PAZARTESİ KONUŞMALARI 18.10.2010
“Türkiye’de adalet, vatandaşın gözünün içine bakılarak dağıtılmıyor. Verdikleri kararlar yüzünden, yargıçlar gözlerini vatandaşın gözünden kaçırmak zorundalar.”
“HSYK üyeleri tanrı gibiydi. Hâkimler ve savcılar da kulları. Referandumda Anayasa değişikliğiyle, şimdi HSYK üyeleri, kulları ile eşit hale geldiler. Yargıdaki hiyerarşi bitti.”
“17 bin cinayetin meçhul kalması, HSYK’nın, bu sürecin bir parçası olduğunun kanıtıdır zaten. HSYK hesap sorsaydı, faili meçhul cinayet sayısı beş-altı olurdu, 17 bin olmazdı.”
* * *
NEDEN OSMAN CAN
Yakın zamana kadar Türkiye toplumunun hukukla ilişkisi çok kopuktu. İnsanların en mesafeli durduğu, en soğuk baktığı, en ilgisiz ve en çok yabancısı olduğu konu hukuktu. Vatandaş adalet istiyordu ama hukukla kendi hayatı arasında hiçbir ilişki kurmuyordu. 12 Eylül’ün darbe anayasası defalarca değiştirildiyse de, hiçbiri referandumla oylanan son değişiklik gibi bir ilgi görmedi halktan. Referandumda ilk kez toplum hukukla kendi hayatı arasında ilişki kurdu ve hukuk konuşmaya, anayasa tartışmaya başladı. Çünkü Türkiye’de artık bir dönem kapandı yeni bir dönem başladı. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bürokratik vesayet sistemi nihayet bitti. Şimdi Türkiye, toplumun katılımıyla ve kendi seçtiği siyasetçilerin eliyle halkı iktidara taşıyacak yeni sivil bir sistem kurmaya çalışıyor. Bunun için de hukukunu yeniden yapıyor. Artık görev hepimizin. Kendi hayatımıza, hak ve özgürlüklerimize sahip çıkıp kendi hukukumuzu kendimiz yapacağız, bu ülkede anayasamızı ilk kez biz siviller yazacağız ve bu topraklarda gerçekten laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti kuracağız. Bu yüzden önümüzdeki dönem en çok hukuk konuşacağız, yeni anayasayı tartışacağız. Yüksek yargıda yapılan son Anayasa değişikliklerinin neler getirdiğini, bu ülkede gerçek adaletin nasıl sağlanacağını, yeni anayasanın kimler tarafından ve nasıl yapılacağını bir dönem Anayasa Mahkemesi raportörlüğü yapan Türkiye’nin önde gelen anayasa hukukçularından Doç. Dr. Osman Can ile konuştuk. Son kitabı Darbe Yargısının Sonu adıyla piyasaya çıkan Osman Can, Almanya’da Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Türk ve Alman Hukukunda Cumhurbaşkanının Hukuksal Konumu, Düşünceyi Açıklama Özgürlüğünün Anayasal Sınırları üzerine yaptığı çalışmalarla yüksek lisans ve doktora eğitimini tamladı. Demokratikleşme Serüveninde Anayasa ve Siyasi Partilerin Kapatılması adlı çalışmasıyla da 2006’da hukuk doçenti oldu. Osman Can, çeşitli üniversitelerde Anayasa Hukuku, Devlet Teorileri, Anayasa Yargısı, Temel Hak ve Özgürlükler dersleri verdi.
* * *
NEŞE DÜZEL: Anayasa değişikliği sırasında en çok, HSYK’nın üyelerinin kimlerden oluşacağını düzenleyen madde tartışıldı. AK Parti’nin, HSYK’nın üye sayısını 7’den 22’ye çıkararak, yapıyı ele geçirmeye çalıştığı ileri sürüldü. Ve bu iddiaları doğrularcasına, dün yapılan seçimlerde Adalet Bakanlığı’nın bürokrasisinden yeni HSYK’ya adaylar gösterildi. Adalet Bakanlığı bürokrasisinin HSYK’ya aday gösterilmesi sizce uygun mu?
OSMAN CAN: Adalet Bakanlığı’ndaki bürokratların HSYK’ya aday olması doğru değil. Bunlar, yargıçlık statüsü olmakla birlikte, idari fonksiyon gören kişiler. HSYK’ya ise yargılama faaliyetinde bulunan birinci sınıf hâkim ve savcıların üye olması gerekir. Şunu da söylemeliyim. HSYK’yla ilgili yapılan değişiklik, kamuoyunda hep AK Parti’nin yargıyı ele geçirme değişikliği olarak takdim edilmişti. Adalet Bakanlığı’ndan bürokrat adaylar çıkması bu algıyı güçlendirebilir. Aslında onları, Adalet Bakanı aday göstermedi. Onlar, haklarını kullanıp kendileri aday oldular ama.
Adalet Bakanı yeşil ışık yakmasa aday olabilirler miydi?
Adalet Bakanlığı’nın HSYK seçimlerinde doğrudan aday gösterme yetkisi yok. Eleştiri, Adalet Bakanlığı’nın bu konuda tutumsuz kalmasıyla ilgili yapıldı. Teamüller gereği, bürokrasiden aday olunmaması uygun olur deseydi, belki buradan bir sonuç çıkarabilirlerdi ama demedi. Bir de şu var. Son değişiklikle Adalet Bakanlığı’nın hâkim ve savcılar üzerinde artık eski gücü kalmadı. Artık hâkim ve savcıların teftişi HSYK’ya verildi. Adalet Bakanlığı bir bakıma dişleri sökülmüş aslan haline geldi.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun altı üyesi de istifa etti. Niye istifa ettiler?
Bu istifalarda, dışa yansıyan makul bir gerekçe ben göremedim. Bence istifalarda psikoloji rol oynadı. Daha önce HSYK’da, hâkim ve savcılara ne tür muamele yapıldığını, koridorlarda saatlerce nasıl bekletildiklerini biliyoruz. HSYK üyeleri tanrı gibiydi. Hâkim ve savcılar da onların kulları. Ama referandumda kabul edilen Anayasa değişikliğiyle, şimdi HSYK üyeleri, kullarıyla eşit pozisyona geldiler.
HSYK üyeleri, tayin ve terfilerine karar verdikleri kürsü hâkimleriyle ve savcılarıyla gerçekten eşit duruma mı geldiler?
Evet. HSYK üyeleriyle birinci sınıf hâkimler ve savcılar arasındaki hiyerarşi bitti. Bu da HSYK açısından kolay yutulur bir şey değil. Bakın... HSYK’nın üye sayısı yediden 22’ye çıktı. Bunun on üyesi, Türkiye’deki sayıları on bin olan birinci sınıf hâkim ve savcılar arasından kendileri tarafından seçiliyor. Daha önce öyle miydi? HSYK’nın yedi üyesinden üçü Yargıtay’dan, ikisi Danıştay’dan geliyordu. Yani yüksek yargıdan geliyorlardı. HSYK’nın diğer iki üyesi de Adalet Bakanı ve Müsteşarı’ydı. Şimdi hâkim ve savcılar sadece Danıştay ve Yargıtay gibi yüksek mahkemelerin üyesi olan yüksek hâkimlerle değil, Adalet Bakanı ve Müsteşarı’yla da eşit hale geldiler. Yargıdaki hiyerarşi tamamen kırıldı.
Üye sayısı 22’ye çıkan HSYK’da şimdi iktidar kimde?
Şimdi iktidar hiç kimsede. Eski yapıda Adalet Bakanlığı Müsteşarı toplantıya katılmadığı zaman, toplantı yeter sayısı bulunamıyordu ve karar alınamıyordu. Yani, Adalet Kakanı isterse Kurul’u kilitliyordu. HSYK’ya istediği bir kararı kabul ettirme imkânı yoktu ama bir kararı aldırmama imkânı vardı. Adalet Bakanlığı’nın blokajı aşıldığında ise, HSYK’da karar alma iktidarı tamamen yüksek yargıçlardaydı.
Yüksek yargıçların iktidarının kırılmasıyla Adalet Bakanlığı’nın HSYK içinde gücü artmadı mı peki?
Artık kontrol etmek kolay değil. Küçük bir grubu her zaman daha kolay ve hızlı kontrol edebilirsiniz. Küçük grup, bir ideolojiye daha kolay teslim olabilir. Türkiye’nin tarihi bunun örnekleriyle dolu. Şimdi HSYK genişledi ve çoğullaştı. Kurul’da gene Adalet Bakanı ve Müsteşarı var, gene Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki olmak üzere toplam beş üye var ama... Yeni yapıda on üye de ilk derece mahkemesi hâkim ve savcılarından oluşuyor. Cumhurbaşkanı da, ikisi üniversite hocası, ikisi avukat olmak üzere Kurul’a dört üye daha gönderiyor. Bir üye de Adalet Akademisi’nden geliyor. Yeni yapıdaki çoğulculuğu düşünün artık siz. Oysa bugüne dek, HSYK’daki yüksek yargıçların iktidarı, Cumhurbaşkanı’nın iktidarından çok daha güçlü ve büyük bir iktidardı.
Peki, böylesine kapalı ve denetimsiz bir sistem, vatandaşın günlük hayatını nasıl etkiledi?
Adliyelerde çalışan bu on bini aşkın hâkim ve savcı, verdikleri kararlardan ötürü Olimpus’taki tanrıların hışmına uğrayabileceklerini biliyorlardı. Böyle bir sistemde hâkim ve savcılar adalet dağıtamaz.
Bu ülkede 17 bin faili meçhul cinayet işlendi. Eğer hâkim ve savcılar kendilerini güvende hissetselerdi ve HSYK kapalı bir kutu olmasaydı, bu ülkede bu kadar çok cinayet faili meçhul kalabilir miydi?
HSYK’nın buradaki rolü kilit roldür. 17 bin cinayetin faili meçhul kalması, HSYK’nın, bu sürecin bir parçası olduğunun kanıtıdır zaten. 17 bin cinayetin faili meçhul kalması, savcının bu konuda hareket etmediğini gösterir. Ya da savcı hareket ettiği halde mahkeme sürecinde bir şeyin ortaya çıkmadığını ortaya koyar. Ya da, mahkeme sürecinde bir şeyler ortaya çıkmış olsa bile, bu işin, Yargıtay sürecinde bir şekilde frenlendiğinin karinesi olur. Sadece 1993 yılını düşünün. Turgut Özal’ın, Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili iddialara bakın. 1993’te o kadar çok siyasi cinayet var ki.
Bugün konuşulanlar, iddialar o günlerde de dile getirilmişti. Yargı, bu cinayetlerin üzerine niye gitmedi? HSYK’nın, harekete geçmeyen savcılardan, gereğini yapmayan hâkimlerden hesap sorması gerekmiyor muydu?
HSYK hesap sormuş olsaydı, faili meçhul cinayetlerin sayısı beş-altı olurdu, daha fazla olmazdı. 17 bin olmazdı.
HSYK’nın istifa eden üyeleri, şimdi Yargıtay’da yeni görevlere gelebilir mi?
Gelebilirler. İstifa ettiklerinde, HSYK’daki görevleri bittiğinde, bu üyeler, Yargıtay’daki normal pozisyonlarına geçerler. Yargıtay’da veya Danıştay’da başkanlığa ya da daire başkanlığına aday olurlar. Eğer HSYK’da iyi bir performans göstermişlerse seçilme şansları yüksek olur. HSYK’nın istifa eden üyelerin Ergenekon, Erzincan ve ıslak imzadaki performansları belli. Bunun muhtemelen ödüllendirileceğini düşünüyorlar.
Anayasa değişikliğinden sonra da yüksek yargıda aynı ideolojik yapı devam ediyor mu?
Yargıtay ve Danıştay değişmedi ki. Sadece HSYK değişti, biliyor musunuz? Yargıtay’da her gün seçim yapılır. Yargıtay, mesaisinin üçte birini seçime harcar. Birinci başkanlık, Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı, başsavcı vekili, daire başkanları seçilir... Yüksek Seçim Kurulu’na, HSYK’ya, Anayasa Mahkemesi’ne yeni üyeler seçilir. Sürekli turlar yapılır.
Ne turları bunlar?
Seçilmek isteyenler, “bana oyunu verir misin” diye sürekli odaları dolaşırlar, kulis yaparlar. Bazen seçimler 70-80 tura kadar gider ki, bu da üç-dört ay süren bir seçim demektir. Ama bu seçimler demokratikleşmeyi sağlamaz. Aksine demokrasiyi engeller. Birbirlerini seçtikleri için kapalı devre bir seçimdir bu. Birbirlerini seçmek suretiyle mekanizmayı güvence altına alırlar. Hangi düşüncenin egemen olacağı bellidir. Sadece kişiler değişir. Bu 12 Eylül darbesinin bir sonucudur ve Anayasa Mahkemesi’nin onayladığı bir sistemdir.
Yeni HSYK, eskisinden hangi açılardan daha farklı olacak sizce?
Birincisi üye sayısı arttı. Üyelerin tamamının, açıkça hak ihlali getiren bir konuda uzlaşmaları zorlaşacak. Şemdinli davasının savcısı Ferhat Sarıkaya’yı neredeyse oybirliğiyle meslekten ihraç etti bu insanlar. Sarıkaya’yı meslekten atabilmek için, bırakın hukuk bilmezliği, hukuka ve özgürlük düşüncesine düşman olmak gerekir. Bir genelkurmay başkanının, “bu çocuğa birilerinin haddini bildirilmesi lazım” dediği anda, HSYK üyeleri Adalet Bakanı’nın yakasına yapışıp, “bu çocuğu bize getirin” diyorsa ve en basit ceza önerisiyle önlerine geldiğinde bu çocuğu meslekten atıyorlarsa, hukuka düşmanlıktan başka bir söz söyleyemeyiz.
Bu operasyon, hükümetin adalet bakanının ve müsteşarının katkısıyla yapılmadı mı?
Zaten Şemdinli olayında işbirliği içine girdikleri için dibe vurdular o dönemde. Seçim yapılsaydı, yüzde 20’nin üzerine zor çıkarlardı. Bu toplum, adaletin zedelendiğini kabul ettiğinde, ortak bir tepki veriyor. Ferhat Sarıkaya olayında toplumun adalet hassasiyeti iyice ortaya çıktı. Yeni HSYK’yı sordunuz. Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nı bir kenarda bırakırsak, geri kalan 20 üyeyi, Ferhat Sarıkaya olayı gibi hukuka aykırı belli bir konu üzerinde uzlaştırma imkânı yok artık yeni HSYK’da.
Niye yok?
Çünkü 10 hâkim ve savcının üye seçilmesiyle, Adalet Bakanı, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin hâkimler ve savcılar üzerinde bir hegemonyası kalmadı. Eskiden olduğu gibi ilk derece hâkimleri ve savcıları baskı altına alma, yönlendirme imkânı olmayacak. Üstelik, Adalet Akademisi’nden gelen bir üyeyi de kattığınızda, birinci derecede hâkim ve savcılar, şimdi HSYK’da neredeyse çoğunluğa sahipler. Dolayısıyla HSYK’da çok farklı bir tablo ortaya çıkıyor artık.
Muhalefet, hükümetin HSYK’yı ele geçirdiğini söylüyor. Sizce HSYK’daki siyasallaşma bitecek mi?
Asıl siyasallaşma bundan önceydi. Siyasallaşma şimdi ciddi ölçüde azalacak. Çünkü farklı politik görüşlerin, pozisyonların temsil edildiği bir çoğulcu yapıdaki HSYK’dan söz ediyoruz artık. HSYK’ya dört üye seçen cumhurbaşkanının ileride hangi siyasal eğilime sahip olacağını, parlamentonun ne olacağını bilmiyoruz ama şunu biliyoruz: HSYK’ya, Kemalist ideolojiyi temsil eden kişiler, Yargıtay’dan ve Danıştay’dan önümüzdeki beş, altı ya da yedi yıl daha gelmeye devam edecek. Yargıtay’ınki daha kısa sürede bitebilir, Danıştay’dan uzun süre gelecek.
Hâkimlerin ve savcıların terfileri ve tayinleri eskisinden farklı mı olacak?
Demokraside bir kural vardır. “İyi niyetli insanları biraraya getirmeyin. Farklı sosyal ve siyasal pozisyonda olanları biraraya getirin. Çünkü onların birbirini dengelediği yerde objektivite hâkim olur” denir. Farklı insanları, bir masada topladığınızda, kimse diğerine kendi dediğini kabul ettiremeyeceğine göre, herkes daha üst bir noktada objektif ilkeler üzerinde uzlaşmak zorunda kalır. Gerçek güvence işte bu çoğulculuktur ve farklılıkların birbirini dengelemesidir. Eğer bir ülkede adaletin sağlanması işini tek bir ideolojiye mensup insanların eline bırakırsanız...
Sonuç ne olur?
O ülkede adaleti sağlayamazsınız. Darbe düzeni bizde sistemi öyle kurgulamış ki, düne kadar sadece belli bir politik görüşe sahip insanlar o yüksek yargı kurumlarına girebiliyordu. Şimdi HSYK için durum değişti. Danıştay ve Yargıtay için durum değişmedi. Geleneksel ideolojinin oranı Danıştay için yüzde 80-90’dır. Yargıtay için de yüzde 60-65’tir. Danıştay’da demokratikleşme daha fazla zaman alacak.
Türkiye’de yargı iki kampa ayrılmış gibi gözüküyor. Eski düzenin devam etmesini isteyenlerle yeni bir adalet sisteminin kurulmasını isteyenler... Bu seçimlerde bu kamplaşmanın etkileri gözüktü mü?
Bu kaçınılmaz bir şey. Eğer bir yargı sistemi, HSYK, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi gibi üst yapısıyla toplumun sadece yüzde 20-25’ini yansıtıyorsa, o yargı sisteminde ciddi bir problem var demektir. Bizde sistem, toplumdaki yüzde 20-25’lik bir kesimin, yargının üst yapısında yüzde yüz ya da yüzde 90 temsil edilmesi üzerine kurulu. Zaten yargı, bu nedenle, “bir vesayet organı” olarak çalıştı bugüne dek. O kurulları çoğulculaştırmış olsaydık, Yargıtay ve Danıştay ideoloji yapmayacaklardı, hukukla ilgileneceklerdi. Yargıtay’ın ve Danıştay’ın politik alanlarda verdikleri kararların tamamı hukuka aykırıdır.
Hukuka aykırı mıdır?
Evet, hukuk dışıdır ve ideolojiktir. Türkiye’deki yargı sistemi demokratikleşmeye hep engel oldu. Atılan her demokratik adımın karşısına Anayasa’nın ve ideolojinin sınırları çıktı. Sistem, yargı üzerinden demokratik adımları cezalandırdı. Politik soruşturmalar açıldı, politik cezalar verildi, siyasi partiler kapatıldı, siyasetçiler yok edildi. Bütün bu soruşturmalar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı üzerinden yürütüldü. Başsavcılıkta nelerin soruşturma konusu yapıldığına baksanız utanç duyarsınız. Sistemdeki değişikliğin HSYK’dan başlaması çok doğru oldu. Çünkü HSYK çoğulculaştı ve yargıçların yukarıdan korkmadan önlerindeki davalara konsantre olabilmeleri ve toplumun gözüne bakabilme imkânı doğdu.
Hâkim ve savcılar bugün vatandaşın gözünün içine bakamıyorlar mı?
Şu anda vatandaşın gözünün içine bakarak adalet dağıtılmıyor Türkiye’de. Verdiği kararlar yüzünden gözünü vatandaştan kaçırmak zorunda yargıçlar. Çünkü verdiği kararın Yargıtay’dan geçmesi lazım. Geçebilmesi için de o kararın belli bir ideolojiye uygun olması gerekiyor. Şunu söylemeliyim. Türkiye’de bugün ilk kez yargı ortaya çıkıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de bir yargı yoktu aslında.
Yargı yerine ne vardı peki?
Yargıçlar sistemi vardı. Yargıçlardan oluşan ve bu sistemi güvence altına alabilecek tarzda kararlar veren bir yapı vardı. Toplumun, vatandaşın çıkarını koruyan, özgürlükleri esas olan bir hukuk sistemi yoktu. İlk kez, bunun imkânı doğdu.
Ergenekon davalarının durdurulmasını isteyen yargı üyeleri var mı?
Tabii ki var. Yargıtay, daireleri itibarıyla zaten bunun çalışması ve mücadelesi içinde. HSYK’nın son iki yıldaki mücadelesi de aşağı yukarı bunun durdurulması üzerineydi.
Yargı içinde Ergenekon’un uzantıları var mı?
Ergenekon’u sadece suç işleyenler olarak değil de, bunun dışında kalan siyasal arka planlar ve ideolojik paralellikler olarak düşünüyorsak... Bunun bürokraside uzantıları var. Yargıda çok daha fazla uzantısı vardır. Ama suç işleme açısından bir Ergenekon çetesi ve örgütü diyorsanız, bunu bilemeyiz... Çünkü uzantılarının kanıtlanması lazım.
Neden bizim yargıçlarımızda devleti koruma refleksi var?
Türkiye’de yargıçlar taşra kökenlidir. Kimlik ve kişiliklerini çok fazla oluşturma imkânına sahip olmadan çok hızlı bir şekilde devşirme usulüyle alınırlar. 22 yaşında cübbe giyerler ve devlet tarafından kuşatılırlar. Taşrada lojmanlarda yaşarlar, subayla, kaymakamla sosyalleşirler. Ankara’ya gelebilmek için, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın arzuladığı çerçevede davranırlar. Bizde, hiyerarşik ilişkinin en son halkasında yer alan ailelerin çocukları tercih eder hâkim ve savcılığı. Onlar için bir sınıf atlamadır, makûs talihi yenme, güç ve iktidar elde etme çabasıdır bu. Jandarmadan tokat yiyen bir babanın oğlunu jandarma yapma istemesi gibi, hâkim ve savcının karşısında böcek gibi ezilen bir babanın çocuğunu hâkim ve savcı yapma refleksidir bu.
Adalet sistemimiz epey itibar kaybetti son zamanlarda. Bu itibarını yeniden kazanabilecek mi?
Yargının itibarını zedeledikleri gerekçesiyle gazetelere karşı sürekli davalar açıyorlar. İtibar dediğiniz şeyi kişinin ve kurumun kendisi yaratır. Kişi kendi itibarını kendi yaratır ve kendi yıkar. Ayrı şekilde bir kurulun itibarı da dışarıdan zedelenemez. Eğer yargının itibarı şu an yerlerde sürünüyorsa, biz hangi hatayı yaptık da böyle oldu diye oturup düşünmeleri lazım. Hrant Dink’e 301’den mahkûmiyet kararını veren bir mahkemenin itibardan söz etmesi ahlak dışıdır. 367, türban ve imam-hatiplerle ilgili kararları veren bir mahkemenin itibar sözünü etmesi doğru ve etik değildir. Hrant Dink kararının verilmesi adeta bir ölüm iznidir. Böyle bir kararı verdikten sonra sokağa çıkamamanız, utanç duymanız lazım. Yargının itibarını, özellikle yüksek yargıçların zedelediklerini görmeleri gerekiyor.
Hukukçuları nasıl hukukun içinde tutacağız?
Kamu ve medya tarafından denetlenebilir bir hale getirildiğinde, hukukçuları hukukun sınırları içinde tutmaya başlarız. Son dönemde medyaya karşı açılan, “yargıya hakaret, yargıyı etkilemeye teşebbüs” davaları, hukukla ilgili değil.
Neyle ilgili peki?
Geçmişte medyaya hiç bu kadar büyük bir savaş açmışlar mıydı, bilmiyorum... Türkiye bir dönüşüm içinde. Bu dönüşüm sürecinde geleneksel iktidar, iktidarını yitiriyor. Farklı bir yapı iktidar iddiasıyla ortaya çıkıyor. Geleneksel iktidarda, çekilirken bir hasar verme gibi bir tutum var. Oysa adalet süreci kapalı kapılar ardında gerçekleşemez. Yargısal kararlar, toplum adına verilmesi gereken kararlardır. Yargısal süreçlerin eleştirisini toplum adına yapamadığınız zaman, o yargısal kararlar toplum adına yapılmış olmazlar. Şu anda medyada yapılan en ufak bir eleştiri, yargıya bir saldırı olarak anlaşılıyor. Bu, hastalıklı bir durum.
Yüksek yargı, Ergenekon davalarını devlete karşı bir hareket gibi mi algılıyor?
Devleti kendileriyle aynı kulvarda yer alanlar olarak düşündüklerinde, Ergenekon davasının açılmasını da tabii ki devlete karşı bir hareket olarak görüyorlar...
neseduzel@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder