7 Eylül 2010 Salı

Ahmet Altan - Başörtüsü

KUM SAATİ 02.09.2010





Türkiye’de yaşayan insanların psikolojisiyle ilgili ciddi araştırmalar yapılmasını çok istiyorum.



Bu toplum, bir psikiyatrın kanepesine uzansa da anlatmaya bir başlasa.



Sorunların nereden kaynaklandığını bir anlasak.



Bir toplumun içinde “çıkar çatışmalarının” olması anlaşılır bir şeydir, sınıflar ya da zümreler kendi çıkarları için birbirleriyle çatışırlar.



Ama Türkiye’deki ciddi sorunların hiçbiri bildiğimiz “çıkar çatışmalarıyla” açıklanamaz.



Alın şu başörtüsü meselesini.



Beş on bin genç kızın üniversiteye başörtüsüyle gitmesinin engellenmesini hangi somut “çıkar çatışmasıyla” açıklayacaksınız?



Kızlar üniversiteye başörtüsüyle gitse kimin “somut” çıkarı zedelenecek ya da kim bundan somut çıkar sağlayacak?



“Laik bir düzen isteyenlerin çıkarları zedelenecek” derseniz, beş on bin kız öğrencinin başörtüsü takmasıyla “zedelenecek” laiklik zaten gerçek değildir, gerçek laiklik öyle kolayından zedelenmez.



Anadolu’da milyonlarca kadın başörtüsüyle dolaşıyor “laiklik zedelenmiyor” ama birkaç bin öğrenci başörtüsü takınca zedeleniyor, öyle mi?



Buna inanıyor musunuz?



Kemal Kılıçdaroğlu bile inanmıyor buna ki “başörtüsü sorununu biz çözeceğiz” diyor.



Bunu söylerken o kızların başörtülerini “zorla çıkartarak” sorunu çözmeyi düşünmediğine göre, bunu “laiklikle ilgili bir sorun olarak” değerlendirmediği için çözmeye talip oluyor.



Gerçi daha sonra kendi partisinden korkup sustu ama bunu laiklikle ilgili bir sorun olarak görmediği anlaşıldı.



Zaten başörtülü kızların derslere istedikleri kıyafetle girmesinin de laikliğe bir zararı yok.



Niye olsun?



Diyanet İşleri diye bir kurumun olması, bütün imamların vaazlarının resmî devlet kurumu tarafından belirlenmesi “laikliği zedeler” ama başörtüsü takmak zedelemez.



Laiklik konusunda hassas olanların başörtüsüyle değil Diyanet’le uğraşması gerekir ama hiçbir “laiklik takıntılı” insanın Diyanet’i eleştirdiğini duymazsınız.



Çünkü sorun “laiklik” değil, sorun psikolojik.



Kendini “gelişmiş ve modern” sanan insanlar, “beğenmedikleri” halka kendi “efendiliklerini” bu tür anlamsız jestlerle kanıtlamaya çalışıyorlar.



Başörtüsünü yasaklayabildikleri sürece kendilerini “güçlü” hissedecekler.



Ama bu “hastalık”, sadece bu “modernlik” meselesini bir obsesyona döndürenlerde bulunmuyor.



“Modernlerin” ezmeye uğraştığı Sünni dindarlar da aynı baskıyı Alevilere yapıyorlar.



Alevilerin cemevlerini “ibadethane” olarak kabul etmiyorlar.

Somut bir çıkar çatışması değil bu.



Tümüyle psikolojik, “kim daha güçlü” çatışması.



Kürt meselesinde de aynı psikolojik takıntıyı bulursunuz.



Türkler, Kürtlerin kendileriyle “eşit” olmasını bir türlü kabullenemezler.



Eşit olsalar ne olacak?



Türklerin bundan dolayı uğrayacakları hiçbir “somut” zarar yok.



Ama “eşit” olurlarsa, “buranın efendisi benim” duygusunu” yitirecekler.



Geliyoruz, geliyoruz hep aynı yere takılıyoruz.



“Ben senden daha güçlüyüm.”



Aslında işin acıklı yanı, “daha güçlü olduğunu kanıtlamak” için hayatı birbirlerine zehir eden bu insanların hiçbiri gerçekten güçlü değil.



Tam aksine.



Kendi aralarında girdikleri bu “güç kavgasından” dolayı “güçsüzleşen” bir ülkede, mutsuz ve güvensiz, kan revan içinde yaşıyorlar.



Birbirlerine “güçlerini kanıtlamaya” çalışmaktan vazgeçtiklerinde, bu toplum gürbüzleşip gelişecek ve hep birlikte gerçekten “güçlü” olacaklar ama bunu istemiyorlar, “tek başlarına güçlü olmak” takıntısı yüzünden hep birlikte güçsüz oluyorlar.



Bana, başörtüsü meselesinde, cemevi meselesinde, Kürt meselesinde, birbirimizi parçalamamızı “anlaşılır” kılacak bir neden söyleyin.



Daha mı zengin olacaklar dövüşerek? Hayır.



Daha mı mutlu olacaklar? Hayır.



Daha mı güçlü olacaklar? Hayır.



Bu toplumda güçlü olan kimse yok ki, bu toplum güç kavgasına giren güçsüzlerin toplumu.



Peki, niye bunca yıldır birbirlerine böylesine acı çektirip duruyorlar?



Bunun cevabını bilmiyorum işte.



Onun için biri alıp bu toplumu bir kanepeye yatırıp, derdini dinlesin istiyorum.



Çocukluğu mu kötü geçti bu toplumun, sevgisiz mi kaldı, nedir?

Ahmet Altan - İki tür...

KUM SAATİ 03.09.2010





Bugün ciddi bir kavga yaşanıyor Türkiye’de.



Neyin kavgasını yapıyoruz?



Basit olarak anlattığımızda iki temel görüş ve iki temel grup var.



Biri, devletin, halkın iradesiyle işbaşına gelen parlamentoyu ve siyasi iktidarı yönetmesini istiyor.



İkincisi, halkın iradesinin belirlediği parlamentonun ve siyasi iktidarın, devleti yönetmesini istiyor.



Kavganın özü bu.



Zaten tarafların neleri savunduklarına bakarsanız, bunu açıkça görürsünüz.



Bu önemli Anayasa değişikliklerini için yapılan referandumda bu değişikliğe karşı çıkanlar, ordunun ve yargının siyasi iktidarları denetleyecek bir güce sahip olması fikrini destekliyorlar.



Ordu, kendi kendini çok hırpaladığı, çok fazla hata yaptığı, kendini çok fazla eskittiği için artık bu kavgada eskisi kadar önemli değil.



Asıl kavga “yargı” üzerinden devam ediyor.



Bu Anayasa değişikliği, “yüksek yargının” siyaseti sınırlama gücünü buduyor, yargıyı “evrensel” ölçülerde olması gereken yere çekiyor.



Bu neden çok önemli?



Çünkü siz yüksek yargının bu gücünü kısıtlayamazsanız, “halkın iradesini” güçlü kılacak hiçbir anayasa değişikliğini gerçekleştiremezsiniz.



Bugünkü yapısı ve gücüyle “yüksek yargı” her demokratik adımı engeller.



Demokratik değişimleri gerçekleştirebilmek için mutlaka bu engelin yıkılması gerekir.



Referandumda oylayacağımız değişiklikler de zaten bunu yapıyor.



Burada görüntüyü “karmaşık” hale getiren, normalde “halk iradesini” desteklemesi gereken siyasi partilerin bizzat kendi özgürlüklerinin kısıtlanması için uğraşmaları.



Bir siyasi parti, halkın iradesinin sınırlanmasını, kendi özgürlüğünün

kısıtlanmasını niye ister?



Benim görebildiğim kadarıyla bunun tek bir nedeni vardır.



Asla halkın desteğiyle iktidara gelemeyeceğine inandığı için kendisine devlet destekli bir iktidar kapısı arar.



Peki, bir siyasi parti hangi nedenlerle “asla iktidara gelemeyeceğine” inanır?



Halkın taleplerine cevap veremeyeceğine kesin kanaat getirdiğinde.



Neden CHP ve MHP, Anayasa değişikliklerine karşı çıkarak “devlet iktidarını” savunuyor?



Çünkü iktidara gelebileceklerine dair hiçbir umutları yok.



Bu iki parti de, iki büyük grubun, muhafazakârlarla Kürtlerin taleplerini karşılamaya muktedir değil.



Muhafazakârlarla Kürtlerin desteğini almadan da iktidar olamazlar.



AKP, neden değişiklik olsun, devletin baskısı azalsın, sivil siyasetin alanı açılsın istiyor?



Çünkü o, iktidar olabileceğine inanıyor ve kendi iktidarının da “demokratik” ülkelerin siyasi iktidarları kadar güce sahip olmasını istiyor.



Niye AKP iktidar olabileceğinden emin?



Çünkü o, çok önemli bir “kesişme” noktasını keşfetti.



Türkiye’nin muhafazakârlarının “kendi hayat tarzlarına” göstertilmesini istediği saygıyla, aynı kesimin zenginleşmek için dünyaya açılma isteğinin kesiştiği noktayı besleyen bir politika izliyor.



Ama AKP’nin ve muhafazakârların ciddi bir sorunu var.



Kendileri için istedikleri özgürlükleri, aynı cömertlikle Aleviler ve Kürtler için istemiyorlar.



Bu, çok uzun yıllar boyunca birikmiş “milliyetçi ve mezhepsel”

reflekslerinden kaynaklanıyor.



Muhafazakârların ve AKP’nin, gerçek bir demokraside sahip olmaları gerektiğine inandıkları “gerçek” iktidar için Kürtlere ve Alevilere ihtiyaçları var, bu iki grubun çıkarlarını da kendi çıkarları kadar dirençle savunmadıkları sürece “iktidar” olurlar ama “devletin baskıcı gücünü” geriletmekte zorlanırlar.



Kavga, devlet gücünden yana olanlarla olmayanlar arasında, bu tamam.



Ama devletin “haksız” gücünü geriletmek için harekete geçen AKP, bu kavgada “doğal” müttefikleri olacak kitlelerle gerektiğince bütünleşemediği için, “devlet yanlıları” gerçekte sahip olduklarından daha fazla bir güce sahip gözüküyorlar.



Muhafazakâr Sünniler, Alevilerle Kürtlerin güvenini kazanmak zorunda.

Bu büyük kavga, “demokrasi lehine” ancak böyle sonuçlanır.



Bugün “siyasi iktidar” kavramının somut temsilcisi olan AKP, bu gerçeği anladığında, burası gerçek bir demokrasiye doğru hızla yürür.



ahmetaltan111@gmail.com

Ahmet Altan - Diyarbakır’da bir başbakan...

KUM SAATİ 04.09.2010





Musa Anter’i öldürten devletten, Diyarbakır’da “Ape Musa’nın acısını unutmadık” diyen başbakana...



Uzun ve kanlı bir yoldan geçti Türkiye.



Devlet, baskının her türünü denedi Kürt meselesini “demokratik” yollardan çözmemek için.



Sonunda devletin en azından bir bölümü bu meselenin silahla çözülemeyeceğini keşfetti.



Şimdi “silahsız” bir çözüm aranıyor.



Ve, “silahlı bir çözümsüzlükten”, “silahsız bir çözüme” geçmenin zorlukları ortaya çıkıyor.



İşin en zorlu noktasındayız.



Bu savaşın bitmesi gerektiğini herkes biliyor.



Ama herkes bu savaşın “kendi istediği” gibi bitmesini arzuluyor.



Yirmi beş yıl süren bir savaştan sonra “zaferi kazanamamış” olmak “iki tarafın” da kalbini kırıyor çünkü.



Bir zafer arıyor iki taraf da.



“Ben yendim” diyebilmek istiyor.



Bunu diyemeyeceklerini kabul etmek Türkler için de Kürtler için de çok zor gözüküyor bu aşamada.



“Büyük hastalıklarla” karşılaşanların geçtiği o bilinen aşamalardan biri bu, “inkâr” dönemi.



“Zaferi silahla” kazanamayacağı gerçeğini iki taraf da kabullenemiyor.



Bu, meydan okumaları, tehditleri artırıyor.



Bir yandan barışı arıyoruz, bir yandan birbirimizi tehdit ediyoruz.



Herkes inanılmaz biçimde alıngan.



Barış için atılan her adım, “biz yenildik mi yani” sorusunu sorduruyor, “hayır yenilmedik” diyebilmek için de hemen sesler ve tehditler yükseltiliyor.



Barışma mecburiyeti ile savaşı kazanamamış olma gerçeği sıkıştırıyor insanların ruhunu.



Bu sıkışmışlığı alabildiğine sömüren ırkçı nutuklar da arka arkaya patlıyor.



Dün Başbakan Erdoğan Diyarbakır’da konuşurken, “iki taraftan” da oy isteyen “tek parti” olmanın bütün sıkıntılarını çekiyordu.



Kürtlerin kalbini kazanmak için söyleyeceği her söz, vereceği her vaat, CHP ve MHP’nin “Başbakan Türkiye’yi bölüyor, PKK ile pazarlık ediyor” bağırtılarına yol açacaktı, Türkleri yatıştırmak için söyleyeceği her söz de Kürt politikacılarının “Başbakan Kürtleri satıyor” demelerine altlık hazırlayacaktı.



Erdoğan, sanırım Diyarbakır konuşmasını “hasarsız” atlatmaya özen gösterdi.



Duygusal bir konuşma yaptı, Kürtlerin “acılarını paylaştı” ama “somut” vaatlerde bulunmadı, “Kürtlerin eşit vatandaşlık haklarına, anadilde eğitime” hiç girmedi.



Bunların yerine, bu referandumda “evet” çıkması halinde “yeni bir anayasanın” kilidinin açılacağını söyledi.



Türkiye’nin yepyeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu çok açık.



Hep “anayasa” için bir “mutabakat” gerektiği söyleniyor.



“Mutabakat” derken siyasi partiler arasında bir mutabakattan bahsediyorlar ama bence halklar arasında bir mutabakat gerekiyor.



Bu mutabakat için de “iki tarafta” da ciddi bir zihniyet değişikliği, bir tür fikirsel devrim gerçekleşmesi lazım.



Bu nasıl olacak?



Bir yandan baktığınızda Türkler arasında da Kürtler arasında “ırkçılık” kendine yerleşik bir zemin bulmuş durumda.



Irkçılık, “koşulsuz bir nefret” demek.



İki tarafta da buram buram nefret kokan kesimler var, “zafersiz bir barıştansa” daha binlerce insanın öleceği bir savaşı sürdürmekten yanalar, böyle bir savaşın sürmesinden kârı olanlar da bu ırkçılığı alabildiğine körüklüyor.



Ama bir başka kırılma yaşıyoruz bu arada.



Türklerin ve Kürtlerin “demokrat öncüleri”, kitlelerin öfkesini üstlerine çekme pahasına “bu ırkçılığa” karşı çıkıyorlar, barışın yolunu arıyorlar.



Türk ve Kürt “ırkçıların” gittikçe daha çok ortaya çıkan “ortaklıkları ve yakınlıkları” karşısında, seslerini her iki tarafın da “egemenlerine” karşı yükselten Türk ve Kürt demokratların birliği beliriyor.



Bu, çok yeni ve çok ümit verici bir gelişme.



Kürt ve Türk demokratlar elbette savaşı bitiremezler, böyle bir güçleri yok, ama bu “ırkçı nefreti” kıracak, zihinsel bir devrim yaratacak, “sadece zafer aramanın” manasızlığını gösterecek, barışın yararlarını anlatacak ve “silahın” iki yandaki “iktidarını” sarsacak bir güçleri var.



Kürt ve Türk demokratlar, bütün siyasilerden daha cesur davranabiliyorlar, iki yandan birden üstlerine yönelen kızgınlığı göğüsleyebiliyorlar ve iki yandaki “iktidarları” da şaşırtabiliyorlar.



Savaşın şiddetiyle donmuş bu toplumda, bu demokratlar bir buzkıran gemisi gibi donmuşluğu kıracaklar.



Ve, bu toplum yeni, hakkaniyetli, eşitliğe dayanan bir anayasa yapacak.



Söz, silahı yenecek.

Ahmet Altan - Pide

KUM SAATİ 05.09.2010




Hangi duygunuza dokunursanız dokunun mutlaka sizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarır, çocukluk denen o küçük ve esrarengiz ormanda yaptığınız gezintilerden, o zaman tattığınız ve size sihirli görünen yemişlerin lezzetinden, bir yerinizi kesen dikenli bir sarmaşıktan, her biri sizin için çok yeni olan ve içinize her zaman hatırlanmaya hazır bir şekilde yerleşen kokulardan bir iz vardır duygularınızda.



Yılların içinde gelişen, köklenen, gürbüzleşen düşünceleriniz, bütün güçlerine ve zihninizin sahibiymiş görünmelerine rağmen bazen geçmişe uzanan küçücük bir duyguyla altüst olabilir.



Geçen gün, kenarları hafifçe yanıp siyahlaşmış, üstündeki küçük kubbecikleri çıtır bir kızıllığa bürünmüş, taze, sıcak bir pideyi ellerimle bölüp, önce kokladım sonra bir lokma kopardım.



Hiçbir düşünceyle, hiçbir akıl yürütmeyle açıklanamayacak bir sevinç ve mutluluk hissettim.



Belki bir an süren çok kısa, çok derin bir mutluluk.



O kısacık anda ben, iftara pide götüren küçük, inançlı bir çocuktum.



Eğer büyük bir kudretim olsaydı ve birisine dinin ne olduğunu anlatmam gerekseydi, onu küçük bir çocuk yapar, serince bir akşam fırın kuyruğunda bekletir, elinde sıcak pidelerle eve koşturur, bir iftar sofrasına oturtur, yaşlılar mırıl mırıl dua okurken patlayacak topun sesini bekletir, top patladığında içindeki bütün telaşa rağmen minik elini yavaşça sofraya uzattırır, bir pideyi böldürür, o pideden gizliden gizliye hissedilen odun dumanı kokusunu da içine çekerek bir lokma aldırır ve o bir lokmayı ısırdığı anda tanrının kendisini sevdiğine duyacağı inancı, o inancın yarattığı büyük güveni ve sevinci içine yerleştirir ve “din budur” derdim.



“Din, hissettiğin bu güven ve sevinçtir.”



Her şeye kadir bir sonsuzluğun şefkatini herkesle eşit paylaştığın, dokunulmaz olduğuna, kötülüklerden azade kılındığına, büyük bir sevgiyle sevildiğine inandığın andır.



Bu anı, bütün hayatın boyunca aynı güven ve sevinçle yaşamaktır dindarlık.



Biliyorum dinden ve dindarlıktan bahsetmek bana düşmez, inançsız ve cahilim ama gene de dindarların hoşgörüsüne sığınarak arada bir dinden söz etmekten hoşlanıyorum.



Dinin, çocuklara ait bir sevincin hiç bitmemesi olduğuna inanıyorum.

Böyle bir sevinci yaşayabilen dindarlara gıpta edip, bu sevinci kaybeden dindarlara üzülüyorum.



Bana öyle geliyor ki sanki tanrı, bu sevinci kaybeden dindarlara, “neden benim sevgim seni sevindirmiyor” diye sitem ediyor, “ben seni severken sen neden böyle gazaplı ve öfkelisin”.

Önceki gün Cihan Aktaş’la bunları konuşurken o bana “ama Allah’ın gazabı da vardır” dedi.



Ben de, haddim olmayarak, “elbette vardır ama o gazabını nerede, nasıl göstereceğini söylüyor zaten” dedim, “illa benim gazabıma siz yeryüzünde aracılık edin demiyor, onun kime kızıp kime kızmayacağını, kim nereden biliyor?”



Sıcak bir pideden bir iftar vakti koparıp aldığı ilk lokmayla orucunu açan hangi çocuk Allahın gazabını düşünür?



Neden öfkeyi ya da gazabı düşünsün ki?



O çocuk, o bir lokma pideyle bile kendisini bütün büyüklerle eşit

kılma mucizesini gösteren tanrısına minnettardır, onun sevgisine sığınır, onu sever, onun sevgisiyle sevinir.



O küçük çocuk için o iftar sofrasında bütün büyüklerle eşit olabilmek, o büyüklerden başka hiçbir zaman görmediği bir saygıyı görmek, unutulması mümkün olmayan bir mucizedir.



Niye bir dindar büyüdüğünde bu mucizeye olan inancını, sevincini, mutluluğunu kaybetsin?



Neden bir çocuk, inancında ve inandığı tanrısında lekesiz ve berrak bir şefkatin koruyuculuğunu ve güvenini bulurken, büyükler bu inançta, gazap, korku ve öfke bulsun?



O çocuk, o pideden ilk lokmayı ısırdığında, içinde herhangi birine karşı en küçük bir kızgınlık hissetse, nasıl dehşetli bir günah korkusuna kapılır biliyor musunuz, o anda birine kızmanın büyük bir günah olduğuna inanır çünkü, o an herkesin kendisini sevdiği ve kendisinin herkesi sevdiği andır, tanrının onun başına dokunduğu, ona gülümsediği andır, böyle bir anda nasıl kızgınlık hissedilir?



Ve, eğer bu anın sonsuzluğa uzanması değilse din, din nedir?



Elbette bu sorunun, benim cevabımdan daha doğru cevapları vardır.



Ben onları bilmiyorum.



O sıcak pideden ilk lokmayı kopardığım anı biliyorum yalnızca, hissettiğim mutluluğu biliyorum, o mutluluğun sonsuzluğa yayılmasındaki sevinci biliyorum.



Ben bunun için dindarlara gıpta ediyorum.



Ben bunun için ramazan pidesini o kadar çok seviyorum.



ahmetaltan111@gmail.com

Salman Kaya: CHP’nin ‘Mustafa Muğlalı İş Hanı’ - Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 30.08.2010




“CHP’li belediyenin Muğla’da Mustafa Muğlalı İş Hanı var. CHP Merkez İlçe de o binada. Kılıçdaroğlu, hem binanın hem de Muğla’daki ‘Mustafa Muğlalı Caddesi’nin adını değiştirsin.”







“Darbeden ümidi kestiler. İktidara gelmek için demokrasinin dışında bir yol kalmadı. Kılıçdaroğlu, genel aftan sonra, bir başka mitingde, ‘vatandaşlık tanımı değişsin’ diyebilir.”







“Baykal’ın kaset olayı patladığında artık hem darbe imkânı kalmamıştı, hem de Aleviler CHP’den kaçıyordu. Kılıçdaroğlu bu kaçışı durdurdu. Alevileri, CHP’nin etrafında tuttu.”







* * *



NEDEN SALMAN KAYA



Salman Kaya, Türkiye’de sol hareketin efsanevi isimlerinden. 1968 kuşağının unutulmaz liderlerinden. Askerî darbelerin büyük acılarını çekmiş, sekiz kere tutuklanmış, beş yıl hapis yatmış, korkunç işkencelere uğramış biri. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ve Dev-Genç davalarında yargılanmış, 1974’te Ecevit’in genel affıyla hapisten çıkmış ve kendi deyimiyle hapishanedeki tek hayali “Emniyet’i havaya uçurmak” olmuş biri. 1991’de Erdal İnönü’nün başkanlığındaki SHP’den milletvekili olan ve 1995-98 arasında CHP Parti Meclisi üyeliği yapan Kürt ve Alevi olan Salman Kaya bugün Eşitlik ve Özgürlük Partisi’nin yöneticilerinden. Alevileri, Kürtleri ve sol kesimi bütün geçmişiyle ve bugünüyle içerden tanıyor, biliyor. Salman Kaya, referandumda “hayır” diyecek olan Alevilerden ve “boykot” diyen Kürtlerden farklı olarak referanduma “evet” diyeceğini partisiyle birlikte açıkladı. Geçmişteki birçok ‘solcu’ yoldaşıyla yolu ayrılan Salman Kaya’ya neden “evet” dediğini, yıllardır bu anayasanın çilesini çeken Alevilerin, solcuların, Kürtlerin neden şimdi bu değişikliklere karşı çıktıklarını, solculuğun anlamını, 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesine hayır demenin Alevilerde bir rahatsızlık yaratıp yaratmadığını, Anayasa değişikliğinin gerçekleşmemesinin Kürtlere nasıl bir yarar sağlayacağını, bu değişikliklerin topluma neler kazandıracağını, bölgede boykota desteğin artıp artmayacağını, Kürt STK’larının, BDP gibi bir partinin politikasına karşı çıkmasını ve “evet” diyeceklerini açıklamalarının ne anlama geldiğini, referandumdan sonra siyasette ne tür değişiklikler olabileceğini sorduk.



* * *



NEŞE DÜZEL: Siz hayatını sol mücadelelere adamış bir Alevi’siniz ve Kürt’sünüz. Anayasa referandumunda “evet” diyeceğinizi açıkladınız. Neden “evet” diyeceksiniz?



SALMAN KAYA: Size, hemen tek bir neden söyleyeyim. Eğer Anayasa değişikliği referandumda geçerse, bu ülkede bundan böyle sivil kişiler askerî mahkemelerde yargılanmayacak. Bu değişiklik bu ülkede tek tek herkesi yakından ilgilendiriyor. Bu yüzden Anayasa’da yapılan değişikliklere, peşin hükümlerle sadece AK Parti karşıtlığı açısından bakmayı ben anlayamam. Hele hele “hayır” demeyi ‘solculuk’, ‘devrimcilik’ olarak gösteren arkadaşlara ve sol kesimlere de bu tavrı hiç yakıştıramam. Ben, Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin kurucularındanım. Biz, Parti Meclisi olarak toplandık ve “evet” demeye karar verdik.





Hangi gerekçeyle “evet” demeye karar verdiniz?



“Evet” dedik, çünkü biz meseleye, AK Parti’nin değişikliği olarak bakmıyoruz. Biz meseleye, darbe anayasasının değiştirilmesi olarak bakıyoruz. Anayasa’nın eski maddeleri ne, yeni maddeleri ne, biz bunları oturup karşılaştırıyoruz. Değişen maddeleri tek tek eski ve yeni halleriyle karşılaştırdığımızda da, yeni maddelerin insanları daha özgürleştirdiğini gördük. Şunu söyleyeyim, biz Eşitlik ve Demokrasi Partisi olarak, Türkiye’de hüküm süren “asker ve yargı vesayeti”ne şiddetle karşıyız. Her Türk vatandaşı bu vesayetin zulmünü çekti. Ben, 12 Mart’ta dört yıla yakın cezaevinde kaldım.





Sizin partinizin kurucularından Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız, referandumda “hayır” diyeceklerini açıkladı. Ali Balkız, birçok Alevi’nin adına konuşuyor. Aleviler neden “hayır” diyecek?



Bazı Alevi liderler, kitleye gerçeği anlatacaklarına, kendileri Alevi kitlesinin peşine takılıyorlar. Bakın, şu bir gerçek! Aleviler, AK Parti’nin dinci eğiliminden büyük kaygı duyuyorlar. AK Parti’nin aslında şeriatçı bir gizli ajandasının olduğunu düşünüyorlar. Eşi türbanlı olmayanları hiçbir yere müdür atamayarak, kendi cemaati dışında kimseye iş, imkân ve ihale vermeyerek AK Parti de Alevi kitledeki bu kaygı ve korkuyu besliyor. Yoksa Aleviler 12 Eylül’de en çok zulüm gören, acı çeken kesimdir. Ama dinci anlayıştan çok korkuyorlar. AK Parti, Alevi kitledeki bu korkuyu kırmak zorunda. Alevilerin korkusunun uzun bir tarihsel geçmişi de var üstelik. Geçmişte pek çok katliam var.





Aleviler korkmaktan nasıl vazgeçerler?



Aslında Alevi sorunu son derece basittir. Alevilerin istekleri çok yalındır, karşılamak çok kolaydır. AK Parti iki maddede değişiklik yapsa, sorun çözülür. Bir, “cemevi, Alevilerin ibadethanesidir” dese ve iki, “okullarda din dersi seçmeli olacak” diye karar alsa, Alevi sorunu çözülecek. Bu iki değişiklik yapılsa, AK Parti’ye, Alevilerin yüzde 80’inden tepki varsa, bu tepki yüzde 40-50’ye inerdi. AK Parti istese yarım saatte bu maddeleri çıkarabilir ama yapmıyor.





Sizce niye yapmıyor?



Çünkü kendi kitlesinden çekiniyor. AK Parti’deki Sünni damar çok kuvvetli. Tabanındaki Alevi düşmanlarının tepkisini çekmemek için “cemevi, Alevilerin ibadethanesidir” demiyor. Bakın, bizler şöyle büyüdük. Çocukluğumda Maraş yöresinde dinciler arasında şu söylenirdi mesela... “Elini önce bala batıracaksın. Sonra darıya sokacaksın. Eline ne kadar darı gelirse, bir Alevi öldürdüğünde de işte o kadar sevaba girersin.” Tabandaki koyu dincilerin anlayışı böyle.





Öfke ve düşmanlık bu kadar büyük mü?



Ben Alevilerle ilgili söylenenlere tahammül edemediğim için on dört yaşımda cezaevine girdim. Bu düşmanlıklar biraz kırıldı ama... 1993’te Madımak Oteli’nde insanlar gene diri diri yakıldılar. Sivas olayı kesinlikle şeriatçı bir kalkışma değildi. Sivas, insanların 9,5 saat canlı canlı devlet tarafından yakılma olayıdır... Ama o insanlar diri diri yanarken, dinci kesim de Allahuekber diye bağırıyordu. Yani kışkırtılmaya müsait bir dinci kesim var. Alevilerin geçmişinde çok büyük acılar, katliamlar var. Mesela 1995’teki Gazi Mahallesi olayları...





Orada da Alevi yurttaşlar kafalarından kurşunlanarak öldürülmediler mi?



Evet. Gazi olayları da devletin işidir. Zaten bu yüzden Ergenekon Türkiye’de bir milattır. Bütün derin ve gizli yapılar, suç odaklı şebekeler artık açığa çıkarılmalı. Sivas da, Gazi olayları da kapatıldı. Ben Meclis’in Gazi olaylarıyla ilgili araştırma komisyonu üyesiydim. Size, Alevilerin korkusunu anlamanız için, bu toplumda Alevilerle ilgili ön yargılara ve şartlanmışlığa bir örnek vereyim. Komisyonda Refah Partili bir üye, “Alevilerin katli vaciptir” dedi. Ayrıca, komisyonda eski bir solcu olarak ben varım diye, dönemin İstanbul valisi ve emniyet müdürü Meclis’e gelip sözlü ifade vermediler. Yazılı ifade gönderdiler.





Aslında değişiklik teklifini AKP yaptığı için mi Aleviler bu değişime karşı?



Evet. Yoksa Aleviler 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmak istiyorlar. Darbeyle yapılmış anayasanın değişmesini istiyorlar ama Alevilerde öncelik AK Parti karşıtlığıdır. Eğer bu paketi CHP getirmiş olsaydı ve biz “hayır” demiş olsaydık, bugün “hayır” diyen Aleviler, “siz nasıl 12 Eylülcülerin yargılanmasına nasıl karşı çıkıyorsunuz” diye bizi topa tutarlardı.





Referandumda sizin gibi “evet” diyecek Aleviler kaç kişidir?



Bilemem ama vardır. Eğer Baykal’ın o kaset olayı yaşanmasaydı ve Kemal Kılıçdaroğlu CHP’ye başkan olmasaydı, referandumda Alevilerden çok daha fazla “evet” oyu çıkardı. Çünkü Aleviler CHP’den kaçıyordu. Kılıçdaroğlu bu kaçışı durdurdu. Alevileri, CHP’nin etrafında tuttu.





Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi, Alevilerin CHP’den ciddi olarak kopmaya başladıkları bir döneme mi rastladı?



Evet, aynen öyle. 2007 Genel Seçimleri’nden önce Baykal, Tunceli’de miting yaptığında ancak 300 kişi toplandı. Tunceli’deki yakın arkadaşlarıma sordum. Kılıçdaroğlu’nun mitingine 15-20 bin kişi katılmış. CHP’deki kaset olayı, kesinlikle partide derin devletle ilişkili olan kesimlerin işidir. Şöyle anlatayım...





Evet...



AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri bu ülkede darbe teşebbüsleri oldu. Şimdi bu insanlar Ergenekon’da yargılanıyorlar. Türkiye’de darbe, dış dinamikler desteklemeden, sadece iç dinamiklerle yapılamaz. Bugünün dünyası da darbeyi desteklemiyor. Dolayısıyla darbeciler, AK Parti’yi iktidardan alaşağı edecek bir darbeden artık ümidi kestiler. Peki, darbeciler için geriye ne kaldı?





Ne kaldı?



Demokratik yoldan CHP’yle iktidara gelme yolu kaldı. Kaset olayı patladığında Baykal’ın en yakın, en has adamları bile ne dediler? Manisa milletvekili, “Sayın genel başkanımız Baykal kalsaydı, oyumuz yüzde 21-22’ydi” dedi. Kaset olayı, derin devletle iç içe olan derin CHP’nin, Baykal’ı değiştirerek CHP’yi güçlendirme ve iktidar yapma planıdır. CHP’nin oyunu arttırmanın yolu da Alevileri ve Baykal’a tepki duyan laik kesimi tekrar CHP’ye kazandırmaktan geçiyordu. Kemal Kılıçdaroğlu’nu biraz bilirim. Ben Meclis’te Sosyal Güvenlik Komisyonu üyesiyken, o trilyonluk bir kurum olan SSK’nın genel müdürüydü. Kirliliğe bulaşmamış biridir Kemal Bey. Solda, kirliliğe karşı bir tepki vardır.





CHP’nin içinde tek temiz olan kişi Kılıçdaroğlu değil herhalde. Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Kürt olması başkan olmasında sizce rol oynadı mı?



Kılıçdaroğlu Alevi’dir ve Kürt’tür. Gerçi Kürtlüğünü inkâr ediyor ama... Kılıçdaroğlu, dağılmakta olan Alevi tabanı tekrar CHP’de topladı. Şimdi referandumda Alevilerin geniş kesimi CHP’nin peşine takılır. Zannedersem Kemal Bey’de dedelik de var.





Sadece Aleviler değil, sizin bir zamanlar birlikte mücadele ettiğiniz solcuların önemli bir kısmı da referandumda “hayır” diyecek gibi gözüküyor. 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesine onlar neden karşı çıkıyor?



AK Parti’yi Amerikan yanlısı bir iktidar olarak değerlendiriyorlar. Emperyalizme karşı olmanın getirdiği bir anlayışla da AK Parti’nin yaptığı değişikliğe karşı çıkıyorlar. Onlar, AB’ye de emperyalist dediklerinden, Kopenhag Kriterleri’ne ve AB üyeliğine de karşılar.





“Hayır” diyen solcular ve Aleviler, AKP’den gelecek her teklife, bu teklif ne kadar lehlerine olursa olsun karşı mı çıkacaklar?



Görünürde öyle. Karşı çıkarlar.





Solculuğun tarifi nedir?



Bir solcu, milliyetçi ve devletçi olamaz. Bir solcu, demokrasiye karşı olamaz. Solculuk demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından ve bütün ezilenlerden yana olmaktır. Gerçekten solcuysan, sadece sınıfsal olarak ezilen işçi sınıfından yana olamazsın. Alevi’si, Kürt’ü, gayrımüslimleriyle kimliksel ezilmelerden de yana olmak zorundasın. Mücadeleni sadece emek-sermaye mücadelesiyle sınırlayamazsın. Bütün ezilenler için mücadele verirsin.





Neden Türkiye’deki solcuların önemli bir kısmı ‘devletçi ve tutucu’ oldu bu dönemde?



Kürt düşmanlığından dolayıdır bu. Solun milliyetçi bir damarı vardır ve solun önemli bir bölümü Kürtlerin özgürlük taleplerine karşıdır. Zaten bizde sol, geçmişte de devletçi ve tutucuydu. Solun geçmişinde, darbecilik hep vardı. Ben 9 Mart’ı yaşadım. 12 Mart 1971 sağ darbesinden önce, 9 Mart’ta sol darbe planlanmıştı. 9 Mart’ın darbeci güçleri, Emniyet’e saldıracaklardı. Eğe 9 Mart sol cuntasının darbesi direkten dönmeseydi, Emniyet dâhil pek çok yere baskınlar yapılacaktı. O gün İstanbul Emniyeti’nde bir tek polis kaldı.





Emniyet basılacak diye kaçtılar mı?



Tabii. Hepsi darbe ihtimaline karşı geri çekildiler. Bizim kaldığımız kısımda bir tek şişman polis kaldı. Bizi serbest bıraksalar zaten bir yere gidemezdik, işkenceden yürüyemiyorduk. Yani diyeceğim şu ki... Solun geçmişinde yaygın bir ‘milli demokratik devrim’ anlayışı vardı. Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesiyle bu anlayış bugün biraz daha milliyetçileşti. Beraber ölüme gittiğim bir arkadaşımla büromda oturup tartıştık. Öyle ulusalcı olmuş ki, yarım saat daha konuşsaydık, birbirimize silahla girecektik. Düşünün biz onunla ölüme birlikte gittik. Şimdi birbirimizden işte böyle koptuk.





Bizde sol, Kürtlerin özgürlüğünü istemiyor mu?



İstemiyor tabii... Irak’taki Kürt hareketini, Amerikan emperyalizminin bir maşa hareketi olarak değerlendiriyor. Sol, Türkiye’deki Kürtlerin hak ve özgürlüklerini de savunmuyor. Bunu, emperyalizmin yönlendirdiği hareketler olarak görüyor. Kürtlerin kendi dilinde eğitim görmesini, Anayasa’daki vatandaşlık tanımının etnik kökenden bağımsız hale getirilmesini savunmak için önce demokrat olmak gerekir. Bizde sol demokrat değil ki. Oysa sol olabilmek için önce demokrat olmak gerekir. Demokrat olmadan solcu olunmaz. Demokrat olmak, solculuğa giden merdivenin en alt basamağıdır. Sosyalistlik ve komünistlik daha üst basamaklardır.





Solcuların ve Alevilerin 12 Eylül’e duydukları kızgınlık bitti mi? Onlar da ‘işkencecilerini’ affettiler mi?



Hayır, affetmelerine imkân var mı? 12 Eylül’de Aleviler ve solcular günlerce fosseptik çukurlarına atıldılar. Benim tırnaklarım söküldü. Ayaklarımın altındaki derileri makasla kestiler. Yürüyemiyordum. Sirkeci’de Sansaryan Han’da İstanbul Emniyeti’nde yapılan işkenceler unutulabilir mi? Ben o yıllar, cezaevinde volta atarken tek bir hayal kurdum. Dinamit yüklü dev bir kamyonla Emniyet’e dalacaktım. En güzel hayalim buydu benim. Askerî mahkemelerde yargılandık biz. Geçici 15. Madde kaldırılınca ben darbecilerin yargılanmalarını isteyeceğim. Bizler, darbecilerin yargılanmaları için sokağa dökülürüz.





Kürtlere gelirsek... BDP’nin Anayasa referandumunu boykot etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?



Kürtlerin anadilde eğitim ve Anayasa’da vatandaşlık tanımının değiştirilmesi gibi temel istekleri var. Bu değişiklik paketinde bu maddeler yok. BDP, getirilen özgürlükleri yeterli bulmuyor ve AK Parti’ye karşı kendi seçmenini bloklaştırmak istiyor. Biliyorsunuz, bölgede sadece iki parti yarışıyor: BDP ve AK Parti. Değişikliği AKP yaptı diye de BDP referandumu boykot ediyor.





Pakette Kürtlerin aleyhine bir şey var mı peki?



Yok tabii. Ama Kürtlerin düşük eğitimli kesimi çok dinamiktir. Bunların Anayasa’yı tahlil etmelerini bekleyemezsiniz. Bolşevik devrimi sırasında Kamo adında bir militan varmış. Kamo’ya “sen niye okumuyorsun” diye soruyorlar. “Ben niye okuyayım? Benim yerime Stalin okuyor” diyor. Düşük eğitimli Kürtler de önderlerine kesin inanırlar, parti tarafından yönlendirilirler.





Anayasa değişikliğinin gerçekleşmemesi Kürtlere nasıl bir yarar sağlayacak?



Yarar sağlamaz. Ama BDP pazarlık yapıyor. BDP’nin boykotta başarılı olamayacağı için yumuşadığını söyleyenler yanılıyorlar. BDP, politika yapıyor. “Şunları şunları yapın ki, biz de boykot etmeyelim” diyor. Bakın... Kürt sorunu aslında üç maddede çözülebilir. Bir anadilde eğitim. İki, Anayasa’da vatandaşlık tanımının değiştirilmesi. Üç, genel af. Genel af şarttır. Af olmadan sorun asla çözülemez. Çocuklar silahlarını alıp gönüllü olarak dağa gitmişler. Af olmadan o dağdan gelir mi? Onu dağdan getirip cezaevine tıkabilir misin? 1974’te ben de genel afla cezaevinden çıktım. Af çıkmasaydı, on beş, yirmi sene cezaevinde yatacaktım.





Kürt STK’ları belki de ilk kez BDP gibi bir partinin politikasına karşı çıktılar ve “evet” diyeceklerini açıkladılar. Bu açıklama, hangi gelişmenin habercisi olabilir?



Bir kere bunlar AK Partili değiller. Bunlar sadece şiddete karşılar. Yoksa Kürtlerin özgürlük mücadelesine ve taleplerine karşı değiller. Bunlar da anadilde eğitim ve vatandaşlık tanımının değiştirilmesini talep ediyorlar. Çözüm yolunun, demokratikleşmeden geçtiğini düşünüyorlar ve şiddetin, çatışmanın durmasını istiyorlar. Şiddetin tırmandırılmamasını talep ediyorlar. Zaten PKK içinde de şiddetin devamını isteyenler olduğu gibi, şiddetin bitirilmesini isteyenler de var. Ama BDP’nin kitlesi boykota uyar. Mesela Diyarbakır’da yüzde 60’a yakın oy alıyorlar. Boykotta bu oy oranı düşmez, aksine artar, yüzde 70 olur. İnsanlar, mahalle baskısının ve korkunun etkisiyle sandığa gitmezler.





Bu referandumdan sonra siyasette nasıl değişiklikler bekliyorsunuz?



Eğer evet çıkarsa AK parti, 2011 seçimlerinde tekrar çok güçlü bir biçimde tek başına iktidar olur. Hayır çıkarsa, AK Parti seçimde daha az oy alır. Çünkü referandum, Anayasa değişikliğinden çıktı, güven oylamasına dönüştü. AK Parti yüzde 60’a yakın bir evet almadığı takdirde, CHP, AK Parti’yle demokrasi vaatlerinde yarışır. Bunun işaretleri de var zaten. Kılıçdaroğlu “genel af’ diyor, Van’ın Özalp ilçesindeki Mustafa Muğlalı Kışlası’nın adının değiştirilmesini istiyor. Ben de şunu hatırlatayım. Muğla ili öteden beri CHP’lidir. CHP’li belediyenin Muğla’da bir iş hanı var. Adı, Mustafa Muğlalı İş Hanı. CHP Merkez İlçe de o binada bulunuyor. Kılıçdaroğlu, bu binanın adını da değiştirtmeli. Ayrıca Muğla’daki ana caddenin de adı Mustafa Muğlalı Caddesi. Kılıçdaroğlu, kendi belediye başkanından bu caddenin adının da değiştirilmesini istemeli. Yoksul Kürt halkını kaçakçı diyerek öldüren Mustafa Muğlalı’nın adı bir caddeye verilemez.





CHP, Kılıçdaroğlu’nun AK Parti’yle demokraside yarışmasına nereye kadar izin verir sizce?



AK Parti’yi yenebilmek için bir noktaya kadar izin verecekler. Çünkü iktidara gelmek için demokratik yolun dışında bir yol kalmadı. Darbeden ümitlerini kestiler. Bu yüzden, Kılıçdaroğlu genel aftan sonra yarın da bir başka mitingde, ‘Anayasa’da vatandaşlık tanımını değiştirelim’ diyebilir. Kılıçdaroğlu “demokrasi” derse bir güç olur. Demezse, siyasette hiçbir şey olmaz. Bir gün gelir, işte o da çekip gider.

Adil Gür: ‘Seçmenini sandığa götüren kazanır’ - Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 06.09.2010





“İmralı’nın boykotu derinleştirin demesinden sonra, artık referandumda ‘hayır’ çıkması sürpriz olmaz. Sonucu BDP’li Kürtlerin boykota uyup uymaması belirleyecek.”







“‘Bitaraf olan bertaraf olur’ lafı, Öcalan’la görüştü görüşmedi meselesi, ‘hayır’ı iki puan arttırdı. Erdoğan, CHP’nin sertliğine aldırmayıp Anayasa’ya odaklansaydı ‘evet’ yükselirdi.”







“En son araştırmada, ‘evet’ yüzde 51, ‘hayır’ yüzde 49 oldu. Öncekinde ‘evet’ 50,7, ‘hayır’ 49,3’tü. CHP’liler ve MHP’liler, ‘12 Eylül darbesi doğruydu’ diyor. AKP’liler ‘darbe yanlış’ diyor.”



* * *



NEDEN ADİL GÜR





Türkiye, bu pazar günü hayati bir referanduma gidiyor. Geleceğini belirleyecek çok ciddi dönemeçlerden birine giriyor. Bu Anayasa değişikliği kabul edilirse, yeni bir anayasanın yolu açılacak. Demokratik hukuk devletine doğru önemli bir adım atılacak. Kabul edilmezse bugünkü düzeni, asker ve yüksek yargının toplum üzerindeki hükümranlığını değiştirmek çok zorlaşacak. Anayasayı ve Türkiye’yi sivilleştirmek iyice güçleşecek. Peki, böyle kritik bir oylamaya yaklaştığımızda durum ne? Referanduma bir haftadan az bir süre kala, “evet”lerin ve “hayır”ların oranı nasıl? Kim, ne oy verecek? Niye öyle oy verecek? Hangi bölgelerden, hangi şehirlerden nasıl oy çıkacak? İstanbul’da ne yaşanacak? Bu sonuçlarda hata payı ne? İnsanlar referandumla ilgili tercihlerini korkmadan açıklayabiliyorlar mı? Bu oyları hangi nedenler etkileyecek? Kararsızlar niye hâlâ kararsızlar? Kararsızlar kimler? Kararsızların oyunu neler ve hangi olaylar değiştirecek? Böyle başa baş bir yarışta BDP’li Kürtler ne yapacak? Partinin boykot kararına ne ölçüde uyulacak? Uyulursa sonuç ne olacak? Bu referandumda sonuçları ne belirliyor? Liderlerin mitingleri, üslupları insanların tercihlerini ne ölçüde ve ne yönde değiştiriyor? Başbakan Erdoğan ve CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun referandumun sonucunda kişisel etkileri neler? Referandumun sonuçlarının siyaset üzerindeki etkisi ne olacak? Sonuçlardan en çok hangi parti etkilenecek? Bütün bunları, 2007 ve 2009 genel ve yerel seçimlerinin sonuçlarını en doğru şekilde önceden tesbit eden, Türkiye’nin önde gelen güvenilir kamuoyu araştırmacılarından ve siyaset analizcilerinden A&G Araştırma Şirketi’nin sahibi Adil Gür’e sorduk. Adil Gür referandumla ilgili bugüne dek Türkiye genelinde peş peşe altı araştırma yaptı. Yedinci ve son araştırmasını da hâlâ saha çalışmalarıyla ve yüz yüze görüşmelerle sürdürüyor.



* * *



NEŞE DÜZEL: Referanduma beş gün kaldı. Referandumla ilgili en son araştırmanızı ne zaman yaptınız?



ADİL GÜR: Anayasa değişikliği Meclis’in gündemine geldiğinden beri biz referandumla ilgili altı tane araştırma yaptık. Sonuncusunu da 28-30 ağustosta, 46 ilde 3681 hanede yüz yüze görüşme metoduyla gerçekleştirdik.





Sonuç ne çıktı?



28-30 ağustosta yaptığımız araştırmanın sonucu da, beşinci araştırmanın sonucuna çok yakın çıktı. Beşinci araştırmada, “evet” oyu yüzde 50,7, “hayır” oyu yüzde 49,3’tü. Altıncı araştırmada da “evet” yüzde 51, “hayır” yüzde 49 oldu. İki araştırma arasında sadece binde ikilik, üçlük fark ortaya var. Bu bindelik fark, altıncı araştırmada “evet” lehine gelişti ama şunu bilmek lazım. Bu kadarlık fark, araştırmanın hata sınırları içinde olabilir.





Bu sonuçlarda hata payı nedir peki?



Bu araştırmaların, artı ve eksi yüzde 1 ve yüzde bir buçukluk bir hatası vardır. Dolayısıyla “evet”ler artmamış, aksine azalmış da olabilir. Zaten son altı aydır yaptığımız araştırmalarda trend hep aynı. Yaptığımız altı araştırma da, hata sınırları içinde hep birbirine çok yakın sonuçlar verdi. Bizim bütün araştırmalarda, yüzde 51 mertebesinde “evet”, yüzde 49 mertebesinde “hayır” sonucu çıktı. Mesela yaz tatilinden önce yaptığımız referandum araştırmasının da sonuçları aynen böyleydi. Siyasi partiler bir buçuk aydır mitingler yapıyorlar, tanıtım ve ilana paralar harcıyorlar ama insanlar pek etkilenmiyor ve sonuç değişmiyor.





Niye?



Çünkü Türkiye’de halk, birkaç yıldır çok kutuplaştı. Bu referandumda sonucun nasıl oluştuğunu anlamak için son seçimlerin sonuçlarını önünüze koyun. Referandumda “evet” diyen partilerin, 2009 yerel seçimlerinde aldıkları oyları toplayın. Sonra, diğer yanda da “hayır”cı partilerin son seçimlerdeki oylarını alt alta yazıp toplayın. Seçimlerde çıkan başa baş sonucun aynısının bu referandumda da çıktığını göreceksiniz.





Yaptığınız araştırmalarda kararsızların oranı nedir?



“Kararsızım” diyen yüzde 10-11 oranında bir kitle var ama gerçek kararsızların oranı aslında yüzde 5-6’dır. Çünkü kararsızların bir bölümü, aslında sandığa hiç gitmeyecek olanlardır. Bunlar oy kullanmaya gitmeyeceğim demek yerine, “kararsızım” demeyi tercih ediyorlar. Bütün seçimlerde bu böyledir. Bu referandumda da sadece yüzde 5-6’lık bir kararsızlar grubu sandığa gidecek.





Eğer evet-hayır sonuçları sizin dediğiniz gibi başa baş gidiyorsa, bu referandumun sonucunu bu kararsız yüzde 5-6’lık kitle mi belirleyecek?



Aynen öyle... Bir de tabii, BDP’li Kürtlerin boykota uyup uymama, kararı belirleyecek. BDP’li Kürtlerin tavrı çok önemli! Eğer araştırmalarda, “evet” ve “hayır” oyları arasında yüzde 55’e yüzde 45 gibi “evet” ya da “hayır” lehine durum ortaya çıkmış olsaydı, bu kadar çok araştırma yapmaya, emek ve para harcamaya gerek yoktu. Ama bu referandumda öyle başa baş, nefes nefese bir yarış var ki, yüzde 1, yüzde 2’lik fark bile çok çok önemli!





Kimler bu kararsızlar?



Her seçimde bir ‘son dakikacılar’ vardır. Bunların, bir partiye sadakati, o partiyle yakın bağları yoktur. Daha az politize olmuş insanlardır bunlar ve oy verecekleri partiyi son anda belirlerler. Bu referandumda sonucunu da, BDP’li Kürtlerle birlikte çok az sayıdaki kararsızlar belirleyecek. Bu kararsızları, ağırlıklı olarak kadınlar ve gençler oluşturuyor.





Pazar günü sandığa gidilecek. Önümüzdeki birkaç gün içinde, bu sonuçları değiştirebilecek bir olay olur mu?



Burası Türkiye, her an her şey olabilir. Türkiye’de değil bir hafta, 24 saat bile çok çok önemlidir. Referandumun sonucunu değiştirecek bir olayın olmamasını temenni ediyorum. Çünkü bu ülkede yaşayan halkın, ciddi ekonomik dalgalanmalarla, terör olaylarıyla ve bazı dinî-milli konularla ilgili ciddi hassasiyetleri vardır.





Nasıl bir olay bu sonuçları değiştirir?



Son düzlüğe girildi. Artık kararsızları etkileyecek olan lider konuşmalarıdır. Bu yüzden liderlerin olası bir hatası veya gafı bu referandumun sonucunu belirleyecek. Mesela Başbakan’ın “bitaraf olan bertaraf olur” açıklaması ve Öcalan’la görüşüldü görüşülmedi meselesi, “hayır” oylarını iki puan birden arttırdı. Aslında Başbakan Erdoğan muhalefetin sert söylemini dikkate almayıp, Anayasa değişikliğine ve referanduma odaklansaydı, “evet” oyları yükselirdi. Ama Erdoğan muhalefetin sert söylemine cevap verdi ve toplumda zaten var olan kutuplaşma daha da arttı. Bu sert kutuplaşma, CHP içinde Anayasa değişikliğine “evet” diyeceklerin sayısını iyice aşağıya çekti. Bir de referandumun sonucunu değiştirmede BDP’nin tavrı çok önemliydi.





Hangi açıdan önemliydi?



Şöyle... Kürtlerin büyük çoğunluğunun evet dediği dikkate alınırsa, bu referandumun sonucunu, boykota uymayıp sandığa giden BDP’li Kürtlerin tavrı belirleyecek. Eğer BDP’li seçmen boykot kararına uyup sandığa gitmezse, “evet” ile “hayır” arasında zaten çok küçük olan fark daha da küçülecek. Anlayacağınız nefes nefese bir sonuç yaşanacak.





Tam olarak ne yaşanacağını öngörüyorsunuz?



Üç gün öncesine kadar, BDP’nin boykot kararını yumuşatma ihtimali vardı. Ama son üç gündür gerek İmralı’dan gerekse BDP’li yöneticilerden yapılan açıklamalar, boykotun yumuşatılmayacağını, işin aksine tabanda sıkı tutulacağını gösterdi. Hatta Öcalan yeni avukat görüşmesinde, “Boykotu derinleştirin” dedi. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, eğer boykota uyanların oranı yüzde 51’in altında çıkarsa, gereğini yapacağını söyledi. Oysa BDP, boykotu yumuşatsaydı, referandumda “evet” lehine bir gelişme olurdu.





BDP boykot kararını sertleştirdi. Şimdi ne olacak sizce?



BDP’nin kararı boykotu sıkı bir şekilde uygulatma yönünde olunca... Durumun başa baş gittiği bu referandumda artık “hayır” sonucu çıkması sürpriz olmaz!





Sizin yaptığınız araştırmalara göre BDP seçmeninin ne kadarı boykotçu?



Bizim yaptığımız araştırmalarda, BDP seçmeninin yarısı boykotçu değil. Yüzde 50’si “ben sandığa gideceğim” diyor. Bunlar ağırlıklı olarak Adana, Mersin, Antalya, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde ve metropollerde yaşayan Kürt kökenli BDP seçmenleri... Ayrıca Diyarbakır, Mardin, Batman gibi illerin kent merkezlerinde yaşayanların arasında da “sandığa gideceğim” diyenler var. Köyde ve kırda ise boykot kararına uyma eğilimi çok yüksek.





Güneydoğu’daki BDP’lilerle batıdaki BDP’lilerin boykota karşı tavırları nasıl olacak?



Çok farklılar. Bölgedekilerin yüzde 70’i boykotçuyken, bölge dışındakilerin sadece yüzde 35-40’ı boykotçu. Batıdaki BDP’lilerin önemli bölümü boykotçu değil.





İnsanların referandumla ilgili kararlarını ve düşüncelerini korkusuzca ve dürüstçe açıkladıklarından emin misiniz?



İnsanların yüzde 95’inden fazlası korkusuzca ve dürüstçe açıklıyordur kararını. Ancak bu referandumda durum öyle başa baş gidiyor ki insanların yüzde 2-3’ü bile gerçek kararını açıklamaktan çekiniyorsa ve cevabında dürüst davranmıyorsa, bu, araştırmalardaki hata payını yükseltiyor. Bugüne kadar çok seçim yaşadım, en zoru bu oldu. Çünkü “evet” diyenlerin içinde, aslında “hayır” diyecek olanlar olabilir. Devletle, belediyelerle işi olabilir ve gerçeği söylemekten çekinebilir. Ayrıca tabii, CHP ve MHP seçmeni içinde de “evet” diyeceğini söylemekten utananlar olabilir.





AKP tabanının kaçta kaçı bu referandumda “evet” diyecek?



Son yaptığımız araştırmaya göre, bugün milletvekili seçimi olsa AK Parti’ye oy vereceğini söyleyenlerin seçmenin yüzde 90’ı “evet” diyor. Yüzde 5,8 kararsız olduğunu söylüyor. AK Parti seçmeninin yüzde 4,2’si ise “referandumda ‘hayır’ diyeceğim” diyor. Yani AK Parti seçmeninin yüzde 10’u şimdilik “evet” demiyor.





CHP tabanından “evet” çıkar mı?



CHP seçmeninin yüzde 92,8’i “hayır diyeceğim” diyor. Tüm parti seçmenleri arasında en yüksek oranda sandığa gideceğini ve “hayır” oyu vereceğini söyleyen seçmen, CHP seçmeni. Sadece yüzde 2,5’luk kesim, “evet” diyeceğini söylüyor. ‘Anayasa değişiklikleri yeterli olmasa da en azından olumlu bir adımdır ve Türkiye’nin lehinedir’ teziyle hareket eden bir aydın kitle var. Bir de şunu söyleyeyim... İlginçtir, 12 Eylül darbe söyleminin referandumda bir karşılığı yok. Bugün seçmenin yüzde 50’den fazlası 12 Eylül’ü hatırlayacak yaşta değil. Üstelik 12 Eylül’ü hatırlayanların ve yaşayanların çoğunluğu da, “o günün şartlarında 12 Eylül darbesi doğruydu” diyor.





Hangi partilerin seçmeni, “darbe doğruydu” diyor?



Ağırlıklı olarak CHP’liler ve MHP’liler “doğruydu” diyor. AK Partililer ise darbeyi yanlış buluyor. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın 12 Eylül mağduru ülkücülere ve devrimcilere seslenmesinin referandum sandığında çok fazla karşılığı yok. Başbakan’ın MHP içindeki ülkücülerden yüksek orandaki “evet” beklentisi karşılanmayacak.





Neden?



Bir insan 18-20 yaşında devrimci ya da ülkücü olabilir ama 30-35 yaşına geldiğinde artık devrimci ve ülkücü değildir. O adam liberalizme, merkeze kaymıştır ve bugün zaten o partilere oy vermiyordur. Ayrıca, MHP seçmeninin yüzde 10’u “evet diyeceğim” diyor. MHP’nin toplam yüzde 12 oyu var. Dolayısıyla MHP’deki yüzde 10’luk “evet”çi kesimin referanduma etkisi, yüzde 40’lık oya sahip olan AKP’deki yüzde 4,2 oranındaki “hayır”cıların referanduma etkisinden daha düşüktür. AK Parti’nin yüzde 4,2’sinin “hayır” demesi, referandumu 1,7 puan etkiler. Size şunu söyleyeyim... Bu referandumda en fazla “evet”çi olanlar Kürtler.





En fazla “hayır”cı olanlar kimler?



Yaptığımız altı araştırmada hiç değişmeyen şu oldu: Ege, Akdeniz ve Trakya’da yüzde 60-70’ler mertebesinde çok yüksek bir “hayır” oyu çıkıyor. Mesela İzmir’de “hayır”lar yüzde 65-70 düzeyinde bulunuyor. Trakya’da yüzde 65-70 oranında “hayır” çıkıyor. Buna karşılık Marmara’da Kocaeli, Sakarya gibi illerde yüzde 65-70 “evet” diyor. Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu’da yüzde 60’a yakın “evet” derken, Güneydoğu’da “evet”çiler, boykotçuların önünde gidiyor. Yüzde 55-60 “evet” diyor. En yüksek “hayır” Adana, İzmir, Antalya, Muğla, Trakya’da çıkacak görünüyor. Mersin’de “hayır” çıkacak. Bursa’da durum başa baş olacak.





En yüksek “evet” hangi ilde çıkacak sizce?



Bingöl’de çıkar herhalde. Bingöl, 1982 Anayasası’na “hayır” diyen tek şehirdir Türkiye’de. Her yerde 1982 Anayasası’na yüzde 92 “evet” çıkarken Bingöllüler “hayır” dedi. Ayrıca Doğu Anadolu’nun kuzeyinde Erzurum, Erzincan, Elazığ ve Malatya da yüzde 65-70’ler civarında “evet” diyecek. Konya, Kayseri gibi büyük şehirlerde “evet” oyu yüzde 80’lere ulaşabilecek. Size şunu söyleyeyim... Bu referandumda daha muhafazakâr olan insanlar, fakirler, garibanlar ve düşük eğitimliler çok yüksek oranda “evet” diyecekler. Yüksek gelirliler, eğitimliler ise yüksek oranda “hayır” diyecek. Çünkü “evet” ve “hayır” oyları sosyoekonomik yapıyla yakından ilgili. Biz altı araştırmada da bunu gördük.





Tam olarak ne gördünüz?



İlkokul ve daha alt eğitim grubunda olanların yüzde 60’a yakını referandumda “evet” diyecek. Üniversite mezunu olanların yüzde 65’inden fazlası da “hayır” diyecek. Hane halkı geliri bin liranın altında olanların yüzde 70-75’i “evet” diyecek. Hane halkı geliri beş bin liranın üzerinde olanların çok büyük bir kısmı da “hayır” diyecek. Çünkü zenginler ve eğitimliler AKP’den memnun değiller. Biz bu dönemde, domates ekimi yasaklansın mı, yasaklanmasın mı diye bir referandum yapsaydık, gene buna benzer bir sonuç çıkacaktı.





Peki, İstanbul’dan nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?



“Evet” lehine bir sonuç bekliyorum. İstanbul, Konya ve Kayseri kadar olmasa da yaşam tarzı açısından Türkiye’nin en muhafazakâr şehirlerinden biri. Aslında İstanbul, bu referandumun kaderini belirleyecek. Eğer İstanbul’da yüzde 55 “evet” çıkarsa, Türkiye’de her halükarda “evet” çıkar. Eğer İstanbul’da yüzde 50,5 oranında “hayır” çıkarsa, Türkiye genelinde yüzde 55’le “hayır” çıkar. Çünkü İstanbul bu kadar değişmişse, Konya, Kayseri ve Çorum da değişmiş demektir İstanbul’da “hayır” lehine bu kadar gelişme oluyorsa, taşrada da “hayır” lehine o kadar bir gelişme yaşanıyordur.





Eğer İstanbul bu kadar belirleyici idiyse, niye Türkiye genelinde bugüne dek altı araştırma yapıp da İstanbul’da hiç yapmadınız?



Yaptığımız araştırmalarda örneklemelerin yüzde 20’sini zaten İstanbul oluşturuyor. Her araştırmada, İstanbul’da “evet”ler hep üç-beş puan daha önde çıkıyor. Türkiye genelinde “evet” yüzde 51, “hayır” yüzde 49 ise İstanbul’da bu oran yüzde 53’e 47 gibi çıkıyor... İstanbul’da yüzde 55 çıkarsa, Türkiye’de “evet” garantidir. Ama “evet” ve “hayır” İstanbul’da başa baş olursa, bu referandum reddedilmiş demektir. Bu yüzden bu hafta, hem Türkiye genelinde hem de İstanbul ve Ankara’da ayrı ayrı araştırmalar yapıp, Türkiye sonuçlarını İstanbul’la çekedeceğiz.





Sizce Ankara’da ne çıkacak?



“Hayır” çıkacak. Zaten bunun için araştırma yapmaya da gerek yok. 2007 ve 2009’da siyasi partilerin aldıkları oy oranlarını alt alta yazınca, referandumda çıkacak sonucu görüyorsunuz. 2009 yerel seçimlerindeki sonuç neyse, referandumda da aynı sonuç çıkacak. Türkiye’nin renkleri değişmeyecek. Sahiller gene kırmızıya bürünecek.





Bu referandumda sonuçları ne belirliyor sizce?



Siyasi partilerin oy oranları belirliyor. Anayasa değişiklikleri belirlemiyor. Mesela bu anayasa değişikliği memura sendika hakkı veriyor ama, memurların büyük çoğunluğu “hayır” diyor. Özel sektör çalışanları, işsizler, emekliler de “hayır” diyor. 2009’da İl Genel Meclisi seçimlerinde AK Parti yüzde 38,4, CHP yüzde 23,1, MHP yüzde 16 oy aldılar. CHP ile MHP’nin yüzde 39’luk toplam oyuyla AK Parti’nin yüzde 38,4’lük oyu gene başa baş çıkmıştı. Anlayacağınız CHP ve MHP’nin toplamı AKP ediyor. İşte bu yüzden de referandumun sonucunu BDP’li Kürtler belirleyecek ya. Anahtar BDP’li Kürtlerde. Ayrıca bu referandumda en yüksek oranda “evet”çiler, kadınlar.





Niye ev kadınları “evet”çi?



Kadınlar her zaman istikrardan yanadır. Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın başından beri kadınlar nezdinde bir karizması var. Kadınlar Başbakan’ı çekici buluyorlar.





Liderlerin mitingleri sonuçta etkili oldu mu?



Aslında referandum süreci boyunca “evet” oyları artmadı ama AK Parti’nin oyları arttı. Bu referandumun etkisi, genel seçimlerde görülecek. Geleceğe dönük seçmen yaratma konusunda mitingler etkili oldu. AK Parti bu süreçte güçlendi. Görünürlüğüyle, mitingleriyle oyunu arttırdı. Bunu, partilerin oy oranlarına bakarak söylüyorum. MHP bu süreçte çok geride kaldı. Devlet Bahçeli son anda bunun farkına varıp mitinglere ve ekranlara çıkmaya başladı.





Kılıçdaroğlu’nun çıkacak sonuçta kişisel etkisi nedir?



Kılıçdaroğlu 2011 seçimlerine ciddi yatırım yapıyor. Gittiği her yerde sizi ihmal ettik diyerek halktan özür diliyor. Onun gösterdiği performansın yarısını CHP parti olarak gösterebilseydi, bu referandumdan kesinlikle “hayır” çıkardı.





Erdoğan’ın kişisel etkisi nedir peki?



AK Parti bu referandum kampanyasını çok iyi yürüttü ama Başbakan yaptığı hırçın çıkışlarla kampanyanın etkisini azalttı.





Bulduğunuz sonuçların doğruluğundan ne kadar eminsiniz?



Hata sınırları içinde araştırma sonuçlarımıza güveniyoruz. “Evet”ler bir adım önde ama araştırmanın hata sınırları içinde, referandum ortada demektir bu. “Evet” ve “hayır” başa baş gidiyor. Ben yüzde 55 gibi bir sonuç beklemiyorum. Yüzde 55 benim için çok büyük bir sürpriz olur. BDP’nin boykotu sıkı tutma kararlılığından sonra ise referandumda “hayır” çıkması sürpriz olmaz. Şunu söyleyeyim...





Evet..



Bu referandumda seçmenini sandığa gitme konusunda motive eden, seçmenini sandığa götürmeyi başaran kazanacak. Eğer “evet” ile “hayır” arasında yüzde 5’lik bir fark olsaydı, yüzde 2-3’lük kesimin sandığa gelmemesi çok önemli değildi. Ama durum öyle başa baş ki, seçmeninin yüzde 2’sini, 3’ünü sandığa getiremeyen referandumu kaybedebilir!

Evetler ve hayırlar: iki ana gövde Eser KARAKAŞ

ekarakas@stargazete.com


Referandumda evet kampanyası yürüten yegane önemli siyasi parti AK Parti.



Buna rağmen tahminler yüzde elliden daha fazla evet çıkacağı yönünde.



Bu durumun siyasi analizinin iyi yapılması gerekiyor.



Türkiye son senelerde büyük ekonomik, sosyolojik değişimler yaşıyor.



Ekonomi büyük ölçüde dışa açıldı, tarımın milli gelir içinde payı yüzde ona, tarımsal işgücü ise yüzde yirmi beşe kadar düştü.



Bu belirleyici olabilecek ekonomik ve sosyolojik dönüşümlere rağmen siyasi yapı daha az değişiyor.



Hatta, biraz soyutlamaya yapmaya da kalkarsanız, siyasi gövdeler hep aynı.



12 Eylül 2010 referandumunda kullanılacak evet ve hayırlar Türkiye siyasetine ilgi duyanlar için çok da yabancı değil.



Atatürk döneminde yaşanan iki çok partili rejim girişimi sürebilse idi, bu yeni partilere oy atacaklar Pazar günü evet, bu girişimlere karşı olanlar ise hayır oyu kullanacaklar.



14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’ye, Menderes’e oy atanlar evet, 1950’de çok partili yaşama geçişe soğuk bakanlar ve CHP’ye oy atanlar ise hayır diyecekler.



O günlerden günümüze gelen süreklilik muhtemelen büyük ölçüde birey bazında değil de, zihniyet temelli.



Menderes’in 1950 ve 1954 oy oranları ile, Pazar günü için tahmin edilen evet oranının yakınlığı manzarayı görmek isteyenler için çok öğretici.



27 Mayıs ihtilaline ve idamlara alkış tutanlar muhtemelen Pazar günü hayır derken, Menderes’in gazetelerdeki darağacı resmine sessiz sessiz ağlayanlar evet oyu kullanacaklar.



1961 Anayasası çok çağdaş bir anayasa idi diyenler de, ordu-millet elele sloganı atanlar da yine muhtemelen Pazar günü hayır oyu kullanırken, asker dipçiğiyle çağdaş anayasa (1961) olmaz diyenler evet diyecekler.



Üniversite öğrencisi kızlara uygulanan türban yasağından ahlaken rahatsız olanlar Pazar günü evet derken, sıkmabaş retorikçileri hayır diyecekler.



Özal döneminin Türkiye için önemini kavrayanlar da Pazar günü evet oyu kullanırken, Özal’a “alışamadık” telgrafı çekenler, bu telgrafı alkışlayanlar hayır diyecekler.



28 Şubat balans ayarını (!) destekleyenler de yine muhtemelen Pazar günü hayır derken, askerin siyasete her düzeyde müdahalesine karşı çıkanlar evet oyu kullanacaklar.



27 Nisan 2007 muhtırası sonrası “asker de bir ölçüde haklı canım” diyenler de hayır oyu verirken, 28 Nisan günü “bu muhtıra ülkeye utanç getirmiştir” diyenler evet diyecekler.



Bu örnekleri çoğaltmak, günlerce yazmak mümkün.



AB karşıtları blok olarak hayır diyecekler, AB sürecinin önemini kavrayanlar evet diyecekler.



Manzara-i umumiye gailba böyle.



Yukarıdaki örneklerde daha açılımcı, daha cesur duran kesimler ülkemizin yüz akı olmuşlar.



Türkiye’nin Pazar günü bir “hayır” yanlışı yapacağını hiç zannetmiyorum.



Pazar günü de yine bu iki ana gövde karşı karşıya gelecekler.



Arada karşımıza çıkan küçük sapmaları çok ciddiye almayın.

Referandum sonrası vesayet atağı Eser KARAKAŞ

 ekarakas@stargazete.com


Referanduma altı gün kaldı.

Olağandışı bir gelişme olmaz ise referandumdan evet çıkacak.



Çok da iyi olacak.



367 kararını veren Anayasa Mahkemesi, Hrant Dink kararını veren Yargıtay, hükümetin önünü ekonomik olarak tıkamak isteyen Danıştay, Ertosun’lu HSYK bu durumdan etkilenecekler.



12 Eylül sonrası muhtemelen kurucu ideolojiden çok evrensel hukuka ağırlık veren bir yüksek yargı süreci başlayacak.



En azından ben öyle umuyorum, temenni ediyorum.



Vesayet rejiminde ikinci bir büyük gedik daha açılacak.



Balyoz davası ve YAŞ sürecinden sonra ikinci vesayetçi organ yargı da demokrasilerde, hukuk devletlerinde olmaları gereken konumlarına çekilecekler.



Mevzilerine demiyorum, konumlarına diyorum zira hukuk devletlerinde askerin ve yargının ülke içi mevzisi olmaz; askerin de ancak dış düşmana karşı olur.



ANCAK, benim böyle temennim etmem bazı gerçekleri değiştirmez.



27 Nisan (asker) ve 367 (yüksek yargı) saçmalıkları sonrası da 22 Temmuz seçimlerinin artık kalıcı bir istikrar ve normalleşme getireceğini zannetmiş ve yanılmış idim.



Ergenekon devreye girdi, kapatma davası devreye girdi, Anayasa Mahkemesi’nin türban kararı devreye girdi ve normalleşme başka bahara kaldı.



Bu süreçte ilk günden, 23 Temmuz 2007 sabahı yeni bir anayasa atağına geçmeyen/geçemeyen AK Parti’nin de vebali büyük.



12 Eylül 2010 sonrası da toplum olarak yeni bir gerici atağa, yeni bir vesayetçi saldırdıya hazır olmalıyız.



Bu yeni vesayetçi saldırının alacağı şekil konusunda doğrusu bir şey söylemek zor; çok yakın geçmişte gazete kupürlerinden kapatma davası açabilen odağın aklına bakalım bu kez neler gelecek?



Işık Koşaner Paşa’nın üzerine oynamaları, askeri tanrik etmeye çabalamaları bile mümkün.



Askerin kendi bünyesinde de bu duruma baştan çanak tutabilecek unsurların varlığı zaten malum.



Sadece AK Parti değil, tüm evrensel kriterleriyle hukuk devleti talep eden tüm kesimler bu yeni sürece hazırlıklı olmalı.



Demokrasi, laiklik ve sosyal hukuk devleti evrensel niteliklerini mutlaka daha da ön plana çıkaracak yepyeni bir anayasa girişimi akla gelen ilk çözüm süreci.



İkinci ve belki daha da önemlisi de AB ve Kıbrıs süreçlerine güçlü destek vermek.



2011 Haziran seçimleri yeni bir anayasa ve AB temelli olmalı ki, vesayetçilerin şapkaları düşsün, kelleri görünsün.

12 Eylül cuntası ve soygunlar Eser KARAKAŞ

 ekarakas@stargazete.com


12 Eylül referandumu nedeniyle Türkiye tekrar o dönemin idamlarını, cinayetlerini, işkencelerini, insan hakları ihlallerini konuşuyor.



Çok da iyi oluyor.



Ancak, bu pis ve karanlık döneme ilişkin konuşmadığımız başka meseleler de mevcut.



Ve bu meseleler akçeli meseleler.



Dönemin, cuntanın Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya için haftalık amerikan Time dergisinin “Dünyanın en zengin askeri” nitelemesini yaptığını hatırlıyoruz.



12 Eylül 1980 ve Aralık 1983 arasında askeri ihalelerde, silah alımlarında neler döndüğünü tahmin ediyoruz ama netleştiremiyoruz.



12 Eylül günü Anayasa’nın geçici 15. maddesi tamamen kalktığında belki bu konular da gündeme gelir.



Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası son senelerde diktatörlerin çaldıkları paralarla ve bu paraların tekrar ülkelere geri dönebilme ihtimaliyle ilgileniyorlar.



BM ve Dünya Bankası’nın hesaplarına göre her sene diktatörlerin ülkelerinden soydukları paraların toplamı yirmi ile kırk milyar dolar arasında imiş.



Nijerya’yı 1993 ve 1998 arasında demir yumrukla yöneten diktatör Sani Abacha’nın bu dönem zarfında beş milyar doları zimmetine geçirdiği iddiaları araştırılıyor.



Nijerya diktatörü Abacha’nın bu paranın büyük bölümünü fiyatları yapay olarak şişirilmiş ihalelerden elde ettiği tahmin ediliyor; yeni Nijerya yönetimi bu paranın ancak yarım milyar dolarını kurtarabilmiş.



Haiti diktatörü Duvalier, Filipinler diktatörü Marcos da bu konuda iyi (!) isim yapmış kişiler.



Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası yöneticilerinin uğraşları bu paraların geriye alınabilmesi için; Afrika’da her kuruş çok önemli, yüz milyon dolarla senede altı yüz bin AİDS hastası bakılıyor, ya da 250 bin haneye su getirilebiliyor, gerisini siz düşünün.



BM ve Dünya Bankası’nın STAR (Stolen assets recovery-çalınmış varlıkların yeniden kazanılması) adlı bir kuruluşu İsviçre’den Duvalier ailesinin yedi milyar dolarını Haiti’ye geri döndürmeye çalışıyor.



12 Eylül artık otuz senelik bir geçmiş ama bu dönemde yolsuzluk olarak neler yaşandı, yöneticiler İsviçre bankalarına para kaçırdılar mı, kaçırdılar ise ne kadar kaçırdılar, bu paralar geri getirilebilir mi, doğrusu merak ediyorum.



12 Eylül rejiminin bu yönünün en az konuşulan yönü olması da bana hala ilginç geliyor doğrusu.



Malum ve meşhum üç sene içinde (1980-1983) silah alımlarında kimler komisyonculuk yaptılar, ihaleler nasıl gerçekleşti, bu soruların cevabını doğrusu hiç bilmiyoruz.



Bir alman dergisinin türk bayrağı ile uyuşturucu şırıngasını yan yana göstermesinde bu dönemin payı ne kadardır?



İşkenceleri, cinayetleri çok haklı olarak sorgularken, bu konulara pek girilmemesinin bizim ülkemizde özel bir anlamı, bir nedeni var mı?



12 Eylül referandumunda “evet” çıkarsa dönemin (12 Eylül 1980-Aralık 1983) MSB ihaleleri üzerine acaba projektörler çevrilebilecek mi?



Bu konuda zamanaşımı da olamayacağı belli.



Bu projektörler hayretten küçük dilimizi yutturacak sahneleri önümüze serebilir.

Cumhuriyet’e bakışta iki yol Eser KARAKAŞ

 ekarakas@stargazete.com


30 Ağustos günü bir televizyon kanalına, Atatürk döneminden günümüze Türkiye ekonomisini değerlendirmek için davet edildim, yarım saatlik bir programdı, bir konunun altını özellikle vurgulamayı amaçladım, ama ilginçtir, elektronik posta kutuma çok sayıda eleştiri geldi.



Bu eleştiriler bir zihniyet dünyasını yansıttığı için çok önemsiyorum.



Programın sunucusu bana 1923’den günümüze bir değerlendirme önerdiğinde bendeniz de kendisine mealen şu cevabı verdim: “1923’den 2010’a, hatta 1950’den günümüze ekonomik büyüklüklere baktığınızda çok önemli bir gelişme kendini gösteriyor, bu durum, bardağın dolu tarafı; ancak, aynı süre içinde mukayeseli bir analiz yapmaya kalkarsanız, yani aynı verileri aynı zaman dilimleri içinde, mesela İtalya ile karşılaştırır iseniz, durum öyle pek parlak gözükmüyor, bu da bardağın boş tarafı.”



İşte gelen eleştirilerin kökeninde bu yaklaşım var.



İnsanlar, Cumhuriyet döneminin başarılarını kendi içinde bir gelişme olarak değerlendirmek arzusundalar, mukayeseli bir tabloya bakmayı pek istemiyorlar.



Atletizmde bile başarı sadece zamana, yüksekliğe, mesafeye karşı kazanılan bir başarı değil, yarışma sonucuna, sıralamaya göre değerlendirilen bir başarı.



Ekonomide de durum pek farklı değil.



Cumhuriyet’in ekonomi karnesine kendi içinde baktığınızda ortaya çıkan tablo olumlu görünüyor.



1950 senesinde yaklaşık beş milyar dolar dolayında olan milli gelir bugün 700 milyar dolar civarında.



1970 senesinde bin doların altında olan kişi başına gelir bugün on bin dolara yaklaşıyor.



1968 senesinde tarım sektörünün milli gelir içindeki payı yüzde kırktan fazla iken bugün bu oran yüzde onun dahi altına inmiş bulunuyor.



1950 senesinde kişi başına ihracat 13 dolar iken son kriz öncesi kişi başına ihracat iki bin dolara gelmiş idi.



Yine 1950 senesinde toplam dış ticaret hacmi yani ihracat artı ithalat yaklaşık yarım milyar dolarken yine son kriz öncesi dış ticaret hacmi 350 milyar doları aşmış, yani yedi yüz kat artmış idi.



1950 senesinde ülkemize gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımı sadece beş milyon dolar iken, 2007 senesinde Türkiye 22 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekti; yani yaklaşık dört yüz katı.



Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.



Bu örnekler hoş, insanın gururunu okşuyor ama ne kadar anlamlı, mukayeseli bir çerçevede ne anlama geliyorlar, orası pek net değil.



İtalya’nın kişi başına milli geliri 1950 senesinde neydi, bugün ne kadar, ve bu performans ile bizim büyüme performansımız arasındaki fark nedir, asıl sorulması gereken doğru soru bu.



İtalya 1950 senesinde ne kadar ihracat yapıyordu, şimdi ne kadar yapıyor?



İtalya 1950 senesinde ne kadar doğrudan yabancı sermaye yatırımı çekiyordu, bugün ne kadar çekiyor?



Bu sorulara verilecek mukayeseli cevaplarda İtalya’yı geçtiğimiz gün tüm meselelerin çözümüne çok yaklaşmış olacağız.



Örnek olarak da, kendimize haksızlık etmemek için İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeleri değil, İtalya’yı seçtim; kendimizi de doğrusu Somali, Tunus, Mısır gibi ülkelerle karşılaştırmak istemem.

Yetmez ama evet’e somut gerekçe Eser KARAKAŞ

 ekarakas@stargazete.com


Son günlerde aklım hep vesayet kavramında.



Vesayet rejimi dendiğinde bu toplumun aklına bir dizi konu, madde, tutum ve olay geliyor.



Bu konu, madde, tutum ve olayların tümünün sevimsiz bir vesayet rejiminin karineleri olduğuna kuşku yok.



Ama, vesayet rejimi maalesef bunlarla sınırlı değil.



Türkiye’de yapılması gereken Anayasa’da, yasalarda, yönetmelik ve tüzüklerde, ders kitaplarında, eğitim kurumlarında, askeri eğitim birimleri dahil olmak üzere her türlü müfredat içeriğinde kapsamlı bir temizlik.



Son günlerde yazdığım Lise Milli Güvenlik Bilgisi ders kitabının önsözü, içeriği meselesi, siyasi iktidarın, MEB’in siyasal tercihlerine rağmen çok açık bir vesayet kanıtı.



Umarım makul bir gelecekte çocuklarımızın zihin dünyalarını iğdiş eden, çağdaş dünyadan tamamen kopuk bu tür saçmalıkları ders kitaplarından ayıklayabilme aşamasına gelebiliriz.



Gelelim bugünkü vesayet örneğine.



Son KPSS’de ortada büyük bir sorun var; iddialara göre beş bine yakın kişiye sorular önceden ulaşmış; KPSS sonuçları memur atamalarında temel teşkil ettiğinden iddia çok vahim.



Bu iddia karşısında da Sayın Cumhurbaşkanı Gül kendisine bağlı görev yapan Devlet Denetleme Kurulu’nu (DDK) devreye soktu; DDK gerekli incelemeleri yapacak ve umarım herkesi tatmin edecek bir sonuca varılacak.



Devlet Denetleme Kurulu anayasal bir müessese ve 1982 Anayasası’nın 108. maddesinde kuruluş gerekçesi, işleyişi, üyelerinin atanma biçimi, HANGİ KURUMLARIN DENETİM YETKİSİ DIŞINDA KALDIĞI belirtiliyor.



Sayın Cumhurbaşkanı Gül de bu maddeye dayanarak, herhalde ÖSYM bünyesinde, KPSS denetlemesini yaptırıyor.



Madde şöyle başlıyor: “İdarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması amacıyla Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan DDK....”.



VE, maddenin ikinci paragrafında Silahlı Kuvvetler ve yargı organlarının DDK’nın görev alanının dışında kaldıkları ifade ediliyor.



Yargı organlarının DDK kapsamı dışında olmasını anlıyoruz, yargı bağımsız bir erk ve yürütme erkinin başı olan Sayın Cumhurbaşkanı’na bağlı bir kurulun yargıyı denetlemesi olmaz.



ANCAK, TSK’nın DDK kapsamı dışında kalışını hukuksal bir mantıkla açıklamak mümkün müdür?



OYSA, son senelerde TSK içinden gelen haberler bir Cumhurbaşkanlığı DDK denetlemesini ziyadesiyle gerektiriyor idi; belki TSK’da bu denetlenme sürecinden güçlenerek, aklanarak çıkabilir idi; şimdilik olmadı.



Bu ve benzeri anayasal, yasal düzenlemeler vesayet rejiminin somut örnekleri.



Gönül isterdi ki, Anayasa’nın 108. maddesi de 12 Eylül referandum kapsamında olsun ve TSK’ya tanınan bu ayrıcalık kaldırılsın; şimdilik yine olmadı.



İşte bu nedenden 12 Eylül’de “yetmez ama evet” diyoruz.



Arkasından daha kapsamlı bir değişiklik gelir, tüm vesayet düzenlemeleri değişir umuduyla.



Eminim Sayın Cumhurbaşkanı da Anayasa 108’in ikinci paragrafından rahatsızdır.

Gerçek vesayet işte budur Eser KARAKAŞ

 ekarakas@stargazete.com


Çünkü (Pazar) Star Gazetesi yazımda Lise Milli Güvenlik Bilgisi kitabına egemen anlayışı eleştirmiş ve bu zihniyetle yetiştirilen genç nesillerden yaratıcılık, mesela bir Google icadı beklenemeyeceğini ifade etmeye çalışmış idim.



Yazımın sonunu da siyasal bir eleştiriyle noktaladım zira en nihai analizde bu kitapların çocuklarımızın önüne verilmesinden Milli Eğitim Bakanlığı sorumlu.



Ya da ben öyle zannediyorum.



Askeri, bürokratik vesayet konusu son senelerin en çok tartışılan, konuşulan konuların başında geliyor.



Vesayete ilişkin önümüzde somut anayasal, yasal yapılar, düzenlemeler var.



Genelkurmay’ın, bırakın Milli Savunma Bakanlığı’na Anayasa’nın 117. maddesine göre Başbakan’a bile bağlı olmadığı bir ülkede yaşıyoruz; TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi var, bir türlü değiştirilemeyen Sayıştay kanunu var, çift başlı yargı meselesi var, vs.



Ama bu konuları en azından son senelerde konuşuyoruz, çözüme yönelik bebek adımları da atıyoruz, 12 Eylül referandumunda daha önemli bir adım daha atacağız.



Ancak, gerçek siyasi vesayet çok daha kapsamlı bir konu.



Bu çok kapsamlı vesayetin en somut ve garip örneği de mesela yukarıda belirttiğim kitap.



Bu kitabın (Lise Milli Güvenlik Bilgisi, 2009, dördüncü baskı) önsözünden bir bölümü aktarıyorum: “Bu ise (Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik ve bütünlüğünü korumak) Atatürk ilke ve inkilaplarını sadece düşünce boyutunda değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak da benimsemekle mümkündür. Türk genci, Atatürk’ün kendisine emanet ettiği bu ilke ve inkilapları bir yaşam biçimi olarak benimsediği ve ülkemizin karşı karşıya kaldığı tehditlerin bilincinde olduğu sürece Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını sonsuza kadar sürdüreceğine ve çağdaş uygarlıklar düzeyinin üstüne çıkacağına kuşku yoktur.”



Bu uzun alıntının anlamı şu: Yurttaşların tümü Atatürk ilke ve inkilaplarına uygun aynı yaşam biçimini benimserse bu çok iyi bir şeydir, hatta Cumhuriyet’in bekası buna bağlıdır.



Alıntının sonunda vurgu yapılan “çağdaş uygurlık” ülkelerinde anayasalarda belirli bir ideolojiye gönderme yapılmazken biz hem bu düzeye çıkmayı hatta aşmayı amaçlıyoruz ama aynı zamanda bir ideolojiyi anayasal ideoloji yapıyoruz, bununla da yetinmiyor ortak bir yaşam tarzı dayatıyoruz, dayatmak istiyoruz; ortada gerçekten vahim bir durum var.



Bu arada kimse atatürkçülük bir ideoloji değildir demesin zira ideoolji demek sistematik fikirler bütünü demektir, atatürkçülük ideoloji değildir demek sistematikten yoksun bir görüş demektir; atatürkçüler lütfen atatürkçülüğe hakaret etmesinler.



Benim son senelerde kişisel olarak da tanıdığım Milli Eğitim Bakanları’nın tümü, Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Çubukçu ülkemizde vatandaşların tümünün ortak bir yaşam tarzını benimsemeleri gibi bir saçma fikre karşıdırlar ama üzerinde MEB’in amblemi olan bir kitap önsözünde bu görüşü açık açık yazılabilmektedir.



Kitabın yazarı “Komisyon” olarak geçmektedir; bu Komisyon (?) kimlerden oluşmaktadır?



Ortak bir yaşam tarzı gibi bir saçmalığın siyasi otoriteye rağmen çocuklarımıza okutulabilmesi nasıl bir vesayet ilişkisinin ürünüdür?



Siyasi otoriteyi, parti programlarını hatta yargı kararlarını hiçe sayan ifadeler ders kitaplarına kimin, kimlerin marifetiyle önsöz düzeyinde girebilmektedir?



MEB’in asli görevi sadece öğretmen atamak mıdır?



Kitapların çağdışı yeknesaklık ideolojilerini çocuklara aşılamasına nasıl engel olunacaktır?



Bu durum siyasetin gücünü aşan bir şeyse biz seçimlerde kime, neden oy veriyoruz?

21. yüzyıla nasıl hazırlanıyoruz? Eser KARAKAŞ

 ekarakas@stargazete.com


Google’ın hisse senetleri toplam değerinin 114 milyar dolara yükseldiğini duyduğumdan beri Star Gazetesinde pazar günleri yazdığım eğitim yazılarını eğitim mantığı ve yaratıcılık ilişkisi üzerine oturtmak istiyorum.



Eğitim ideolojisi ile yaratıcılık ilişkisini kimsenin hafife alma lüksü yok, olamaz.



Bugün, siz okurlara, liselerimizde zorunlu olarak okutulan Milli Güvenlik Bilgisi kitabından (yazarlar: Komisyon, 2009, dördüncü baskı) bazı alıntılar yapacağım ve bu tür kitapların ve derslerin müfredata girmesinin 21. Yüzyılın olmaz ise olmazı yaratıcılığa katkısını (!) siz okurların takdirine bırakacağım.



Elimdeki Lise Milli Güvenlik Bilgisi kitabının dehşet bir önsözü (s.1) var; önsözün anafikri Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iç ve dış tehditler.



Çocuklarımıza daha liseli yaşlarda, iç tehdit, iç düşman gibi saçmalıkları maalesef MEB’in bedava dağıttığı kitaplar aşılıyor; aynı önsöz, Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik ve bütünlüğünün Atatürk ilke ve inkılaplarının sadece düşünce boyutunda değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak da benimsenmesiyle mümkün olabileceğini yazmaktadır.



Bu ifade aynı yaşam biçimini benimsemiş yetmiş milyon vatandaş özlemi demektir.



Böyle bir değerin (!) liseli gençlere aşılanması büyük bir yanlıştır; ayrıca, bu ifade biçiminin siyasal iktidarın parti ve hükümet programıyla da örtüşmemesi üzerinde mutlaka durulması gereken bir noktadır.



Ders kitapları siyasal iktidarın, MEB’in ne ölçüde kontrolü dışındadır?



Bu kitapları, şayet MEB kontrol edemiyor ise, kim kontrol etmekte ve müfredata dahil edebilmektedir?



Bu tür kitaplar AB ülkelerinde neden bu ülkelerin çocuklarına okutulmamaktadır?



Bu kitabı okutmak için Milli Güvenlik Bilgisi dersine hangi hocalar girmektedir?



Askerlerin üniformayla liselerde ders vermesi çağdaş eğitim süreçlerine uygun mudur?



AK Parti iktidarı yaklaşık sekiz senedir iktidardadır ve bu sekiz sene içinde bu tür kitapların müfredat dışına taşınması mecburiyeti maalesef ya görülmemektedir ya da sorunun çözümü için atılacak adımların üreteceği riskler alınmamaktadır.



Bu riskler alınmaz ise ne olur?



Yaşam biçimi, düşünce biçimi birbirine benzer genç nesiller yetişir.



Ama kimse Google benzeri bir icadın altına da imza atamaz.



Google üretecek genç nesiller yetişmediği ölçüde de fakirlik, işsizlik bir kaderdir.

Ne işi? ‘Özel Harp’ işi Mehmet ALTAN

 mehmetaltan@stargazete.com


Dün neydi? 6 Eylül. Bugün ne? 7 Eylül.



Peki, “6-7 Eylül” size neyi anımsatıyor? 55 yıl öncesini, 6-7 Eylül 1955’i soruyorum...



Tarih 6-7 Eylül 1955.



Her şey ‘Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı’ haberleriyle başladı.



Haber asılsızdı, ama faturası ağır oldu. Haber önce, saat 13.00’de radyodan duyuruldu, ardından İstanbul Expres Gazetesi ikinci baskı yaparak konuyu manşetine taşıdı.



Tirajı 20 bin olan gazete o gün 290 bin basıldı ve Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul’da dağıtılmaya başlandı.



Amaç halkı galeyana getirmekti, istenen oldu.



Grubun telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitleler, cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım gerçekleştirdi, İstanbul savaş alanına döndü.



6 Eylül akşamı başlayan ve yaklaşık 9 saat süren olaylar boyunca ve sonrasında Türk basınına göre 11 kişi, bazı Yunan kaynaklarına göre 15 kişi öldürüldü, 32 Rum da ağır yaralandı.



Rumlara ait 4 bin 500’e yakın işyeri, 110 otel, 27 eczane, okul, fabrika ve oteller büyük zarar görürken İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortadoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.



Olaylar sonrasında İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. Olaylar, başlangıçta ‘komünistlerin tahriki’ olarak yorumlanmıştı, ancak 1960 darbesi sonrası fatura Demokrat Parti’ye kesildi, parti yönetimi cezalandırıldı. Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden olan olaylar, Türkiye’nin yakın tarihine bir utanç tablosu olarak kazındı.”



***



Yukarıdaki haberi dün haber sitelerinden birinden aldım. Baktım, “fail” haberde utangaç bir biçimde gizlenmiş... Çünkü “fail” belirsizleştirilmiş... Hâlbuki fail gün gibi ortada... Adı, sanı, her şeyi belli. Orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Başkanlığı yapmış...



Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nda ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu, Fatih Güllapoğlu’na ne diyor?



“Bak ben sana bir örnek daha vereyim.



1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer ÖHD olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (...) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler.



Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular.



Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al...



- Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?



- Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi.



Ve muhteşem bir örgütlenmeydi.



Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”



***



Özel Harp Dairesi ne yapıyor?



Vahşi bir yağmacılık... Kanlı bir talancılık...



Ne için?



Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gayrimüslimleri ülkeden kaçırmak için...



Ne için?



Türkiye’yi dünyaya rezil etmek için...



***



Kime karşı “Özel Harp”?



Galiba Türkiye halkına karşı.



Nereden mi belli?



Ergenekon İddianamesi’ne bakın...



TBMM Susurluk Komisyon Raporu’na bakın...



TBMM Faili Meçhul Cinayetler Komisyon Raporu’na bakın.



Bunları okuduğumuz vakit, Türkiye’deki Çorum, Kahramanmaraş, 6-7 Eylül Olayları, Gazi Olayları, 16 Mart Katliamı, Sivas Katliamı gibi bütün bu tür vahşi, kanlı katliamlarda ayak izlerinin devlet örgütü içinde kaybolduğunu görürüz. Çünkü Türk devletinin içindeki odakların izni olmadan bu tür olaylar Türkiye’de gerçekleşmez.



***



Nedense soruşturması hala sonuçlanmayan Hatay Dörtyol’da da çok ilgimi çeken bir şey oldu.



Dükkânları yağmalayıp yıkarken, hangilerinin Kürtlere ait olduğunu biliyorlardı.



Tıpkı Kahramanmaraş olaylarında Alevi evlerinin tebeşirle işaretlendiği gibi... Bu kanlı olayları yönlendiren ve devlet içinden destek verenler var; zaten tüm raporlar da bunu ispatlıyor.



Ayrıca...



Bu katliamlarda birinci derecedeki güvenlik görevlilerinin her birisi, katliamların sonrasında terfi etmeye, çok daha üst makamlara gelmeye ve siyasi partilerin içinde de var olmaya devam ettiler...



***



Elli beş yıl önceki “6-7 Eylül” olaylarından, JİTEM’in parmağı olan Dörtyol olaylarına...



55 yıl içinde “değişen” ne, “değişmeyen” ne?



Değişen siyasal iktidarlar...



Değişmeyen ise “Özel Harp Provokasyonları”...



İktidarların gelip gitmesine rağmen “hep aynı kalan” ve “değişmeyen temel yapıya” ne diyoruz?



“Siyasal rejim” diyoruz...



Türkiye’de “siyasal iktidar kavgası” var ama “özel harpçi siyasal rejim” kavgası yok...



***



12 Eylül rejimi anayasasında sınırlı oranda ufak bir gedik açacak olan “referandum”, “özel harpçi siyasal rejimin” dönüşümüne yol açabilir mi?



“Evet” diye bastırsak ve işin peşini “siyasal rejimi” dönüştürmek için kovalarsak olabilir.



Kendi vatandaşına karşı kanlı bir yağmacılığı tertip eden bir devlet zihniyetinin 55. yıldönümünde...



Referandum öncesinde, iyi düşünün...

U2 ve Bono da “evet” diyor... Mehmet ALTAN

 mehmetaltan@stargazete.com


Efsanevi rock grubu U2 ve solisti Bono... Dün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü, kendilerine eşlik eden bakanlarla birlikte Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçti.



Bugün de...



Grup, Atatürk Olimpiyat Stadı’nda 70 bin kişinin izlemesi beklenen bir konser verecek.



Bono’nun duygu dolu sesi...



The Edge’in dokunaklı gitarı...



Dinî ritüelleri anımsatan sound...



U2, iki buçuk saat boyunca, 24 şarkıyla, 360 derece dönecek olan ve pençe adı verilen dev sahnede olacak...



***



U2, 1976 yılında, grup üyeleri henüz lise çağındayken kuruldu...



O zaman da siyasal bir anlayışa sahipti...



Nitekim U2 ismini, Bono’nun önerisiyle soğuk savaş sırasında kullanılan Amerikan casus uçakları U2’dan aldı.



“Sunday Bloody Sunday”, U2’nun sosyal-siyasi tavrını yaygınlaştıran ve grubu çok popülerleştiren en önemli başlangıç şarkıları oldu.



Şarkı, Kuzey İrlanda’nın Derry kentinde 30 Ocak 1972’de yaşanan ve sivil haklar için protesto düzenleyen 13 silahsız insanın Britanya Ordusu tarafından öldürüldüğü dramatik olayları anlatıyordu.



Sözlerini Bono’nun yazdığı ikonlaşan “Sunday Bloody Sunday” isimli şarkının anlattığı olayın üstünden onca yıl geçmesine rağmen, ancak bu yıl yayımlanan resmi bir rapor cinayetlerin “hem yasadışı, hem meşru gösterilemez” olduğu sonucuna vardı.



Britanya Başbakanı David Cameron da Birleşik Krallık adına Kuzey İrlanda’dan resmen özür diledi.



Bono da, raporun yayımlanmasını İrlanda’nın alacalı tarihinin en olağandışı günlerinden biri olarak yorumladı.



“Her iki taraftaki paramiliter güçlerin seslerini en fazla yükselttikleri gündü, dünya o gün barıştan vazgeçen insanları gördü” diyen Bono sözlerine şöyle devam etti:



“Sözler ne kadar anlamlı ve kelimeler ne kadar yürekten olursa olsun 38 sene 11 dakikalık bir konuşmayla kaybolmadı”...



***



U2 ve Bono sadece kendi ülkesiyle ilgili değil...



Nitekim...



15 yıl önce gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamayan Diyarbakırlı Fehmi Tosun’un ve ailesinin çığlıklarını kimse duymazken Bono duymuştu.



Grup, Türkiye’deki faili meçhulleri dünya gündemine taşımak için 1997’de çıkardıkları “Pop” isimli albümünün kapağına, “Remember Fehmi Tosun, ‘disappeared in Turkey October 1995’ - Fehmi Tosun’u hatırla. Ekim 1995’de Türkiye’de kayboldu” yazmıştı.



Burhan Ekinci’nin Taraf’taki haberinde, Rock Grubu U2’nun albüm kapağında ismine yer verdiği Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun’un “sesimizi bir onlar duymuştu” dediğini okudum...



U2’nun, Diyarbakırlı Fehmi Tosun’un eşi ve çocuklarıyla bir araya gelmesi de beklenmekte...



Grup üyeleriyle görüşmeyi çok istediğini söyleyen Tosun’un eşi Hanım Tosun da Bono ile grubun diğer üyelerini evine davet etti.



***



Bono sadece insan haklarıyla ilgilenmiyor...



Eşit ticaret, üçüncü dünya ülkelerinin borçları gibi birçok sosyal konuda kampanyalar yürütmekte...



Tabii Afrika’daki AIDS ve açlıkla mücadelesini de unutmamak gerek... Bu nedenle verdiği savaş sırasında konuyu dünya gündemine yayması ve güçlü bir lobi oluşturması nedeniyle New York Times, Bono’yu, “iyilikseverliğin birleştirici yüzü” diye niteliyordu...



***



U2 Grubu...



Ve Bono, Türkiye’deki halk oylamasında oy kullansalar acaba ne oy verirlerdi?



Hiç şüpheniz olmasın “evet” verirlerdi...



Ta 1995 Ekim’inde, Güneydoğu’da “ölüm kuyularının” açılıp açılıp kapatıldığı bir dönemde, onun İstanbul’daki iz düşümü olan Fehmi Tosun’un “faili meçhule” kurban gitmesini ülke duymazken duyan bir hassasiyet, 12 Eylül rejiminde yetersiz de olsa açılacak bir gediğe tabii ki “evet” derdi...



Çünkü onların da amacı, siyasal iktidar kavgalarında horozluk değil, “rejimlerin demokratikleşmesi”...



Halkına ve insanlarına insan gibi davranması...



O nedenle “evet” derlerdi...

Yeniden ‘Yeni Türkiye’ mi? Mehmet ALTAN

 mehmetaltan@stargazete.com


22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47 oranında oy alan AK Parti’nin gerekli değişim trampetlerini anında çalmaya başlayarak toplumun taleplerine derhal cevap vereceğinden çok umutluydum...



“Değişim trampetlerinden” de muradım, dünya standartlarında bir anayasa ve hız kesmeden AB reformlarına devamdı...



Buna “Yeni Türkiye” diyordum...



***



Bu umutlarla heyecanlı bir şekilde haykırıp duruyordum:



“Yeter ki, AK Parti radikal reform paketini açsın...



Yeter ki AK Parti yenileşmenin...



Değişmenin ve dönüşümün bayraktarlığını üstlensin.



Dünyalaşmayı hızlandıracak çağdaş ve sivil anayasa sürecini tavizsiz tamamlasın...



AK Parti ilk iktidar döneminin başındaki AK Parti olsun.



‘Milliyetçilik yükseliyor’ başlıklı şehir efsanesine kanılarak savsaklanan AB sürecinde gaza basılsın...



Meslek yaşamını AB sürecine vermiş birçok diplomat da bu işi ‘tek kale maç yapar’ gibi azimle oynamamız halinde, 2014 yılında tam üye olabileceğimize inanıyor.”



***



Mağdur yaratmayan bir devlet ile...



Birbirine yan gözle bakmayan bir toplumsal yapı peşinde koşuyordum...



Ne var ki...



“Velev ki” süreci, tüm mağdurların sorununa topyekûn çare arayan sistematik radikal bir girişimin söz konusu olamayacağını göstermekle kalmadı, AK Parti’yi kapatılma noktasına sürükledi, Türkiye’ye de birkaç yıl kaybettirdi.



“Yeni Anayasa” yerine “sadece başörtüsü yasağı” ikame edilince, her şeyin kimyası bozuldu...



“Yeni Anayasa” da taslağı ile birlikte rafa kalktı...



***



Benim de hayallerim ve “Yeni Türkiye” beklentim suya düştü...



Hayal kırıklığıyla söylenmeye başladım:



“Seçimlerden sonra hükümetin bize söz verdiği şeyler vardı. İki çok önemli değişim olmasını bekliyorduk. Bunlardan biri sivil anayasaydı. Gerçekten de 12 Eylül rejimiyle kavga eden, Türkiye’deki rejimi demokratikleştiren, AB standartlarında birey hakkı, özgürlükler ve zenginlikler getiren bir anayasa vaat ediyorlardı.



Ama ne oldu? Sivil anayasa yok.



İkincisi ‘2008, AB yılı olacak’ dediler. Hani nerede? Bir 301. Madde bile değişmedi. 9. Uyum Paketi bekliyor.



22 Temmuz’dan sonra Ergenekon dışında AK Parti hangi iradeyi gösterdi?



Aynı zamanda ekonomi bozuluyor. İşsizlik artıyor...



Ama onlar hâlâ ‘türban’ diyorlar. AK Parti özgürlükleri bir bütün olarak ele alan, aynı zamanda referansı evrensel hukuk olan, Türkiye’nin özgürleşme ve zenginleşmesini isteyen, 12 Eylül rejimiyle topyekûn anayasa üzerinden savaşan, AB istikametindeki reformlara hız veren bir anlayıştan uzaklaşıyor...”



***



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki günkü Diyarbakır mitingi sırasındaki vaatlerinden dolayı yeniden umutlanınca, ister istemez bunları da yeniden hatırladım.



Başbakan Erdoğan şöyle söylüyordu:



“Bu Anayasa değişikliğiyle iş bitmiyor. 2011’de daha geniş tabanlı bir değişikliğin temellerini atıyoruz.



Burada kapıyı açıyoruz. Bu adımı atacağız.”



***



Genel seçimlere az kaldı...



Dilerim, 12 Eylül rejimi anayasasının “sınırlı, gecikmiş ve yetersiz törpüleme paketine” okkalı bir “evet” çıkar da, “yeni anayasa” sözü geçen seferki gibi kaynayıp gitmez...



Ve “Yeni Türkiye” için yeniden güçlü bir umut doğar...



“Kendi ikbal siyasetini” yapmak yerine...



“Değişimin ilkeli siyasetini” rehber edinirsen, “Yeni Türkiye” formülü çok net ve berrak:



12 Eylül rejimini topyekûn berhava etmek...



Ve “Ulusal Program”da uyumakta olan AB reformlarına hız vermek...



Göreceksiniz o zaman tüm sorunlar buharlaşmaya başlayacak...



Ben, umutla, yeniden “Yeni Türkiye”yi arıyorum...

12 Eylülcüler vicdanen çok zorlanacak Mehmet ALTAN

 mehmetaltan@stargazete.com


Bugün Washington’da başlayacak olan Filistin-İsrail arasındaki doğrudan görüşmeler öncesi Orta-Doğu’daki “savaş lobisinin” provokasyonları... Biten ama hava muhalefeti yüzünden...



...pratik olarak ilk gün işe yaramayan balık av yasağı...



Futbolda sona eren transfer dönemi...



Yunanistan’ı yenerek grup lideri olma ve dolayısıyla turnuvanın en güçlü takımı ABD ile karşılaşmama olanağını yakalayan basketçilerimiz...



Dün, Dünya Barış Günü’ne denk gelen ABD-İran Basket maçı...



Ve freni kopmuşa benzeyen referandum tartışması...



***



Akıldan...



Mantıktan...



İzandan kopmuş ve gözünü karartmış bir “siyasal iktidar” kavgası olmasa, “12 Eylül rejimi”nde sınırlı bir gedik açacak olan yetersiz, kısıtlı ve gecikmiş bir anayasa değişim paketi tartışır mıydık?



Ve bu askeri darbenin bizzat mağduru olanların bile, sırf AK Parti düşmanlığı nedeniyle “12 Eylül rejimi”ne “evet” demesi anlaşılır bir şey mi?



Ama buralarda “siyasal çıkar” aklı kör ediyor...



AK Parti düşmanlığı, insanları “12 Eylül rejimi”nin bekçisi haline getirebiliyor...



***



Bu değişikliklerle AK Parti’nin rejimi ele geçireceğini iddia edenler, “vesayet rejiminin” bekçisi olarak görüp sığındıkları Anayasa Mahkemesi’nin kapısını çaldılar... Anayasa Mahkemesi, bir iki değişiklikle bu değişim paketine “vize” verdi.



Örneğin bu gelişme karşısında CHP’nin, özgürlükleri kısmen genişleten ve Anayasa Mahkemesi’nin “onayını” almış bir değişişim paketine “evet” demesi gerekmez mi?



AK Parti karşıtlığı, insanı “12 Eylül rejimi”nin savunucusu ve taraftarı yapabilir mi?



Vicdanen bu nasıl mümkün olabilir?



***



Hele hele Güneydoğu...



Bir taraftan 12 Eylül’ün cehennem işkencelerinin yaşandığı, o askeri rejimin “insanlık ayıbını” unutturmamak için Diyarbakır Cezaevi’nin müze olup olmamasını tartışırken, bir yandan da 12 Eylül rejiminde gedik açmaya bitaraf kalmak...



Her şeyi bir yana bırakın...



Anayasanın 145. maddesindeki sırf şu değişiklik bile “evet” demek için yeterli:



“Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler; asker kişiler tarafından işlenen askerî suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidir.”



Bu ne demek?



Askerler, askeri suç dışında “sivil yargıda” yargılanacak demek...



Alavere, dalavere olmayacak, askeri vesayet rejimi elini kolunu sallayarak ortalarda dolaşmayacak demek...



Buna “hayır” demek...



Bunu “boykot “ etmek...



12 Eylül rejiminin siyasi partiler yasasına göre kurulmuş partilerinin, ikbal kavgası yapayım derken, “askeri rejimin” destekçisi haline gelmeleri anlamına gelmiyor mu?



***



Tek parti rejiminin...



12 Eylül zihniyetinin keskin bir muhalifiyseniz...



Bu rejimdeki açılacak her deliğe, bu rejimi törpüleyecek her adıma destek mi verirsiniz, karşı mı çıkarsınız? “12 Eylül rejimine karşıyım ama AK Parti’den nefret ediyorum” o halde “hayır” demeli ve “12 Eylül rejimine destek vermeliyim” gibi bir mantık olabilir mi?



Üstelik...



Muhtemelen hem AK Parti’den, hem de AB’den aynı anda nefret eden “otoriter ve totaliter bir rejimin” halktan nefret eden bir fanatiği değilseniz, AB de bu değişim paketini “yetmez ama evet” kıvamında buluyor...



Hatırlayın...



Anayasa Mahkemesi’nin kısmi iptal kararı ertesinde Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre ne demişti?



Flautre, Anayasa Mahkemesi’nin kısmi iptal kararını “ustaca orta yol çözüm” olarak nitelendirerek, genel seçimlerin ardından tüm siyasi partilerin yeni anayasayı gündemine almalarını istemişti.



Ve “bu sınırlı reform ülkenin demokratikleşmesinin önünü açsa da 1982 Anayasası’nın antidemokratik ruhunu değiştirmemektedir” değerlendirmesinde bulunmuştu...



Zaten hepimizin yüksek oranda bir “evet” aranışının sebebi de, AK Parti dâhil hiç kimsenin geri dönemeyeceği ve erteleyemeyeceği bir anayasa ile “12 Eylül rejimi”nin havaya uçurulmasını sağlamak değil mi?



***



Evet, halk oylamasına on gün kaldı.



Aklı kör olmamış ama anayasa paketine “hayır” vermeyi düşünerek, dolaylı ya da doğrudan 12 Eylül’e destek verecek olanların “mantıken de vicdanen de” işi zor...



AK Parti’ye kızarak “12 Eylülcü” olunamaz çünkü...