2 Kasım 2010 Salı

Hiç ‘perde’ demeden yaşayanların hüznü - Yasemin Çongar

YA DA 23.10.2010


Yasemin Çongar

Hiç ‘perde’ demeden yaşayanların hüznü



* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.

***

Yine böyle gri bir gündü, hatırlıyorum. Kuzguncuk’taki yalı dairesine gelmişti. Çatkapı. Pencerenin önünden Boğaz akardı o evde. Dolapdere’deki yakışıklı marangozun, iskeletlerinden yeniden yaratıp ikinci bir hayat verdiği ama başka bir devre, başka duygulara ait oldukları yeni yüzlerinden de okunan, mobilya cilası kadar ölüm de kokan o eski koltuklarda biraz iğreti oturmuştuk karşılıklı. Kahve istemişti. Çekmecelerinde yavru farelerin cirit attığını artık bildiğim küçük pembe mutfakta, sırtımı bir kedi gibi kabartarak, epeyce tedirgin ama ani bir karşılaşmaya hazır bir halde, cezve yerine küçük bir kaynama tasında pişirmiştim kahveyi. Cezvemiz yoktu. “Ellerine sağlık” demişti, “köpüklü sevmem zaten.” Gülüşmüştük. Barışmaya geldiğini ikimiz de biliyorduk. Benim kötü kahvem sayesinde, başka söze gerek kalmadan, barışıvermiştik. Fazla oturmadı. Uzun bir geçmişi olan iki insanın, anlaşmak için uzun zamana ihtiyacı olmuyor. Bizim ortak hafızamız da, muktedir olduğumuz kelimelerden çok daha kuvvetliydi. Pencereden bakmıştık sessizce. Boğaz’daki küçük bir tekne, tam önümüzden geçerken açmıştı müziği; kadınlarla adamların göbek atmasını seyrederken, istiflendikleri konserve kutusunda birdenbire canlanıp oynamaya başlayan hayali sardalyelere benzetmişti onları. Şakacıydı. Hastaydı. Kahvesini bitirince kalktı. Bir daha görüşmeyeceğimizi ikimiz de anlamıştık. Yine de yakında mutlaka buluşma sözüyle vedalaşırken, evin caddeye bakan loş girişinde söylediklerini dinlemiş, kendince benden özür dilediğini sanmıştım o gün. Bana, benimle ilgili bir şey anlatmak istemiş olabileceği aklıma gelmemişti: “Herkes bazen rol yapar canım, ama bazıları her zaman rol yapar. Kendilerinin en çok farkında olanlar da onlardır. Oynamadan yaşayamazlar, kendi hakikatlerine bir an bile katlanamazlar çünkü.”



Père-Lachaise’den mektuplar

Hatırlamak zehirli zanaat... Annemin bir kitabı vardı. Benim büyüdüğüm mahallede, dudak bükerek okunması farz olan Günaydın Hüzün ve Brahms’ı sever misiniz gibi aşk hikâyelerinin yazarı Françoise Sagan’ın mektupları: Sarah Bernhardt, ou le rire incassable (Sarah Bernhardt ya da hiç kesilmeyen kahkaha). Kitabın kapağındaki yağlıboya kadın portresine bakıp, bu nasıl mümkün diye düşünürdüm; hiç kesilmeyen bir kahkaha olabilir mi? Fransızcadan tam tercümesiyle, “kırılmaz gülüş” diye bir şey olabilir mi; gülmek, başlı başına bir kırılma değil mi zaten? 1935 doğumlu Sagan’la, 1844 doğumlu Bernhardt’ın hayali “yazışmalarını” okumak tuhaftı. 1923’te, Paris’te, sokaklara dökülen yarım milyon kişi, Fransa’nın gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu ve tarihin ilk uluslararası sahne yıldızı olan Sarah Bernhardt’ı, Père-Lachaise’de, hiç kesilmeyecek bir uykuya yatırırken, yetmiş dokuz yaşında olduğunu herkesten gizleyen o küçük kadın, tabutun içinde kikirdiyordu sanki ve Sagan, bunu bilirmişçesine yazıyor, bir tür ruh çağırma seansında, sonsuzluğa sorular sorup Bernhardt’ın ağzından cevaplarken, hakikatle aralarına giren mesafeyi umursamıyordu pek. Bernhardt’ın da umursamayacağına inanıyordu. Zira sadece sahnede değil, her yerde, her zaman oynayan, oynamadan yaşayamayan bir kadındı o. Sagan’a, Père-Lachaise’den gönderdiği mektuplarda, “Hiçbir olay, hiçbir insan, hiçbir hüzün gülüşümü kesemez benim” diyebilmesi bu yüzdendi. Sagan ona, “Hayatını uydurmaktan bıkmadın mı” diye soruyor; Berhnardt, “Doğru mu söylüyorum, yalan mı, bunu kim bilebilir? Ben bile emin değilim bundan. Unutma ki, ben bir tiyatro kadınıyım... Benim için hakikat muhtemel ve inanılabilir olanda gizlidir; bazı durumlarda ise, özgün olanda” demekle yetiniyordu.



İyi bir hikâye uydurduğunda...

“Annesi, onu saygıdeğer bir orospu yapmak için çok uğraşmıştı...” Robert Gottlieb’den öğrendim bunu; Amerikan kitap dünyasının bu büyük ismi, Simon & Schuster ve Alfred Knopf Yayınevleri’nin eski yönetmeni, New Yorker’ın eski yayın müdürü, dünya çapında nice edebiyatçının editörlüğünü yapan Gottlieb, kendi yazdığı etkileyici bir kitapla piyasada şimdi.

Kitabın adı, Sarah: The Life of Sarah Bernhardt (Sarah: Sarah Bernhardt’ın Hayatı) ve bu, roman ya da post-mortem bir yazışma değil, gerçek bir hayat hikâyesi. Hiç bitmeyen oyunlarının içinde, Sarah Bernhardt’ın hakikatini yakalamaya çalışmış, bir “efsane”yi yeniden ve bu kez bir “insan” olarak yaratmayı denemiş Gottlieb. Bunun için önce Bernhardt’ın otobiyografisini aşması gerektiğini de biliyor: “Hikâyelere bayılıyordu. Otuz altı ya da otuz sekiz yaşına kadarki hayatını anlattığı kitap bir okuma şölenidir. Ama içinde pek gerçek yoktur doğrusu. Sarah, kafasında iyi bir hikâye uydurduğunda, onu mutlaka anlatırmış zira.”

Gottlieb’in Sarah’sı, tam da bu yüzden, içiçe iki hayatın kitabı aslında. Sarah’nın yaşadıkları ile Sarah’nın uydurdukları iki ayrı “hakikat.” Sarah’nın annesi Youle, mesela: Hollanda göçmeni yoksul bir Yahudi kadın için, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Paris sosyetesine girmenin en emin yolunun, zengin adamlarla para karşılığı ilişki kurmak olduğunu keşfetmiş ve bu keşfin gereğini yapmaktan hiç yüksünmemiş... On beş yaşındayken doğurduğu ikiz kızlar gibi, birkaç yıl küçükleri olan Sarah’nın da babası belli değil. “Bernhardt,” Youle’un o sıralardaki sevgililerinden birinin kod adı sadece... Sarah ise, kendi kitabında, “güzeller güzeli bir asilzâde, kayıtsız bir anne” olarak anlatıyor Youle’u; babasının Çin’de kaçırılan yakışıklı bir subay olduğunu iddia ediyor.

Gerçekte, işinin ehli bir orospu Youle; Üçüncü Napolyon’un kardeşi olan Morny Dükü’nün metresliğine kadar yükseliyor. Kızları için de farklı bir istikbal hayali yok; ikizlerden birinin on dokuz yaşında canına kıyması bile yıldırmıyor onu. Sarah’yı konservatuara yolluyor ki, “rol yapmayı” öğrensin; rol yapmayı öğrensin ki, çok özel yemek davetlerinde, genç bir kadın tarafından eğlendirilmek isteyen beyefendiler onun hizmetinden memnun kalsınlar.

Plan tutuyor. Sarah, yirmi yaşına geldiğinde hem Comédie Française’de sahneye çıkacak kadar başarılı bir aktris artık, hem de “hissedarlarım” diye söz ettiği mevki sahibi müşterilerini, özel seanslarda eğlendirerek hızla zenginleşen bir kadın. Oğlu Maurice de, bu hissedarlardan birinin çocuğu olarak doğuyor zaten...



Fransız tiyatrosuna erotizmi getirdi

Bernhardt’ın Fransız sosyetesinde temayüz etmesinde, tiyatroyla cinselliğin eşit payı var Gottlieb’e göre. Bütün piyeslerdeki başrol arkadaşlarıyla mutlaka sevişiyor; oğlunun (Alexandre Dumas, fils) Kamelyalı Kadın’ını sahnede ölümsüzleştirmesinden önce, bize Üç Silahşörler’i veren babasının (Alexandre Dumas, père) yatağına giriyor; Berhnardt’ın çeşitli hediyeler karşılığı birlikte olduğu Victor Hugo, 1875’te gizli günlüğüne, İspanyolca olarak şu notu düşüyor: “S.B. No sera el chico hecho" (S.B. Bebek olmayacak.)

Gottlieb, Bernhardt’ın erkeklerle ilişkilerini yargılamaksızın ve sanatından ayrı düşünmeksizin anlatıyor; “Yatakta bile oyuncuydu o” diyor bir yerinde kitabın, “şehvetin de rolünü yapıyordu.” Ama Bernhardt’ın “Paris entelektüellerinin en popüler seks objesi” olduğu sonucu çıkmasın bu satırlardan. Aksine, bir “obje” olamayacak kadar kuvvetli bir kadın Bernhardt; Dreyfus Davası sırasında, mesela, Emile Zola’yla birlikte J’accuse diyenlerden biri o. Bir yandan, muhitinin erkekleri için doğal sayılan bir hayat biçimine layık görüyor kendini, diğer yandan seksi bir oyuna dönüştürmeyi seviyor ve sahnedeki başarısı da, Charles Dickens’ın bir zamanlar “kemiğinizin iliğini donduracak kadar klasik” diye eleştirdiği Fransız tiyatrosunu, belki de tarihinde ilk kez “erotik” kılmasından kaynaklanıyor. Klasik bir rolü seyirciye arkasını dönerek oynuyor; kısacık boyu ve incecik bedeniyle pek alımlı olmasa da, karanlık bir gölü andıran bakışlarıyla hipnotize ediyor seyircileri ve tam hipnotize oldukları anda, gözlerinin sadece beyazlarını ortaya çıkararak bir ölü gibi bakabiliyor sahneden. Sesinin mükemmel sükûneti, yabancı dil alerjisiyle meşhur Amerikan sahneleri dahil, dünyanın dört yanındaki seyircileri, Fransızca repliklerle ağlatıp güldürmesine yetiyor. Ve istediği her şey olabiliyor o; Macbeth, Hamlet, bir sokak kızı ya da Jeanne d’Arc, farketmiyor.

Gottlieb, Bernhardt’ın yıllar sonra, Paris’te ders verdiği tiyatro öğrencilerine, “Oyuncu, kişiliğini, kendisiyle rolü arasında bölemez” dediğini aktarıyor, “oyuncu, sahnede egosunu kaybeder.” Okudukça, Bernhardt’ın tiyatrodaki başarısının, tıpkı hikâyelerindeki gibi, sahnede de kendi hakikatini silebilmesine bağladım ben. Ve 1923’te ölüm döşeğindeyken, kapısının önünde toplanan hayranları için söylediği o sözlerde, bütün bir hayata yayılmış bu “hakikati silme” çabasının nüktedan bir intikamını işittim sanki: “Onları orada titreyerek bekleteceğim, hayatım boyunca eziyet ettiler bana, nihayet sıra bende.”

Dedim ya, hatırlamak zehirli zanaat... Bernhardt’ın vedası, o eski vedayı getirdi aklıma. Kuzguncuk’ta, anlamını yıllar sonra yeniden düşüneceğim sözleri, sahnelerde ünlenmiş bir kadın söylemişti bana. Annem yaşındaydı ve ben, bir kez bile “perde” demeksizin yaşamaya zorlanmanın nasıl bir eziyet olabileceğini kavramadığımdan belki, ona darılmak için iyi bir sebebim olduğunu sanıyordum. O ise, başıma gelecekler konusunda zarifçe uyarıyordu beni.

ycongar@mac.com

Hiç yorum yok: