2 Kasım 2010 Salı

Yasemin Çongar

YA DA 30.10.2010


Yasemin Çongar



* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.



***



“İnsan yüreği” der Cioran, “hiç iyileşmeyen yarasıdır Tanrı’nın.” Her yüreğin, bir yerinden kanadığına inanırım ben. Kan pompalayan bir yürek canlı tutar bizi, kanayan bir yürek ise “insan” kılar. Ve “kalpsiz” deyip geçtiğimiz birisi, yarasını çoğumuzdan daha derinde taşımaktadır belki.



Derininden kanayan ama kanadığını göstermekten korkmayan bir yüreği çok sevmiştim ben bir zamanlar; o yürek artık kan pompalamıyor. Öldüğünü duyduğum günü hatırlıyorum. Taraf’ta “kültür eki” adında yirmi dört saatlik mucizeler yaratmakla meşguldü Mehmet Güreli o sıralar; haberi duyunca, bana da bir sayfa ayırdı. Dün poyrazın geceyi yırttığı saatlerde, yatağında ıslak ve huzursuz dönüp dururken koca şehir, o eski yazıyı arayıp buldum. İçim yırtılarak yazmıştım; üzerinden yirmi beş ay geçmiş.



“Bizi anlıyor, demek ki mutsuz”

“1996 başında, bembeyaz bir Washington’da, belime kadar yükselen kardan duvarlar arasında, annemin ölümüne alışmaya çalışarak saatlerce yürüdüğüm günlerden birinde, bu yürüyüşlerin değişmez durağı olan Georgetown’daki Barnes&Noble kitapçısının vitrininde, masmavi bir gökyüzünde küçük birer fırça darbesini andıran bulutçuklarıyla bana bakan o kapağın beni içeri çekişini ve ondan sonra bir hafta boyunca eve kapanıp Infinite Jest’in (Sonsuz Jest) ağırlığına sığındığımı, romanın hüznünde, mizahında tedavi olmaya çalıştığımı çok iyi biliyorum. Infinite Jest’i bitirdikten sonra, David Foster Wallace benim bugünümdü artık, geniş zamanımdı; ne yazsa okumaya çalışacağım ve, evet, okuduğum, nerede ne konuşsa kulak vereceğim ve, evet, dinlediğim bir yazardı. Herhalde Amerika’da, benim kuşağımın yazarlarını, benim gibi yakından izleyen herkes için de öyleydi; Wallace’ın bir gün di’li geçmişte kalabileceğini, bizi bu kadar erken terk edeceğini bilmiyorduk biz, bilemezdik.



Oysa hayatında da, yazdıklarında da vardı intiharın izleri. Infinite Jest’te, uyuşturucu bağımlılığı, panik ataklar, klinik depresyon, alkolizm ve bütün bunlardan kurtulma çabası, bir yanıyla da müthiş eğlenceli bir hikâyenin içinde gezinen birbirinden renkli, neredeyse fantastik karakterlerin başlıca uğraşıydı. Romanın asıl kahramanları olan üç erkek kardeş –başarılı bir Amerikan futbolcusu, kâbuslarından kurtulamayan bir tenisçi ve bir cüce- babalarının intiharının gölgesinde yaşamaya mahkûmdular.



Benim gibi, hayranlık ve merak karışımı bir ilgiyle David Wallace Foster’ın hayatını takip edenlerse, kelimelerde olağanüstü bir hüzün bulabilen bu zeki adamın yazdıkları kadar hüzünlü yaşadığını kolayca kavrayabilirdi. Bir dönem çok içtiğini, uyuşturucu kullandığını, her gece bir başkasıyla seviştiğini, en az bir kez intihara teşebbüs ettiğini ve bir psikiyatri kliniğinde tedavi olduğunu, kendisi anlattığı için biliyorduk. Hüznünün olmasa da, zamanla bu hüznün en yırtıcı tezahürlerinin üstesinden geldiğini de biliyorduk ama... Akıntıya kapılmış giden hayatını bir kasabaya ve bir kadına demirlemişti sonunda. Illinois eyaletinin, adı Amerikan hüznünü mükemmel ifade eden Normal kasabasıydı bu; Normal’deki Illinois Eyalet Üniversitesi’nde yazarlık öğretiyordu artık. Mısır tarlalarına bakan bir evi ve iki Labrador köpeği vardı.



Yazmayı bırakmadı. Brief Interviews with Hideous Men (İğrenç Adamlarla Kısa Söyleşiler) adlı hikâye kitabı 1999’da, Oblivion (Unutuş) ise 2004’te yayımlandı. Time dergisine arsenikli bir dille edebiyat ve popüler kültür eleştirileri yazan Joel Stein’a göre, Wallace’ın hüznünü tescil eden bir kitaptı Oblivion: ‘O kadar harikulade yazıyor, zekâsını o kadar sakınmaksızın ortaya koyuyor ve insanın duygularının karmaşasını o kadar iyi anlıyor ki, aklı başında herkes onun çok mutsuz olduğunu ümit ediyor ister istemez. Ve eğer, bu hikâye kitabı bir ölçüyse, çok da mutsuz olmalı.’



Hideous Men’le The Paris Review editörlerinin verdiği Aga Khan Edebiyat Ödülü’nü kazandı Wallace. Harper’s, The Atlantic gibi dergilerde çoğu politik ve çok ses getiren denemeler yazdı. Hepsi de birer ‘insanlığa davet’ sayılabilecek bu denemeler, beş-altı kitap halinde basıldı. Birkaç yıl önce, Kaliforniya’ya, Claremont kasabasına göç etti; Pomona College’da edebiyat öğretmeye başladı. Yanında yine demirlediği o kadın vardı; 12 eylül gecesi, evlerinin arka bahçesinde Wallace’ın cesedini bulan kadın... Denemelerinden birinde, ‘İntihar edenler tabancayı başlarına dayayıp tetiği çekmeden çok önce ölmüşlerdir’ diyen Wallace kendini vurmamış, asmıştı.”



Her yerini öpmek isteyen çocuk

2008’in eylülünden beri kan pompalamıyor David Foster Wallace’ın yüreği ama The Pale King’den (Solgun Kral) parçalar okumaya başlayınca anladım ki, için için kanamaya devam ediyor. 1962 doğumlu Wallace’ın, 2000’den ölümüne dek, sekiz yıl boyunca yazdığı romanın adı The Pale King. Kierkegaard’ın “Kendisi bu kadar durgun ve katıyken, harekete geçirme kuvvetinin bu kadar büyük olması ne garip” sözüyle selamladığı o ziyadesiyle tuhaf duyguyu, yani “sıkıntı”yı anlatan bir roman bu.



The Pale King, aslında bu ay kitapçılarda olacaktı ama Little, Brown and Company Yayınevi planı değiştirdi ve Wallace’ın editörü Michael Pietch, kitabın 15 Nisan 2011’de piyasaya verileceğini duyurdu geçenlerde. Pietch’in açıklamasında, romanla ilgili ipuçları da vardı: “Kuyrukta beklemek, trafikte sıkışıp kalmak ve korkunç bir otobüs yolculuğu gibi hepimizin nefret ettiği olayları alıp, gülüş ve anlayış anlarına dönüştüren bir kitap bu. David, romanı bitirmemiş olmasına rağmen, şaşırtıcı biçimde tam ve tatminkâr bir okuma deneyimi sunuyor kitap ve yazarının, olağanüstü hayalgücüyle, günlük hayattan sahnelerde komediyle derin bir hüznü birleştirebilme yeteneğini ortaya koyuyor.”



The Pale King’le ilgili bilgilerimiz bununla sınırlı değil. The New Yorker dergisi, bizi romanın başkarakteri Lane Dean ve romanın ana mekânı olan IRS bürosuyla tanıştıran geniş bir bölüme geçen yıl yer vermişti. Ayrıca Karen Greene, yani Wallace’ın kolundaki dövmede ismi yazan ve yazarı evlerinin arka bahçesinde asılı bulan kadın, yayıneviyle anlaşarak, The Pale King’in başka bölümlerini de peyderpey elektronik ortama sundu. Son olarak, geçen hafta, romanda bir bölümü oluşturacağı söylenen “The Boy” (Oğlan) başlıklı hikâye internette yayınlandı.



İşte ben de bu parçaları birleştirdim ve fragmanlar halinde yazıldığını, yazarı tarafından bilerek öksüz bırakıldığını, “bitmemiş bir roman” alt başlığıyla yayımlanacağını bildiğim bir kitabı, yine öyle fragmanlar halinde, yarım yamalak, nihai metnin dışında kalması muhtemel bölümleri tahmin etmeye çalışıp, doldurulması artık imkânsız olan boşluklarda sadece susarak, her satırda “Wallace, yazdıklarının okurla bu şekilde buluşmasına ne derdi” sorusuyla vicdanımı yoklayarak, bir yandan kendimi bir tür tacizci gibi hissederken, bir yandan da, Wallace’ın bu kitabı değil sadece, bir bütün olarak yazıyı böyle birdenbire, tam orta yerinde kesip, bu kadar erken, bu kadar kararlı, bu kadar dönüşsüz gidivermesine isyan ederek okudum.



Yine de, okurken içimi yırtan, bu duygudan ziyade, Wallace’ın anlattıklarıydı; en kesif bulantının ortasında bile, anda yoğunlaşabilen insanlardı bunlar; nadir bir inat ve inançla her ânı anlıyor ve dönüştürüyorlardı sanki. Her ânı hem başlı başına değerli, hem de hayat denen bütünün parçası olarak anlamlı kılabilen; zamanla kurdukları ilişki sıradanlığı ölçüsünde olağanüstü karakterler yaratmıştı Wallace.



“The Boy,” mesela, altı yaşındayken dudaklarını kendi vücudunun her yerine ama her yerine dokundurmaya karar veren bir oğlan çocuğunun hikâyesi... Dudaklarını, boynunu ve giderek bütün omurgasını esneterek, uzatarak, eğip büktüğü bedeninden tarifi imkânsız şekiller yaratarak, yıllar içinde anatomisini değiştirip, kendi küçük hayatına koca bir evrimi sığdırarak yaşayan bir çocuk bu. Tabanlarına, kalçalarına, kasıklarına, uykudaki erkekliğine, hatta zamanla, sırtının ortasına ve kuyruk sokumuna değdirebilse bile dudaklarını, ne yapsa da, neye dönüşse de, ensesine, kafatasının arkasına, alnına, kulaklarına, ve tabii, Kant’ın ding an sich (kendinde şey) dediği o yere, dudaklarına yani, dokunamayacağı fikrini reddeden bir çocuk. “Henüz bunun nasıl olacağını bilmiyordu,” diye yazıyor Wallace, “ama ergenliğe yaklaşırken, bütün kafasının bir gün onun olacağından emindi. Sonunda kendine tamamıyla sahip olmanın bir yolunu bulacaktı mutlaka. Herhangi birinin ‘kuşku’ adını verebileceği hiçbir şey taşımıyordu içinde.”



İnsan olmanın ne olduğu üzerine

Wallace’ın The Pale King için tuttuğu deftere yazdığı “The Boy”un, kitabın nihai halinde yer alıp almayacağını henüz bilmiyoruz ama ben, bir oğlan çocuğunun imkânsızı isteyip, imkânsıza inanmasındaki o muhteşem kuvvetin, aynı zamanda, onu, deliliğin ve yokoluşun sınırına getirip bırakmasının hikâyesini, romanın diğer bölümleriyle çok uyumlu buldum doğrusu. Bu çocuğu, dudaklarıyla kendi vücudunda gezmeye yönelten şey, The Pale King’in ana temasıydı zira, “sıkıntı”ydı yani.



Yayınevinin, romanı 15 nisanda piyasaya verecek olmasının özel bir anlamı var. 15 nisan, Amerikalıların “kâbus günü”dür; her yetişkin Amerikalı, bu tarihte, IRS’e, tam adıyla İç Gelir Hizmetleri Bürosu’na, resmen yıllık gelir beyanında bulunur ve kendi yaptığı hesaba uygun olarak vergisini öder. Bu ödeme asla geciktirilmez; eğer beyanda ya da hesaplarda bir karışıklık varsa ve IRS müfettişleri bunu yakalarsa haliniz haraptır. The Pale King de, işte, bir IRS Bürosu’nda, vatandaşlardan gelen vergi beyannamelerini tek tek inceleyen müfettişlerin arasında başlıyor; bu fena halde Kafkaesk yere “sıkıntının karargâhı” da diyebiliriz. Lane Dean, o müfettişlerden biri; kendisine öğretildiği üzere, her dört beyannamede bir, işine ara verip kalçalarını sıkarak, ısıtan ama yakmayan bir güneşin altında, önünde uzanan engin maviliğe bakıp hafif bir esintiyle rahatlayarak uzandığı huzurlu bir kumsalı düşlüyor. Ama bu egzersiz, bir düzine beyannameden sonra Lane’in işine pek yaramıyor artık. Kalçaları sızlıyor; kumsala kış geliyor, deniz grileşiyor, rüzgâr sertleşiyor ve kumlarda sürüklenen kuru yosunlar, karaya vurmuş cesetlerin saçlarına benzemeye başlıyor. Lane, önce “Acaba yeterince konsantre olursam kalp atışlarımı yavaşlatabilir miyim” merakıyla, kendi yüreği üzerinde yoğunlaştırıyor aklını, sonra kalp atışları yavaşlayınca, bedeninden aklına, hafızasına ve hayatın, hafızasına yerleştiğini o ana dek hiç fark etmediği nice ayrıntısına kayıyor düşünceleri. Her ânı bir anıyla, bir fikirle, bir bilgiyle, tarihten, dilden, felsefeden, edebiyattan, ve tabii, haberlerden, reklâmlardan, eski ve muhtemel aşklardan, taze hayallerden, uçuk fantezilerden bin bir kırıntıyla yeniden şekillendirip dönüştürmeye başlıyor Lane. Sıkıntının, pis bir su birikintisi gibi üzerini kaplayıp görünmez kıldığı insanlığımızı bir tür bataktan çekip çıkartma oyununa benziyor bu bölümleri okumak... Okudukça, en büyük kuvvetinizin, içinizde taşıdığınız müzmin hüzünle, hüznünüzde mündemiç o inatçı mizah duygusu olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Hüzünle mizahın, kurtarıcı ya da iyileştirici olduğu anlamına gelmiyor bu; ama bu iki duygu bir olup, yüreğinizin bir yandan kan pompalarken bir yandan da kanadığını hissetmenizi kolaylaştırıyor sanki.



Edebiyatın asıl meselesi de, insan olmak denen canına yandığım o şeyin ne olduğunu anlamak değil mi zaten... Ya da hadi Wallace’ın sözünü, tercümenin ve sansürün gazabından koruyarak söyleyelim:



“Fiction’s about what it is to be a fucking human being.”



ycongar@mac.com

Hiç yorum yok: