28 Ağustos 2010 Cumartesi

‘yeter ki barış olsun, üç gün sonra öleyim...’

Bu Ordu bizim ordu... Elbette ki ordumuzun dış düşmana karşı savaş gücü ve yeteneği yüksek bir ordu olmasını istemek her vatandasın olduğu gibi bizimde arzumuzdur. Yine ordu ülkemizin ordusudur saygın bir ordu olmalı ve buna atılacak her çamura ve bu saygınlığı ile güvenilirliğini sarsacak varsa ordu içinde ve dışındaki her türlü oluşuma, yapıya karşı koymak her vatandaş gibi bizimde görevimiz olmalı.

Bu yargı bizim yargımız... Elbette ki bu yargının adil, saygın ve yalnızca ülkemizde değil uygar dünyada örnek kararların altına imza atmasını her vatandaş gibi bizde isteriz. Göğsümüz kabara kabara bu kararlardan bahsetmek en büyük hayalimizdir..

Bu hükümet bizim, bu ülkenin hükümeti. Siyasal görüşümüz farklı olsa da onunda Cumhuriyetimizi demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti haline dönüşümüne katkılar sağlayan ve iktidar olduğu döneme bu gibi pozitif katkılar sağlayan bir hükümet olarak anılmasını elbette ki isteriz...

Öyle muhalefet partileri olmalı ki, tek kriteri ülkemizi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmak olan bir dil kullanan, projeler üreten partilerden meydana gelmeli... Tabii demokrasinin gereği, muhafazakar, hatta gericiliği savunan partilerde olmalı; fakat idealimiz referansı evrensel hukuk, yeryüzü ölçeğinde demokrasi, gelişmiş bir ekonomi ve kalkınmış bir ülke olmayı savunan, projeler üreten partilerden yana.

* * *
“Sovyet baskısına karşı müttefikler arayan ve bu sebeple NATO'ya girmek isteyen Türkiye, bu isteklerini daha kolay elde etmek ve Amerika'ya yakınlaşmak amacıyla Kore Savaşı'na bir tugay yollamıştır.

Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İskenderun limanından hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Pusan'dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taeg'a varıp, süratle kuzeye doğru ilerleyen Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taeg'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vararak Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadında konuşlandırıldı.

24 Kasım 1950 sabahı kuzeye Çin sınırına doğru ilerleme emrini alan tugay Kunuri'den hareket ederek Kaechon, Sinnimni, Wawon boyunca Tokchon'a doğru yola çıktı. Ancak Çin Halk Gönüllü birlikleri cephenin arkasına sızmaya başladı. Durumu farkeden Amerika ve Güney Kore birlikleri ricat etmeye başladılar. Ancak Türk tugayına ricat (geri çekilme-a.s.)emri geç ulaştı. 1. Taburun etrafı kuşatılıp süngülü çatışmaya girmek zorunda kaldı. Ricat harekâtını sağlamak için sonuna kadar direnen 3. Tabur 9. Bölük imha edildi. Geri kalan Türk birlikleri ise Chongchon nehri boyunca geri çekildi.”(Wikipedia)

Hürriyet Gazetesinin haberine bakılırsa, o bir günlük kayıp 700 şehit, 2500 yaralı sayısına denk geliyor. Biz Nato’ya girebilmek için kendi isteğimizle Kore’ye 60 yıl önce asker yolladık, o günlerde adını dahi bilmediğimiz ellerde yüzlerce şehit verdik. 1952’de Nato’ya girdik. Her yıl yapılan Nato toplantılarına üye ülkelerin Savunma Bakanı ile Genel Kurmay Başkanı birlikte katılır. Fakat Türkiye her zaman toplantıya tek katılır. Ya Genelkurmay başkanı yada Savunma bakanı tek olarak katılır.

Bu toplantılarda bütün ülkelerin Savunma Bakanları sivil iradeyi temsilen önde, savunma bakanlığına bağlı bir bürokrat olarak genelkurmay başkanları, savunma bakanının ardında oturur.

Türkiye Genel Kurmay Bakanı Savunma Bakanının arkasında oturmamak için toplantıya katılmaz. Geçmişten beri diğer ülkelerden farklı olarak toplantıya bir savunma bakanı, bir sonrakine arkada oturmayayım diye bakansız olarak tek başına genel kurmay başkanı katılır...

Nato’ya girmek için yüzlerce şehit, binlerce yaralı verdi bu ülkenin insanı; fakat bu ülkenin sivil iradesini temsil eden bakanın ardında oturmayarak, sivil iktidar karşısında bir iktidar gücü görüntüsü vermeye çalışıyor, ordumuz. Nato’ya girebilmek için yüzlerce can verdik; fakat Noto üyesi ülkelerin ortalama demokrasi standardını reddediyoruz. AB’ye de biz girmek istiyoruz, binçok sözleşmelerini imzalıyor ardından da ama, fakat ile başlayan cümlelerle AB kriterlerine karşı Ankara kriterleri koymaya çalışıyoruz.

Bugün Gazetesi’nin 15 Temmuz’da yayımladığı haber bir yurttaş olarak bizler açışından endişe verici ve üzücü bir skandaldır. İnsanın kanını donduracak türden. Asimetrik saldırı var demek yerine bu yapıların bağımsız kişi yada kurullarca araştırılıp, varsa faillerinin yargıya teslim edilerek kurum aklanması sağlanmalıdır. Bu haberin kaynağı MİT’dir. Genelkurmay bu hususta bir açıklama yapmamıştır. Haber makale için tıklayınız.

Demokrasilerde asli değer, asli güç yurttaştır ve yurttaşın seçtiği sivil irade, iktidardır. Çünkü, cephelerde ölende, öldürende yaralanıp sakat kalanda olduğu gibi, bütün ekonomik sistemi vergileri ile finansa eden güç kaynakta yurttaştır.

Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan Anayasalarımız askerler yaptı. Referanduma sunulsa da, halkın can simidi olarak sarılması gereken olağan üstü koşullarda bu referandumlar yapıldı. Kenan paşa, bir beyanatında: “daha erken darbe yapacaktık; fakat şartların olgunlaşmasını bekledik,” diyor. Darbeler için şartları olgunlaştıran güçler, askerlerin yaptığı anayasalarında referandumda evet oyu alma şartlarını olgunlaştırdılar. 12 Eylül 2010 da yapılacak olacak referandum, askerlerin olağanüstü dönemlerde yaptığı anayasanın, mükemmel olmasa da sivil irade tarafından kısmen değiştirme oylamasıdır.

Öyle bir devletimiz var ki, Dışişleri Bakanına ve Başbakana danışmadan, aynı kurum içerisindeki bir yapı Hrant Dink olayı için AİHM’ne savunma yazıyor. Öyle bir Yüksek Yargımız var ki, on kararının 8-9’u AİHM’de mahkum oluyor ve Türkiye tazminata mahkum oluyor. Ödenen tazminatlar genel bütçeden çıkıyor. Yani senden benden.

Bir taraftan Çetin Altan’ın mahkumiyeti için bir günde Yargıtay’dan karar çıkıyor, bazı cinayet davaları da otuz yıl boyunca sürüncemede kalıyor ve zaman aşımına uğruyor: “...Geçenlerde de DİSK eski Başkanı rahmetli Kemal Türkler’in cinayet davası, kızının canhıraş itirazları altında zamanaşımına kurban gitti.-E.K.”

“...Yüksekova çetesinin zamanaşımı 27 Ağustos 2010 günü, ...; bakalım HSYK ne yapacak, nasıl bir açıklamada bulunacak? -E.K“ Bu gün ise DİSK’in referandumda kurumsal olarak “hayır” yönündeki duruşu altı çizilecek bir başka konu. Rahmetli Kemal TÜRKLER’in kemiği sızlıyordur.

Yeni bir rüzgar estiren CHP Genel Başkanı Sayın Kemal KILIÇTAROĞLU’nun eski genel başkanından, nitelik sel fark yaratacak bir bir dil kullanmadı ve proje sunmadı. Ama Cumhuriyetle yaşıt olan bir partinin, bir genel başkanının değişimi ile hızla değişeceğini düşünmek saf dillilik olur. Buna daha zaman çok var.

Kürt solunun önemli ve silah kullanmayan ismi Kürdistan Sosyalist Partisi’nin kurucusuı Kemal BURKAY, Neşe DÜZEL’e verdiği bir mülakatta: "Öcalan özgür değil ki. Askerin kontrolü altında. Öcalan’ın Genelkurmay’a rağmen İmralı’dan örgütünü yönetmesi, talimatlar göndermesi mümkün değil"

..."Öcalan, İmralı’da hep AKP’yi suçladı. Orduyu hiç suçlamadı. İstese de, savaşı bırakamıyor. Derin devlet fırsat vermiyor.” ..."Öcalan’a, ‘Çok kötü oldu. Ateşkes sürecinde niye silahsız 33 eri kurşuna dizdiniz’ dedim. ‘Haberim yok. Üstlenmek zorunda kaldım’ dedi. Böylece militarist rejim soluk aldı" dedi.

Bu sözlere şu satırları da ekleyin ve düşünün!.. Bu sene ateşkes ilan edilmiş olmasına rağmen, Ordu Güneydoğu’ya yığınak yapıyor. Operasyon başlatılıyor ve KCK üyesi diye sivil idareciler tutuklanıyor ve kollarına Amerikan askerlerinin Irak’taki esirlerin kollarına taktığı plastik kelepçeyi takıp, kameralar karşısından geçiriliyor... Habur’dan girenler için soruşturmalar açılıyor. Yani barış sürecinin bozulmasına sebep olacak görüntüler değil mi bunlar?

Eline silah almış dolaysıyle yasa dışına çıkmış bir kişi yada örgüt karşısında dünyanın en demokratik devleti dahi buna hukuk çerçevede kalarak bil mukabele karşılık verir: fakat bu bir barışgirişimin yaşandığı ve olağan üstü bir süreçte olan şeylerdi.

Bu savaşın kazanı yok... Eski Genel Kurmay Başkanı Sayın Yaşar Büyükanıt, Uğur Dündar’a verdiği bir mülakatta: “dağda ortalama 6.000 kişi var,” diyor. 26 Yıllık Savaşta bunlar otuz bine yakın kayıp vermiş. Paşa diyor ki, “her altı yılda dağdaki 6.000 terörist etkisiz hale getirildi, hala 6.000 kadar terörist var dağda.” Öyle görülüyor kii her altı yılda öldürülen altı bin kişiye karşılık, altı bin kişi daha dağa çıkıyor. Demek ki öldürmekle bu sorun çözülmüyor ve dağdakiler tüketilemiyor.

Dersim isyanına katılan, şimdi ismini hatırlamadım bir zat diyor ki: “ 1937’de savaşırken karşımızda yirmi yaşında Türk askeri vardı, ben yaşlandım; fakat şimdi Güneydoğu’da yine karşımızda yirmi yaşındaki Türk askeri var..

Güneydoğuda akan kan vatan millet, özgürlük savaşı gibi kavramlarla izah edilemeyecek bir mahiyet almakta. Çok uluslu silah sanayi ve ticaretinin mümessilleri ile bir kısım büyük istihbarat örgütleri ile bu kavgadan büyük rant elde eden iç güçlerin, danışıklı dövüş kurgulayıp sahneleyerek saltanat sürdükleri bir alana döndü. Her iki tarafın da eli kirlendi..

Ahmet ALTAN ve bir kısım yazarlar barışı sağlayacak liderlerin Mandela yada Gandi gibi anılacağından bahsediyor. Ama Mandela ve Gandi gibi bir deha olmadan barışta sağlanamıyor.Henüz ortada bu çapta bir isim gözükmüyor. Yanlızca: Ahmet Türk, ‘yeter ki barış olsun, üç gün sonra öleyim’ demişti…

Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün’ün 10/08/2010 tarihinde Neşe Düzel’e verdiği mülakatta:

“Hindistan’da, Hindular’la Müslümanlar birbirlerini katlediyor. Gandi, ‘lütfen engelleyin, biz bunun için uğraşmadık’ diyor. Bakıyor ki engel olamayacak, o zaman, ‘İzninizle, ben ölmeye yatayım. Böyle bir şeyi görmek istemiyorum. Yaşayacağım kadar yaşadım’ diyor. Açlık grevini giriyor. Bakıyorlar Gandi gidiyor, iki tarafın liderlerini başucuna getiriyorlar. Herkes anlatıyor derdini.

Ne diyorlar?
Hindu aynen şunu söylüyor: ‘Gandi sen bir Hindusun. Beni anlamalısın. Bu Müslümanlar benim çocuğumu öldürdüler. Ne yapmalıyım’ diyor. Gandi ölüm döşeğinde gülümseyerek şu cevabı veriyor: ‘Şunu yapmalıydın. Babası bir Hindu tarafından öldürülmüş bir Müslüman çocuğunu evlat edinmeliydin ve onu bir Müslüman gibi yetiştirmeliydin’ diyor. Bu, çok ezber bozan bir şey.” (Taraf Gazetesİ)

Şimdi AK Parti kendi siyasal görüşümüzün ve inançsal dünyamızın dışında olan bir parti ve iktidar diye Ak Parti’nin her yapıp ettiklerine yapılanın ne olduğuna ve uzun vadede neye yarayacağına bakmadan sırf AK Parti yapıyor diye karşı mı çıkacağız? Livaneli’nin örneği ile, Şişli’ye Nazım Hikmet heykeli dikse dahi, bu çalışmasını olumsuzlayacak mıyız?

Ana kaygımız bu topraklarda yaşayan insanların özgürlüğü, zenginliği, kalkınmış demokratik, laik, sosyal ve evrensel standartlarda bir hukuk devletinde mutlu yaşaması ise bu ilke ve kurallara katkı sağlayacak her türlü düşünceyi ve girişimi kaynağına, kimden geldiğine bakmadan desteklemek bunlara aykırılık teşkil eden her türlü oluşuma ve düşünceye kaynağına, kimden geldiğine bakmadan karşı çıkmak ilkeli, uygar insan olmanın olmazsa olmazıdır.

Referandumu yapılacak anayasa değişikliği, eksik ve kısmı kusurlarına rağmen mevcudun daha ileri bir durama gelmesine azda olsa katkı sağlayacağından, bu oylamaya “evet” demek istiyorum.

Referansı, altına ülke olarak imzasını attığımız BM, AB ve diğer uluslar arası sözleşmeler, AİHM içtihatları, Temel Haklar Şartı, Lizbon Sözleşmesi... vb olan, bu anayasal değişikliğini aşacak her yeni taslağa da kimden geldiğine bakmaksızın ilerde evet diyeceğim.



a.s.

28 Ağustos 2010

Askerden gelenlerin anlattıkları meğer...

20 Temmuz 2010, 09:59

Geçtiğimiz hafta Bugün gazetesi önemli bir gazetecilik başarısına imza attı. Şehitlerimizin kemiklerini sızlatan bir hainliği ortaya çıkardı.

Bugün’ün özel haberine göre, Pilot Üsteğmen Fırat Ç., Pilot Yarbay Selami Selçuk Ç.’ye telefon açıyor ve PKK’lı teröristlerden “kendi adamlarımız” diye söz ediyor. İnsansız hava aracı Heronlar yüzünden çok zayiat verdiklerini söylüyor.



Ardından talebini ortaya koyuyor. “Ya koordinatları değiştirin, ya da Heronları düşürün” diyor.

Hepsinden acısı ise, Pilot Yarbay’ın cevap olarak söyledikleri: “Bir çaresine bakarız.”



Gazetenin haberine göre, bu konuşma 2007 yılının Ekim ayında oluyor. Bu skandal konuşma MİT’in takibine takılıyor. Hazırlanan rapor dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı olan İlker Başbuğ’a sunuluyor. Başbuğ da askeri savcılığa soruşturma talimatı veriyor.



Sonrasında dosya adı “Skandal Savcı”ya çıkan Hava Kuvvetleri Askeri Savcısı Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok’a gönderildi. Ancak Ergenekon’un Hava Kuvvetleri’ndeki yapılanması olarak bilinen Karargah Evleri soruşturmasını karartmakla suçlanan Üçok, bu dosyayı aylarca hasır etti.



Askeri Savcı Üçok, sahte çürük çetesi içinde tutuklandıktan sonra yerine Hakim Albay Hakan Özbek atandı. Gazeteden öğrendiğimize göre, skandallar Savcı Özbek’in gelmesinden sonra da devam ediyor.



Savcı Özbek, iki yıl içinde Pilot Yarbay Selami Selçuk Ç.’nin generalliğe terfi ettiğini "tahmin ederek" dosyayı Genelkurmay’a gönderiyor. Şaka gibi soruşturma süreci, Genelkurmay’da da devam ediyor.



Genelkurmay Askeri Savcılığı, “şüpheli general kim belli değil” diyerek bu yılın nisan ayında yetkisizlik kararı veriyor. Bir asker çıkıp da "Bu adam iki yılda nasıl general oldu" demiyor.



Genelkurmay’ın “yetkisizlik kararı”ndan sonra, Milli Savunma Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı, bu dosyaya “Genelkurmay bakmalı” diye karar veriyor ve dosya yeniden askeri savcıya iade ediliyor.



Konuyu bu kadar geniş özetlememin bir sebebi var. Bu mesele, Türkiye’deki “cıs” konulardan olduğu için, haber Bugün gazetesinin verdiği ile sınırlı kaldı. Haber 15 Temmuz Perşembe günü yayınlandı.



Aradan 3 gün geçti. Her konuda görüş beyan eden Genelkurmay bu konuda dilini yuttu. “Kağıt parçası”, “boru” sözleriyle hatırlanacak olan İlker Başbuğ, bu habere diyecek bir şey bulamamış olmalı ki susmaya devam ediyor.



Bugün’ün haberini okuyunca askerden dönen arkadaşlarımızın anlattıkları aklıma gelmeye başladı.

Güneydoğu’da askerlik yapan birçok arkadaşımın anlattıkları (eminim ki sizler de benzeri şeyleri ya birinci ağızdan ya da kulaktan kulağa duymuşsunuzdur) geldi:



“Tam teröristleri kıskaca aldık. İmha edebilecek güç ve donanıma da sahibiz. Ateş için emir beklerken, bir telsiz emri gelir ve biz kuşatmayı kaldırırdık.”



Bu haberi okuyuncaya kadar bu tür anlatılanları hep “dağ efsanesi” olarak niteledim. Ama artık “Galiba bunlar doğruymuş” demeye başladım.



TSK kendi içindeki “çürük elmaları” temizlemek zorunda. Hem de bu temizliği kamuoyu önünde yapmalı.



Yapmadığı takdirde, halkın ödediği vergilerle ve onlar adına görev yapan TSK güven kaybetmeye devam edecek. “Çürük elma” her kurum ve kuruluşta olur.



Türk ordusu, bunları temizlemediği ve koruyor göründüğü için güven erozyonuna uğruyor. Güven oluşturmasının yolu da bunları temizlemekten geçiyor.



Ünal TANIK / Haber 7