Sarıkaya’yı neredeyse oybirliğiyle meslekten ihraç etti bu insanlar. Sarıkaya’yı meslekten atabilmek için, bırakın hukuk bilmezliği, hukuka ve özgürlük düşüncesine düşman olmak gerekir. Bir genelkurmay başkanının, “bu çocuğa birilerinin haddini bildirilmesi lazım” dediği anda, HSYK üyeleri Adalet Bakanı’nın yakasına yapışıp, “bu çocuğu bize getirin” diyorsa ve en basit ceza önerisiyle önlerine geldiğinde bu çocuğu meslekten atıyorlarsa, hukuka düşmanlıktan başka bir söz söyleyemeyiz.



Bu operasyon, hükümetin adalet bakanının ve müsteşarının katkısıyla yapılmadı mı?

Zaten Şemdinli olayında işbirliği içine girdikleri için dibe vurdular o dönemde. Seçim yapılsaydı, yüzde 20’nin üzerine zor çıkarlardı. Bu toplum, adaletin zedelendiğini kabul ettiğinde, ortak bir tepki veriyor. Ferhat Sarıkaya olayında toplumun adalet hassasiyeti iyice ortaya çıktı. Yeni HSYK’yı sordunuz. Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nı bir kenarda bırakırsak, geri kalan 20 üyeyi, Ferhat Sarıkaya olayı gibi hukuka aykırı belli bir konu üzerinde uzlaştırma imkânı yok artık yeni HSYK’da.



Niye yok?

Çünkü 10 hâkim ve savcının üye seçilmesiyle, Adalet Bakanı, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin hâkimler ve savcılar üzerinde bir hegemonyası kalmadı. Eskiden olduğu gibi ilk derece hâkimleri ve savcıları baskı altına alma, yönlendirme imkânı olmayacak. Üstelik, Adalet Akademisi’nden gelen bir üyeyi de kattığınızda, birinci derecede hâkim ve savcılar, şimdi HSYK’da neredeyse çoğunluğa sahipler. Dolayısıyla HSYK’da çok farklı bir tablo ortaya çıkıyor artık.



Muhalefet, hükümetin HSYK’yı ele geçirdiğini söylüyor. Sizce HSYK’daki siyasallaşma bitecek mi?

Asıl siyasallaşma bundan önceydi. Siyasallaşma şimdi ciddi ölçüde azalacak. Çünkü farklı politik görüşlerin, pozisyonların temsil edildiği bir çoğulcu yapıdaki HSYK’dan söz ediyoruz artık. HSYK’ya dört üye seçen cumhurbaşkanının ileride hangi siyasal eğilime sahip olacağını, parlamentonun ne olacağını bilmiyoruz ama şunu biliyoruz: HSYK’ya, Kemalist ideolojiyi temsil eden kişiler, Yargıtay’dan ve Danıştay’dan önümüzdeki beş, altı ya da yedi yıl daha gelmeye devam edecek. Yargıtay’ınki daha kısa sürede bitebilir, Danıştay’dan uzun süre gelecek.



Hâkimlerin ve savcıların terfileri ve tayinleri eskisinden farklı mı olacak?

Demokraside bir kural vardır. “İyi niyetli insanları biraraya getirmeyin. Farklı sosyal ve siyasal pozisyonda olanları biraraya getirin. Çünkü onların birbirini dengelediği yerde objektivite hâkim olur” denir. Farklı insanları, bir masada topladığınızda, kimse diğerine kendi dediğini kabul ettiremeyeceğine göre, herkes daha üst bir noktada objektif ilkeler üzerinde uzlaşmak zorunda kalır. Gerçek güvence işte bu çoğulculuktur ve farklılıkların birbirini dengelemesidir. Eğer bir ülkede adaletin sağlanması işini tek bir ideolojiye mensup insanların eline bırakırsanız...



Sonuç ne olur?

O ülkede adaleti sağlayamazsınız. Darbe düzeni bizde sistemi öyle kurgulamış ki, düne kadar sadece belli bir politik görüşe sahip insanlar o yüksek yargı kurumlarına girebiliyordu. Şimdi HSYK için durum değişti. Danıştay ve Yargıtay için durum değişmedi. Geleneksel ideolojinin oranı Danıştay için yüzde 80-90’dır. Yargıtay için de yüzde 60-65’tir. Danıştay’da demokratikleşme daha fazla zaman alacak.



Türkiye’de yargı iki kampa ayrılmış gibi gözüküyor. Eski düzenin devam etmesini isteyenlerle yeni bir adalet sisteminin kurulmasını isteyenler... Bu seçimlerde bu kamplaşmanın etkileri gözüktü mü?

Bu kaçınılmaz bir şey. Eğer bir yargı sistemi, HSYK, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi gibi üst yapısıyla toplumun sadece yüzde 20-25’ini yansıtıyorsa, o yargı sisteminde ciddi bir problem var demektir. Bizde sistem, toplumdaki yüzde 20-25’lik bir kesimin, yargının üst yapısında yüzde yüz ya da yüzde 90 temsil edilmesi üzerine kurulu. Zaten yargı, bu nedenle, “bir vesayet organı” olarak çalıştı bugüne dek. O kurulları çoğulculaştırmış olsaydık, Yargıtay ve Danıştay ideoloji yapmayacaklardı, hukukla ilgileneceklerdi. Yargıtay’ın ve Danıştay’ın politik alanlarda verdikleri kararların tamamı hukuka aykırıdır.



Hukuka aykırı mıdır?

Evet, hukuk dışıdır ve ideolojiktir. Türkiye’deki yargı sistemi demokratikleşmeye hep engel oldu. Atılan her demokratik adımın karşısına Anayasa’nın ve ideolojinin sınırları çıktı. Sistem, yargı üzerinden demokratik adımları cezalandırdı. Politik soruşturmalar açıldı, politik cezalar verildi, siyasi partiler kapatıldı, siyasetçiler yok edildi. Bütün bu soruşturmalar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı üzerinden yürütüldü. Başsavcılıkta nelerin soruşturma konusu yapıldığına baksanız utanç duyarsınız. Sistemdeki değişikliğin HSYK’dan başlaması çok doğru oldu. Çünkü HSYK çoğulculaştı ve yargıçların yukarıdan korkmadan önlerindeki davalara konsantre olabilmeleri ve toplumun gözüne bakabilme imkânı doğdu.



Hâkim ve savcılar bugün vatandaşın gözünün içine bakamıyorlar mı?

Şu anda vatandaşın gözünün içine bakarak adalet dağıtılmıyor Türkiye’de. Verdiği kararlar yüzünden gözünü vatandaştan kaçırmak zorunda yargıçlar. Çünkü verdiği kararın Yargıtay’dan geçmesi lazım. Geçebilmesi için de o kararın belli bir ideolojiye uygun olması gerekiyor. Şunu söylemeliyim. Türkiye’de bugün ilk kez yargı ortaya çıkıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de bir yargı yoktu aslında.



Yargı yerine ne vardı peki?

Yargıçlar sistemi vardı. Yargıçlardan oluşan ve bu sistemi güvence altına alabilecek tarzda kararlar veren bir yapı vardı. Toplumun, vatandaşın çıkarını koruyan, özgürlükleri esas olan bir hukuk sistemi yoktu. İlk kez, bunun imkânı doğdu.



Ergenekon davalarının durdurulmasını isteyen yargı üyeleri var mı?

Tabii ki var. Yargıtay, daireleri itibarıyla zaten bunun çalışması ve mücadelesi içinde. HSYK’nın son iki yıldaki mücadelesi de aşağı yukarı bunun durdurulması üzerineydi.



Yargı içinde Ergenekon’un uzantıları var mı?

Ergenekon’u sadece suç işleyenler olarak değil de, bunun dışında kalan siyasal arka planlar ve ideolojik paralellikler olarak düşünüyorsak... Bunun bürokraside uzantıları var. Yargıda çok daha fazla uzantısı vardır. Ama suç işleme açısından bir Ergenekon çetesi ve örgütü diyorsanız, bunu bilemeyiz... Çünkü uzantılarının kanıtlanması lazım.



Neden bizim yargıçlarımızda devleti koruma refleksi var?

Türkiye’de yargıçlar taşra kökenlidir. Kimlik ve kişiliklerini çok fazla oluşturma imkânına sahip olmadan çok hızlı bir şekilde devşirme usulüyle alınırlar. 22 yaşında cübbe giyerler ve devlet tarafından kuşatılırlar. Taşrada lojmanlarda yaşarlar, subayla, kaymakamla sosyalleşirler. Ankara’ya gelebilmek için, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın arzuladığı çerçevede davranırlar. Bizde, hiyerarşik ilişkinin en son halkasında yer alan ailelerin çocukları tercih eder hâkim ve savcılığı. Onlar için bir sınıf atlamadır, makûs talihi yenme, güç ve iktidar elde etme çabasıdır bu. Jandarmadan tokat yiyen bir babanın oğlunu jandarma yapma istemesi gibi, hâkim ve savcının karşısında böcek gibi ezilen bir babanın çocuğunu hâkim ve savcı yapma refleksidir bu.



Adalet sistemimiz epey itibar kaybetti son zamanlarda. Bu itibarını yeniden kazanabilecek mi?

Yargının itibarını zedeledikleri gerekçesiyle gazetelere karşı sürekli davalar açıyorlar. İtibar dediğiniz şeyi kişinin ve kurumun kendisi yaratır. Kişi kendi itibarını kendi yaratır ve kendi yıkar. Ayrı şekilde bir kurulun itibarı da dışarıdan zedelenemez. Eğer yargının itibarı şu an yerlerde sürünüyorsa, biz hangi hatayı yaptık da böyle oldu diye oturup düşünmeleri lazım. Hrant Dink’e 301’den mahkûmiyet kararını veren bir mahkemenin itibardan söz etmesi ahlak dışıdır. 367, türban ve imam-hatiplerle ilgili kararları veren bir mahkemenin itibar sözünü etmesi doğru ve etik değildir. Hrant Dink kararının verilmesi adeta bir ölüm iznidir. Böyle bir kararı verdikten sonra sokağa çıkamamanız, utanç duymanız lazım. Yargının itibarını, özellikle yüksek yargıçların zedelediklerini görmeleri gerekiyor.



Hukukçuları nasıl hukukun içinde tutacağız?

Kamu ve medya tarafından denetlenebilir bir hale getirildiğinde, hukukçuları hukukun sınırları içinde tutmaya başlarız. Son dönemde medyaya karşı açılan, “yargıya hakaret, yargıyı etkilemeye teşebbüs” davaları, hukukla ilgili değil.



Neyle ilgili peki?

Geçmişte medyaya hiç bu kadar büyük bir savaş açmışlar mıydı, bilmiyorum... Türkiye bir dönüşüm içinde. Bu dönüşüm sürecinde geleneksel iktidar, iktidarını yitiriyor. Farklı bir yapı iktidar iddiasıyla ortaya çıkıyor. Geleneksel iktidarda, çekilirken bir hasar verme gibi bir tutum var. Oysa adalet süreci kapalı kapılar ardında gerçekleşemez. Yargısal kararlar, toplum adına verilmesi gereken kararlardır. Yargısal süreçlerin eleştirisini toplum adına yapamadığınız zaman, o yargısal kararlar toplum adına yapılmış olmazlar. Şu anda medyada yapılan en ufak bir eleştiri, yargıya bir saldırı olarak anlaşılıyor. Bu, hastalıklı bir durum.



Yüksek yargı, Ergenekon davalarını devlete karşı bir hareket gibi mi algılıyor?

Devleti kendileriyle aynı kulvarda yer alanlar olarak düşündüklerinde, Ergenekon davasının açılmasını da tabii ki devlete karşı bir hareket olarak görüyorlar...



neseduzel@gmail.com

Neşe Düzel - Suavi Aydın: ‘Oğlum tehlikede inancı büyüyor’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 11.10.2010




“Toplumun bilinçaltında, ‘Benim çocuğumu, sen korumuyorsun’ duygusu büyüyor. TSK sıkıntıda... ‘Bunları Amerika, AB desteklemese biz işi çözeriz’ diye toplumu ikna edemiyor.”



“Askerlikte, erkekliğinizi sürekli tehdit altında hissedersiniz. Erkeklik ideolojisinin temeli olan ‘delikanlılık’ orada yapılamaz. Hakaret edilirsiniz ama itiraz edemezsiniz.”



“Bizim şehirlerimiz birer garnizondur. Biz de askerî yerleşkenin, askerî kampusun içindeki diğer insanlarız. Zorunlu askerlik bitmeden bizim garnizon hayatımız bitmez.”

* * *

NEDEN SUAVİ AYDIN

Türkiye’nin bugün ekonomisiyle, günlük yaşantısıyla, sanatıyla, hukukuyla gittiği ileri yerle, ordu açısından durduğu yer arasında müthiş bir mesafe var. Türkiye, önümüzdeki dönemde dünyayı geliştirecek birkaç motor ülkeden biri olarak gösteriliyor, dünyanın en hızlı büyüyen 16 ülkesi arasında yer alıyor ama, bugün hâlâ ne ordusunun masraflarını ve silah alımlarını denetleyebiliyor, ne 800 bin civarındaki asker sayısını azaltabiliyor, ne askerlik süresini kısaltabiliyor, ne de zorunlu askerlik uygulamasını gevşetebiliyor. Aksine Genelkurmay’ın daha da sert olan “tek tip askerlik” ısrarıyla karşı karşıya kalıyor. Türkiye’de toplum ve hayat değişirken ordu değişmiyor. Askere gitmeyenlerin sayısının her geçen gün artıyor olması bile, bu toplumda ciddi bir askerlik sorunu yaşandığının işareti sayılmıyor. Askerin zihniyeti esnemiyor. Oysa toplum, askerlik süresinin kısaltılmasını, bedelli askerliğin getirilmesini, zorunlu askerliğin AB ülkelerindeki gibi türlü seçeneklerle gevşetilmesini ve vicdani reddin tanınmasını talep ediyor. Peki, ordu uzun süreli zorunlu askerliği niye istiyor? Ordu neden tek tip askerliğe geçmekte diretiyor? 1930’ların ordu anlayışını hangi amaçla sürdürüyor? Toplumun bu çok ciddi meselesini, Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinden tarihçi, sosyolog ve antropolog Suavi Aydın’la konuştuk. Milliyetçilik, etnisite, etnik tarih, modernleşme tarihi, devlet, Türk kimliği, ulusal kimlik sorunu üzerine çalışan, Ankara ve Mardin üzerine araştırmaları olan ve en son kitabı İletişim’den Terzinin Biçtiği Bedene Uymazsa adıyla çıkan Hacettepe öğretim üyesi Doç. Dr. Suavi Aydın Türkiye’de ordu ve askerlik konularında çok net, çok cesur ve çok çarpıcı tesbitlerde bulundu.

* * *

NEŞE DÜZEL: Zorunlu askerliğin kalkması için ciddi bir talep var toplumdan. Siyasi iktidar da buna pek soğuk bakmıyor anlaşıldığı kadarıyla. Ama ordu, zorunlu askerlik için diretiyor. Niye ordu zorunlu askerliğin devamından yana?

SUAVİ AYDIN: Zorunlu askerliğin devamından yana çünkü bu tür orduların başka türlü var olmaları mümkün değil. Ulus-devlet modelindeki ordu, böyle bir ordu modelidir. Bu ordu modeli üç amaca hizmet ediyor. Birincisi, ordu, her şeyden önce bir doktrinasyon merkezidir. Orduya aldığınız kişiler, sosyal sınıfı, etnik kökeni, dini ne olursa olsun asker olduklarında eşitleniyor ve onlara tek bir doktrin aktarılıyor.



Orduda öğretilen ideoloji nedir?

Türk milliyetçiliği ideolojisi öğretiliyor. Bu ideoloji sayesinde insanlar ulus-devlete ait hale getiriliyorlar zaten. Onlara askerde, vatan için ölümün şeref olduğu, vatana hizmetin her şeyin önünde olduğu söyleniyor. Bireyin yerine millet konuluyor. Kısacası, askerlikte, “asker olmak” dışında bir aidiyetiniz olamaz. Askerlikte tek bir kimlik vardır, o da asker olmak!



Asker olmak ne demektir?

Asker olmak, ölümü peşinen kabul edebilecek kadar her şeye düz bakabilmektir. Bütün geçmişinizi silmektir. Bütün aidiyetlerinizden arınmak ve kendinizi adamaktır.



Zorunlu askerlik, nasıl bir eğitim süreci ki, insanları 15-20 ayda bütün kimliklerinden soyuyor ve onları sadece “asker” haline getiriyor? Bu mümkün mü?

Aslında böyle bir şey olmuyor ama ordu bunun olmasını istiyor. Ordunun varlık sebebi budur zaten. Zorunlu askerlik, bu nedenle ordu açısından çok önemli bir araç! Askerlik süresini ne kadar uzun tutarsanız, bir adamı o kadar çok eritebilirsiniz. Askerlik, bir asimilasyon aracıdır. Farklı kimlikleri, aidiyetleri olan insanları bir millette asimile etmektir askerlik. O insanı, soru sormayan, hiç düşünmeden itaat eden, her an ölüme hazır, disiplinli, sadık, militer biri haline getirmektir. Disiplin kavramının esası da zaten kişinin terbiye edilmesidir. Askerlik bir terbiye aracıdır. Hatta kişinin erkeklik duygularını bile disipline edecek bir söylem geliştirilmiştir askerlikte.



Askerlik bizim toplumda tam tersi erkekliğe geçiş olarak algılanmaz mı? Bu yüzden genç erkekler davul zurnalı kutlamalarla askere gönderilmez mi?

O, kültürel anlamda öyle. Aksine, askere gittiğiniz anda siz, erkekliğinizi sürekli tehdit altında hissedersiniz. Askerlik öyle bir ortamdır ki, erkeklik ideolojisinin temeli olan başkaldırı ve “delikanlılık” orada kesinlikle yapılamaz. Bir üst gelip size hakaret edebilir ve siz itiraz edemezsiniz. . Çünkü askerliğin ilkesi itaat, sadakat ve emre uymaktır. Emir, demiri keser veya üst her zaman haklıdır. Dolayısıyla “askerlik”, erkek kültüründen gelen bir adamın erkekliğini, militarizm adına feda ettiği bir zemindir. Kişinin birikiminin, dünya görüşünün, hayallerinin, daha önemlisi canının, hiçbir önemi yoktur. Artık siz, herkes gibi birisinizdir. Askerlik insanı tamamen sıradanlaştırır ve önemsizleştirir. Orada siz bir makinenin parçası haline getirilirsiniz.



Zorunla askerliğin diğer iki amacı ne peki?

Zorunlu askerlik, kalabalık ordu kurmayı mümkün kılıyor. Ulus-devletler çağında kalabalık ordu bir ihtiyaçtı. Çünkü 19. yüzyıldan itibaren savaşların biçimi değişti. İnsanlık topyekûn savaş kavramıyla karşı karşıya kaldı. Daha önce, iki grubun karşı karşıya geldiği meydan savaşları yapılıyordu. Bir maç gibi... Süngüyle, kılıçla, ufak çevirmeler ve manevralarla yapılan savaşlardı bunlar. 19. yüzyıldan itibaren büyük alanlarda, yüzlerce kilometrelik manevralarla yapılan çok taraflı savaşlar yaşanmaya başladı. Üstelik dünyadaki bu “sürekli savaş hali” 1945’e dek sürdü. Dolayısıyla büyük asker gruplarına ihtiyaç duyuldu. İnsanları askerliğe mobilize etmek için de “milliyetçilik ideolojisi” devreye sokuldu.



Bugün savaş teknolojisi insansız uçakları devreye soktu. Zorunlu askerliği ve kalabalık orduları gerektiren bir savaş biçimi var mı artık bugünkü dünyada?

Hayır yok. Dünya bugün hem siyasal olarak farklı bir yere doğru gidiyor hem savaşların biçimi değişiyor. Şimdi çok daha lokal savaşlar yapılıyor. Nokta müdahaleler gerekiyor. Bu yüzden modern ordular artık “özel kuvvetler” tipindeki askeri eğitmeye ve profesyonel güçler oluşturmaya çalışıyorlar. Bugünün ulus-devletinin zorunlu askerliğe ve kalabalık orduya ihtiyacı yok. Çünkü başka süreçler devreye girdi ve geçmişteki gibi savaşların olması beklenmiyor. Mesela, bir Türk-Yunan savaşı bugünün dünyasında çıkamaz.



Niye?

Daha ilk gün gelip müdahale ederler ve o savaşı durdururlar. Çünkü dünyanın bu savaştan çıkarı yok. Sadece Batı kampının değil, dünyanın böyle bir savaştan çıkarı yok. Dünya artık bir çağı kapattı. Büyük savaşların yaşandığı o büyük dönem bitti. Dünya savaşı bitti. Yeni bir döneme girildi. İktisadi, siyasi ve askerî alanda yeni bir çağa girildi. Küreselleşme denen bu zaten. Dünyadaki büyümenin ve gelişmenin herkese pay verilerek sağlandığı, kazan-kazan oyunun hâkim olduğu bir döneme doğru gidiyoruz. Artık böyle bir dünyada asla ihmal edilemeyecek alanlar var. Mesela enerji merkezi Avrasya ihmal edilemez. Aynı şekilde, enerji geçiş yolu olan Türkiye de ihmal edilemez. Buralarda savaş çıkmaması gerekir. Çünkü burada savaşılırsa, savaşan herkes kaybeder. Dünya burayı kazanmak zorundadır. Buralarda savaşa izin verilmez.



Avrupa’da zorunlu askerliği sürdüren kaç ülke kaldı?

Avrupa’da bizdeki gibi zorunlu askerlik uygulaması yok. Zorunlu askerlik denemeyecek türde gevşek uygulamalar var orada. Mesela Almanya’da sosyal hizmetlerde askerlik yapabiliyorsunuz. Fransa zorunlu askerliği kaldırmaya çalışıyor. İspanya gibi bazı ülkelerde ise zorunlu askerlik hiç yok. Mesela Britanya’nın ordusu profesyonel. Bizdeki gibi uygulama Yunanistan’da vardı.



O da kaldırıyor, değil mi?

İktisadi nedenle kaldıracak. Ekonomisi bozulunca ilk akla gelen askerlikten tasarruf etmek oldu. Askerî harcamalar en büyük masraf kalemidir. Ayrıca şu da var. Askerlik uygulaması biraz öngörülerle alakalıdır. Eğer önünüzde elli sene bölgesel bir savaş öngörmüyorsanız, o zaman niye bu kadar çok asker besleyeyim diye düşünürsünüz ya da elinizdeki adamları daha verimli işlerde kullanmaya çalışırsınız. Çünkü zorunlu askerlik demek, ciddi bir nüfusu en verimli çağında işinden gücünden ayırıp, onları en verimsiz alanda kullanmak demektir. Dolayısıyla üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken bir meseledir bu. Zorunlu askerlik bir de Rusya’da var. Çünkü onun da arkaik korkuları var. Kendisini tehdit alında hisseden devletler ve iktidarlar, zorunlu askerliği sürdürmeye çalışırlar daima.



Bizim çok kalabalık bir ordumuz var. Bu kadar çok askere ihtiyaç var mı gerçekten?

Bunlar hesap ediliyor. Amerikan ordusunda da bu hesaplar yapılıyor. Ama bütün matematik sistemlerde olduğu gibi, tabii bu hesaplar amaca göre yapılıyor. Ön kabulünüz neyse hesabı ona göre yaparsınız. Eğer İran’la, Ermenistan’la, Yunanistan’la savaş çıkabilir diye bir ön kabulünüz varsa, o zaman ona göre asker hesabı yaparsınız. Ben bu kadar cephede bir anda savaşmaya kalksam ne kadar askere ihtiyacım var diye sorarsınız. Bir de dışarıyla bağlantılı olarak iç tehditler ve iç düşmanlar da tanımlarsınız. Türkiye’de askerî zihniyet böyledir.



Askerî zihniyet tam nasıldır?

Askerin yerleşik bakış açısına göre, içersi hep dışarıyla bağlantılıdır. Her sorunun mutlaka dış kaynaklı olduğunu söyler o. Orduda çok az subay, PKK’yı iç sorun olarak görür. PKK, dışarıdan beslenen bir şeydir ona göre. Şeriat tehdidi de öyledir. Hiçbir soruna iç sorun olarak bakılmaz. Bu ülkede her sorunu dışarısı kışkırtır, içerde de onların ajanları vardır. Yakın zamana kadar Uğur Mumcu cinayetinin arkasında hep İran’ı aradılar. PKK’nın arkasında da ABD’yi, AB’yi saydılar. Bu bir düşünme biçimidir. İşte böyle düşündüğünüz zaman, bugünkü sonuçlara varırsınız ve kalabalık bir orduya ihtiyacınız olduğunu söylersiniz. “Benim çok sayıda askere ihtiyacım var” dersiniz ve kalabalık orduyu savunursunuz.



Lale Kemal’in yazdığına göre, İngiltere ordusunun tüm asker sayısından daha fazla askeri, bizim ordu “angarya” işler için kullanıyor. Sırf berber, şoför, marangoz, garson, müzisyen, temizlikçi ihtiyacını karşılamak için koskoca bir ordu beslemek akıllıca mı?

Mevcut asker sayısının dörtte biri kadar insan askerliğin temel hizmetlerinde değil, yan hizmetlerde çalışıyor. Ciddi bir insan kaynağı bu. Gerçi Hilmi Özkök döneminde ve onun hemen öncesinde, ordu dışarıdan hizmet alımı sürecine girdi. Mesela pek çok kıta, yemeği artık kendisi yapmayıp dışarıdan satın alıyor olsa da, 200 bin civarında olan bu yüksek sayı hâlâ düşmedi. Yan işlerde çalışan bu askerlerin tam sayısını da kimse bilmiyor. Bu tür bilgiler denetlenebilir bilgiler değil hâlâ. Zaten Türkiye’nin bir temel sorunu da o. Konular şeffaf olsa, oturup müzakere edersiniz, tartışırsınız. Şimdiki durumda hiçbir şeyi müzakere edemiyorsunuz.



Kişinin askere alınıp, ona askerlikle hiç ilgisi olmayan işlerde askerlik yaptırılması yasaya uygun mu?

Anayasa’ya aykırı bu. Yalnız şu var. Konuyu ikiye ayırmak lazım. Bir tarafta, ordunun, profesyonel kadrosunun hizmetinde olan askerler var. Diğer tarafta da ordunun birliklerini savaşa hazır tutmak için hizmet sektöründe çalışan askerler var. Sorun birinci kısımdakilerde. Ayrıca meslek sahibi insanlar da askere alındıklarında alakasız yerlerde görevlendiriliyorlar. Mesela endüstri meslek lisesi mezunu bir genç piyade eri yapılıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’yle ilgili bir diğer önemli sorun da, gelişmiş dünyadaki ordularda olmayan bir biçimde kendi içinde müthiş bir bürokratik yapı oluşturmasıdır. TSK, bürokrasinin bütün müesseselerini kendi içinde barındırır.



Bir paralel devletten mi söz ediyorsunuz?

Aynen öyle, bir paralel devlet var. Ordunun kendine özgü sağlık ve maliye teşkilatları var. Mesela bir ordunun, Gülhane Tıp Akademisi Hastanesi gibi herkese hizmet veren bir hastanesi olmaz. Bir ordunun askerlik yapan kişiye hizmet eden ve savaş sırasında kullanabileceği bir sağlık organizasyonu olur, o kadar. Ama bizde TSK’nın içinde müthiş bir sağlık teşkilatı var. Ayrıca KOMP diye Kuvvet Komutanlıklarında bir bütçe dairesi var. Her birliğin parasal ihtiyacı buradan görülür. Diğer kamu kuruluşlarına, mesela üniversitelere saymanlıkları kanalıyla Maliye karışırken, orduya Maliye karışamaz. Sayıştay da karışamaz. Milli Savunma Bakanlığı’nın içinde bulunan teşkilatların, dairelerin tamamı Genelkurmay’ın içinde de var. Genelkurmay’ın içinde olanların paralelleri de üç Kuvvet Komutanlığı’nda ayrı ayrı var.



Gelişmiş dünyada orduların bizdeki gibi ayrı yargıları var mı peki?

Sadece disiplin suçları için olabilir. Bizde ordunun her türlü işe bakan mahkemeleri var. Hatta Yüksek İdare Mahkemesi de var. Paralel bir Danıştay’ı var. Subay da bir devlet memurudur. O da benim gibi bir kamu görevlisi. Ben üniversite öğretim üyesi olarak idareyle bir sorunum olduğunda Danıştay’a gidiyorum. Onlar niye Danıştay’a gitmesinler? Ne engel var buna? Üniversiteler için de özerk deniyor. O zaman biz de mi personelin sorunlarını çözmek için kendimize yüksek idare mahkemesi ve paralel bir yargı kuralım? Bu çok absürd bir durumdur. Bizde, parlamento dâhil, halkın yetki verdiği kurumların denetleyemeyeceği, kimsenin dışarıdan içine sızamayacağı tamamen kapalı bir sistem kurulmuş.



Bu kapalı sistemin zorunlu askerlik sistemiyle bir ilişkisi var mı? Kapalı sistem, profesyonel askerlik sisteminde yürümez mi Bu devasa askerî bürokrasi de, kalabalık orduyu gerektiriyor olabilir mi?

Kalabalık orduya ihtiyaç var tabii. Ne kadar çok büro kurarsanız, o kadar çok adama iş yaratırsınız. Ne kadar çok adam istihdam ederseniz, o kadar çok iktidar olursunuz. Profesyonel orduya geçildiğinde bir kere bu kadar çok birliğiniz olmayacak ve ortalıkta bu kadar çok asker, bu kadar büyük karargâhlar görmeyeceksiniz. Türkiye’de orduda rütbe alma süreyle kaimdir, liyakatle değil. Yüzbaşıysanız, bekledikçe binbaşı, bekledikçe yarbay, bekledikçe albay olursunuz. Dolayısıyla onlara iş yaratmak gerekir. Siz de bir sürü karargâh yaratırsınız. Ankara’da akşamüstü Bakanlıklar semtine doğru gidin, tamamen asker şapkası görürsünüz.



Niye?

Bu, dünyanın hiçbir başkentinde görülebilecek bir manzara değildir. Ankara trafiğindeki en büyük yük, askerî servis araçlarıdır. Dünyanın her yerinde askerî birlikler, karargâhlar sivil alanların dışına götürülürken, bizde aksine bunlar şehirlerin tam göbeğindedir. Genelkurmay, Deniz ve Hava Kuvvetleri parlamentonun tam karşısındadır. Cumhurbaşkanlığı Köşkü de zaten askerî alandır. Etrafında, “Askerî bölgedir, girilmez!” yazılıdır. Kısacası bizim şehirlerimiz aslında birer garnizondur. Biz de askerî yerleşkenin, yani askerî kampusun içindeki diğer insanlarız işte...



Profesyonel orduya geçilirse bu garnizon görüntüsü kalkar mı?

Profesyonel orduya geçildikçe kalkacak ister istemez. Mesela Ankara’da pek çok yerde lüzumsuz trafik ışığı görürsünüz. O yerler askerî birliklerdir. Askerî birlikten bir otomobil çıkacaksa kırmızı yanar ve elli araba durur. Sonra o ışıktan bir araba çıkar ve trafiğe karışır. Türkiye’de siviller, günlük hayatın her ânında garnizon kurallarına göre yaşıyor. Zorunlu askerlik kalkmadıkça, bu hayat tarzı, bakış açısı ve uygulamalar bitmez. Bugün Türkiye’de 800 bin civarında asker var.



Zorunlu askerlik, “ordu-millet” ideolojisini sürdürmeye mi yarıyor?

Yarıyordu, ama artık değil! Bir sosyal bilimci olarak şunu söyleyebilirim. İnsanların eğitim seviyesi yükseldikçe bu konuda zorlanıyorsunuz. Çünkü modern toplumun bireyleri olarak insanların beklentileri, tüketim alışkanlıkları, yaşam biçimleri değiştikçe, siz köylüye yaptığınız muameleyi ve onda yarattığınız tatmini bu insanlarda yaratamıyorsunuz. Tam aksi, mümkün olduğu kadar askerlikten kaçmaya çalışan geniş bir grupla, bakaya kalanlarla, rapor alanlarla, bedelli askerlik çıksın diye bekleyenlerle, askere gitmemek için yüksek lisans ve doktora yapan kalabalıklarla baş etmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü insanlar gitmek istemiyorlar. İstememeleri de çok anlaşılır bir şey. Bir iş kurmuş veya işe girmiş bir adamı alıp kapatıyorsunuz. En mağdur gruplardan biri de polisler mesela...



Polisin kendisi silahlı bir güç. Niye başka bir silahlı gücün içinde bir süre bulunmak zorunda tutuluyor? Niye yaptığı iş askerliğe sayılmıyor?

Çünkü asker polisi daima siyasi bir kuvvet olarak görmüştür. Kendisinin düşman saydığı ideolojilere ram olabilecek, onlar tarafından kullanılabilecek bir potansiyeldir askerlerin gözünde daima polis. Dolayısıyla bunları askere alıp ehlileştirme ihtiyacı duyar askerler.



Zorunlu askerlik, “ordu-millet” ideolojisini sürdürmeye yaramıyor dediniz. Tam tersine zorunlu askerlik, ordu ile milletin arasını açmaya mı başladı?

Biraz öyle oldu. Geleneksel muhafazakâr kitleler bile orduyla aralarına mesafe koymaya başladılar. Onlarda bile artık zorunlu askerliğe ve askerlik sürelerinin uzunluğuna bir karşı çıkış var. Bir insanı 15 veya 12 ay bütün sosyal ve iktisadi etkinliklerinden uzak tutuyorsunuz. Kaldı ki bir de tehdit var. Bu ülkede çatışma var ve askere giden adam ölüm tehdidiyle karşı karşıya. Savaşın tipi değişti demiştim.



Evet...

Artık bir tümen gücüyle PKK ile harp edemezsiniz. Gerilla savaşına karşı ancak profesyonel küçük birimlerle harp edersiniz. Aslında askerliği yücelten, kutsayan Cumhuriyet ideolojisinin ve eğitimin bir sonucu olarak bu toplumda, TSK’nın bir kendiliğinden prestiji vardır. Askerlik millet ve vatan için kendini feda etmeye hazır olmaktır. Fakat PKK ile ortaya çıkan çatışmanın bu kadar uzaması ve ülkenin her noktasına cenazelerin gitmesi ordunun prestijini çok sarstı. Gerçi bu tepki PKK’ya öfke biçiminde tezahür ediyor ama arkasında bir başka duygu da var bunun.



Aslında tepki kime karşı?

Bu durum, orduya karşı güvensizliği de pekiştiren bir şey. Toplumun bilinçaltında, “Sen benim çocuğumu korumuyorsun” duygusu büyümeye başladı. Yakında bu bilinçaltı yukarıya çıkacak. İnsanlar “ben çocuğumu göndermiyorum kardeşim” demeye başlarlar. Çünkü bir tür baba gibi kodlamış olduğu, çok güvendiği asker bir şeyi çözemiyor. Her şeye gücünün yettiğini düşündüğünüz babanızın aslında iktidarının olmadığını görmeniz ve bununla yüzleşmeniz gibi bir durum bu. 1984 Eruh baskınıyla başlayan ve 2010’da hâlâ sonuçlandırılmamış bir çatışma var ortada. Hâlâ bir çözüm yok. İnsanlar gidiyor ve cenazeleri geliyor. Artık insanları, “bunları Amerika, AB manipüle etmese, biz bu işi çözeriz” diye de ikna edemiyorsunuz. Şu anda TSK, yönetenleri açısından çok sıkıntılı bir kurum.



Tek tipe gelelim. Geçen yıl Genelkurmay gene tek tip askerliği gündeme getirmişti ve süresini 15 ay olarak öngörmüştü. Bu yıl süreyi kısalttı ve 12 aya indirdi. Genelkurmay niye tek tipte ısrar ediyor?

Şu anda Genelkurmay konjonktürel bir hata yapıyor. Tek tip ve uzun süreli zorunlu askerlikte ısrar etmek stratejik bir hatadır. Çünkü halk bunun zorunluluğuna inanmaz. İnsanların şimdilik zorunlu askerliğe bir şey dediği yok. Ama siz herkes aynı süreyle ve aynı rütbeyle askerlik yapacak dediğiniz zaman, insanlarda ne yapılmak istendiğine dair kuşku yaratırsınız. Elektronik mühendisini piyade eri yapmak gibi bir derdin nasıl olabilir ki? Hukuk doktorası olan bir adamın niye piyade eri olmasını istiyorsun?



neseduzel@gmail.com

Ahmet Altan

KUM SAATİ 02.11.2010


Ahmet Altan



Bu ülkede yaşamak, çılgın bir lunaparkta korkunç bir hızla giden bir “bugi bugi”ye binmek gibi.

Rayların üstünden inanılmaz bir süratle aşağıya doğru inip sonra da aynı süratle zirveye çıkıyorsunuz.

Önceki sabah kalktık, Taksim’de bir canlı bomba patladı, insanlar yaralandı.

Tam da Aysel Tuğluk’un Öcalan’la görüşmesinden ve PKK’nın “eylemsizliği uzatıp uzatmama” kararından bir gün önce böyle bir saldırının gerçekleşmesi ortaklaşa bir endişe ve umutsuzluk yarattı.

O bombayı kim patlattıysa, bence birinci hedefi Öcalan’la PKK idi.

Sanki birileri, “Öcalan’ın ve PKK’nın vereceği kararın hiçbir önemi yok, onlar barış istese bile biz barışa izin vermeyiz” demek istiyordu.

Herkeste ortaklaşa bir karamsarlık oluştu.

Dün sabah kalktık, PKK “seçime kadar eylemsizlik kararı” aldığını ve Taksim’deki bombayla hiçbir ilişkisi olmadığını açıkladı.

Bir gün önce “dibe doğru inişe” geçen umutlar yeniden hızla yükseldi.

PKK, bu kararıyla Kürt’üyle Türk’üyle bütün Türkiye’ye büyük bir şans tanımış oldu.

Barışın kapısını açtı.

Birisinin barış için önceliği alması, ilk adımı atması gerekiyordu.

Daha önceki hataları ne olursa olsun, Öcalan ve PKK burada çok net, çok açık, çok umut verici bir hamle yaptı.

Silahları susturdu.

Cumhurbaşkanı Gül, 29 Ekim Resepsiyonu’nda BDP Başkanı Demirtaş’a “silah oluru olmaz yapıyor” demişti, şimdi silah sustu, oluru “olmaz” yapan unsur sahneden sekiz aylığına da olsa çekildi.

Şimdi sıra devlette ve hükümette.



“Silahlar konuşurken gerekenleri yapamıyoruz” diyenler, silahlar susunca gerekenleri yapmalı.

Öcalan’ın ve PKK’nın barışa tanıdığı bu fırsatı değerlendirmek bundan sonra Başbakan Erdoğan’ın liderlik gücüne ve ferasetine kalmış.

Eğer küçük hesaplarla “barış için adımlar” atmaktan çekinir, Kürtlere güven verecek girişimler yapmaktan kaçınır, bu fırsatı heba ederse “inandırıcılığını” önemli ölçüde zedeler.

Erdoğan, “Kürt açılımını” başlatacak cesareti göstermişti, o açılımı sürdürecek cesareti de gösterirse bu ülkeye büyük bir hizmet yapmış olur.

Başbakan’ın barış için attığı adımları “ulusalcılar” hep PKK’ya taviz olarak değerlendirip barışın önünü kesmeye uğraşmışlardı, bugün artık ellerinde böyle bir eleştiri imkânı kalmadı, Erdoğan’ın önü açıldı.

Sivil Kürt siyasetinin üstündeki baskı kaldırılabilir.

Kürt ve Türk vatandaşların eşitliğini öngören yeni bir anayasanın hazırlığı başlatılabilir.

Anadilde eğitim için çözüm yolları aranabilir.

Üstelik bu hamleler sadece Kürt sorunu için değil, Kemalist sistemin mağdur ettiği herkesin hakkını vermek için “toplu bir paketle” yapılabilir.

Sünnilerin ve Alevilerin sorunları da çözüm paketine dâhil edilebilir.

Bunları yapması için Erdoğan’ın önünde bir engel yok.

Sadece siyasi bir tercih sorunu bu.

Seçimlere “bana oy verirseniz bütün sorunları çözerim” diyerek mi girmek istiyor yoksa “sorunları teker teker çözüyoruz, çözmek için şu adımları attık, şu adımları da atacağız” diyerek mi girmek istiyor?

Somut adımlar atmış bir lider olarak mı halkından oy istemek onun siyasi geleceği için daha akıllıca yoksa “soyut vaatlerle” oy istemek mi?

Neticede Erdoğan’ın da bir siyasetçi olduğunu düşünürsek onun bundan sonraki adımlarını bu sorulara vereceği cevap belirleyecek.

Siyaseti siyasetçilerden daha iyi bilecek değilim ama referandumda onu destekleyen yüzde 58’in özgürlük taleplerini karşılayarak seçime giderse, çok daha güvenli bir başarı sağlayacağına inanıyorum.

O yüzde 58 “özgürlüğe” oy verdi, seçimlerde de o özgürlüğü geliştirecek olanı destekleyecek.

Erdoğan, savaşı durduran, kalıcı bir çözüm bulan, çocuklarımızın ve ülkenin geleceğini kurtaran bir lider olarak daha büyük bir desteği sağlar bence.

Öcalan ve PKK, değişimi, halkın taleplerini iyi okuyarak çok doğru, saygı duyulacak, alkışlanacak bir karar aldı.

Şimdi sıra Erdoğan’da.

Çocuklarımızın geleceği ve hayatı onun ellerinde.

Onları yaşatmayı mı, öldürmeyi mi seçecek, hep birlikte göreceğiz.

Umarız, bizi umudun tepesine çıkaran “bugi bugi”yi yeniden dibe vurdurmaz.



ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Gülünçlük

Ben, “gülünç olma korkusunun” insanın önemli duygularından biri olduğuna inanırım.



Bu duyguyu kaybettiğinizde, gülünçleşmekle aranızda en küçük bir engel kalmaz, rahatlıkla o utanılacak duruma düşersiniz.



Sanırım bizim generaller bu korkudan kurtulmuşlar.



O keskin ses tonlarının, sert emirlerinin, bellerindeki silahlarının, apoletlerinin onları gülünçleşmekten kurtaracağına, ne yaparlarsa yapsınlar kimsenin onların bu yaptıklarına gülemeyeceğine inanmışlar.



Bunlar, onları gülünçleşmekten kurtarmaya yetmez.



Tam aksine, bütün bu ciddiyet ve aşırı sertlik, gülünç davranışların dozunu ve görünürlüğünü arttırır.



Generallerin çoğunun yaşı ellinin, altmışın üstünde.



Koca koca adamlar.



Cumhuriyetin seksen yedinci yılına “Cumhurbaşkanı’na küserek” giriyorlar.



Cumhurbaşkanının eşi başörtülüymüş.



E, ne olacak?



Ülkenin kadınlarının çoğu başörtüsü takıyor zaten.



Eskiden generaller, eşinin başı örtülü olan birinin Çankaya’ya çıkmasına engel olabiliyorlardı, demokrasi dışı bir güce sahip olduklarından hayatın gerçeklerini yok sayabiliyorlardı, “hayali” bir halkla hayali bir ülkede yaşayabiliyorlardı.



Bu artık mümkün değil.



Toplumun neredeyse bütün dengeleri değişti.



Generaller, başörtülü kadınlarla eşlerini yok sayacak gücü kaybetti.



Bir general, başörtülü bir “first lady’nin varlığına tahammül” edemiyorsa eskiden darbe yapardı ya da darbe yapma tehdidiyle Çankaya’ya çıkacak adamı belirlerdi.



Şimdi darbe yapamıyorlar.



Darbe tehdidinde de bulunamıyorlar.



O kadar çok günahları ve başarısızlıkları ortaya çıktı ki böyle bir girişimde bulunduklarında toplumdan çok sert bir tepki görüyorlar.



O zaman geriye bir tek davranış kalıyor.



İstifa etmek.



İstifa da edemiyorlar.



Varlığını içlerine sindiremedikleri bir cumhurbaşkanının “emri altında” yaşamayı sürdürüyorlar, bunun karşılığında makamlarını, lojmanlarını, apoletlerini koruyorlar.



Ama bir general hem durumdan hoşnut değilse, hem istifa edemiyorsa, hem de “tavır” koymaya kalkıyorsa, işte o zaman gülünç olur.



İtaatsiz ve nezaketsiz bir çocuklukla “küser” cumhurbaşkanına.



Ne oldu generaller Çankaya’ya gitmedi de?



“Bunların kafası hâlâ mı değişmedi” türünden şaşkınlıklar dışında nasıl toplumsal bir hareket yarattı?



Destekleyen kim çıktı?



Ülke “yaşasın generaller” diye ayağa mı kalktı?



Bu tür çocukluklar artık sadece komik bulunuyor bu ülkede.



Türkiye bu neviden tuhaflıkları çoktan aştı.



Zamanını ve enerjisini “general kaprislerine” harcamıyor artık.



Bir dahaki yıl değilse ondan sonra ki yıl paşa paşa çıkacaklar Çankaya’ya.



Ne zamanın akışını durdurabilirler, ne zamanın dışında yaşayabilirler.



Biraz daha zorlarlarsa işlerini de kaybederler.



Türkiye, başbakana “pezeveng” dedikten sonra terfi ettirilen generaller dönemini kapatalı çok oldu.



Baksanıza, Oktay Ekşi gibi bilmem kaç yıldır Hürriyet’in başyazarlığını yapan biri bile kalemin ölçüsünü tutturamayınca istifa etmek zorunda kaldı.



Toplum kendi yöneticisine sahip çıkıyor.



Kendi iradesine sahip çıkıyor.



Politikacılar, generallerle yazarların kolay hedefi değil artık, onlar bu toplumu temsil ediyorlar.



Generaller, sivil yöneticilerin patronluğunu kabul edip “itaat edecekler” ya da gülünç duruma düşecekler.



Türkiye’nin değiştiğini, ölçülerin değiştiğini, toplumun değiştiğini fark etmeyen herkesin işi zor bundan sonra, “eski alışkanlıklarından” kurtulamayan herkes hayatın kenarına çekilmek zorunda kalır.



Toplumun dokusu ve ilişkileri, yeni bir hayatın kurulmasını gerektiriyor.



Yeni bir üslup, yeni bir anlayış, yeni bir ilişki biçimi yaratılacak.



Buna ayak uyduramayanlar ise kendi küçük hayatlarının kozasına dönüp orada yaşayacak.



ahmetaltan111@gmail.com





( Ahmet Altan ) - 31.10.2010

Ahmet Altan - Mevsim

KUM SAATİ 30.10.2010





Bir mevsimden bir mevsime geçiş öyle hemen anlaşılmaz, yazdan sonbahara geçtiğinizde havalar hâlâ sıcaktır, mevsim değişmiştir ama öyle büyük işaretler yoktur ortada, göçe hazırlanan küçük kuş sürüleri, hafiften serinlemeye başlayan akşamlar, yeni bir mevsime geçtiğine inandırmaz hemen insanı.

Başka bir mevsime geçtiğinizde, ilk başlarda eski mevsimin belirgin özellikleri, sıcağı, soğuğu aynı gibi gözükür.

Yeni mevsim ağır ağır gelip yerleşir.

Yaz geldi derken aniden soğuk bir sağanakla, sonbahar geldi derken sıcacık bir günle karşılaşmak mümkündür.

Ama bu küçük sürprizler, havanın değiştiği gerçeğini değiştirmez, yeni mevsim geri dönülmez bir biçimde gelmektedir.

Türkiye’de mevsim değişti.

Bir başka mevsime geçtik.

Eski mevsimin yasakları, tabuları, saçmalıkları sürüyor elbet ama bu yeni bir mevsimin geldiği gerçeğini değiştirmiyor.



“Başörtüsü kamu alanına giremez” diye bağıranlar var elbette hâlâ ama artık en tutucuları bile “canım elbette üniversitede türban serbest olmalı” diyor, başörtülü kızlar üniversitelere girmeye başladılar bile.



“Terör örgütüyle konuşulmaz” diye kükreyenler var ama “devlet Apo’yla görüşür” anlayışına karşı çıkana pek rastlanmıyor.



“Anadilde eğitim Türkiye’yi böler” diye yasakçılığı sürdürmeye çalışanlar çıkıyor her yanda ama televizyonlarda “ayrılmak, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurması” bile rahatça tartışılıyor.



“Alevilik ayrı bir din değil ki ayrı ibadethanesi olsun” diyenler çok ama “zorunlu din dersi haksızlık” diyen müminler görüşlerini ferah ferah söylüyor artık.



“Her Türk asker doğar” safsatasını sürdürmeye uğraşanlar özellikle orduda çok ama “zorunlu askerlik istemiyoruz” diyenlerin şikâyetleri ayyuka çıkıyor.



“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” paranoyası, “sıfır sorun” anlayışına çoktan yerini bıraktı, bütün komşularla dostane ilişkiler gelişiyor.

Yeni bir mevsimin bütün işaretleri görülüyor.

Çok geçmez eski mevsime ait ne varsa silinir gider.

Bu geçiş günlerinden sonra hepimiz yeni bir mevsime alışır, ona uygun biçimde düşünüp, ona uygun biçimde davranmaya başlarız.

Gömlekle gezilen yaz günlerinden sonra sonbaharla birlikte ceketli insanların çoğalması, kışla birlikte ceketlerin üstüne bir de palto giyilmesi, ilkbaharda paltoların ortadan kaybolması gibi düşünsel mevsimler değiştiğinde de insanlar farkına bile varmadan “birlikte” düşüncelerini değiştirmeye başlarlar.

Kimse kış günü gömlekle dolaşan bir “zemheri zürafası” ya da yaz sıcağının göbeğinde paltoyla gezen bir şaşkın olmak istemez.

Herkesin anlayışı, düşüncesi, duygusu, çevresindekilerle birlikte değişir.

Değişimdeki bu benzerlik, değişimi herkes için hem kolaylaştırır hem de bir mecburiyet haline getirir.

Doğadaki mevsim değişikliklerini durdurmak mümkün olmadığı gibi toplumsal mevsim değişikliklerini durdurmak da mümkün değildir.

Artık hepimiz için yeni mevsime alışma zamanı.

Kürt meselesinin çözümüne alışmalıyız mesela, buna Türkler de Kürtler de hazırlamalı kendini, ilkbaharda aniden kar yağması gibi bir tuhaflık olabilir, savaş birdenbire kızışabilir ama böyle bir olay yaşasak bile artık savaş bitti, herkes savaşla bir yere gidilemeyeceğini gördü, en önemlisi savaşanların kendisi gördü bu gerçeği.

Savaş bitince ne olacak?

Ne olursa olsun mutlaka savaştan daha iyi bir şey olacak, Kürtlerin hakları kabul edilecek, eşit insanlar olarak yaşamaya alışacağız.

Zaten bu yeni mevsimin en önemli özelliği “farklılık ve eşitlik” olacak, farklılıklarımız daha keskinleşecek, Türk, Kürt, dindar, dinsiz, Sünni, Alevi, solcu, sağcı berrak ışıkların altında birbirlerinden farklı ama birbirleriyle eşit olarak yaşayacaklar.

Devlet bizi birbirimize benzetmeye çalışmayacak.

Hiç kimse kendini gizlemek zorunda kalmayacak.

Toplum devletten daha güçlü olacak.

Siyasette “boş laf”, “yasakçılık” kendine yer bulamayacak, “baskıyı ve zorlamayı” savunmayacak kimse, ekonomik programları, eğitim kalitesini yükseltmeyi, sağlık projelerini, teknolojik atılımları, çevreyi korumayı, güçsüz ve fakirlere toplumsal desteği arttırmayı tartışacaklar.

Yeni bir mevsim başladı.

Dolapları, çekmeceleri elden geçirip, mevsime uygun yeni duygular ve düşünceler yerleştirme zamanı.



ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Resepsiyon

KUM SAATİ 29.10.2010





Türkiye’nin nüfusu yetmiş milyon.

Bunun herhalde yarısı yani otuz beş milyonu kadındır.

Elimde bir araştırma yok ama bu kadınların en azından yirmi milyonunun başörtülü olduğunu Anadolu’yu gezen biri tahmin edebilir sanırım.

Bu yirmi milyon kadından hiçbiri milletvekili olamaz.

Bakan olamaz.

Başbakan olamaz.

Cumhurbaşkanı olamaz.

Bu, toplumun yaklaşık üçte birinin sadece “giyimi” nedeniyle yaşadığı ülkede hiçbir şekilde yöneticilik yapamayacağını ortaya koyar.

Sizce, yirmi milyon insanı sadece başlarına bağladıkları bez nedeniyle yönetimden dışlayan bir demokrasi olabilir mi?

Eğer bir ülkede yirmi milyon, yirmi bir milyon ya da on dokuz milyon ya da on sekiz milyon, kaç milyonsa işte, insanı yok saymaya kimin hakkı var?

Şimdi, bu yirmi milyon başı bağlı kadına hizmet etmekle görevli olan devlet, bu kadınlara “ben sizden hoşlanmıyorum, varlığınızdan memnun değilim, sizi asla devlet yönetimine kabul etmem” diyor.

Devlet, kendi halkını inkâr edebilir mi?

Milyonlarca başı bağlı kadın bu ülkenin bir “gerçeği” ise bu gerçek yokmuş gibi davranmak bit tür toplumsal şizofreni yaratmaz mı?

Kafalarda bir “Cumhuriyet kadını” var, onun başı bağlı değil, o zaman başı bağlı olanları görmeyeceğiz, varlıklarını inkâr edeceğiz, yönetimde hiçbir şekilde onlara yer vermeyeceğiz.

Bu devlet, kendi halkının gerçeğine kör.

Kendi “hayalinde” yarattığı bir halkın var olduğuna inanıyor ve herkesi buna inandırmaya çabalıyor.

Kafasından bir “halk” uyduruyor.

Olmayan bir halk.

Olan halkı ise görmemekte kararlı.

Onları “kamusal alan” dediği bir alanın dışında tutarak görünmez kılmaya, kendi kafasındaki hayale benzer bir “kamusal alan” yaratmaya çabalıyor.

Ama o “kamusal alan”, buradaki gerçek kamunun girebildiği bir alan değil.

Zırvalık denen şey budur işte.

Üstelik zırvalığı o noktalara kadar taşıyoruz ki “başörtülüleri” kamusal alana sokmadığımız gibi karısının başı bağlı olanları da o alanın dışında tutmaya çabalıyoruz.

Bu yirmi milyon kadının on beş milyonu evli olsa, on beş milyon koca eder bu.

Yirmi milyon başı bağlı kadın, on beş milyon da kocaları, toplam otuz beş milyon insan.

Türkiye’nin yarısı.

Devlet “bunlar yönetici olmasın” diyor.

Yöneticileri “öbür” otuz beş milyonun arasından seçeceğiz.

Küt diye ortasından yarıyoruz yani halkı.

Eşinin başı bağlı olan Abdullah Gül cumhurbaşkanlığına aday oldu diye bizim ordu “muhtıra” vermişti.



“Hayali bir halka” dayanılarak verilen o muhtırayı, “gerçek” halk da alıp ordunun suratına çarpmıştı seçimlerde.

Generaller çok şaşırmışlardı.

Sanırım “gerçek” halkın varlığından haberdar değillerdi, o insanları görüyorlardı ama onların gerçek olduğunu algılayamıyorlardı.

Bütün bu zırvalıklara rağmen Türkiye değişiyor.

Başörtülü kadınlar yönetime giremese de hiç değilse “kocaları” yönetime girebiliyor artık.

Türkiye için ne büyük gelişme.

Ama hâlâ CHP de, ordu da bu gerçeği tam içine sindirebilmiş değil.

CHP, Çankaya’da verilen resepsiyona gidecek mi gitmeyecek mi belirsiz, generaller ise “alternatif” bir resepsiyon yapıyorlar.

Böylece “kamusal alanda” başı örtülü bir kadının elini sıkmaktan kurtulacaklar.

Halkının yarısını reddeden ordu nasıl “halkın ordusu” olacak, halkının yarısını kamusal alanda görmek istemediğini açıklayan CHP o halktan nasıl oy alacak da iktidara gelecek?

Bütün bunlar bitecek elbette.

Şimdi bu saçma sapan tartışmalarla uğraştığımıza bakmayın, saçmalığın da bir “ömrü” vardır, bizim “cumhuriyetin” saçmalıkları da ömrünü hitama erdiriyor artık.



“Başörtülü kadının elini sıkmam” diyen “modern irtica” ya bir yıl daha devam eder ya da iki yıl.

Generaller de CHP’li yöneticiler de “gerçek halkı” görür ve ona göre davranırlar.

Ya da gurbete gider kendilerine başörtüsüz bir halk ararlar.



ahmetaltan111@gmail.com

Yasemin Çongar - Bu fırsat kaçmaz!

YA DA 02.11.2010





Güzel bir gündü dün; PKK beklenen açıklamasını nihayet yaptı ve “savaşa mola” verdi. Türkiye’nin bir süredir ağır aksak, iki ileri bir geri devam eden barış çabalarının, bundan böyle, daha kuvvetli bir iradeyle, daha kararlı adımlar atılarak, daha kapsayıcı bir süreçte devam etmesi için çok önemli bir fırsat bu.



Çocuğu dağda ya da askerde olan Türk ve Kürt ana babalar, Kandil’den gelen açıklama sayesinde, uzun zamandır belki de ilk rahat nefeslerini aldılar dün. Zira PKK’nın Ankara’ya duyduğu güvensizlik nedeniyle epeydir sürüncemede kalan, ancak örgütle devlet arasındaki diyalogda ifade edilmiş bazı beklentilerin karşılanması üzerine resmiyet kazanan bu “mola,” her şeyden önce, bu kış “daha az öleceğimiz” anlamına geliyor. Örgütün, 2011 genel seçimlerine dek eylemsizlik kararı aldığını duyururken seçtiği ifadeler de, doğrusu, bizim sürmanşete yazdığımız “Çocuklarımız ölmeyecek” cümlesindeki güveni besleyen bir netlik taşıyor: “Bu süreç boyunca gerilla güçlerimiz herhangi bir askerî eylem yapmayacaktır. Tüm güçlerimiz buna kesin bir biçimde uyacaktır.”



PKK’nın, ayrıca, Taksim’de pazar günü gerçekleşen canlı bomba saldırısıyla ilgisi olmadığını da yine net ifadelerle duyurmuş olması önemli: “Ne hareketimizin yönetimi ne de bize bağlı herhangi bir birimin böyle bir eylem ve planlaması asla söz konusu değildir.”



Bu açıklamayla PKK, doğru olanı yapmış; bir süredir devam eden barış çabasını ciddiye aldığını, bu çabanın önünü kesmek istemediğini ve ilerleyebilmesi için üzerine düşen yükümlülüğü anladığını göstermiştir.



Şimdi sıra devlette... Sıra hükümette...



Ve, daha da özel olarak, sıra Başbakan’da.



Erdoğan’ın, “1 Kasım 2010” gününü bir kenara not etmesinde yarar var; zira kendisinin tarihe nasıl geçeceğinin, yıllar sonra, çocuklarımızın, torunlarımızın “Recep Tayyip Erdoğan” dendiğinde neler düşüneceğinin hikâyesi bence asıl dünden itibaren yazılacak. Türkiye’yi yaklaşık sekiz yıldır yöneten, seçim üzerine seçim kazanan, bazı önemli reformlara ve nispeten başarılı bir iktisadi performansa imza atan bir siyaset adamının, düne kadar yaptıklarından ziyade, dünden itibaren yapacaklarıyla tarihe geçeceğini yazmam tuhaf gelebilir belki. 1 Kasım 2010’un, Erdoğan için “geç bir milat” olduğunu düşünebilirsiniz.



Ben öyle düşünmüyorum. Ne 28 Şubat darbesi, ne 27 Nisan muhtırası, ne 12 Eylül referandumu... Bence, Erdoğan’ın siyasi hayatının en büyük sınavı dün başladı.



Erdoğan, eğer gereğini yapar, Türkiye’nin en büyük sorununu çözebilecek niyete, iradeye, kuvvete ve beceriye sahip olduğunu ortaya koyabilirse, 1 Kasım 2010, “PKK’nın savaşa sekiz ay mola verdiği gün” olarak kalmaz; “Türkiye’de barışın başlangıcı” olarak da tarihe geçebilir.



Bunun zor olduğunu biliyorum. Ama bunun mümkün olduğunu da biliyorum. Eğer Ankara,PKK’nın “savaşa mola” vermesi sayesinde kazandığı sekiz ay zarfında, bu ülkenin Kürt vatandaşlarının eşitliğini, saygınlığını, haklarını ve özgürlüklerini güvenceye alacak adımları atmaya başlarsa, bu topraklara gerçek bir barışın gelmesi hiç de imkânsız değil. İş, sivil ve asker bürokrasisiyle Ankara’yı gerektiği gibi yönetebilecek; barış için şart olan anayasal, siyasi, adli, kültürel, iktisadi adımların hayata geçirilmesine önderlik edebilecek bir siyasi liderin olup olmadığında düğümlenecek.



Erdoğan, “o lider” olabilecek mi? Türkiye’de de, dünyanın herhangi bir yerinde de herhangi bir siyaset adamı için kolay bir görev değil, Erdoğan’ı bekleyen... Ama sekiz yıla yaklaşan başbakanlığı; “gerçek iktidar” olduklarını, seçilmiş hükümetlere hissettirmeye alışkın olan vesayet kurumlarıyla girdiği kavgayı kaybetmemiş olması; ve tabii, sekiz yıla ve bu kavgaya rağmen, hâlâ kuvvetli bir halk desteğine sahip olması, daha yedi hafta önce, hem de “Devlet Öcalan’la konuşuyor” açıklamalarının eşiğinde gittiği sandıktan, yüzde 58’e varan bir “potansiyel” siyasi destekle çıkması, Erdoğan’ın bu zor görevdeki en büyük kudretidir. Ayrıca, aksi yöndeki muhtelif rivayete rağmen, Türkiye’nin dünyaya eklemlendiği ana kanallar ve kurumların, bugün bu topraklarda barışın sağlanmasından ve demokrasiden yana olması da, Erdoğan’ın şansıdır.



Esasen, dünya konjonktürü, bölgesel dengeler, Türkiye’nin toplumsal olgunlaşması, Kürt siyasi hareketinin tereddütlü ve kırılgan da olsa “barış” yanlısı bir söylemi giderek daha fazla benimsemesi ve, evet, AKP hükümetinin ağır aksak da olsa sürdürdüğü siyasi reform ve açılım çabası, bugün Erdoğan’ı çok özel bir konuma getirdi; bu ülkenin başbakanı olarak onun önüne çok önemli bir fırsat koydu.



Erdoğan kendi başına “barış” yapamaz ama isterse, niyeti ve nefesi yeterse, barışı istemeyenlerin karşısında dikilip, barışı isteyenlerle işbirliği halinde, barışın demokratik temellerini atacak siyasi kararları alıp uygulayabilir. Kandil’den yapılan açıklamada dile getirilen beş koşul, bugüne dek dünyanın çeşitli yerlerinde, bizdekine benzer uzun ve kanlı savaşları bitirmeyi başarmış olan siyasi liderlerin karşılaştıkları şartlarla kıyaslandığında, hayata geçirilmesi hiç de zor olmayan bir içeriğe sahip.



Erdoğan, başta 2011 seçimleri sonrası için sözünü verdiği yeni anayasada, vatandaşlık tanımının ve anadil hakkının nasıl düzenleneceği, o anayasanın Kürtlerin de kendilerini “cumhuriyetin birinci sınıf vatandaşı” olarak hissetmesini nasıl sağlayacağı meselesi olmak üzere, demokratik açılımı genişletme yönünde şimdiden bir tartışma, bir yoklama dönemi başlatmalıdır. Seçim barajının düşürülmesinden, Öcalan’la diyalogun daha verimli kılınmasına; yargılanan belediye başkanlarının tahliyesinden, vekillikleri düşürülen Kürtlerin yeniden Meclis’e kabul edilmesine kadar kimi çok kolay, kimi belki biraz daha zor ama hiçbiri imkânsız olmayan, hiçbiri “barış” için ağır bir bedel niteliği taşımayan bir dizi adım da, yine kuşkusuz sadece Başbakan’ın değil ama öncelikle onun iradesine bağlı olarak atılmayı bekliyor. Erdoğan ya siyasi hesaplarını tarihe “barışın başbakanı” olarak geçmek üzere yapıp bu adımları atacak ya da Türkiye’nin önündeki fırsatı heba edecek, savaşı bitirebilecekken, bunun gereklerini yapmak yerine, çok daha küçük hesaplarla oyalanacak ve bu ülkede “barışın başbakanı” olmayı becerememiş nice siyasetçiden biri olarak hatırlanacak.



ycongar@mac.com

Yasemin Çongar

YA DA 30.10.2010


Yasemin Çongar



* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.



***



“İnsan yüreği” der Cioran, “hiç iyileşmeyen yarasıdır Tanrı’nın.” Her yüreğin, bir yerinden kanadığına inanırım ben. Kan pompalayan bir yürek canlı tutar bizi, kanayan bir yürek ise “insan” kılar. Ve “kalpsiz” deyip geçtiğimiz birisi, yarasını çoğumuzdan daha derinde taşımaktadır belki.



Derininden kanayan ama kanadığını göstermekten korkmayan bir yüreği çok sevmiştim ben bir zamanlar; o yürek artık kan pompalamıyor. Öldüğünü duyduğum günü hatırlıyorum. Taraf’ta “kültür eki” adında yirmi dört saatlik mucizeler yaratmakla meşguldü Mehmet Güreli o sıralar; haberi duyunca, bana da bir sayfa ayırdı. Dün poyrazın geceyi yırttığı saatlerde, yatağında ıslak ve huzursuz dönüp dururken koca şehir, o eski yazıyı arayıp buldum. İçim yırtılarak yazmıştım; üzerinden yirmi beş ay geçmiş.



“Bizi anlıyor, demek ki mutsuz”

“1996 başında, bembeyaz bir Washington’da, belime kadar yükselen kardan duvarlar arasında, annemin ölümüne alışmaya çalışarak saatlerce yürüdüğüm günlerden birinde, bu yürüyüşlerin değişmez durağı olan Georgetown’daki Barnes&Noble kitapçısının vitrininde, masmavi bir gökyüzünde küçük birer fırça darbesini andıran bulutçuklarıyla bana bakan o kapağın beni içeri çekişini ve ondan sonra bir hafta boyunca eve kapanıp Infinite Jest’in (Sonsuz Jest) ağırlığına sığındığımı, romanın hüznünde, mizahında tedavi olmaya çalıştığımı çok iyi biliyorum. Infinite Jest’i bitirdikten sonra, David Foster Wallace benim bugünümdü artık, geniş zamanımdı; ne yazsa okumaya çalışacağım ve, evet, okuduğum, nerede ne konuşsa kulak vereceğim ve, evet, dinlediğim bir yazardı. Herhalde Amerika’da, benim kuşağımın yazarlarını, benim gibi yakından izleyen herkes için de öyleydi; Wallace’ın bir gün di’li geçmişte kalabileceğini, bizi bu kadar erken terk edeceğini bilmiyorduk biz, bilemezdik.



Oysa hayatında da, yazdıklarında da vardı intiharın izleri. Infinite Jest’te, uyuşturucu bağımlılığı, panik ataklar, klinik depresyon, alkolizm ve bütün bunlardan kurtulma çabası, bir yanıyla da müthiş eğlenceli bir hikâyenin içinde gezinen birbirinden renkli, neredeyse fantastik karakterlerin başlıca uğraşıydı. Romanın asıl kahramanları olan üç erkek kardeş –başarılı bir Amerikan futbolcusu, kâbuslarından kurtulamayan bir tenisçi ve bir cüce- babalarının intiharının gölgesinde yaşamaya mahkûmdular.



Benim gibi, hayranlık ve merak karışımı bir ilgiyle David Wallace Foster’ın hayatını takip edenlerse, kelimelerde olağanüstü bir hüzün bulabilen bu zeki adamın yazdıkları kadar hüzünlü yaşadığını kolayca kavrayabilirdi. Bir dönem çok içtiğini, uyuşturucu kullandığını, her gece bir başkasıyla seviştiğini, en az bir kez intihara teşebbüs ettiğini ve bir psikiyatri kliniğinde tedavi olduğunu, kendisi anlattığı için biliyorduk. Hüznünün olmasa da, zamanla bu hüznün en yırtıcı tezahürlerinin üstesinden geldiğini de biliyorduk ama... Akıntıya kapılmış giden hayatını bir kasabaya ve bir kadına demirlemişti sonunda. Illinois eyaletinin, adı Amerikan hüznünü mükemmel ifade eden Normal kasabasıydı bu; Normal’deki Illinois Eyalet Üniversitesi’nde yazarlık öğretiyordu artık. Mısır tarlalarına bakan bir evi ve iki Labrador köpeği vardı.



Yazmayı bırakmadı. Brief Interviews with Hideous Men (İğrenç Adamlarla Kısa Söyleşiler) adlı hikâye kitabı 1999’da, Oblivion (Unutuş) ise 2004’te yayımlandı. Time dergisine arsenikli bir dille edebiyat ve popüler kültür eleştirileri yazan Joel Stein’a göre, Wallace’ın hüznünü tescil eden bir kitaptı Oblivion: ‘O kadar harikulade yazıyor, zekâsını o kadar sakınmaksızın ortaya koyuyor ve insanın duygularının karmaşasını o kadar iyi anlıyor ki, aklı başında herkes onun çok mutsuz olduğunu ümit ediyor ister istemez. Ve eğer, bu hikâye kitabı bir ölçüyse, çok da mutsuz olmalı.’



Hideous Men’le The Paris Review editörlerinin verdiği Aga Khan Edebiyat Ödülü’nü kazandı Wallace. Harper’s, The Atlantic gibi dergilerde çoğu politik ve çok ses getiren denemeler yazdı. Hepsi de birer ‘insanlığa davet’ sayılabilecek bu denemeler, beş-altı kitap halinde basıldı. Birkaç yıl önce, Kaliforniya’ya, Claremont kasabasına göç etti; Pomona College’da edebiyat öğretmeye başladı. Yanında yine demirlediği o kadın vardı; 12 eylül gecesi, evlerinin arka bahçesinde Wallace’ın cesedini bulan kadın... Denemelerinden birinde, ‘İntihar edenler tabancayı başlarına dayayıp tetiği çekmeden çok önce ölmüşlerdir’ diyen Wallace kendini vurmamış, asmıştı.”



Her yerini öpmek isteyen çocuk

2008’in eylülünden beri kan pompalamıyor David Foster Wallace’ın yüreği ama The Pale King’den (Solgun Kral) parçalar okumaya başlayınca anladım ki, için için kanamaya devam ediyor. 1962 doğumlu Wallace’ın, 2000’den ölümüne dek, sekiz yıl boyunca yazdığı romanın adı The Pale King. Kierkegaard’ın “Kendisi bu kadar durgun ve katıyken, harekete geçirme kuvvetinin bu kadar büyük olması ne garip” sözüyle selamladığı o ziyadesiyle tuhaf duyguyu, yani “sıkıntı”yı anlatan bir roman bu.



The Pale King, aslında bu ay kitapçılarda olacaktı ama Little, Brown and Company Yayınevi planı değiştirdi ve Wallace’ın editörü Michael Pietch, kitabın 15 Nisan 2011’de piyasaya verileceğini duyurdu geçenlerde. Pietch’in açıklamasında, romanla ilgili ipuçları da vardı: “Kuyrukta beklemek, trafikte sıkışıp kalmak ve korkunç bir otobüs yolculuğu gibi hepimizin nefret ettiği olayları alıp, gülüş ve anlayış anlarına dönüştüren bir kitap bu. David, romanı bitirmemiş olmasına rağmen, şaşırtıcı biçimde tam ve tatminkâr bir okuma deneyimi sunuyor kitap ve yazarının, olağanüstü hayalgücüyle, günlük hayattan sahnelerde komediyle derin bir hüznü birleştirebilme yeteneğini ortaya koyuyor.”



The Pale King’le ilgili bilgilerimiz bununla sınırlı değil. The New Yorker dergisi, bizi romanın başkarakteri Lane Dean ve romanın ana mekânı olan IRS bürosuyla tanıştıran geniş bir bölüme geçen yıl yer vermişti. Ayrıca Karen Greene, yani Wallace’ın kolundaki dövmede ismi yazan ve yazarı evlerinin arka bahçesinde asılı bulan kadın, yayıneviyle anlaşarak, The Pale King’in başka bölümlerini de peyderpey elektronik ortama sundu. Son olarak, geçen hafta, romanda bir bölümü oluşturacağı söylenen “The Boy” (Oğlan) başlıklı hikâye internette yayınlandı.



İşte ben de bu parçaları birleştirdim ve fragmanlar halinde yazıldığını, yazarı tarafından bilerek öksüz bırakıldığını, “bitmemiş bir roman” alt başlığıyla yayımlanacağını bildiğim bir kitabı, yine öyle fragmanlar halinde, yarım yamalak, nihai metnin dışında kalması muhtemel bölümleri tahmin etmeye çalışıp, doldurulması artık imkânsız olan boşluklarda sadece susarak, her satırda “Wallace, yazdıklarının okurla bu şekilde buluşmasına ne derdi” sorusuyla vicdanımı yoklayarak, bir yandan kendimi bir tür tacizci gibi hissederken, bir yandan da, Wallace’ın bu kitabı değil sadece, bir bütün olarak yazıyı böyle birdenbire, tam orta yerinde kesip, bu kadar erken, bu kadar kararlı, bu kadar dönüşsüz gidivermesine isyan ederek okudum.



Yine de, okurken içimi yırtan, bu duygudan ziyade, Wallace’ın anlattıklarıydı; en kesif bulantının ortasında bile, anda yoğunlaşabilen insanlardı bunlar; nadir bir inat ve inançla her ânı anlıyor ve dönüştürüyorlardı sanki. Her ânı hem başlı başına değerli, hem de hayat denen bütünün parçası olarak anlamlı kılabilen; zamanla kurdukları ilişki sıradanlığı ölçüsünde olağanüstü karakterler yaratmıştı Wallace.



“The Boy,” mesela, altı yaşındayken dudaklarını kendi vücudunun her yerine ama her yerine dokundurmaya karar veren bir oğlan çocuğunun hikâyesi... Dudaklarını, boynunu ve giderek bütün omurgasını esneterek, uzatarak, eğip büktüğü bedeninden tarifi imkânsız şekiller yaratarak, yıllar içinde anatomisini değiştirip, kendi küçük hayatına koca bir evrimi sığdırarak yaşayan bir çocuk bu. Tabanlarına, kalçalarına, kasıklarına, uykudaki erkekliğine, hatta zamanla, sırtının ortasına ve kuyruk sokumuna değdirebilse bile dudaklarını, ne yapsa da, neye dönüşse de, ensesine, kafatasının arkasına, alnına, kulaklarına, ve tabii, Kant’ın ding an sich (kendinde şey) dediği o yere, dudaklarına yani, dokunamayacağı fikrini reddeden bir çocuk. “Henüz bunun nasıl olacağını bilmiyordu,” diye yazıyor Wallace, “ama ergenliğe yaklaşırken, bütün kafasının bir gün onun olacağından emindi. Sonunda kendine tamamıyla sahip olmanın bir yolunu bulacaktı mutlaka. Herhangi birinin ‘kuşku’ adını verebileceği hiçbir şey taşımıyordu içinde.”



İnsan olmanın ne olduğu üzerine

Wallace’ın The Pale King için tuttuğu deftere yazdığı “The Boy”un, kitabın nihai halinde yer alıp almayacağını henüz bilmiyoruz ama ben, bir oğlan çocuğunun imkânsızı isteyip, imkânsıza inanmasındaki o muhteşem kuvvetin, aynı zamanda, onu, deliliğin ve yokoluşun sınırına getirip bırakmasının hikâyesini, romanın diğer bölümleriyle çok uyumlu buldum doğrusu. Bu çocuğu, dudaklarıyla kendi vücudunda gezmeye yönelten şey, The Pale King’in ana temasıydı zira, “sıkıntı”ydı yani.



Yayınevinin, romanı 15 nisanda piyasaya verecek olmasının özel bir anlamı var. 15 nisan, Amerikalıların “kâbus günü”dür; her yetişkin Amerikalı, bu tarihte, IRS’e, tam adıyla İç Gelir Hizmetleri Bürosu’na, resmen yıllık gelir beyanında bulunur ve kendi yaptığı hesaba uygun olarak vergisini öder. Bu ödeme asla geciktirilmez; eğer beyanda ya da hesaplarda bir karışıklık varsa ve IRS müfettişleri bunu yakalarsa haliniz haraptır. The Pale King de, işte, bir IRS Bürosu’nda, vatandaşlardan gelen vergi beyannamelerini tek tek inceleyen müfettişlerin arasında başlıyor; bu fena halde Kafkaesk yere “sıkıntının karargâhı” da diyebiliriz. Lane Dean, o müfettişlerden biri; kendisine öğretildiği üzere, her dört beyannamede bir, işine ara verip kalçalarını sıkarak, ısıtan ama yakmayan bir güneşin altında, önünde uzanan engin maviliğe bakıp hafif bir esintiyle rahatlayarak uzandığı huzurlu bir kumsalı düşlüyor. Ama bu egzersiz, bir düzine beyannameden sonra Lane’in işine pek yaramıyor artık. Kalçaları sızlıyor; kumsala kış geliyor, deniz grileşiyor, rüzgâr sertleşiyor ve kumlarda sürüklenen kuru yosunlar, karaya vurmuş cesetlerin saçlarına benzemeye başlıyor. Lane, önce “Acaba yeterince konsantre olursam kalp atışlarımı yavaşlatabilir miyim” merakıyla, kendi yüreği üzerinde yoğunlaştırıyor aklını, sonra kalp atışları yavaşlayınca, bedeninden aklına, hafızasına ve hayatın, hafızasına yerleştiğini o ana dek hiç fark etmediği nice ayrıntısına kayıyor düşünceleri. Her ânı bir anıyla, bir fikirle, bir bilgiyle, tarihten, dilden, felsefeden, edebiyattan, ve tabii, haberlerden, reklâmlardan, eski ve muhtemel aşklardan, taze hayallerden, uçuk fantezilerden bin bir kırıntıyla yeniden şekillendirip dönüştürmeye başlıyor Lane. Sıkıntının, pis bir su birikintisi gibi üzerini kaplayıp görünmez kıldığı insanlığımızı bir tür bataktan çekip çıkartma oyununa benziyor bu bölümleri okumak... Okudukça, en büyük kuvvetinizin, içinizde taşıdığınız müzmin hüzünle, hüznünüzde mündemiç o inatçı mizah duygusu olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Hüzünle mizahın, kurtarıcı ya da iyileştirici olduğu anlamına gelmiyor bu; ama bu iki duygu bir olup, yüreğinizin bir yandan kan pompalarken bir yandan da kanadığını hissetmenizi kolaylaştırıyor sanki.



Edebiyatın asıl meselesi de, insan olmak denen canına yandığım o şeyin ne olduğunu anlamak değil mi zaten... Ya da hadi Wallace’ın sözünü, tercümenin ve sansürün gazabından koruyarak söyleyelim:



“Fiction’s about what it is to be a fucking human being.”



ycongar@mac.com

Yasemin Çongar - Cumhuriyet dedikleri...

YA DA 29.10.2010


Yasemin Çongar

Cumhuriyet dedikleri...


Seksen yedi yıl sonra, hâlâ vatandaşlarının tümünün kendisini eşit hissetmesi için gerekli koşulları sağlayamamış bir cumhuriyetin kuruluşu kutlanıyor bugün.



Türk’sen, Sünni’ysen, dindar değil “laik”sen eyvallah, bu cumhuriyetin birinci sınıf vatandaşı olma şansın var...



Zira bu en temel şartları yerine getirenler için, ideolojik yükümlülüklerin ifasına kalıyor iş.



Onlar da basit zaten; varlığını Türk varlığına armağan edeceksin, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diyecek ve bunu dediğin için mutlu olacaksın, “Atam izindeyiz” lafının “Kemalizm’den izne ayrılmak” olarak yorumlanamayacağını bilip, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ne biat edeceksin; kadınsan giyiminle kuşamınla örnek bir “cumhuriyet kızı” olacaksın; erkeksen “her Türk gibi asker doğduğunu” ve vakti gelince ölmeye, öldürmeye gideceğini, nitekim söz konusu vatansa vicdanın teferruat olduğunu unutmayacaksın vesaire vesaire...



Yok, bunları yapmıyorsan, anti-kemalistsen, milliyetçi değilsen, demokrasi diye tutturmuşsan, vicdani retçiysen, solcuysan, özgürlükçüysen işin zor...



Ve eğer, Rum’san, Ermeni’ysen, Yahudi’ysen, Alevi’ysen, Kürt’sen, başörtülüysen, geçmiş olsun, zira bizatihi kimliğin bu cumhuriyetin “birinci sınıf” vatandaşı olarak kabul görmene uygun değil senin; bu devletin topraklarında kendini tam anlamıyla eşit hissetmen seksen yedi yıl sonra hâlâ imkânsız.



29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı bu duygularla idrak ederken, bu anlamlı günde cumhuriyetin o “kutsal” doğum belgesine de bir bakalım diyorum ben.



Bize okulda, bir Nutuk’a “kutsallık” atfetmemiz öğretildi zira, bir de bu belgeye; yani Lozan Antlaşması’na.



Ama her ne hikmetse, Lozan’da ne yazdığını pek öğretmediler.



Sonuç ortada...



Lozan’ın gereklerini bile yerine getirmeyen bir devlet Türkiye Cumhuriyeti; ama çoğumuzun gıkı çıkmıyor.



KCK Davası bunun en son örneği...



Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin sanıkların anadilde savunma talebini reddetmesi açık bir Lozan ihlaliydi; Cumhuriyet’in mahkemesi, Cumhuriyet’in doğum belgesinin hükümlerini çiğnedi...



Ne oldu?



Sağır edici bir sessizlik.



Diyarbakır’daki Taraf muhabiri Helin Alp, o sessizliğe teslim olmayanlardan biriyle konuştu bugün.



KCK Davası’ndaki sanık avukatlarından Tahir Elçi’nin Helin Alp’e, “anadilde savunma hakkının engellenmesinin, sadece vicdana ve adalet duygusuna değil, Lozan’a, Avrupa Konseyi’nin Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’na, AGİT’in Oslo Tavsiyesi’ne de aykırı olduğunu” anlattığı söyleşiyi mutlaka okuyun.



O söyleşide Elçi’nin değindiği ama ayrıntısını vermediği madde son derece açık.



Lozan’ın 39. maddesinin son iki paragrafı, yani dördüncü ve beşinci fıkraları aynen şöyle:



“Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.



Resmî dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir.”



Türkiye Cumhuriyeti, seksen yedi yılda, bu paragraflardan ilkini kaç kere ihlal etti dersiniz?



Bayram tebriklerini Kürtçe yazdı diye; Q, W, X gibi çok tehlikeli harfleri kullandı diye yargılananlara sorun bence...



Kürtçe şarkının, Kürtçe derginin, Kürtçe televizyonun “suç” olduğu zamanları hatırlayın, kaç yılın bu yasaklarla geçtiğini hesaplayın...



Kürtçeden başka dil bilmeyen anasıyla “Türkçe” konuşmak zorunda bırakılan mahkûmları düşünün...



Ya ikinci paragraf; “kutsal” Lozan’ın 39/5. maddesi yani?



Diyarbakır’da, seksen yedi yıllık cumhuriyetin adaletini temsil eden mahkeme, daha on bir gün önce, bu maddeyi açıkça ihlal etmedi mi?



KCK sanıklarının anadilde savunma yapmasına karşı çıkmak, “Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” hükmünün neresiyle bağdaşıyor?



Bu maddenin lafzı da, ruhu da açık değil mi?



“Resmî dil bulunmasına rağmen” vurgusuyla, “resmî dairelerde resmî dil kullanılır” kuralına açık bir istisna getirilmiyor mu?



Bu maddede, “azınlık” tanımı ayrıca yapılmazken, “Türkçeden başka bir dil konuşan” sözüyle, “anadili Türkçeden başka bir dil olanlar”ın kastedildiği aşikâr değil mi?



Ama siz gelin de bunu, seksen yedi yıllık cumhuriyetimize anlatın.



Kimliğini “makbul” saymadığı vatandaşlarının haklarını çiğnemekten seksen yedi yıldır vazgeçmeyen bir cumhuriyetin adaletini temsil eden mahkemeden ne beklenir?



Adeta kutsadığı Lozan’ın bile gereklerini yapmaktan imtina eden bir devlete ne denir?



Doğum günü kutlu olsun.



ycongar@mac.com