15 Kasım 2010 Pazartesi

Laik, Demokratik ve hukuk devleti böyle bir şey…

Geçen ay Haydar AKKOYUN arkadaşımız, belediye başkanı ve meclis üyelerine hitaben bir mektup göndermişti.

Kısaca bu mektubun içeriği şöyleydi. Önce belediye başkanının icraatları hakkında olumlu görüş beyan edilmiş sonrada bir talebini dile getirmişti. Bu talep Almanya’da yaşayan Fethiye’lerinin oldukça büyük, Fethiye’deki Fethiyelilerinse önemsenecek bir kısmı tarafından onay görecek ve onlarında duygu ve düşüncelerine tercüman olacak bir talep yahut ta temenniydi: “Beldemizde belli dönemlerde Cem Ayininin yapılası ve Cenaze defin sürecinin Alevi inancının gereğine göre yerine getirilmesi ile bir dedenin bu süreçte görev alması idi.”

Bu mektup resmen meclis gündemine alınamazdı... Bu mektup gündem dışı olarak toplantı sonrası okundu ve görüldü.

Sonuçta pozitif bir kanaat oluştu. Başlangıçta cenaze defin süreçlerinde görev alacak bir dedenin beldemize yerleştirilmesi, halkın desteği ile bu görevlinin konut ve geçimin sağlanması hatta kalıcı bir konut yapılması noktasından işe başlanacak.

İyi bir işaret bu. Hatta geç kalınmış bir karar… İnsan hakları açışından iyi; ülkenin ve dünyanın gittiği yön açışından ise geç kalınmış karar. Mesela, bu günkü hükümeti ve alaşağı etmek ve yöneticilerini siyaset dışı bırakmak için neler yapıldı neler… Gerekçe: Hükümet ve yöneticilerine atfedilen “irtica” kaynağı olması. Bu günkü hükümet, şu yada bu çapta, bu iddiaları bertaraf edecek bir güven vermedi. Bu da bir gerçek.

Bu hükümet Sünni bir inanca mensup yurttaşlarımızın çoğunluğu teşkil ettiği, toplumla iletişinde de İslami bir dil kullanmaktadır. Bu Sünni seçmen temeline rağmen, bu hükümet döneminde, maksadı ve asıl motive edici gücü ne olursa olsun 7 adet Alevi Çalıştayı yaptı ve TRT’nin tarihinde bir ilke imza atıp Muharrem Ayında TRT’de programların yapılmasını sağladı.

Sözü getirmek istediğim nokta, Alevilerin talepleri henüz karşılanmamıştır, tabir yerindeyse asimile sayılabilecek yasal ve fili birçok uygulama sürmekte olmasına rağmen; bir başka deyimle bir yanda iktidarda farklı bir inanç grubu hâkimken Aleviler Türkiye de kendinden daha çok bahsedilir bir hale gelmişken, %97.98’inin Alevi olduğu bir beldede bir kısım Alevilerin kendini ifade etmekten imtina etmesi belki yüzyılların baskısı sonucu normaldir ama farklı görünmeye çalışıp kendini inkâr etmesi, yadsıması ise insan hakları açısından içinden bulunduğumuz durum utanç verici ve bir inancın mensubu olmak açısından ise o kesim için onur zedeleyici bir durumdur…

Küreselleşme rüzgârı karşısında üç zaman sonra hiçbir etnik yapı kendinin ifade etmekten çekinmeyecek ve korkmadan utanmadan yaşam tarzını açığa vuracak. Türk Türklüğü, Kürt Kürtlüğü, Alevi Aleviliği, Sünni Sünniliği… ile övünecek ve kendinin ifade etmekte hiçbir mahzur görmeyecekler. Eleştiri ve tartışmalar olacak; fakat kimse kimseye ne olduğunu söyleyemeyecek başka bir deyimle çoğunluk zorla kendi kalıbına diğerini sokma gayretinin beyhudeliğini görecek ve bu heves marjinal bir grubun umarsız çabası olmaya mahkum olacak.

Hem herkes inancına ideolojisine, cinsel tercihine ve yaşam tarzına göre yaşayacak, hem de bu ülke bölünmeyecek ve şeriatla yönetilmeyecek.



Geçen ay Antalya’da iken çektiğim resimlerden iki farklı inanç ve yaşam tarzını sembolize eden üç resim ekliyorum. Cuma namazında Müslümanlar namaz kılıyor, örtülü eşleri cami avlusunda eşlerinin bekliyor ve cami duvarın dışında bir başka inanca sahip çiftlerden hanım olan mini etekle oradan geçiyor ve caminin beş yüz metre aşağısındaki Falezlerin yanındaki plajda tanga giymiş güneşlenen bir kadın… Bu fotoğraflar dünyanın gittiği yöne işaret bakımından, konuyu birazda özetliyor.

Alışık olmadığımız laik, demokratik ve hukuk devleti böyle bir şey olacak işte…

Aliseydi Sevim

Mehmet ALTAN / Asıl sorun

 mehmetaltan@stargazete.com


Taklit Eiffel Kulesi’ne bakan Tokyo’daki geçici “tarassut kulem” olarak kullandığım otel odamdan gelişmelere bakıyorum. İstanbul’da ağır sis... KCK davasında “ana dil” gerilimi...

Dünyada peş peşe düşen uçaklar...

CHP’deki kavga...

Yargıtay Başsavcısı’nın kararıyla Önder Sav ve ekibinin CHP Genel Merkezi’ni boşaltmasından sonra Taraf Gazetesi’nin ünlendirdiği “balıkçının” iki ay önce söyledikleri şimdi daha çok önem kazanıyor.

“Balıkçı” ne diyordu:

“CHP içinde Türkiye’nin Kürt sorunu, asker sorunu gibi ağır yüklerinden kurtulmasına karşı duran bir ekip olduğu açık. Bu ekip Önder Sav ismiyle temsil ediliyor. Ankara ve İstanbul’da yürütülen temaslarla amaç 12 Eylül’de çıkacak muhtemel bir ‘Evet’in CHP’de Önder Sav ve ekibinin tasfiyesi. Kılıçdaroğlu liderliğinde ve Gürsel Tekin’in daha güçlü olduğu bir yönetim anlayışıyla özellikle Kürt barışına pozitif yaklaşan yeni bir CHP kurulacak.”

***

Türkiye CHP’yi tartışırken Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın heyetindeki ihracatçı işadamları arasında “kur” tartışması da canlı bir konu.

Zafer Çağlayan Hong Kong’da konuyla ilgili şu tespitleri yapıyordu:

“Ben, ithalatın üzerimizdeki baskısından söz ediyorum.

Sektörün içinden gelen biri olarak görüyorum. 100 bin dolar, Haziran ayında 160 bin liraydı. Bir hafta, 10 gün öncesine kadar 140 bin liraya, 138 bin liraya düştü.

Bu durumda en fazla ithalatı artan sektörler otomotiv ve makine. 100 bin dolarlık makineye Haziran’da 160 bin lira ödeyenler ki o tarihte Türkiye’de üretilen aynı makine 150 bin liraydı. Bugün ithal makine 128 bin liraya getiriliyor. İthal arabalar için 3-4 ay süre veriliyor. İlk 9 ayda ithal edilen otomobil, geçen yılın toplamına erişti. Bundan sonrası açığa yazıyor.”

***

Görünürde tartışılan “kur” ama aslında konuşulan “büyüme stratejisi”.

Hükümet, en azından seçime kadar ithalata dayalı, iç talep eksenli bir ekonomik modeli netleştirerek konuyu kendi açısından kapadı.

Ama Türkiye açısından konunun tartışılmasına büyük ihtiyaç var.

***

Mesele kur değil, üretilen ve ihraç edilen mallardaki “katma değer” oranı.

Katma değer oranı yüksek mallar açısından ne kadar fukara olduğumuzu, içerdeki yüksek volümlü siyasal propagandanın manyetik alanından tamamen kurtulup, yurtdışından Türkiye’ye teknik bir gözle bakınca çok daha iyi anlıyorsunuz.

Örneğin Japonya ile ekonomik ilişkiler...

Adeta kapı kapı dolaşıp dış satımı artırma yolları arayan Zafer Çağlayan’ın saptaması durumu saydamlaştırıyor:

“İstanbul’da Japon İş Konseyi var. Japonya 550 milyar dolar ithalat yaparken, bizim bu ülkeye ihracatımız 250 milyon dolarsa, ben bunun kabahatini Japonlarda ararsam hata yaparım.”

Türkiye, Japonya gibi yıllık üretimi 5,5 trilyon dolar olan ülkeye neredeyse hiçbir şey satmıyor.

Buna sadece kur meselesi olarak bakılabilir mi?

***

Aslında Bakan Çağlayan’ın görüşmeleriyle ilgili verdiği bilgiler, görmek isteyenler açısından resmi berraklaştırıyor:

“İkinci nükleer santralle pek çok firma yakından ilgileniyor. Gittiğim her yerde işadamları benimle nükleer santralle ilgili görüşmeler yaptılar. Sadece Japonlar değil, Amerikan, Kanada, Çin ve Hong Kong firmaları da nükleer santralle çok ilgililer. Toshiba yöneticileri de nükleer santral işine girmek istediklerini bana ifade ettiler.”

Türkiye ise ithalat standartları çok yüksek olan Japonya’ya birkaç adet greyfurt satabilmek için birkaç yıl uğraşmış.

Türkiye’de nükleer santral yapmak isteyen yabancılar ile Japonya’ya greyfurt satmakta çok zorlanan Türkiye...

***

Büyüme ve kalkınma stratejisi, Japonya’yla olan ekonomik ilişkiler üzerinden okunduğunda, “kur konusunun” temel sorunları görme açısından bir “perdeleme” yaptığı anlaşılmakta...

Bunu nasıl aşabiliriz?

Greyfurt ve nükleer santral arasındaki eşitsiz mübadeleye bakarak...

Japonya’ya neden hiçbir şey satamadığımızı sorgulayarak...

Katma değer üretimindeki yetersizliği göz önünde bulunduran stratejileri tartışarak...

Kısacası sürekli olarak arı ve duru bir suda beyinsel bir yıkanmadan geçerek...

Mehmet ALTAN / Sazanlar

Mehmet ALTAN mehmetaltan@stargazete.com
Gece... Sanki halk nüfus yoğunluğunu biraz daha arttırarak bir bölgeye yığılmış. Sokaklar polisler ve demir bariyerlerle kesilmiş. Anlıyoruz ki büyük ve uzun bir kortej olarak “Cadılar Bayramı”nı kutluyorlar.

Cadılara taş çıkartacak giyim kuşam ve makyajlara rastlıyoruz. Sanki sokağa dökülen tüm insanlar “Cadılar Bayramı”nda en afili cadı olma yarışında...

Her fotoğraf karesi poster olacak bir nitelikte.

Kilometrekareye düşen 3 bin 500 kişiyle, nüfus yoğunluğu bakımından dünyada ilk sırayı alan Hong Kong’dan söz ediyorum.

***

Sabah Tokyo’ya yollanmadan önce bir fırsatını bulup otelin yanı başındaki göl kıyısına gidiyorum...

Sağlıklı ve çok uzun yaşamak isteyen, kendiyle barışık, yaşam kıvancı yüksek bir halk ile karşılaşıyorum.

Yan yana dizilmiş turist bekleyen kayıkçılar, gönüllü ve amatör koroların temrinleri, su dansını izleyen ahali, farklı noktalarda yerlere su ile her baba yiğidin harcı olmayan Çin kaligrafisi yazan birkaç kişi...

Kulağında telefonla konuşurken, ayakkabılarını çıkarmış ve boştaki eliyle de abandığı iri gövdeli ağaca vura vura elektriğini boşaltacağını sanan yaşlı kadın...

***

Hafta arası Çin halkıyla göl gezmesi yaparken gözüm o çok sempatik Çin çocuklarından birinin pantolonuna takılıyor...

Pantolonun arkası yırtmaçlı.

Meğer çocukların çişi gelince çömelip rahatça çişlerini yapsınlar diye pantolonların arakası yırtmaçlıymış...

***

Alfabelerinde harf bulunmayan, her şeyi resimlerle anlatan Çinliler görsel insanlar.

Yaşamı gözleriyle tanımlıyorlar. Bize eşlik eden arkadaşımız bununla ilgili güzel bir hikâye anlatıyor:

Kendilerine yardımcı olan Çinli kadın onca ısrara rağmen bir türlü pişirdiği pilavlara tuz ve yağ koymuyormuş.

Sözel ricalara bir türlü kulak asmıyormuş.

Sonunda işin kolaylığı göstermek için, pilav pişirdiği bir sırada, biraz da kızarak sertçe bir tutam tuzu alıp hızla pilava serpmişler.

Zaman içinde bakmışlar ki Çinli kadın, bir adım geri çekilip, sertçe ve kızgınca, onların gösterdiği bir biçimde pilava tuz serpiştirmekte...

***

Daha fazla kalamadan otele oradan da Tokyo için havaalanına yollanıyoruz.

Japonya uçağına biraz zamanımız var.

Ortalıkta çerezlerle tanışmaya uğraşırken “kavrulmuş bezelye” ile rastlaşıyoruz.

Bizdeki fındık fıstık familyasının aristokrat bir üyesi gibi...

Tahminlerden öte bir lezzeti sahip.

***

Son durağımız Tokyo’da ise karşımıza huzurlu ve güler yüzlü bir toplum çıkıyor.

Aşırı yoğun nüfusun hissedilmediği, sakin, temiz ve düzenli bir kent.

Tarımcılığın yetersiz olduğunu, süt ve mamullerinden yararlanamadıklarını, sokakları gezerken bile fark edebiliyorsunuz.

Küçümen bedenleri, cılız bacakları ve içe basan yürüyüşleriyle kendine has bir ırk... Ama genç kuşaklarda bu yapı değişmeye başlamış...

***

Buralarda hayat işten ibaret... İşini kaybeden sanki hayatı da kaybediyor. Yılda otuz bini aşkın intihara sebep olan facia da, daha çok işsizlik veya başka bir nedenle toplumun dışında kalma endişesinden kaynaklanıyor.

İş yaşamı, yaşam işi şekillendiriyor...

İşe sadakatin esas alındığı geleneksel yapı ile daha yaşama dönük, modern yapı çatışıyor gibi olsa da, eski anlayış epeyce ağır basıyor...

Çok özgür bir yaşam süren gençlerin bu rahatlığı, iş yaşamı ile birlikte son buluyor; toplumsal baskı kendini fazlasıyla hissettiriyor...

***

Adına bir de Champs-Elysee eklenen zengin ve şık bulvarda salınırken bir ara Amiral Togo tapınağına da uğruyoruz.

Pek kimseler yok... Biraz daha sakinlik ve huzur solumak için bahçeye yollanıyoruz.

Genç bir anne, küçük erkek çocuğunu kucağına almış havuza ekmek attırıyor.

Havuzda epeyce irileşmiş rengârenk sazanlar var. Renkleri çok albenili... Ağızlarını kocaman açıp küçük çocuğun attığı ekmekleri paylaşıyorlar.

Japonya’da “sazan” erkek çocukların da simgesi...

Aileler erkek çocukları olduğunda evlerinin tepelerine sazan balığı afişi asıyorlar.

Ve bunu çocuk üç, beş ve yedi yaşlarına geldiğinde tekrarlıyorlar.

***

Hızlı ve ayaküstü Uzakdoğu gözlemlerim çok derinleşemeden son buluyor.

Buralara daha fazla bakmanın ve buralarla çok daha fazla ilgilenmenin gerekliliğini daha iyi anlıyorum.

Son gece, estetik ve modern büyükelçilik binasının ünlü mimar Kenzo Tange’nin yaptığını öğrenmem de gezinin bir başka sürprizi oluyor.

***

Bu yazıyı buranın saatiyle gece iki buçukta yazıyorum.

Türkiye’de ise akşamüstü yedi buçuk.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi, yarışmalardaki görünmez adaletsizliklere yol açmamak için saat farklarını ciddiye alarak önemli kurallar getirmiş.

Her bir saat farkı için sporcuların bir gün erken o ülkeye gitmelerini mecburi kılmış. Çünkü vücut bir saatten fazlasını içselleştiremiyormuş...

Biz bu kuralların gereğini yapamayacak kadar az kalıp buradan ayrılıyoruz.

***

Ama gereğini yapanlar var...

Bizim yolcuk öncesinde voleybol kız takımımız Sırbistan’la karşılaşıyor.

Onların galibiyetini izleme şansına da erişiyoruz böylece.

Mehmet ALTAN / Mehmet ALTAN

Askere mayını kim döşer?


 mehmetaltan@stargazete.com

Aktütün... Dağlıca... Heron konuşmaları... Hantepe...Bunlarla ilgili “soruşturma” sonuçlarını hala bilmiyoruz... Bülent Arınç’a suikast iddiası da kayıplara karıştı...

Ama... Önceki gün...

Altı Mehmetçiğin şehit olmasına yol açan TSK’ya ait mayınları döşemekle suçlanan Tuğgeneral Zeki Es, Askeri Savcılık tarafından tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi’ne kondu.

Hâlbuki...

Askerlerimiz 27 Mayıs 2009’da öldüklerinde...

İlk açıklama Hakkâri valisi Muammer Türker’den gelmişti...

Vali, “PKK’lılarca yerleştirilen mayın düzeneğinin uzaktan kumandayla patlatıldığının sanıldığını” söylüyordu...

***

5 Haziran’da haftalık basın bilgilendirme toplantısında Genelkurmay Basın Sözcüsü Metin Gürak, “bölücü terör örgütü mensuplarınca tuzaklanan patlayıcının infilak etmesi sonucu” altı askerimizin şehit düştüğünü açıklıyordu...

***

25 Haziran’da...

Altı askerimizin öldüğü mayın patlamasıyla ilgili olarak GES Komutanlığı’nın resmi uydu telefon kayıtlarında yer alan dönemin Hakkâri Tugay Komutanı Tuğgeneral Zeki Es’in üç adet telefon görüşmesi internete düştü...

Görüşmelerde Tuğgeneral Es, komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya’ya mayınları bizzat kendisinin döşediğini itiraf ediyordu.

Ses bandının kamuoyuna yansımasının ardından, 29 Ağustos’ta Genelkurmay’ın soruşturma açtığı basına yansıdı.

***

Ses kaydı üzerine, ölen askerlerden Deniz Demirci’nin ailesi savcılığa suç duyurusunda bulundu...

Savcılık, “hukukun” tarafını tutarak işin gereğini yaptı ve Jandarma Kriminal ve Emniyet Kriminal raporlarıyla, ses kaydının üzerinden on ay, Genelkurmay’ın soruşturma başlattığını açıklamasının üzerinden yedi ay geçtikten sonra altı askerin şehit olduğu mayınların TSK’ya ait olduğunu belgeledi.

Ve Van Savcılığı iddianameye bunu yansıttıktan sonra...

Dosyayı askeri savcılığa gönderdi.

***

Askeri savcılıkta yürüyen soruşturma çerçevesinde, şu an Bursa Jandarma Bölge Komutanı olan Tuğgeneral Zeki Es önceki gün tutuklandı ve Mamak Askeri Cezaevi’ne konuldu...

Tuğgeneral Zeki Es’in kendi mayınlarımızla kendi çocuklarımızı öldürmekten dolayı vicdanen rahatsızlandığı ses bantlarındaki konuşmalardan anlaşılıyordu... Ama belli ki vicdanının sesini dinlemedi, üstlerinin sesine kulak verdi.

Üstü...

Dönemin Hakkâri Tümen Komutanı Tümgeneral “altı gencecik çocuğumuzun” ölümüne neden olan mayını askeriyenin koyduğunu öğrendikten sonra ne diyordu?

“Hiçbir sıkıntı yok, bak hiç bir sıkıntı yok. Sen merak etme hiç. Hiç önemli değil. Kahrolacak bir şey yok. Birileri ufak tefek hata yapacaktır.”

Ya ast konumundaki Albay ne diyordu?

“Değerlendirme olarak da muhtemelen bölgede yapılan operasyonları engellemek maksadıyla bölücü terör örgütü mensupları tarafından EEP döşenmiş olabileceği değerlendirilmektedir şeklinde hiç teferruata girmeden yüzeysel bir şey yazdık komutanım...”

“Askere mayını kim döşer” diye boşuna sormuyorum.

***

Neyse ki Türkiye değişiyor...

Nereden mi anladım?

Sadece generalin tutuklanmasından değil.

Hürriyet Gazetesi de generalin tutuklanma haberini ilk sayfadan görmüştü...

Mehmet ALTAN / Başbakan’ın endeksi

 mehmetaltan@stargazete.com
Geçenlerde... Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türk Motor Merkezi’nin açılışı dolayısıyla düzenlenen törende çok hoşuma giden bir konuşma yaptı.

O konuşmada... Kanuni Sultan Süleyman’ın, “halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünü hatırlatan Başbakan Erdoğan şunları söylüyordu:

“İşte devlet bu.

Böyle olmak zorundayız.

Yani bir sağlıklı nefese devleti feda edebilecek bir felsefeyle çalıştığınız gün, insan bu toplumda değer kazanır.

İnsanın değerinin olmadığı bir devlet, devlet değildir. Onun için önce devlet değil, önce insan.

Önce insan, sonra devlet.

İnsanın güçlü olmadığı yerde devlet güçlü olur mu?”

***

1990 yılında...

Pakistanlı Mahbup ul Haq ve Hindistanlı Amartya Sen, “kişi başına düşen milli gelir, sağlık ve eğitim kriterlerini” dikkate alarak, dünyanın her yıl gelişmişlik durumunu tespit eden İnsani Gelişmişlik Raporu’nu oluşturdular.

“Önce insan, sonra devlet” diyenlerin kullanacakları çok yeni ve modern bir ölçüm anlayışı geliştirdiler...

Bu ölçüm sayesinde “insanın” durumunu somut olarak görüyoruz.

2010 İnsani Gelişme Endeksi 4 Kasım’da yayınlandı.

Rapora göre insanlar...

Ortalama 83,2 yıl ile en uzun Japonya’da yaşıyor... 12,6 yıl ile en uzun eğitimi Norveç’te alıyor... Ve 56 bin 975 euro ile kişi başına en çok geliri Lihtenştayn’da elde ediyor.

***

Maalesef...

Türkiye, 2009’dan 2010’a 79. sıradan 83. sıraya geriledi. Geriledi çünkü...

2010 raporunda, İnsani Gelişme Endeksi’ni hesaplamak için kullanılan bazı gösterge ve yöntemlerde düzenlemeler yapıldı.

Bilgiye erişim ve kabul edilebilir bir yaşam standardını ölçen göstergeler 2010 raporunda değiştirildi.

Bu sene ayrıca üç yeni endeks geliştirildi. Eşitsizliğe Uyarlanmış İnsani Gelişme Endeksi bir ülkenin “sağlık, eğitim ve gelir alanındaki kazanımlarını” dikkate alarak bunların o ülke içinde “nasıl dağıldığını” ele alıyor.

“Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi” kadınlar ile erkekler arasındaki kazanımlar arasındaki farkları aydınlatan yeni bir ölçüm.

Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi ise aynı hane içinde eğitim, sağlık ve yaşam standardı alanlarında yaşanan birden fazla yoksunluğu tespit ediyor. Ve bu yeni ölçümler ışığında 2010 İnsani Gelişme Endeksi’nde Türkiye, sıralamada AB üye ülkeleri ile AB’ye aday olan diğer ülkelerin ve OECD ortalamasının altında yer aldı.

Türkiye gibi yüksek insani gelişme kategorisinde bulunan ve satın alma gücü paritesine göre kişi başına düşen milli gelir seviyesi Türkiye’nin altında olan Bulgaristan, Letonya ve Romanya gibi ülkeler, ortalama eğitim süresi ve beklenen yaşam süresi ortalamaları nedeniyle sıralamada Türkiye’nin üstünde değerlendirildi.

***

Türkiye’nin...

“Önce insan” demenin hakkını verebilmesi için... İnsani Gelişme Endeksi’nde, OECD ve AB standartlarında daha üst sıralara ulaşabilmesi için... 72,2 olan yaşam beklentisini ve 6,5 yıl olan ortalama eğitim süresini arttırması gerekiyor.

Çünkü...

Türkiye’de ortalama eğitim süresi OECD ülkelerinin sürelerinin neredeyse yarısına denk geliyor. 2010 rakamlarına göre Türkiye’de ortalama eğitim süresi 6,5 yıl iken, OECD ülkelerinde bu süre 11,4 yıl.

Türkiye, ayrıca...

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde 138 ülke arasında 77. sırada, Ermenistan ve Gürcistan gibi ülkelerin altında...

Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi’nde ise yüksek insani gelişme gösteren ülkeler kategorisinde Peru ve Kolombiya’nın ardından Brezilya ile birlikte en diplerde...

***

Bu arada...

1970’ten bu yana yaşam standardı yeryüzünün her noktasında ilerledi.

Türkiye’nin 30 sene içinde doğumda yaşam beklentisi yaklaşık 12 sene, ortalama eğitim süresi yaklaşık 4 sene ve beklenen okula devam süresi yaklaşık 5 sene arttı. 1980-2010 arasında milli gelir yüzde 112’lik artış gösterdi.

Otuz yıllık bu iyileşme...

Başlangıç İnsani Gelişme Endeksi’ndeki benzer ülkelerin kaydetmiş olduğu ortalama gelişmeler ile kıyaslandığında, Türkiye’yi İnsani Gelişme Endeksi’nde ilerleme performansı olarak 14. sıraya oturuyor.

***

Eğer temel şiarımız “önce insan sonra devlet” ise ekonominin büyüklüğü değil, İnsani Gelişme Endeksi’ndeki konumumuz önemli.

Bu endeks hem gelişmeleri, hem de yetersizliği siyasal propagandadan arındırarak gösterdiği için çok yararlı ve sahici...

Sizce 2023 yılında Türkiye İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde kaçıncı sırada olur?

Battı yıkıldı mahvoldu dediğimiz Yunanistan 22. sırada da...

Mehmet ALTAN / İlerleyelim Beyler’

 mehmetaltan@stargazete.com


Bugün G-20 Toplantısı için Güney Kore’ye gidecek olan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ile “Küresel Ekonomi ve Türkiye” üst başlığı altında üç saate yakın yemekli bir çalışma toplantısı yaptık.



Toplantıdan ayrıldığımda da AB İlerleme Raporu açıklandı…

Ali Babacan ile yaptığımız geniş kapsamlı ufuk turu ile Türkiye’nin boy fotoğrafını çekip önümüze koyan İlerleme Raporu’nu, Mustafa Kemal Atatürk’ün 72.ölüm yıldönümü bağlamında nasıl meç edebileceğimizi düşünüyordum…



***



Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bu yana 72 yıl gibi epeyce uzun bir süre geçtiği halde, Türkiye, tek parti döneminin egemen ideolojisi olan ve en çok ordu yönetimi tarafından benimsenen “Kemalizm” ile çoğulculuğu temel alan “demokrasi” arasındaki farkları kalın kalın çizgilerle birbirinden ayırmış görünmüyor.

Bu çok farklı kavramların birbirinden ayrılmamasından medet umanlar olmasına rağmen demokrasi ile Kemalizm’i “aynı şeylermiş gibi göstermek” bizi düzlüğe çıkarmıyor, daha derin bir bunalıma itiyor…

Darbeler, Ergenekonculuk hep “Kemalizm” üst başlığı altında icra edilmiyor mu?

Belki de tam da bu nedenle dün açıklanan AB İlerleme Raporu’nun “demokrasi ve hukukun üstünlüğü” bölümünde, “genel olarak, suç yapılanması olduğu iddia edilen Ergenekon’a yönelik soruşturma ve muhtelif diğer darbe planlarına yönelik tahkikatlar Türkiye’de demokratik kurumların uygun işleyişine ve hukukun üstünlüğüne güveni artırmak için fırsat oluşturmayı sürdürüyor” denmesi çok anlamlı idi…

Ergenekoncular Kemalizm’i paravan olarak kullanırken, AB bunu yapan çetelerin kararlılıkla üzerine gidilmesini demokrasi ve hukukun üstünlüğü açısından elzem görmekte…



***



Dünya ekonomisinde yeni bir krizi ihtimal dışında görmeyen Ali Babacan, son zamanlarda “yapısal reform” kavramına çok daha fazla gönderme yapıyor.

Ticaret Yasa Tasarısı, Borçlar Yasa Tasarısı, İş Gücü Piyasası Yasa Tasarısı, Gelir Vergisi Yasa Tasarısı…

Bunların hepsi uyuyor…

Babacan her ne kadar muhalefeti ve Meclis İç Tüzüğü’nü suçlasa da siyasal iktidarın “yapısal reform” için yanıp tutuştuğunu söylemek çok zor…

Zaten “İlerleme 2010 Raporu” da Türkiye’de Eylül ayında gerçekleştirilen referandumun doğru yolda atılan bir adım olduğunu, ancak temel haklar ve insan hakları konusunda hala büyük eksikliklerin bulunduğunu ifade ediyor…

Ve Türk toplumundaki demokratik sürecin ciddi ve inandırıcı bir şekilde hızlandırılması gerektiğini vurguluyor…



***



Hatırlayacağınız üzere,1997 AB Lüksemburg Zirvesi’nde alınan bir karar uyarınca, Avrupa Komisyonu, 1998 yılından beri aday ülkelerin AB üyeliği perspektifinde kaydettiği gelişmeleri bu İlerleme Raporları’nda değerlendiriyor.

Dünkü 2010 raporu, AB Komisyonu’nun Türkiye hakkındaki tam on üçüncü raporu.

1998 yılındaki diğer aday ülkelerin hepsi AB üyesi oldu, hatta yeni adaylar ortaya çıktı; biz halen hakkında en çok İlerleme Raporu düzenlenen aday ülke olma rekorunu elimizde tutuyoruz.

AK Parti, iktidarının ilk üç yılındaki samimi gayreti sürdürmeye devam etse bugün muhtemelen tam üyeydik…

Ama biz reform yapmak yerine, AB ile siyasal polemiğe girmeyi daha çok yeğledik…



***



Dünkü toplantıda Ali Babacan çok dikkatimi çeken bir şey söyledi, Dünya Bankası epeydir ülkelerdeki “yapısal reformları” izliyormuş…

Küresel Kriz ertesinde dünyada “yapısal reformlar” hızlanırken, Türkiye’de yavaşlama eğilimindeymiş…



***



Mustafa Kemal Atatürk’ün 72. ölüm yıldönümünde, AB standartlarından epeyce uzakta seyreden ve gittikçe artan bir ölçüde yapısal reform ihtiyacı içinde bir ülkeyiz…

Hakkında en çok İlerleme Raporu hazırlanan ve hala AB Tam üyesi olamamış bir ülke…

Siyasal propaganda perdelemeye uğraşsa da Türkiye’nin esas iskeleti “İlerleme Raporu”nda görünüyor…

Bir türlü yeterince “ilerleyemeyen” bir ülkeyiz…



***



İnsanın avaz avaza bağırası geliyor:

“İlerleyelim beyler”…..

Mehmet ALTAN / Testi çatlamadan

 mehmetaltan@stargazete.com
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan G-20’nin Liderler Zirvesi’ne katılmak için dün Seul’a uçtu. Liderler dünya ekonomisini masaya yatıracak...

Peki ya Türkiye ekonomisi?

Hem Dış Ticaretten Sorumlu Bakan Zafer Çağlayan ile Uzakdoğu seyahatine katılmış olmam, hem de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ile dün de sözünü ettiğim uzun bir çalışma toplantısı yapmış olmam hasebiyle, Türkiye ekonomisini bir kez daha derinlemesine gözden geçirme imkanı doğdu; üstelik tam da G-20 arifesinde...

Ne var ki gördüğüm bu tablo yazılıp çizilenlerin aksine beni endişelendirdi: Çünkü ekonomik büyümenin ve ihracatın sınırlarında dolaştığımız hissine kapıldım.

Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur...

Hâlbuki “testiyi nasıl kırmamalıyız” diye düşünmenin tam zamanıdır...

***

Siyasal propagandanın ölçüsüz bir şekilde gümbürdediği bir ortamda, benim epeydir dillendirdiğim endişelerimin, siyasal kimliğinin elverdiği sınırlar içinde Ali Babacan’ın da uyarıları haline gelmesine de çok sevindim.

Demek ki yönetim katında da durumu görenler var.

Ben, uzun zamandır 29 Krizi’nin bir benzeri olduğu ısrarla vurgulanan “Küresel Kriz”in bir çağ krizi olduğunu söyleyip, yazıyorum. Ali Babacan’ın da Küresel Kriz’den söz etmesini bu yüzden önemsiyorum...

Nitekim Babacan ortak toplantımızda, “bugün V türü, tek dipli krizden bir çıkış görüntüsü var. Dibe vuruldu, dipten çıkılıyor” açıklamasını, “iyi de bu V, acaba W’nin bir bacağı mı? Biz W (çift dipli) krizinin ilk dibinden çıkmış olamaz mıyız” diye tamamlamıştı.

***

Krize karşı uygulanan Keynesyen politikaların da yeni bir kriz doğurabileceğini seslendirip duruyoruz...

Babacan’ın tespiti de bu endişenin hiç uzağında değil.

Babacan, Hükümetler ve merkez bankalarının şimdiye kadar görülmemiş boyutta müdahalelerle ekonomiyi canlandırma yönünde adımlar attıklarına, ancak bu adımların ileriye doğru ciddi riskleri de biriktirdiğine dikkati çekiyor.

***

Kriz tehlikesinin varlığını sürdürdüğü bir ortamda Türkiye ekonomisine geri gelirsek...

Elverişli bir kur ortamında ithalata dayalı bir büyüme yaşıyoruz.

İnsanlar bankalara borçlanarak tüketim yapıyor.

Banka kredisi, iç tüketim, ithalat ve buna dayalı bir büyüme...

Bu ne kadar sürebilir?

Ali Babacan, son bir yılda kredilerin 370 milyar liradan 480 milyar liraya çıktığına dikkat çekerek, “kredi hacmi çok hızlı genişledi. Burada bir risk görüyoruz. Hızı biraz düşürmekte fayda var diye düşünüyoruz” dediğine göre, sınırlara yaklaşıyoruz...

***

Sağlıklı olanı ise yeryüzüne katma değeri olan yüksek nitelikli mal ve hizmet satmak...

Toplumsal zenginliği bu şekilde kotarmak...

Bunu başaramadığımızı artan cari açıktan da ihracatın ithalatı karşılama oranından da görüyoruz.

Zafer Çağlayan’ın vurucu bir biçimde altını çizdiği gibi, Çin 122 milyar dolarlık çip ithal ederken, Türkiye’nin en büyük ithal kaleminin “hurda demir” olduğunu unutmamak gerek...

***

Ekonomik büyüme ve ihracat olanaklarına daha yansız bir gözle bakınca ortaya çıkan “sınırlara yaklaştık” endişesini ne yapmalı?

Türkiye, “yapısal dönüşümü” sağlayacak, dışarıya yüksek nitelikli mal satarak tükettiğinden çok daha fazlasını üretecek bir politika ihtiyacı içinde...

Yönetimden bunu “kendi siyaseti” yapacak bir reçete bekliyor...

Çünkü kaporta fiyakalı gibi duruyor ama motordan hırıltılar geliyor...

Ali Babacan’ın da kendi ölçüleri içinde sinyaller vererek söylemeye çalıştığı gibi büyüme ve ihracatın sınırlarına toslamadan radikal önlemlere acilen ihtiyaç var...

Türkiye ekonomisine hem dışarıdan, hem içerden dikkatlice bakınca görülen bu...

Aman testiyi çatlatmayalım...

Mehmet ALTAN / Rögar kriteri

 mehmetaltan@stargazete.com
AB İlerleme Raporu konusunda söz söyleyecek olanlara, önce yutkunmayı, sonra da şu cümleyi okumalarını öneririm: “Küçük Fehime, okul çıkışı evine giderken geçtiği mısır tarlasında...

...rögar kapağı açık bırakılan kanalizasyon ve atık su kuyusuna düştü.”

Bu ölümün ve bu cümlenin utancını duymadan “siyaset” konuşmak ne kadar vicdan, ne kadar “dürüstlük” içerir?

***

Sadece 12 yaşındaki Fehime mi?

31 Ekim 2006’da, Diyarbakır’da 3

yaşındaki Mehmet Koşar...

1 Mart 2007’de, Gebze’de 2,5 yaşındaki

Tuğçe Özbilgili...

Gene...

1 Mart 2007’de İstanbul’da 5 yaşındaki

Dilara Dumru...

31 Mart 2008’de, Muş’ta 5 yaşındaki

Mazlum Özden...

30 Nisan 2008’de, Karaman’da 6 yaşındaki Ayşenur Yıldız...

18 Temmuz 2008’de, Şanlıurfa’da 5 yaşındaki Halil Ceylan...

21 Temmuz 2008’de, Uşak’ta 2,5 yaşındaki Gizem Nur Özden...

14 Mart 2009’da, Konya’da 2 yaşındaki Yasin Çoban...

20 Nisan 2009’da, Adana’da 3 yaşındaki Tolga Pala...

13 Nisan 2009’da, Mersin’de 1,5 yaşındaki Büşra Küşmür...

4 Nisan 2010’da, Van’da 3 yaşındaki

Nursin Pak...

Ve Fehime’den önceki kurban...

21 Nisan 2010’de, Antalya’da 12 yaşındaki

Aslı Keçeci...

Hepsi de rögar kazalarında kurban ettiğimiz çocuklarımız...

Rögar kapağı açık bırakılan kanalizasyon ve atık su kuyusuna feda ettiğimiz evlatlarımız...

AB muhaliflerinin “onur” anlayışları sonucunda hayatlarını kaybeden bebelerimiz...

Avrupa Birliği üyesi bir ülkede rögar kapağı yüzünden bu kadar çocuk ölmezdi, o kapakların kapatılmasını sağlayan bir düzenimiz olurdu.

***

Hep söylüyorum...

AB ile Avrupa aynı şey değil... AB, köhnemiş Avrupa kıtasını çağa taşımak için oluşturuldu...

Ve “kutsalların kutsalı” insanı odak alan yeni bir toplum anlayışıyla hareket ediyor...

Olmadık bir üslupla AB ile polemik yapanlar, AB’nin Bakanlar Kurulu sayılan Avrupa Komisyonu ile diğer üye ülkeler arasındaki çok doğal sayılması gereken tartışmalara da kulak kabartmalılar... Tartışma ve anlaşmazlıklar çok doğal... Çünkü AB, üyelerini değiştirmek için var... Değişim ise gerilimi de beraberinde taşıyor...

Türk medyası bu konulara biraz daha duyarlı olsa, Fransa’nın Çingenelere uyguladığı mezalim nedeniyle Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Avrupa Komisyon Başkanı Barosso’nun da son zirvede neredeyse yumruklaşma raddesine geldiğini de ilk sayfalardan görürlerdi...

Ama bizler için sadece Türkiye var, başka bir şey de yok...

***

Zaten bu kadar yersiz ve gereksiz şişinme olmasa, çocuklarını rögar kapağını kapatmadığı için katleden bir ülke olduğumuzun da farkına varırız...

Ve fazla babalanmadan, sürünüp duran reformlara hız veririz...

On üçüncü İlerleme Raporu’ndaki eksikliklerin hala sürüp gitmesi, yönetimde bulunmuş ve bulunan herkes açısından yüz kızartıcı sayılmalı...

***

2010 yılı itibariyle...

AB’nin 1993 yılında eski sosyalist ülkeler için koymuş olduğu “Kopenhag Kriterleri”ni tamamıyla aşmış bir ülke değiliz.

Baksanıza, Fehime’nin ardından Diyarbakır’ın merkez Üçkuyular Mevkii’nde yıllar önce açılan ve içi su dolunca gölete dönen çukura serinlemek için giren beş çocuktan, beş yaşındaki Ahmet Eşmen ile yedi yaşındaki kuzeni Furkan Eşmen boğularak öldüler.

Burası adeta çocuk yutan çukurlar

cehennemi...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İstanbul’da 2007 yılında, ağzı kontrplakla kapatılan rögara düşen beş yaşındaki Dilara Dumru’nun ardından, “AB üyesi olsak Dilara ölmezdi” demişti...

AB konusunda fikir serdetmeye meraklı olanlara rögar kapağı olmadığı için öldürdüğümüz çocuklarımızın listesini göndermeli...

Kopenhag Kriterleri’ni tabii ki daha derinlemesine yerine getiremeyiz... Çünkü henüz “rögar kriterini” aşmayı bile beceremedik.

Seksen küsur yılda rögar kapakları sorununu bile çözemeyen bir siyasetin bu ülkeye yararı ne peki?

Bizi, siyasetçilerin iktidar kavgasını seyrederken heyecanlanan seyirciler yapması mı?

Mehmet ALTAN / Öğretmen kopya çeker mi?

 mehmetaltan@stargazete.com

Türkmenistan dönüşünde Abdullah Gül'e yine başörtüsü sorulunca Cumhurbaşkanı da "bu konunun konuşulmasından artık bıktım" demiş...

Bıkmayan kim?

Konuyu “temel hak ve özgürlükler” bağlamında tüm diğer mağduriyetlerin bir parçası olarak görmeyip, din üzerinden siyaset yapanlar. Zaten toplumun mağduriyetini “temel hak ve özgürlükler” üzerinden çözmek yerine bir tek mağduriyeti öne çıkaran “din, ırk ve mezhep” siyaseti olmasa, Türkiye büyük bir sıçrama yapar...

Ama sıçramayı şimdilerde yapan “din, ırk ve mezhep siyaseti”...

***

Hâlbuki çözülmesi gereken o kadar çok ağır sosyal sorunlar var ki...

Kopya skandalı yüzünden iptal edilip tekrar yapılan KPSS “Eğitim Bilimleri Sınavı” sonuçları dün açıklandı. Öğretmen adaylarının kopyaya tevessül ettiği bir toplumsal yapı... Yalanla dolanla “öğretmen” olan birinden çocuklara ne hayır gelir?

***

10 Temmuz’da gerçekleştirilen ancak kopya çekildiği ve soruların sızdırıldığı kesinleşince iptal edilen KPSS Eğitim Bilimleri Sınavı’na giren 280 bin öğretmen adayından 350 kişi tam puan almıştı. 21 Ekim’de tekrarı gerçekleştirilen sınavdan ise tam puan alan kimse çıkmamış...

Garip bir şekilde sınava katılım oranı da düşüvermiş. Tekrarlanan sınava katılım oranı yüzde 80...

Geçen defa 280 bin kişinin girdiği sınava bu kez sadece 235 bin 134 aday katılmış...

***

Kopyacılık yanında bir de kalite sorunu var... KPSS Eğitim Bilimleri Sınavı sonuçlarına göre 120 sorudan en fazla 111 net yapan varmış... Adayların toplam 120 soruya verdikleri doğru ve yanlış cevaplardan hesaplanan net soru sayısı ortalaması yaklaşık 65 olarak gerçekleşmiş...

120 soruya ortalama 65 doğru cevap veren öğretmenlerin yetiştireceği çocuklarla “Bilgi Çağı”yla karşılaşacağız... Yönetimin bu konuya eğilmesi gerekirken biz çok başka noktalardayız...

***

Öğretmen kopya çeker mi?

Öğretmen atanmak için kopyadan medet uman birinin eğitim kalitesinden fayda umulabilir mi?

Dün bu sorunun dolaylı bir cevabına Taraf’ta Yasemin Çongar’ın yazısında rastladım... Leyla Welkin, Gaziantep doğumlu bir Amerikalı. Çocukluğu boyunca, ana babasının memleketi ABD ile Gaziantep arasında mekik dokumuş; sonra Amerika’ya yerleşip psikolog olmuş, kültürlerarası psikoloji ve eğitimde uzmanlaşmış; son yirmi yedi yılını, travma sonrası psikoterapi yaparak geçirmiş. Çongar’a, Türkiye’de yaşanan “cinsel şiddet cehennemi”ne ait gözlemlerini aktaran Leyla Welkin şöyle diyordu:

“Tecavüz kelimesini kullanmayacağım, çünkü ‘tecavüz’ insanın aklına, karanlığın içinden gelen bir yabancının saldırısını getiriyor. Oysa istatistikler, dünyada da, Türkiye’de de ‘tecavüz’ dâhil cinsel şiddet mağdurlarının yüzde 80’den fazlasının, ev halkının ya da akrabalarının, ya da bir öğretmen, bir komşu, güvenilen bir tanış gibi bir yakının saldırısına uğradığını gösteriyor.”

Bu da “kopyacı öğretmen” üreten yapının sıkı sıkıya üzerini örttüğümüz bir başka yüzü. Gerçeklerin üstünü örtmeye başladığınızda “kopyacı öğretmenler” de çoğalıyor toplumda.

***

Dün çok konu vardı.

Ağustos ayı işsizlik rakamlarının açıklanması... Buna göre geçen senenin aynı ayında yüzde 13,4 olan işsizlik oranının bu yıl Ağustos’ta yüzde 11,4’e gerilemesi...

Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmede Füze Savunma Sistemi ile ilgili konunun gündeme gelmesi... Şu anda Türkiye’nin verdiği nihai bir kararın söz konusu olmadığının belirtilmesi... Geçtiğimiz Cumartesi meydana gelen şiddetli güneş patlamasının plazma kümeleriyle many etik fırtına biçiminde dün sabahtan itibaren dünyaya ulaşarak hafta sonuna kadar gezegenimizde etkili olacağının bildirilmesi... MİT’teki yeni düzenleme...

Irak’ta hükümetin kurulması... Rutin gündemi dün de baştan sona izledim ama aklıma en çok bu soru takıldı:

“Öğretmen kopya çeker mi?”

Mehmet ALTAN / Tarifsiz kederler’

 mehmetaltan@stargazete.com

“1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım.

13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim.

18’de rakıya başladım.

19’dan sonra avarelik devrim başlar.

20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim.

25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum, hiç evlenmedim. Şimdi askerim.”

***

Eksiklerini biz tamamlayalım...

22 yaşında yayınladığı ilk şiir...

28 sayı çıkardığı Yaprak Dergisi...

“İnsanın beş duyusuna değil, kafasına hitap eden” Garip Şiir Akımı’na yazdığı manifesto...

Şiiri sokaklara taşıması...

Garip Akımı ile Yaprak Dergisi arasında, sanat anlayışındaki değişimler...

Ve:

Ezbere bilinen mısraları...

“Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu,

Bu derde düşmeden önce.”

***

Nerede Orhan Veli adı görsem, soluk soluğa peşinden koştururum:

“Kardeşi Adnan Veli’nin ‘yürümekten hiç bıkmazdı. Bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek, ıslık çalarak gittiği olurdu’ sözünden yola çıkarak Orhan Veli Yürüyüşlerinin ilki 14 Kasım 1996 Perşembe günü yapılmıştı.

Yürüyüş Taksim Atatürk Heykeli önünden başlıyor Aşiyan’da Orhan Veli’nin mezarı başında sona eriyordu...”

Tek katılım şartı, bir şiir kitabı getirmekti...

Son daveti 2005 yılında aldım, sonra...

Sonrası, sanırım bu gelenek de akamete uğradı...

***

Bir haberden yola çıkarak, bir zaman da Beykoz Belediyesi’nden medet umdum...

Yıllar yıllar öncesinin o haberi şöyleydi:

“Türk edebiyatının ünlü şairi Orhan Veli Kanık, doğup büyüdüğü Beykoz’da anıldı.

Beykoz Belediyesi’nce düzenlenen anma programı, Orhan Veli Kanık’ın doğup büyüdüğü İshak Ağa Yokuşu’ndaki evinin önünde başladı. Burada şairin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verildi.

Daha sonra yürüyerek şairin bazı şiirlerinde ilham kaynağı olan Yalıköy sahiline gelindi.

Yalıköy Parkı’nda katılanlara kaşarlı simit ve çay ikram edildi. Beykoz Belediye Başkanı Muharrem Ergil ve Tiyatro Sanatçısı Nejat Uygur’un yaptığı konuşmalardan sonra Kanık’ın şiirleri okundu.

Bu sırada başlayan yağmur, katılımcılara duygulu anlar yaşattı.

Törende ‘Bir Garip Adam Orhan Veli Kanık’ adlı kitap dağıtıldı.”

Sonra bu gelenek de başlamadan bitti, buhar olup uçtu...

***

Gene...

Perşembe günü, içinde “Orhan Veli” geçen bir habere balıklama daldım:

“Yüzlerce film senaryosuna imza atmış olan senarist Safa Önal’ın hazırladığı, ‘İstanbul’un Orta Yeri Sinema’ adlı belgesel filmin dünya prömiyeri, 14 Kasım Pazar günü saat 15.00’da İstanbul Modern’de gerçekleştirilecek. Türk Sineması’na en çok emeği geçen sanatçıların başında gelen Safa Önal, 2010 İstanbul Ajansı’nın katkılarıyla hazırladığı belgesel filmi ‘İstanbul’un Orta Yeri Sinema’ ile Yeşilçam’ın unutulmaz filmlerine ve İstanbul’a vefakâr bir selam gönderiyor. Bu sayede ‘İstanbul’un orta yeri sinema’ dizelerinin sahibi Orhan Veli de anılmış olacak.”

Bu dolaylı anmaya sevinsem mi, kırılsam mı, bilemedim...

***

Orhan Veli, Dalgacı Mahmut şiirinde şöyle der:

“İşim gücüm budur benim,

Gökyüzünü boyarım her sabah,

Hepiniz uykudayken.

Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,

Bilmezsiniz kim diker; Ben dikerim.”

***

Öylesine vefasızlaştık ki...

Orhan Veli çok uzun zamandır yok...

Ve bugün 60. ölüm yıldönümü...

Böyle giderse, korkarım ne denizleri diken kalacak, ne de gökyüzünü sabah boyayan...

Acaba şu mısralar bu vefasızlığa mı?

“İstanbul’da Boğaziçi’nde,

Bir fakir Orhan Veli’yim; Veli’nin oğluyum,

Tarifsiz kederler içinde.”

***

Bir yanda “denizi göreceksin sakın şaşırma” diyen bir yaşam kıvancı, bir yanda hiç bitmeyen ince bir sızıyla yaşayıp ölen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şeflerinden Mehmet Veli Kanık’ın oğlu Orhan Veli haklı olarak “tarifsiz kederler” içindeymiş...

Çünkü...

Naif, narin varlığı, “ağlarsa” sesini duymayacağımızdan, gözyaşlarına “dokunamayacağımızdan” emindi...

Sanki tahmini doğru çıktı

Mehmet ALTAN / İlişki sosyalizmi...

mehmetaltan@stargazete.com


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 15-16 Kasım’da Paris’te yapılacak Sosyalist Enternasyonal Konseyi toplantısına katılmak üzere dün Fransa’ya gitti.

Baktım, görüşecekleri arasında Fransız Sosyalist Partisi 1. Sekreteri Martine Aubry de var.

Martine Aubry ve Fransız Sosyalist Partisi epeydir “ihtimam toplumu” kavramı üzerinde derinleşen bir çalışma içinde...

“İkincigrup.com”un çok yakından izlediği bu konuları Infomag Dergisi’nin son birkaç sayısında uzun uzadıya yazdım ve o yazıları “mehmetaltan.com” sitesine de aldım...

Ama Kılıçdaroğlu konuya “Fransız” kalmasın diye kısaca burada da özetleyeyim.

***

“İhtimam toplumu” ne demek?

Aubry’nin kaleminden okuyalım:

“Refah toplumu, bireylerin kendi aralarındaki ilişkilerin gelişmesinden geçmektedir.

Bireyci bir toplumdan, İngilizcede ‘care’ olarak adlandırılan ‘karşılıklı ihtimam’ toplumuna geçmek zorundayız...

‘Toplum size ihtimam gösteriyorsa, buna karşılık siz de topluma ve etrafınızdakilere ihtimam göstermek zorundasınız’ diye esasını özetleyeceğimiz ‘care’ veya ‘karşılıklı ihtimam’ kavramı, ‘Bir İhtimam Politikası için, Kusurlu bir Dünya’ kitabı yazarı J. Tronto için, ‘kaygı duymak’, ‘ilgilenmek’, ‘ihtimam göstermek’, ‘bakım görmek ‘ gibi esas özellikler taşıyor...

İhtimam, sadece diğerlerine değil, eşyalara ve çevreye de yönelik olmalıdır; insanın tüm eylemlerini yönlendirmelidir.

‘Care’, iyi niyetin de ötesinde, dikkat, sorumluluk, yetenek ve yanıtlama kabiliyeti gerektirmektedir; eğer, diğer demokratik değerlere (insan hakları, hukuk, siyasi usullere saygı ve uygun siyasi süreç tercihi...) olan bağlılığımıza ‘care’ kavramını eklersek, daha akıllı, daha düşünen, diğerlerinin ihtiyaçlarına daha dikkatli ve kısacası daha iyi demokrat olma şansımız olabilir”

***

Temmuz ayı başında kısaca “Lab” diye anılan Fransız Sosyalist Parti’nin düşünce laboratuarı da, “Care, I. Sahne” adı altında bir metin yayınladı.

Bu metin “Care’in etik tercümesi”, “care kavramının kamu tartışmalarında belirmesi” ve “care ve evrensellik” başlıklı üç kısımdan oluşmakta.

Fransız Sosyalist Partisi, “ihtimam toplumu” kavramını “yeni dünya tartışmaları” çerçevesinde olgunlaştırıyor.

Ayrıca...

Martine Aubry, muhtemelen kendisinin de aday olacağı 2012 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “değerler” üzerinden yapılacak bir siyasal tartışmaya sahne olacağına inanıyor.

Zaten Sosyalist Parti’de, “care-ihtimam” konusunun sadece yüzeysel değil,

derinlemesine irdelenmesinden yana

olanlar çoğunlukta.

Parti’nin “düşünce laboratuarı” başkanı Nièvre milletvekili Christian Paul de “bir üretim ve eşitlikçi dağıtım sosyalizmi yanında bir de ilişki sosyalizmi vardır” diyor.

***

“İhtimam toplumu” kavramı, daha geniş bakış açılı bir sol programın bir parçası.

Sosyalist Parti 1. Sekreteri Martine Aubry, 21. yüzyıl Fransa’sı için hazırlayacakları hükümet programlarında şu dört temel sorunun cevabını arayacaklarını ilan etti:

1-Ne üretmeliyiz?

2-Nasıl üretmeliyiz?

3-Nasıl bölüştürmeliyiz? ‘

4-Birbirlerimizle ve kurumlarla nasıl bir karşılıklı ilişki içinde olmalıyız?

Gelişmiş ülkelerde “siyaset” bu sorular üzerinden yürüyor ve farklılaşıyor...

***

Fransız solu “sosyal devlet” anlayışından “ihtimam toplumu”na geçiş çabasında...

Bunları sadece Kılıçdaroğlu Fransız Sosyalist Parti Başkanı Aubry ile görüşürken mahcup olmasın diye yazdığımı sanmayın, Türkiye’nin de sağı ve solu ile tüm toplum olarak bu düzeydeki tartışmalara çok ihtiyacı var.

Üstelik de...

Türkiye’nin toplumsal mağduriyetini Abdullah Gül’ü bile bıktıracak ölçüde “türban” konusuna indirgeyen ve buradan nemalanmaya çalışan “din siyaseti” ortalığı kaplamışken, bu ihtiyaç tavan yapmış gözüküyor

Eser KARAKAŞ / Eğitim yaşımız 6.425, andımıza devam

 ekarakas@stargazete.com

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) yirminci senesinde 2010 İnsani Gelişmişlik Endeksini açıkladı.

Türkiye, maalesef, 2010 sıralamasında 83. sırada.

Bu sıralama yapılırken satınalma gücü paritesine göre kişi başına gelir, bebeklerin yaşam beklentisi (sağlık) ve 15 yaş üzeri nüfusun ortalama eğitim yaşı kriterleri temel alınıyor.

Bu üç kriterden Türkiye kişi başına gelir açısından bulunduğu yere göre iyi durumda, sağlık kriteri iyileşiyor ama eğitimde (15+ ortalama eğitim yaşı) ciddi bir problem var.

Başlıkta da belirttiğim gibi ülkemizin 15 yaş ve yukarı tüm nüfusunun ortalama eğitim yaşı 6.425.

UNDP sıralamasında bu sene birinci çıkan ülke Norveç’te ortalama eğitim yaşı 12.2.

Nüfusu 300 milyonu aşan ABD’de ise ortalama eğitim yaşı 12.4.

Norveç ya da ABD gibi bizimle mukayese edilemeyecek kadar zengin ülkelerin ortalama eğitim yaşlarının bizden çok yüksek olmasını normal karşılar, mukayeseyi haksız bulabilirsiniz.

Ancak, Meksika’nın ortalama eğitim yaşı 8.7, Brezilya’nın ise 7.2.

Eski sosyalist ülkeler zaten ortalama eğitim yaşı konusunda büyük bir başarının altına imza atmışlar; aynı durum sağlık için de geçerli.

Sırbistan’ın ortalama eğitim yaşı 9.5, Ermenistan’ın ise 10.8.

Ermenistan UNDP sıralamasında 76. sırada, yani bizden (83) yedi sıra önde gözüküyor.

Bazı arkadaşlarımız böyle bir sıralamanın, Ermenistan’ın bizim önümüzde olduğu bir sıralamanın anlamını sorgulamak isteyebilirler ama yukarıda belirttiğim gibi kriterler Louis Vuitton ya da Mercedes kullananların sayısı değil, eğitim, sağlık ve kişi başına gelir.

Bizde kişi başına gelir (satınalma gücü paritesi) 13.359 dolar, Ermenistan’da ise 5.495 dolar gözüküyor.

Biz kişi başına gelirde Ermenistan’ın çok önündeyiz ama eğitim ve sağlık konularında kantitatif olarak çok önde oldukları için genel sıralamada bizim önümüze geçiyorlar.

1.4 milyar nüfuslu ve nüfusunun büyük bölümü hala kırsal alanda yaşayan Çin’de bile ortalama eğitim yaşı 7.5 yani bizden bir yaş daha fazla.

Cezayir’in ortalama eğitim yaşı 7.2, Mısır’ın bizimle aynı, 6.5, İran’ın ise yine 7.2.

Arjantin’in ortalama eğitim yaşı ise 9.2; bizim bu ortalama eğitim yaşını ne zaman yakalayacağımız ise bir muamma.

Bunlar işin sayısal yönleri; www.undp.org sitesinden tüm detaylara ulaşabilirsiniz.

Meselenin niteliksel bölümü daha da büyük bir facia ama bunlara UNDP’den pek ulaşamıyorsunuz.

Son milli eğitim şurasında alınan kararların ciddi bir analizi yapılsa karşımıza neler çıkabilir.

Milli Güvenlik Bilgisi dersine artık branş görevlileri yani askerler girmeyecek imiş ama nedense bu saçma sapan ders 21. Yüzyılda hala çocuklara okutuluyor, bu ders kaldırılamıyor.

Çocukların varlıklarını türk varlığına armağan etmek isteyen andımızın ise kaldırılması oy çokluğu ile reddedilmiş.

Bu anlayış sürdüğü sürece zaten ortalama eğitim yaşı yirmiye çıksa ne yazar.

Eser KARAKAŞ / Çekingen bir uyarı

 ekarakas@stargazete.com

Bu yazım zor bir yazı.

Bir iktisatçı olarak bir uyarıda bulunmak istiyorum.

Zor bir yazı zira tahminimde azımsanmayaçak bir yanılma payı ve bu nedenden de mesleki olarak zor duruma düşme riskim var.

Zor bir yazı zira ekonominin çok önemli, istihdam yaratan, bir zamanlar motor olarak tanımlanan bir sektörüne ilişkin açıklayacağım kaygılarım var ve bir iktisatçı olarak piyasalarda beklentilerin reel sonuçlarını da bilen birisi olarak şom ağızlı olmayı hiç sevmem.

Üstelik ekonomi gerçekten çok iyi giderken.

Umarım bu yazıyı kimse ciddiye almaz, ben uyarımı yapmış olmanın vicdani rahatlığını duyarım, kimse ciddiye almayacağı için de bir olumsuz etki yaratmaz.

Sözünü edeceğim sektör inşaat sektörü.

Televizyonlarda izliyoruz, cep telefonlarımıza mesajlar geliyor.

İstanbul’un her yanına kuleler dikiliyor, yeni Ataşehir’ler, yeni Ataköy’ler yapılıyor, yapılacak.

Bu haberler bir iktisatçıyı olsa olsa sevindirmeli; inşaat sektörü geri beslemesi çok güçlü yani başka sektörlerde de talebi uyaran, istihdam yaratan bir sektör.

Televizyon reklamlarında, cep telefonu mesajlarında “on bin lirayı getir, ev senin olsun” haberleri var.

Öte yanda da son global krizi çok iyi atlatmış, dış piyasalardan sendikasyon kredileri kullanmada sorunu çok az, ekonominin büyüme sürecinde de mevduat biriktiren bir bankacılık sektörü var.

Bankacılık mesleği elindeki parayı bir yerlere satma mesleği; kasada para birikir ve satamazsan kötü.

Bu nedenle bankalar son aylarda tüketici kredilerinde büyük bir rekabet içinde; iyi faizlerle bayram kredileri, okul kredileri, tatil kredileri, konut kredileri vs.

Bilinen bir süreç, bankalar olağan, kredibl müşteriye para satarak fonlarını tüketemezler ise kredi verme koşullarını biraz gevşetebiliyorlar, paralar bu kredileri geri ödemede zorlanabilecek kesimlere de akabiliyor.

Bizim bankacılık anlamında muhafazakar iyi bankacılarımızın bu hataya düşeceklerini zannetmiyorum ama sektörün de kendi dinamikleri, kendi kaçınılmazları olabiliyor.

ABD’deki 2008 mortgage krizinin, subprime sorununun kökenlerinde bir parça bu olgular var.

Isınan dünya ekonomisi, artan petrol fiyatları, biriken egemen fonlar, bu fonların ABD bankalarına akışı ve ABD bankalarının bu paraları satma mecburiyetinin getirdiği kredi verme koşullarındaki zorunlu esneme; arkasından yaşananları biliyoruz.

Türkiye hala çok yüksek bir işsizlikle mücadele ediyor; bu süreçte, inşaat sektöründe yaşanacak olumlu br patlama çok önemli, çok yararlı, çarpan etkileri işin cabası.

Ama “on bin lirayı getir, evi al it” sloganının beraberinde riskler de getirebileceğini görmemiz lazım.

Ekonomide ve siyasette her şey iyi giderken “bize özgü bir subprime krizine” düşmemizin ekonomik ve siyasi olarak nelere malolabileceğini görmek lazım.

Benim bu çekingen uyarımı ABD krizi sonrası yoğurdu üfleyerek yeme refleksi olarak kabul edin.

Ama yine de dikkatli ve sorumlu davranalım.

Eser KARAKAŞ / Çin, ulusalcılarımız, yüksek yargımız

 ekarakas@stargazete.com


2008 senesinde Çin’de yaşanan süt skandalını hatırlıyor muyuz?

Zehirli sütler Çin’de üç çocuğun ölümüne, çok sayıda çocuğun da hastalanmasına neden olmuş idi.

Peki, çinli Zhao Lianhal’ı duydunuz mu?

Başına neler geldiğini biliyor musunuz?

Zhao Lianhal geçtiğimiz gün, 10 Kasım Çarşamba günü Çin’de iki buçuk sene hapise mahkum oldu.

Pekin’de bir mahkemenin verdiği bu mahkumiyet kararının nedenini biliyor musunuz?

2008 senesinde o kitlesel süt zehirlenmesi sırasında oğlu da zehirlenen Zhao Lianhal’ın kurduğu bir internet sitesiyle süt zehirlenmesi mağdurlarını toplu dava açmaya çağırması ve daha da önemlisi zehirlemenin boyutları, önemi ve yaygınlığı konusunda Çinlileri bilgilendirmeye çalışması.

Pekin mahkemesi Zhao Lianhal’i iki buçuk seneye mahkum ederken kullandığı tabir çok ilginç ve bizlerin, özellikle bizim kuşağın kulağına hiç yabancı gelmiyor: “kamu düzenini bozmaya yeltenmek”.

Bir tarafta zehirlenen binlerce çocuk, öbür tarafta kamu düzeni.

Pekin mahkemesi tereddütsüz kamu düzeni lehine karar veriyor.

Zehirlenen çocukların ailelerini uyarmak kamu düzenini bozmaya yeltenmek anlamına geliyormuş meğer Çin’de.

Böyle bir Çin’in büyüme sürecinin sürdürülebilirliği yoktur, olamaz.

Çin uzak olmayan bir vadede duvara toslayacaktır.

Piyasa ekonomisi ve kapitalizm deniyorsa, bu süreç uzun vadede demokrasi ve insan hakları olmadan işlemez.

Pekin mahkemesinin bu karar gerekçesi, kamu düzenini bozmaya yeltenme gerekçesi aklıma iki konuyu getiriyor.

Birincisi, ülkemizdeki kendine ulusalcı diyen bir takımın Çin sistemi aşkını.

Bize, AB yerine, entegrasyon için Çin başta olmak üzere uzakdoğu ülkelerini işaret etmelerini.

Çok aptalca ama aynı zamanda da o ölçüde tutarlı.

Kamu düzenini insan haklarının, insanın önüne koyarsanız ütopya ülkeniz Çin olur.

Aklıma gelen ikinci konu ise Türk yargısı.

AİHM’in Türk yargıcı geçtiğimiz günlerde basına yaptığı bir açıklamada Türk yargısının kararlarında kamu düzeni kaygısını insan haklarının önüne geçirdiğini ve bu nedenle de AİHM’de ihlal kararlarının tavan yaptığını söylüyor.

Kararlarında kamu düzenini insan haklarının önüne çıkaran demek ki sadece Çin mahkemeleri değil, bizim yüksek yargımız da bu kervanda.

Şu trilojinin, isterseniz teslis de diyebiliriz, ihtişamına bakın.

Çin Komünist Partisi ve bu doğrultuda karar üreten Çin mahkemeleri, bizim ulusalcılarımız, bizim yüksek yargımız.

Birbirlerine zihniyet olarak ne kadar da yakışıyorlar değil mi?

Ulusalcılarımıza, yüksek yargımıza bir de Birmanya’yı incelemelerini öneririm, oradan da öğrenecekleri olabilir.

Birmanya’ya bir görgü-bilgi artırma gezisi mesela, niye olmasın?

Eser KARAKAŞ / Kopya çekmek para çalmak

ekarakas@stargazete.com


Mehmet Altan Pazar günkü yazısında öğretmenlerin kopya çekmesindeki tuhaflığa vurgu yaptı.

Kopya çekme meselesini biraz deşerseniz altından ilginç anlayışlar da çıkabiliyor.

Kızım üniversiteyi bir ABD üniversitesinde okudu; bendeniz de okulun açılış gününe katıldım.

Geçmiş gün, yanılıyor olabilirim, galiba üniversitenin akademik işlerden sorumlu rektör yardımcısı (provost) idi, yeni öğrencilere çok güzel, çok ilginç bir konuşma yapmış idi.

Rektör yardımcısının üzerinde özellikle durduğu konu kopya konusu oldu; yeni öğrencilerin artık ailenin bir parçası olduklarını, her türlü zorlukta yanlarında olacaklarını, ama kopya çekmeyi ve plajiarizmi (intihal) asla affetmediklerini ve daha ilk kanıtlanan girişimde üniversite ile ilişkilerinin kesileceğini açıkça duyurdu.

ABD’de idare mahkemeleri, Danıştay da yok, mahkemelerin de “kopya çektim, beni okuldan attılar” diyen öğrenci ile ilgilenmedikleri biliniyor.

Türkiye’de ise bendeniz, artık, tecrübeli, kıdemli bir öğretim üyesi olarak kopya çektiği için okuldan atılan bir öğrenci pek hatırlamıyorum; bizde duvarlara siyasal slogan yazmak kopya çekmekten çok daha ağır bir suç olarak yorumlanıyor.

Kopya çeken öğrenci genellikle sınıfta bırakılır; zaten kopya çekmese sınıfta kalacak öğrenci için bu bir ceza mıdır?

Öğrenci kopya çekerek risk alır, başarırsa sınıfını geçer, başaramazsa cezası yoktur.

Her sene öğrenci gruplarımla bir fırsatını bulup bu kopya çekme meselesini tartışırım ve onlara bazı sorular sorarım ve hep aynı yanıtları alırım.

Sorduğum temel soru şudur: “Sınavlarda kopya çektiğini gördüğünüz bir arkadaşınızı, hoca farketmemiş ise, ihbar eder misiniz?”

Öğrencilerimin genelleşmiş ve biraz da kızgın cevabı ise hep “asla” olur, ihbarcının (muhbirin) arkadaşlık ortamından afaroz edileceğini söylerler.

Hemen arkasından aynı gruba şu soruyu yöneltirim: “Ders arasında bir arkadaşınızın çantasından parasını çalan başka bir arkadaşınızı, yine gözlerinizle şahit olursanız, ihbar eder misiniz?”

Bu soruya ise çok büyük bir çoğunlukla “evet ihbar ederiz” cevabı gelir.

Bir öğrencinin çantasından para çalmak, ismi üzerinde, para hırsızlığıdır.

İmtihanda kopya çekmek ise, özellikle çan eğrisi uygulamasının yaygınlaşmasından sonra, çok açıkça “emek hırsızlığıdır”.

Öğrenci gruplarımın senelerdir ürettiği ve değişmeyen cevap kalıbı ülkemiz zihniyet dünyasında para hırsızlığının emek hırsızlığından daha önemli olarak değerlendirildiği acı gerçeğidir.

Bu cevap kalıbının mantıksal sonucu paranın insan emeğinden, üstelik öğrenci yaşamında, daha değerli görüldüğüdür.

Senelerdir, bir kulbunu bulup tekrarladığım bu egzersizde, şimdiye dek, “kopya çeken arkadaşımı ihbar ederim” diyen bir öğrencime rastlamadım, mahalle baskısı var mıdır, bilemem.

Oysa, sanılanın tam aksine, kopyacıyı, kopyayı ihbar etmek en temel ahlak kuralı olarak anlaşılmalıdır.

Zira, başka bir arkadaşın, kendisinin bazen sabahlara kadar süren çalışmasını, emeğini korumaktır.

Bu yazımı “Hoca ihbarcılığı savunuyor” diye yorumlayanlar çıkabilir.

Hiç derdim değil.

Öğrenciye ilk öğretmemiz gereken şey çalışmanın önemi ve çalışmanın mutlaka getirisinin olacağıdır.

Kopyacının korunarak kopyanın değil.

Senelerdir aldığım cevapları yukarıda aktardım; Mehmet KPSS’de öğretmenlerin kopya çekmesine boşuna şaşırıyor bence

Eser KARAKAŞ /Kıyılar, İzmir edebiyatı

 ekarakas@stargazete.com
ABD seçimlerinin haritasını gördünüz mü?; buraya döneceğim.

Kıyılar edebiyatı 2007 seçimleri sonrası başladı.

Türkiye’nin oy kullanma tercihlerinde coğrafi bir ayrışma belirginleşmeye başlamış idi ama üzerinde çok durulmadı.

2009 yerel seçimlerinden ve özellikle de 12 Eylül referandumundan sonra bu belirgin farklılaşma daha çok konuşulmaya başlandı.

Ve özellikle, çok açık açık olmasa bile yarı örtük bir biçimde kıyı seçmeninin oyunun Orta Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu seçmeninden daha değerli olduğunu söyleyen ya da ima edenler tarafından.

Gerçekten, DP-CHP, AP-CHP günlerinde böyle bir coğrafi ayrışmaya pek rastlanmıyor.

AK Parti döneminde oy verme biçimlerinde yaşanan coğrafi farklılaşma üzerine, mesela Hürriyet gazetesi yazarlarının yaptıklarından, yorumlarından daha ciddi bir araştırma gerekiyor.

“Kıyılar seçmenleri daha aydınlık bir geleceğe bakıyorlar, daha çağdaşlar” gibi açıklamalar (!) doğrusu tatmin edici olmaktan çok uzak.

Bu aydınlanmacı, bu çağdaş seçmenlerin 28 Şubat günlerinde, 27 Nisan muhtırasında yani Cumhuriyet’in temel ilkesi, hukuk devleti ilkesi ayaklar altına alınırken nerelerde olduklarını insan ister istemez merak ediyor.

Galiba, Ergenekon davası sanığı (E) Orgeneral Şener Eruygur’un düzenlediği aydınlanmacı, çağdaş Cumhuriyet mitinglerinde idiler.

Kıyı seçmenlerine atfedilen bu aydınlanmacı özellik biraz subaylar arasında bahriye subaylarının daha nitelikli, daha çağdaş olduklarına yönelik tevatürü andırıyor; 28 Şubat günlerinden Ergenekon davasına bu bahriyeli çağdaşlığı de çok iyi tebarüz etti.

İşin polemik yanı bir kenara, siyasal tercihlerin coğrafi ayrışması iktisatçıların, siyaset bilimcilerin, sosyologların üzerinde çok iyi çalışmaları gereken bir mevzu.

ABD’deki son seçimlerin haritasını gördünüz mü?

Bizdekinin adeta kopyası.

Fransa’da 1992 senesinde yapılan Maastricht referandumunda ya da daha sonra gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde ortaya çıkan oyların coğrafi dağılımı konusunu hatırlıyor musunuz?

Son ABD seçimlerinde demokrat oylar doğu ve batı kıyılarına sıkışmış durumda.

Ancak, Fransız seçimlerinde coğrafi dağılımı sadece deniz değil başka kriterler de belirliyor, mesela, ulusal cephenin oyları bu kez Fransa coğrafyasının doğusuna yani denize en uzak yerlere kümeleniyor ama aynı zamanda Akdeniz kıyısında da tavan yapıyor.

Tüm bunların, siyasal tercihlerin coğrafi olarak ayrışmasının mutlaka çok önemli belirleyicileri var, Fransa’da oy coğrafyasını biraz göçmen/yabancı tepkisinin belirlemesi gibi.

Yukarıda belirttiğim gibi başta iktisatçılar olmak üzere herkesin bu konuya kafa yormasında, bu coğrafi ayrışmanın nedenlerini iyi araştırmasında fayda olabilir.

İşe, ABD’de son seçimler sonrası bu konu nasıl tartışılıyor ile başlayabilirler.

Mesele bazı yazarların, yorumcuların kolaycı yorumlarını aşabilecek ölçüde komplike olabilir.

Yorum yaparken de özellikle bazı yörelerin oylarının başka yörelere oranla daha önemli olduğu ayıp imasını da hiç yapmamak şart.

Aysun Kayacı ile aynı kulvarda yarışmak istiyorlarsa diyecek bir şeyim olamaz tabii.

Eser KARAKAŞ /Zorunlu din dersine sorunlu yaklaşımlar’ (2-son)





 ekarakas@stargazete.com


Sayın İbrahim Kiras’ın 2 Kasım tarihinde Star Gazetesi’nde yayınlanan yazısına ilişkin görüşlerimi bugün de sürdürüyorum.

Sayın Kiras’a birinci eleştirim eğitim-öğretim ve zorunlu din dersi konusunu tartışırken genel ve çok kısıtlayıcı yasal-toplumsal çerçeveyi veri olarak alması idi.

Okul tipleri, çok genel bir evrensel hukuk devleti, laiklik, demokrasi ilkeleri gözetilerek farklılaştırılabilir, müfredat okuldan okula, devlet okulları nispeten yeknesak kalmak koşuluyla değiştirilir, isteyen aileler de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek Protokolünün ikinci maddesi gereği, çocuklarını din bilgisi, hatta pratiğini öğreten okullara gönderirler.

Böylece de, arzu etmeyen ailelerin çocukları zorunlu din dersi görmezler.

Anlamakta çok zorlandığım ikinci ve temel konu ise muhafazakar/dindar kesime mensup arkadaşların bir bölümünün ısrarla din hizmetini, buna zorunlu din dersleri de dahil edilebilir, bir kamu hizmeti olarak görmeleri.

Yani, devlet tarafından sunulmasını istemeleri.

Yani, devletten geçmeden dinin toplumsal meselelerine yaklaş(a)mamaları.

Konumuz din eğitimi konusu idi.

Cumhuriyet’in başından beri bu konuya yönelik devlet kökenli us dışı sınırlamalar var.

Bu sınırlamalar 28 Şubat süreciyle tavan yapmış durumdalar.

Aileler çocuklarını, mesela Kuran kurslarına gönderirken, tuhaf zaman ve yaş sınırlamalarına tabiler.

Ailelerin, laik devlet okullarında okuyan çocuklarını, istedikleri zaman ve yaş aralığında istedikleri kurumda ve en önemlisi devlet tekelinde olmayan kurumlarda din öğretimine göndermeleri en temel hakları olmalı.

Bu kurumlara da devlet sadece demokratik kamu düzeninin gerekleri açısından karışabilmeli.

Oysa Türkiye’de durum hiç böyle değil.

Devletin kronik yaklaşımı açısından bu duruma şaşırmıyorum.

Şaşırdığım, muhafazakar/dindar kesimin bir bölümünün de bu baskıcı tutumla uyum içinde oluşları.

Bu kesim, laik devletin okullarında zorunlu din dersi için ısrarlı olacağına, din öğretiminin sivil toplum bünyesinde özgürce, demokratik kamu düzeni çekinceleri saklı kalmak üzere, yapılmasında ısrarlı ve talepkar olmalı diye düşünenlerdenim.

Aynı eleştirim söz konusu kesimin Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun statüsüne yaklaşımları için de geçerli.

Devletin din öğretimini, Diyanet İşlerini bu denli kontrolü altına almak istemesi hep din kurumunu “boşta kalırsa ya davulcuya ya da zurnacıya gider” misali algılamasından; gerçek muhafazakar/dindarların da bu yaklaşımla uzlaşmasını, bu yaklaşımın enstrümanlarını benimsemesini doğrusu yadırgıyorum.

Din çok önemli bir müessesedir, toplumun çok önemli bir bölümünün iç içe yaşadığı bir müessesedir ama bir kamu hizmeti değildir ve gereklerinin devlet tarafından vergi gelirleri kullanılarak karşılanması hem demokratik değildir, hem adil değildir, hem de özgürlükçü değildir.

Gerçek muhafazakar/dindarlar din alanında devletçi olmamalılar.

Ben muhafazakar/dindar bir vatandaş olsa idim devlet okullarında zorunlu din dersine de Diyanet’in mevcut statüsüne de itiraz ederdim.

Eser KARAKAŞ / Zorunlu din dersine sorunlu yaklaşımlar’ (1)





 ekarakas@stargazete.com
Yazımın başlığını Star Gazetesi yazarı Sayın İbrahim Kiras’ın 2 Kasım 2010 Salı günkü yazısının başlığından aynen alıyorum.

Bu yazının amacı kesinlikle Sayın Kiras’la bir polemiğe girmek değil; yazılarımı izleyenler kişilerle polemiği hiç benimsemediğimi bilirler, arada sırada yaptığım, aynen bugün olduğu gibi, soyut görüşlerle bir tartışma ortamı yaratmaya gayret etmek.

Ve çok daha önemlisi, bu konu için, Sayın İbrahim Kiras ve benzer düşünce içinde olan arkadaşları anlama gayreti.

Kiras’ın yazısını özetlemeyeceğim, arzu eden internetten www.stargazete.com adresinden girip bakabilir ama anafikir ortaöğretimde zorunlu din dersi öğretimine muhalefet eden kesimlere eleştiri.

Sayın Kiras’ın yazısında katıldığım, katılmamın mümkün olmadığı yanlar var; ama daha önemlisi anlamakta çok zorlandığım konular.

Kiras yazısının dördüncü bölümünde seçmeli din dersine ilişkin şöyle diyor: “Öğrencilerin ‘din dersi alanlar ve almayanlar’ diye ikiye bölünmesi... Olacak şey değil!”

Bu görüşe aynen katılıyorum ama çözümü de devlet okullarında yani yaklaşık tüm harcamalarının vergi gelirleriyle karşılandığı bir okulda din dersinin okutulmamasında görüyorum

Bu okullarda din felsefesi, din sosyolojisi, din tarihi gibi konular, çok önemli oldukları muhakkak, ilgili derslerin müfredatı içine alınır ve branş hocaları tarafından öğretilir.

Konu çok önemli ve kapsamlı olduğu için lafı uzatmadan konuya girmek, bugün için çok gerçekçi gözükmese de kendimce “en iyi” çözümü sunmak istiyorum.

Sayın Kiras’ın görüşlerine en büyük birinci eleştirim çok daha genel ve olumsuz bir eğitim-öğretim çerçevesini veri olarak kabul edip, tahlillerini bu veri çerçeve içinde yürütmesi.

Bunların başında da sistemin homojenliği, çeşitliliğe kapalılığı (isterseniz tevhid-i tedrisat da diyebilirsiniz) konusu geliyor; velilerin, çok ama çok genel bir anayasal çerçeve ortak paydası içeren okullar içinde tercih yapabilmeleri, isteyen ailelerin çocuklarını vergi gelirleriyle finanse edilmeyen özel ama müfredatı değişik okullara yazdırabilmeleri konusu neden tartışılmıyor, savunulmuyor?

Devlet bu okullar üzerinde denetimini sadece anayasanın temel ilkeleri ve çok daha demokratik yorumlanacak bir “kamu düzeni” üzerinden yapmalıdır.

Bu okulların özel ya da bir vakfa bağlı olmaları fakir ailelerin buralara çocuklarını göndermelerine engel olmayabilir, örnekler önümüzdedir.

Bendeniz, laikliği ama laik devlet yapılanmasını çok önemseyen, laik devlet tanımının da herşeyden önce bütçeden geçmesi gerektiğini savunan bir vatandaşım; bu açıdan son derece önemli gördüğüm din eğitiminin ve özellikle pratiğinin öğretilmesinin çok kozmopolit bir nüfusa açık ve vergilerle finanse edilen devlet okullarında sakıncalı, laikliğin de özüne aykırı görüyorum.

Yukarıda belirttiğim gibi birinci eleştirim zorunlu din dersi öğretiminin bir mengeneye benzeyen mevcut sistem veri alınarak yapılması.

Bu çerçevede Sayın Kiras’ın “Dinin izlerinin hiç değilse toplumsal hayattan kazınmasını isteyen görüşün mensupları bunlar” ifadesine katılmam da mümkün değil, zira çok marjinal bir kesim dışında dinin izlerinin toplumsal hayattan silinmesini isteyen pek yok ve zaten bu sosyolojik olarak, tarihsel olarak mümkün de değil, arzulanacak bir şey de değil; burada “marjinal” tabirini sayısal anlamda değil önem anlamında kullanıyorum.

Ancak, tekrar ediyorum, laik devleti önemseyen ve hepimizin huzurlu birlikteliğinin ön koşulu olarak gören, laikliğin bütçeden geçtiğini ya da geçmesi gerektiğini bilen biri olarak vergi gelirleriyle din pratiği dersi okutulmasına da, yine mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut yapılanmasına da karşı birisiyim.

Bu konuya, kısmet olursa, yarın devam edeceğim.

Neşe Düzel / Balıkçı: ‘Apo’yla görüşenler tam yetkili’

PAZARTESİ KONUŞMALARI 09.11.2010




“Devletin mutfağında çalışan, uzmanlık ve akademik yönü ağır basan güvenlik bürokrasisi devlet adına tam yetkili olarak şu anda Abdullah Öcalan’la görüşüyor.”



“Ülke, çağdaş demokratik, AB standartlarını benimsemişse, herkes gibi Öcalan da bir gün serbest kalır. Öcalan barışın aktörüyse, elbette barışın nimetlerinden faydalanacak.”



“Operasyonlar duracak, PKK de sınır dışına çıkacak. Abdullah Öcalan’la anlaşmaya varıldı. PKK’nin, 2011’den sonra dağdan ineceğini tahmin ediyorum.”



* * *



NEDEN BALIKÇI

Balıkçı, Yıldıray Oğur’un yazılarıyla ve haberleriyle Türkiye’nin gündemine girdi. Devletle, İmralı’daki Abdullah Öcalan arasında “arabuluculuk” yapan ve isminin açıklanmasını istemeyen “balıkçının” bu lakabı, muhataplarıyla İstanbul’da köprü altındaki bir balıkçıda buluşmasından kaynaklanıyor. Balıkçı’nın devletle PKK arasında mesaj getirip götüren diğer arabuluculardan farkı, onun aynı zamanda sorunun tesbitiyle ve çözümüyle ilgili “stratejik önerilerde” bulunmasından kaynaklanıyor. Kendisi bir Kürt aydını. Hiç PKK’lı olmamış. Aksine PKK çizgisinin çok uzağında olan eski Türkiye Komünist Partisi geleneğinden geliyor. Bir ara HEP’te siyaset yapmış. Geçmişte iki defa PKK tarafından vurulmuş olmasına rağmen, Öcalan’ın ona güveni tam. Perde arkasında yaşanan her şeyden haberdar ve bugüne dek Yıldıray Oğur’a bütün söyledikleri, daha sonra gerçekleşti. Sadece olanları değil “olacakları” da biliyor. Balıkçı’yla arabuluculuğa nasıl başladığını, Öcalan’ın ve devletin güvenini nasıl kazandığını, arabuluculuk yaparken neler yaşadığını, devletin, Öcalan’ın ve PKK’nın barıştan neler beklediklerini, İmralı’yla görüşmelerin nasıl seyrettiğini ve hangi düzeyde olduğunu, sorunun çözümü için atılacak adımları, dağdan iniş için neler düşünüldüğünü, devletin Kürt sorununun çözümünde hangi noktaya geldiğini, Öcalan’ı, PKK’yı, KCK’yı ve Taksim’de yaşanan son canlı bomba eylemini üstlenen TAK’ı konuştuk.



* * *



İKİNCİ BÖLÜM

Balıkçı ile yaptığımız ve dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşiye kaldığımız yerden devam ediyoruz.



* * *



NEŞE DÜZEL: PKK, seçimlerden sonra ne yapacak?

BALIKÇI: Seçimlerden sonra konuşacağımız şey, PKK’nin silahsızlandırılmasıdır! Çünkü seçim sürecinde pek çok şey konuşulacak, tartışılacak. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt meselesi ve anayasal taleplerin makul düzeyde kabulü konularında yapılan tartışmalar olgunlaşırsa... Bu süreçte gerçekleşen konuşmalar vicdanlarda yer ederse... Bütün bunların sonucunda da PKK’nin silahsızlandırılması başlar doğal olarak. Zaten o zaman da dağlarda silahlı bir örgüt sırıtır. Her şeyi konuşabiliyorsun ama dağda silahlı bir örgüt var. Bu olmaz!



Ordudan görüştünüz kimseler var mı?

Herkesle görüşüyoruz. Güvenlik bürokrasisinden herkesle görüşüyoruz.



Ordu bu gelişmeler konusunda ne düşünüyor?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin birliği, bütünlüğü gibi kurumsal anlamda bazı kaygıları, endişeleri var tabii...



PKK ile devlet sorunu çözmek için nasıl bir anlaşmaya vardı ya da bir anlaşmaya vardı mı?PKK’den ziyade, devlet ile Öcalan bir anlaşmaya vardı. Bu anlaşmanın uygulama alanında bir yanda PKK’den istenenler var, diğer yanda devletten istenenler var. PKK bunları yerine getirecek mi göreceğiz.



PKK’den ne yapması isteniyor?

Sınırdışına çıksın isteniyor. PKK’nin de istediği, sınırdışına çekilirken, devletin kendisine operasyon yapmaması...



Operasyonlar duracak, PKK de sınırdışına çıkacak. Peki, bu konuda Öcalan’la anlaşmaya varıldı mı?

Evet.



PKK dağdan inecek mi?

Eğer vahim bir hata yapılmaz ve bu süreç siyasete kurban edilmezse, –ki ben edileceğini düşünmüyorum, çünkü Türkiye’nin durumu artık bu çatışmayı kaldırmıyor-, PKK’nin, 2011’den sonra dağdan ineceğini tahmin ediyorum.



Nasıl inecek?

Bu konuda dünyada bir sürü tecrübe var. Dağdaki insan da çok değil zaten. Beş bin insanı bağrına basamayacak bir yapının bu ülkede bulunmadığını düşünmek istemem. Eğer biz beş bin insanı barış adına içimize sindiremiyorsak, o zaman zaten bizim barışımızda bir tuhaflık vardır demektir. Artık toplum ve bireyler olarak insanları dağdan indirmenin vicdani olgunluğuna erişelim. Nitekim o yöne doğru da gidiyoruz.



PKK’nın lider kadrosu ne yapacak anlaşmadan sonra?

Dünyadaki örneklerde, herkes kendi tercihini kullanıyor. Kimi ülkesinde kalıyor, kimi başka ülkelere gidiyor. Aralarından barışa karşı çıkanlar ve silahlı mücadeleye devam edenler de çıkabiliyor. İngiltere’de IRA’da gördük bunu. Gerçek IRA diye bir silahlı grup çıktı. Dağdan inişin başarısı, ülkedeki vicdanın ve barışın kanatlarının genişliğine bağlı olacak. Barışın kanatları geniş olursa, bu sorunu atlatmak kolay. Şu çok önemli bir nokta. Öcalan’ın varlığı, dağdan inmenin en az sorunla ve hasarla olmasını mümkün kılacak.



Öcalan, dağdan inişi nasıl kolaylaştıracak?

Bakın... Şu anlatılmıyor, gizleniyor. Öcalan’ın Kürtler üzerinde inanılmaz bir gücü var. Öcalan’ın varlığı, Kürtler arasında bir ortak akla, tekliğe neden oluyor. Diasporada da Öcalan’ın varlığı nedeniyle aynı ortak akıl ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Kürtler arasında şiddette ısrar edenlerin meşruluğu kalmıyor. Bu da dağdan inmeyi kolaylaştırıyor tabii.



PKK’lı militanlar ne olacak?

İnecekler... Zaten şu anda aramızda bizlerle birlikte yaşayan binlerce PKK militanı var sivil. Cezaevine girmişler, on, on beş yıl yatmışlar ve çıkmışlar. Şimdi sivil hayatta aramızda yaşıyorlar. Dağdan inenler onlardan farklı olmayacaklar ki... Bu sefer tek fark, onları cezaevine atmadan hayata ve siyasete dâhil edeceğiz. Belki adam siyasetçi değil işadamı olur ama onlara mutlaka siyaset yapma hakkını vereceksiniz. Silah kullanmış, kullanmamış diye ayırt etmeyeceksiniz. Şunu unutmamak lazım: 1980’ten bu yana yaklaşık üç milyon insanımız da silah kullandı. PKK’ye karşı askerlik yaptı. Bu insanlar da sivil şimdi. Kimi avukat, kimi doktor, kimi gazeteci...



Gelelim PKK’nın şehir örgütlenmesi olan KCK’ya ve KCK davasına... KCK, varlığını sürdürecek mi?

Şu anda KCK davasının duruşmaları devam ediyor. Çok vahim bir dava bu! KCK’yı, birileri devlete, hükümete çok yanlış tanıttı. Zaten bir işlem yanlış başlayınca yanlış devam eder. Bu da böyle oldu. Devlete birileri, “Bir de Kürt Ergenekonu var. Kürtlerin Ergenekonu KCK” dediler. Nasıl sorusuna da, “KCK’nın lideri Sabri Ok’tur. Sabri Ok, 28 Şubatçıların adamıdır. Eğer Ergenekon’un adamı KCK’nın lideriyse, KCK da Ergenekon’dur” akıl yürütmesiyle cevap verdiler. Böylece hükümetin KCK operasyonuna, en azından sessiz kalmasına neden oldular. Çünkü Ergenekon’a karşı hükümetin ve yeni devletin bir duruşu var. Zira Ergenekon zihniyeti, devleti, hukuku, iş yaşamını, medyayı, bu ülkede her şeyi kirletti. Ama şu var... KCK çok yanlış bir dava.



KCK konusunda devleti, hükümeti kim yanlış yönlendirdi sizce?

Güvenlik bürokrasisinde isminin önünde akademik unvanı olan bir sürü insan hükümeti yanlış yönlendirdiler. Sabri Ok 28 Şubat döneminde hiçbir zaman generallerle görüşmedi. Biz görüştük. Daha önce söyledim, bu arabuluculuk görüşmeleri 1996’da başladı. Dolayısıyla bu süreç, 28 Şubat’a da denk geldi. Sabri Ok cezaevindeydi. Ona biz iletiyorduk. Yani sivil aracılar, Sabri Ok’a devletin dönüşümü hakkında bilgi götürüyordu. Sabri Ok da “devlet böyle düşünüyor” diye Öcalan’a ve Avrupa’ya iletiyordu. O zaman cezaevlerinde telefonlar vardı. Sabri Ok telefonla konuşuyordu. Cezaevinden hiçbir zaman dışarıya çıkmadı.



Peki, şimdi KCK ile ilgili ne düşünülüyor?

Türkiye’deki ortak akıl böyle bir operasyonun anlamsızlığı konusunda hemfikir oldu ama, işi hukuka yükledikleri için hukuk şu anda işin içinden çıkamıyor. Çünkü PKK’liyle görüşmek hukuka göre suç. Ama hukuk bir formül bulmalı. Burada bir sıkıntı var. KCK aslında sivilleşmenin bir aracıdır. PKK’nin BDP’lileşmesinin, bir ara noktasıdır KCK. Bir geçiştir yani... PKK’ye diyorsun ki sivilleş. Nasıl sivilleşecek? KCK gibi bir ara dönem lazımdı. KCK’dan tutuklananların serbest bırakılması lazım.



KCK konusunda bir formül bulunabilecek mi?

KCK sorunu çözülmek zorunda. Silah yakalanmamış. KCK’daki suçlama, siz birbirinizle görüşmüşsünüz, emir vermişsiniz suçlamasıdır. Televizyonlara çıkan adamlar söylüyorlar... Belediye başkanına emir vermiş falan... Verecek tabii. Nasıl vermeyecek? O belediye başkanı Bodrum Belediye Başkanı değil ki. O insanların oylarıyla oraya gelen ve o kimlikle oraya seçilen biri o belediye başkanı. İnsanlar ona oylarını PKK’ye yakın diye vermişler. Birbirleriyle diyalogları olacak tabii. Verdiği emir, adam öldür emri değil ki. Bodrum’u tartışmıyoruz burada. Bodrum Belediye Başkanı PKK’liyle görüşse bunda bir gariplik vardır ama...



Evet...

Diyarbakır Belediye Başkanı’nın görüşmeme imkânı yok ki... Sur Belediye Başkanı’nın oğlu dağa gitti. Adam, “oğlumu ikna edemedim” diyor. Televizyonlara çıkıp KCK’yı konuşanlar, hangi coğrafyayı, hangi insanları konuştuklarını bize doğru söylesinler lütfen... Üstelik bugün devlet PKK’yle ilişkiye geçiyor... Öcalan, PKK’ye “sınır ötesine çekilin, ateşkes yapın” diye emir veriyor. Vermiyor mu?



Öcalan’ın bir gün serbest kalması mümkün olacak mı anlaşmaya göre?

Eğer hukuk bir öç alma aracı değilse ve bahsettiğimiz ülke, çağdaş demokratik, AB standartlarını ve yaşam tarzını benimsemişse, herkes gibi Öcalan da bir gün serbest kalır.



Bugün devletle Öcalan arasında müzakereler hangi düzeyde sürüyor?

Öcalan’la önce bir anlama süreci yaşanmıştı. Şimdi o anlamanın içini doldurma noktasına gelindi. Şöyle anlatayım... Öcalan, kendini dönüştürme, barışı sağlama ve silahı bırakma konularında uzun dönem devletin çok daha önündeydi. Nitekim silahlı güçleri Türkiye’nin dışına çektirdi, PKK’nin adını değiştirdi. Sonuçta bu ülkede beş, altı yıl boyunca silahlar konuşmadı. Ama o süreçte devlette bir anlama sıkıntısı yaşandı.



Devlet neyi anlamadı?

“Bunlar, silahlar patlamazsa sıkılırlar, birbirlerine düşerler, dağılırlar, her biri bir yere gider” diye düşündü devlet. Ortada bir Kürt sorununun olduğu görülmedi. Öcalan, kendisini anlatma açısından işte o dönemde ciddi sıkıntı yaşadı. Üstelik o süreçte araya bir vahim olay daha girdi. Dünyada bir Bush felaketi yaşandı. Öcalan’ın silahları bırakıp, siyasi yoldan mücadele etmek istediğinin anlaşılmasını, Bush yönetiminin Ortadoğu politikası da geciktirdi. Ayrıca Öcalan’ın barış talebi, o dönemde Türkiye’de yaşanan iktidar savaşının da kurbanı oldu. 2004’teki darbe girişimleri, 1 Mart Tezkeresi’nin reddinin sonuçlarının ağır olması, Amerika’ya karşı kaygılar sonunda bizi işte bugünlere getirdi.



Devletin Öcalan’la o dönemde görüştüğünü söylediniz. Onunla neler görüşülüyordu?

O sırada devlet yetkilileri, “şiddet bitsin” demenin ötesinde bir şeyler söyleme kapasitesinde olamadılar. Çünkü Türkiye’de bir iktidar kavgası ve Ergenekon denen yapılanma vardı. Ayrıca Amerikalıların da orduya bir bakışı vardı. Bir de o dönemde AK Parti kendini tam ifade edemiyordu. Bu ülkede sivil siyasetin öne çıkacağını düşünen Öcalan ise onların bulunduğu noktayı çoktan aşmıştı. Ve, 2010 yılına gelindi. Öcalan, hem PKK’ye hem devlete, “ben yapabileceğim her şeyi yaptım, ama bunun karşılığında somut bir şey yok. 31 Mayıs itibarıyla çekiliyorum” dedi.



Ve, Türkiye’de çatışmalar tekrar hızlandı...

Hazirandan temmuz sonuna dek her yerde patlamaların, karakol baskınlarının olduğu, günde 5-10 kişinin öldüğü bir şiddet sarmalı yaşandı. Bu şiddet ortamı, birilerini harekete geçirdi. Fiili duruma siyaseten karşılık verilmediği takdirde Türkiye’de bir iç çatışmaya gidileceğini görmelerine neden oldu. Dolayısıyla Öcalan’ın anladığı şeyle, devletin aklı çakıştı. Çakışınca da, Öcalan’la olan diyalog, müzakereye doğru gitti.



Devletle Öcalan arasındaki müzakereler şimdi hangi noktada?

İlk kez, hem Kürtleri hem de Türkleri rencide etmeyecek, mağlubiyetin de zaferin de yaşanmadığı bir müzakere düzeyi söz konusu. Şimdi devlet, “ben bu ülkenin birliği ve bütünlüğü çerçevesinde her şeyi tartışmaya hazırım” diyor. Ama bu “her şey” sözcüğünden şok anlamda bir tartışma kastedilmiyor. “Taleplerinizde teker teker gelin” diyor devlet. Taleplerde gerçekçi olmak lazım.



Devlete göre taleplerin sıralaması ne olmalı?

Bir kere ortak vicdanın kabul edeceği taleplerden başlamak gerekiyor. Çünkü ülkede ortak vicdan kabul etmiyorsa, küçük bir talep bile çok farklı algılanabilir. Şu anda en önemli talep, karşılıklı konuşabilme, birbirini anlayabilme ve tartışabilmedir. İkincisi, yeni anayasada vatandaşlığın Kürtleri de, Türkleri de rencide etmeyen makul bir biçimde tanımlanmasıdır. Kürtler kendilerini yeni anayasada vatandaş olarak hissetmek istiyor. Bunun da yolu seçimden sonra başlayacak olan yeni anayasa yapma sürecinde karşılıklı olarak tartışıp, konuşmaktır. Üçüncüsü, anadille ilgili tartışmanın derinleştirilmesi ve makul kabullerin oluşmasıdır.



‘Makul kabul’ ile kastedilen okullarda anadil öğretimi mi yoksa okullarda anadilde eğitim mi?

Başlangıç olarak öğretilmesi düşünülüyor. Çünkü bir kırılmaya neden olmamak gerekir. Bunun için iki tarafın da içine sindirebileceği pilot bölgeler seçilebilir. Dil konusu biraz zaman alacaktır. Mesela pilot bölge Hakkâri olmaz da Mersin olur. Şunu söylemeliyim. Diyalogu engelleyecek Taksim eylemi gibi provokasyonların olmaması için şimdi ortada bir mutabakat var. Onun için de, eylemsizliğin, çatışmasızlığın seçim sonrasına kadar sürdürülmesi sağlandı.



Öcalan’la kimler görüşüyor diye sormuştum...

Devleti, Kürtleri ve siyaseti iyi tanıyan ve devletin mutfağında olan uzmanlık ve akademik yönü ağır basan güvenlik bürokrasisi devlet adına tam yetkili olarak görüşüyor.



Daha önceki görüşmelerden farklı olarak neler görüşülüyor?

Aslında daha evvel de aynı şeyler konuşuluyordu ama şu andaki fark, iradenin daha somut olmasıdır. Daha önce devlet içinde bir bütünlük yoktu. Diyelim ki daha önce Cumhurbaşkanı Özal konuşuyordu. Ama diğer yapılar böyle bir görüşmeye karşıydı.



Şimdi PKK ve Kürt sorunlarını çözmek ve barışı sağlamak konularında devlet içinde bir bütünlük var mı?

Var. Giden heyet Kürt sorununu çözmeye muktedir. Zaten ilk kez sorunu PKK ve Kürt sorunu diye ayırmıyorlar. Mesela daha önce, “PKK silahtan vazgeçerse, Kürt sorunu çözülür” gibi bakılıyordu meseleye. Şimdi öyle bakılmıyor. PKK ve Kürt sorunu birlikte çözülecek. İmralı’ya gidenler “biz buna muktediriz” diyorlar.



Dağdakilere “af konusunu görüşmeye muktediriz” mi diyorlar?

Evet. “Kürtlerin yeni anayasada kendilerinin temsil edildiğini görmelerinin sağlanması konusunu konuşmaya muktediriz... Kürt sorununu, Türkleri de rencide etmeden kabul edilebilir, makul bir düzeye getirmeyi konuşma konusunda muktediriz... Biz bu konuların hepsini konuşmaya muktediriz... Biz devletiz... Size ihtiyacımız var” diyorlar Öcalan’a. Zaten devletlerin geleneğinde olan bir şeydir bu. Dünyada barış süreçleri için görüşmeler hep cezaevindeki âkillerle ve liderlerle yapılır ve olgunlaştırılır.



Asker dâhil bütün güvenlik bürokrasisi ve hükümet, Kürt sorununun çözümünde mutabık mı?

Evet. Bu problem makul yöntemlerle çözülmelidir konusunda mutabıklar. Şimdi makullük müzakere ediliyor! Ayrıca bu yoğun tartışmada kullanılan barış dili konusunda da bir mutabakat var. İkide bir çıkılıp “bebek katili”, “bölücü başı” gibi tanımlardan da vazgeçmek gerekiyor.



Öcalan artık devlete güveniyor gibi gözüküyor. Öcalan’a kim güvence verdi?

Devletin kendisi verdi. “Ben devletim” diyenler verdi. Daha önce görüşenler, “biz devleti temsil ediyoruz” diyorlardı. Ama şu anda görüşenler, “biz devletiz” diyorlar. Çünkü Kürt meselesinin çözülmemesi, Türkiye’nin Batı standartlarında çağdaş bir ülke olmasının önündeki en büyük engeldir.



Öcalan’a ne tür bir güvence verildi?

Dünyada bu tür sosyal olayların ve çatışmaların seyri, ömür boyu kin ve nefretle olmuyor. Karşılıklı konuşma, diyalog ve müzakereler sonuçlandıktan sonra bir affediş oluyor. Eğer bizdeki süreçte de Öcalan, barışı birincil elden savunan en önemli aktör ise, onun hukuki sisteminde ve hukuki duruşunda doğal olarak bir düzelmenin, bir iyileşmenin olacağı açıktır.



Öcalan’ın mahpusluğunda bir düzelme mi olacak?

Bu kesin. Barışın toplumda yaratacağı vicdan, çatışmalarda yaşanan mağduriyet vicdanını aşarsa, Öcalan açısından iyileşme, İmralı’dan çıkarılıp ev hapsinde tutulmasıdır. Bu, dünyada da uygulanan klasik bir yöntemdir. Şunu söyleyeyim. 1993-1996 arasındaki dönemde bu ülkenin medyası...



Medya ne yaptı?

Türk medyası yaşanan kirliliğe gözlerini kapattı, görmezlikten geldi. O dönemde zenginleştiler. Devlet, “ben bu işi böyle çözeceğim, gözünüzü kapatın, size ne istiyorsanız vereceğim” dedi. Devlet onlara, onlar da devlete gözlerini yumdu. 1993-96 döneminde, devlet, sanatçı olmayanı sanatçı yaptı, bankacı olmayanı bankacı, gazeteci olmayanı gazeteci, işadamı olmayanı işadamı, mafya olmayanları mafya yaptı. İnanılmaz paralar, hak edilmemiş saygınlıklar oluştu. 17 bin faili meçhul cinayet yaşandı. 17 bin insanın öldürülmesine göz yumuldu. Türk medyasının, işadamlarının, TÜSİAD’ın bu ülkeye özür borçları var.



Nasıl özür dilemeliler?

1993-96’da işledikleri günahları affettirmek için barışa katkıda bulunmalılar, barışı sahiplenmeliler! Eğer barış sağlanacaksa ve bu barışın birincil aktörlerinden biri Öcalan olacaksa, elbette barışın nimetlerinden faydalanacaktır. Bu, ahlaki bir durumdur.



Şu anda Öcalan’la müzakereler hangi noktaya geldi? Bundan sonra ne olacak?

Artık şu anlaşıldı. Silahlı mücadelenin devamı Kürt meselesinin çözümüne de, Türkiye Cumhuriyeti devletinin dönüşümüne de engel oluyor. Burada bu mutabakat sağlandı. Devlet de dönüşmek istiyor ama Kürt meselesinin yarattığı şiddet bu dönüşümü önlüyor. Şiddet ortadan kalkarsa bu dönüşüm olur. Ayrıca devlet, Kürtlerin genetik kodlarında bir ayrılmanın olmadığını farkına vardı. Çünkü Kürtler bu kadar mağduriyete ve yok sayılmaya rağmen Irak’a, Ortadoğu’ya değil, İstanbul’a, Trabzon’a gittiler



neseduzel@gmail.com



YARIN:

PKK, Türkiye’deki silahlı güçlerini ne zaman sınır ötesine Irak’a çekecek?

Devlette ve PKK’da savaşın devamını isteyenler var mı?

Savaşın sürmesini isteyenler ne olacak?

TAK nedir, kimdir?

PKK’da bir iç çatışma çıkarsa, PKK yok mu olur?

PKK’da iç çatışma riski var mı?

Şu anda PKK yönetiminde bir çatlak var mı?

Dağdakilerin affedilmesine sizce en büyük tepki kimden ve nereden gelecek?

Neşe Düzel / Balıkçı: Devlet Apo’ya ‘size ihtiyaç var’ dedi

PAZARTESİ KONUŞMALARI 08.11.2010




“1996’dan beri arabuluculuk yapıyorum. Öcalan bana güveniyor, onu hiç yanıltmadım. O da beni. 1996-1998 ateşkesi ve referandum ateşkesinin siyaseti, stratejisi bana ait.”



“Bazıları, Kürtleri aşağılamak babında, Öcalan’ın beklentisinin sadece kendini kurtarmak olduğunu söylüyor. Doğru değil. Öcalan, ‘önce dağdakilerin güvenliği, sonra benimki’ diyor.”



“Devlet, Öcalan’a ‘Kürt meselesi benim için artık bir aile meselesi. Bu meselenin çözümünde size ihtiyacımız var. Seninle görüşeceğim ve bunu deklare edeceğim’ dedi ve deklare de etti.”



* * *



NEDEN BALIKÇI

Balıkçı, Yıldıray Oğur’un yazılarıyla ve haberleriyle Türkiye’nin gündemine girdi. Devletle, İmralı’daki Abdullah Öcalan arasında “arabuluculuk” yapan ve isminin açıklanmasını istemeyen “balıkçının” bu lakabı, muhataplarıyla İstanbul’da köprü altındaki bir balıkçıda buluşmasından kaynaklanıyor. Balıkçı’nın devletle PKK arasında mesaj getirip götüren diğer arabuluculardan farkı, onun aynı zamanda sorunun tesbitiyle ve çözümüyle ilgili “stratejik önerilerde” bulunmasından kaynaklanıyor. Kendisi bir Kürt aydını. Hiç PKK’lı olmamış. Aksine PKK çizgisinin çok uzağında olan yasadışı Türkiye Komünist Partisi geleneğinden geliyor. Bir ara HEP’te siyaset yapmış. Geçmişte iki defa PKK tarafından vurulmuş olmasına rağmen, Öcalan’ın ona güveni tam. Perde arkasında yaşanan her şeyden haberdar ve bugüne dek Yıldıray Oğur’a bütün söyledikleri, daha sonra gerçekleşti. Sadece olanları değil “olacakları” da biliyor. Balıkçı’yla arabuluculuğa nasıl başladığını, Öcalan’ın ve devletin güvenini nasıl kazandığını, arabuluculuk yaparken neler yaşadığını, devletin, Öcalan’ın ve PKK’nın barıştan neler beklediklerini, İmralı’yla görüşmelerin nasıl seyrettiğini ve hangi düzeyde olduğunu, sorunun çözümü için atılacak adımları, dağdan iniş için neler düşünüldüğünü, devletin Kürt sorununun çözümünde hangi noktaya geldiğini, Öcalan’ı, PKK’yı, KCK’yı ve Taksim’de yaşanan son canlı bomba eylemini üstlenen TAK’ı konuştuk.



* * *



NEŞE DÜZEL: Siz Öcalan’la devlet arasında arabuluculuk yaptınız mı?

BALIKÇI: Evet yaptık. Gerek “1996-1998 Ateşkesi”nin, gerekse Ramazan’daki “Referandum Ateşkesi”nin siyaseti, stratejisi bana aittir. “Ateşkes olmalıdır. Bunun için devlet dönüşmelidir. PKK dönüşmelidir. Bu dönüşümler hem devlete hem Kürt meselesine şu, şu kazanımları getirir” diyerek öngörülerimi maddeleştirdim. “Eğer bunlar yapılırsa şu fotoğraf ortaya çıkar” dedim. Bu doğru bulundu ki harekete geçildi.



Siz bunları kime söylediniz?

Devlete. Yani Öcalan’la görüşenlere söyledim bunu. Yalnız şunu da söyleyeyim... 1996-1998 yılları arasındaki dönemde, bu arabuluculuğu kamuoyuna açık olmayan bir şekilde yürüttük biz. Ama bunun da sakıncasını gördük.



Gizli arabuluculuk nasıl bir sakınca yarattı?

Birisi bir şey söylüyor ama sonra söylemedim diyor. Bu kez arabuluculuğu medya üzerinden götürdük. Şimdi her şey açık. İki taraftan da kimse ben bunu söylemedim, yapmadım deme şansına sahip değil artık.



Devletten kim sizi arabulucu olarak görevlendirdi?

Devletten kimse beni görevlendirmedi. Şöyle anlatayım... 1996 yılıydı, bir gün bana devlet adına birileri geldi. “Biz devletiz. Bugüne kadar uygulanan politikadan vazgeçtik. Biz Kürtlerle diyalog kurmak istiyoruz. Kürt aydınlarıyla, akil insanlarla buluşmak istiyoruz. Bu konuda bize yardım eder misiniz?” dediler.



Size bu görevi kim teklif etti?

Benimle üç kişi konuştu. Köprü altındaki balıkçıda buluştuk. Sağı, solu tutan korumalarıyla birlikte 20-30 kişi geldiler. Benimle konuşan üç kişiye sordum. “Niye ben?” dedim.



Evet, niye siz?

Devlet geçmişte beni izlemiş. 1970’ten bu yana olan geçmişimi çıkardılar önüme. Mesela ben Hilton’da Yaşar Kemal’in başkanlığında Kürtlerle ilk demokrasi kurultayını yapmışım. Hiç ön plana çıkmamışım. Ben yaptım dememişim. Ben geçmişte iki kere vuruldum, ama kendim için vurulmadım. Ben cezaevine girdim, ama kendim için girmedim. Bir de insan ilişkilerim iyidir benim. Bu özelliklerim demek ki onlara güven vermiş.



Size hangi kimliğinizden ötürü geldiler?

Ben Kürt aydınıydım. Geçmişte siyaset de yaptım. Halkın Emek Partisi’nde bulundum. PKK’yle de, Kürt legal siyasetiyle de konuşabilme kabiliyetim vardı.



Siz hiç PKK’lı oldunuz mu?

Hayır, hiç PKK’li olmadım. Ben geçmişteki Türkiye Komünist Partisi geleneğinden gelmeyim. Gençlik örgütünün önemli bir yerindeydim. O dönemde PKK beni iki kere vurdu. Beni ilk vuran da Mahsun Korkmaz’dı. Sonra PKK’de gerilla komutanı, kahraman oldu Mahsun Korkmaz. Ben deli dolu insandım.



PKK’lı olmamışsınız. Öcalan size niye güveniyor?

1996’dan beri bu diyalog süreci sürüyor. Kendisini hiç yanıltmadım. Ben de kendisine çok güveniyorum. Öcalan da beni hiç yanıltmadı. Mesela kendisine gönderdiğim bir bilgi notunda, “Durum budur, güçler şudur. İstemiyorsanız güvenmiyorsanız, ateşkes ilan etmeyin” deme cesaretini gösterdim. “Kürt meselesinin barışçıl yöntemle çözüleceğine inanıyorsanız, ateşkes ilan edin” dedim.



Ne zamandan beri arabuluculuk yapıyorsunuz?

1996’dan beri...



Devleti, Kürt aydınlarıyla buluşturdunuz mu peki?

Buluştular. 1996-98 döneminde belli aralıklarla görüştüler. Ama Kürt aydınlarla devletin ilişkisi yürümedi. Hem görüşmelerde bir tedirginlik vardı ve hem de acaba devlet doğru mu söylüyor diye kafalarında acabalar çoktu. Devletin sicili temiz değil tabii. 1993-1996 gibi bir süreçten geçilmiş, Kürtler ağır bir travma yaşamışlar. Haklı olarak bundan ötürü siyasetçilerde biraz da öngörü eksikliği vardı.



Devlete güvenemediler mi?

Güvenemediler. Öyle olunca, devlet de kendisini devlet olarak görecek bir yapıyla görüşmeyi düşündü. Devlet, PKK’yle kendisi direkt görüşmeye başladı. O dönemde İmralı yoktu, Öcalan Suriye’deydi. Önce devlet, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki PKK’nin cezaevi sorumlularıyla görüşmeler yaptı. Ama onların da anlamakta zorluk çektiklerini düşündü.



Devlet ne anlatmak istiyordu?

Devlet, “Ben dönüşüyorum. 1993-1996 sürecinin vahametini bir daha kendime de, başkasına da yaşatmak istemiyorum. Ben yönümü Ortadoğu’ya değil, Batı’ya döndürmek istiyorum” mesajlarını vermeye çalışıyordu. Kamuoyundan gizliyorlardı ama devlet, Kürt sorununun devletin dönüşmesini nasıl frenlediğini, ülkenin gelişmesinde ne tür büyük rötarlara neden olduğunu biliyordu.



Sizin devlet dediğiniz kim? Devletin değişim isteyen bir kesimi mi?

Değişmek isteyen kanadı devletin. O dönemde düşünün... Bir güç her şeye rağmen Türkiye’yi Avrupa Birliği sürecine soktu. Devletin içinde Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönmesini ve devletin dönüşmesini isteyen kanatla, bunu istemeyen kanat arasında ciddi bir kavga yaşanıyordu. Türkiye’yi AB sürecinde ilerletmek isteyen yapının önündeki en büyük engel de Kürt meselesiydi. Kürt meselesinin doğru bir rayda yürümesi, değişim isteyen kanadın elini güçlendiriyordu. Zaten o dönemde dünya konjonktürü de uygundu ve dünyadan da o yönde bir baskı vardı. Amerika’da Clinton baştaydı. Bush felaketi henüz iktidara gelmemişti.



Öcalan’la Şam’dayken görüşüldü mü?

Görüşüldü. İmralı’da da görüşmeler devam etti.



Sizin arabuluculuğunuz devam etti mi peki?

Devam etti ama bir ara Ergenekon’un müdahalesiyle kesintiye uğradı. 1999 yılı sonunda beni cezaevine attılar. Öcalan yakalanmıştı. Savunmasını yapacak. Dava başlar başlamaz, savunmalarda, devletle görüştüğünü de söylemeye başladı. Belki ben de konuşurum diye birilerinin kaygı ve endişesi oldu. Beni beş buçuk ay bir hücreye attılar. Zor bir dönem yaşadık...



Devlete Ergenekon mu hâkim oldu?

Tabii oldu yani. Örgüt olarak değil ama zihniyet olarak hâkim oldu. Çünkü Bush gibi biri başkanlığa geldi ve ABD’nin Ortadoğu projesi ortaya çıktı. Bu projeye en yakın olan da Ergenekon zihniyetiydi. Gerçi sonra Ergenekon Amerika’yla çatıştı ama...



Siz Öcalan’la İmralı’da yüz yüze görüştünüz mü?

Buna cevap vermeyeyim. Benim İmralı’ya gitmem beni önemli kılmaz. Gitmemem de beni önemsizleştirmez. Ama İmralı’ya gitmek barışı önemli kılar.



Sizi kim Öcalan’la temasa geçirdi?

Devlet istedi.



Şimdi Öcalan’la devlet arasında arabuluculuk yapıyorsunuz. İki tarafın da güvenini kazanmış gözüküyorsunuz. Bu güveni nasıl kazandınız?

Ben yüreğimi aklımın gerisinde hiç yaşatmadım. Gittiğim yere hep kendimi götürdüm. Kendim oldum. Duygularımı, korkularımı, endişelerimi, heyecanımı hep yansıttım. Samimi bir insanım ben.



Sizden başka arabulucular var mı?

Stratejik olarak yok. Mesela, atılacak adımlar konusunda gidişat doğru veya yanlış diyen ikinci bir arabulucu yok. Yoksa devletin haberleşme, görüşme babında teknik yüzlerce insanı ve kurumu vardır. Birileri birilerine mektup getiriyor ve götürüyordur o ayrı. Mesela bu referandum öncesinde, “ateşkes olmalıdır” diyen ve niye olması gerektiğini gerekçeleriyle söyleyen ve bunda direten ikinci bir arabulucu yoktu.



Referandum öncesinde ateşkes olmasaydı ne yaşanırdı?

Sonuç hayır çıkardı. Eğer şiddet, haziran ve temmuz aylarındaki hızıyla devam etseydi “evet” tercihini savunmak mümkün olmazdı. Kürtlerin boykotu da “hayır” oyuna dönüşürdü. Zaten bir gün evvel dokuz gerillanın inlerinde öldürülmesinin nedeni de boykotu “hayır”a dönüştürmekti. Bunu devlet çok iyi biliyor. Çatışmasızlık hali “evet” sonucunu doğurdu ve referandumdaki “evet” sonucunun Türkiye’nin geleceği için ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı.



Siz, Kandil’le de görüşüyor musunuz?

Ben görüşmüyorum. Ben daha çok işin siyasetini ve öngörüleri maddileştirmekle ilgiliyim. Diyelim ki PKK’nin bir konuda kaygısı yansıyor. Bu kaygısı doğru olduğu zaman doğru olduğunu söylüyorum, yanlış olduğu zaman da yanlıştır diyorum ve bunu daha çok medya üzerinde yapıyorum. Ki bilinsin, bu işin siyaseti gizli kapaklı olmasın.



Öcalan’ın bu görüşmelerden beklentisi ne?

Bazıları, Kürtleri aşağılamak babında, Öcalan’ın beklentisinin sadece kendisini kurtarmak olduğunu söylüyorlar. Hayır, gerçek bu değil. Öcalan ısrarla “önce dağdakilerin güvenliği, ondan sonra benim güvenliğim” diyor. Eğer dağdakilerin güvenliği sağlanabiliyorsa, bu, Öcalan’ın da güvenliğinin sağlanması demektir zaten. Öcalan’ın birinci beklentisi dağdaki insanların öldürülmemesi, imha edilmemesidir. O insanların sağ salim siyasal sürece dâhil edilmelerini istiyor Öcalan.



Lider kadro da dâhil mi buna?

Tabii.



Lider kadronun Avrupa’ya gönderilmesine dair proje ve düşünceler yok mu?

Eğer toplum vicdanı, “barış”ı kendisi için önemli bir kazanç olarak algılarsa, bu tür şeylere hiç gerek yoktur. Lider kadro, Öcalan’dan daha üstte değil ki! Toplum, bu referandumda Öcalan’la görüşmeyi hazmetti mi, hazmetmedi mi?



Hazmetti mi sizce?

Etti tabii. Milliyetçiler, referandumda bu konunun dışında hiçbir şey konuşmadılar. Ama sonuç yüzde 58 çıktı. Demek ki samimi olarak istenilirse, dürüst ve samimi olunursa, toplum vicdanı barışa hazırdır.



Türkler barışa hazır mı?

Hazır. Ben hazır olduklarına inanıyorum. Ama aydınlarda ve siyasetçilerde kendini ifade eden “Türk aklının ürkekliğini” anlayamıyorum. Onların hâlâ, Kürtlerin istemlerinin hiç durmayacağı ve istemlerinin giderek büyüyeceği konusunda bir ürkeklikleri var. Televizyonlara strateji uzmanları diye profesörler çıkıyor, “Kürtler bizi kandırmaya çalışıyor. Esas niyetlerini saklıyorlar. Esas niyetleri bağımsız devlet kurmak” diyorlar. Evet... Kürtlerin istekleri büyüyebilir. Bu aykırı bir şey değil ki. Ama Türk aydınları ve siyasetçileri şuna hiç bakmıyorlar.



Neye bakmıyorlar?

Bu coğrafyada Kürtlerin genetik kodunda hiç ayrışma olmadı. Bu, sadece Türkiye için değil, İran için de, Suriye için de bir şanstır. Kürtler, acılar yaşamalarına rağmen hep var olan coğrafyayla bütünleştiler. Kürtlerin coğrafi talepleri yok. Başkaldırdılar ama bunlar hep aldatılmanın yarattığı başkaldırılardı. Çünkü oturdukları masada, bir ay sonra kendilerini göremediler. Bunu söylediğinizde, geçmişte PKK’nin Birleşik Bağımsız Kürdistan istemiş olduğunu hatırlatıyorlar. PKK, Soğuk Savaş döneminde dedi bunu. Eğer kendine Marksist-Leninist bir parti diyorsan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmamak ve bağımsız Kürdistan dememek zaten ayıptı. Hâlâ başımıza bunu kakıyorlar. Bu da aslında Kürtleri bir aşağılamadır.



Geçmişi hatırlatmak mı?

Kendin için “ben değişebilirim” diyorsun. Komünistlikten İslamcılığa kadar geçme hakkını kendinde görüyorsun. Ama Kürt olunca, “O değişmez efendim” diyorsun. Doğada böcekler bile mutasyona uğruyor, bırakın insanları... Bana Öcalan’ın beklentisinin ne olduğunu sormuştunuz... Öcalan’ın kendisiyle ilgili de insani bir beklentisi var. Mahpusluğu zulme dönüştü. Oysa hukuk, intikam alma, öç alma değildir. Bir insanı on iki buçuk sene tek başına bırakmanın bir izahı yoktur. Benim vicdanım buna hayır diyor. Hele o kişi için hareketli iki, üç milyon insan “önderlik” diyorsa, bu konuyu atlayamayız.



Öcalan’a devlet ne önerdi?

Öcalan’a devlet şunu önerdi. Şunu açık söyledi. “Kürt meselesi benim için artık bir aile meselesidir. Bu benim iç sorunumdur. Bu meselenin çözümünde devletin Kürtlere ihtiyacı var” dedi. Daha önce mesele aile içi problem olarak görülmüyordu.



Bunu mu önerdi devlet?

“Size artık ihtiyacım var” dedi Öcalan’a. “Seninle görüşeceğim ve bu görüşmeyi deklare edeceğim” dedi ve deklare de etti.



Bu Öcalan’ı tanımak olmuyor mu?

Tabii. Onu görüşülecek, konuşulacak bir lider olarak, Kürtlerin âkil adamı olarak kabul etti. Kürtlerin de, “devlet bir şey vermiyor, yapmıyor” anlayışından artık vazgeçmeleri lazım. Devlet için bu büyük bir psikolojik eşikti. Hele Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi bir devlet için çok önemli bir eşikti bu. O eşik aşıldı.



Öcalan devlete ne önerdi?

Onun önerdiği güvenliktir. “Siz operasyon yapmayın” dedi. Bir kere, PKK’nin güvenlik endişesinin kesinlikle giderilmesi gerekiyor. Birinci koşul bu. Kürtlerin silahlı gücü, eğer kendilerini yok edecek bir oluşum hissederse, bir barış olmaz. Bu umudu vermemiz gerekiyor Kürtlere. Ondan sonra konuşulacaklar belli zaten. Seçim sürecinde bir sürü şey konuşulacak.



Neler konuşulacak?

Anayasa konuşulacak. Şu anda Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili konuşulmadık ne kaldı ki zaten. Anadilde eğitim, seçim barajının düşürülmesi, demokratik özerklik her şey konuşuldu. Öcalan’la da konuşulmadık bir şey kalmadı. Bu ülkede otuz yıldır kan döküldü ama üç aydır kan dökmeden otuz yıldan daha fazla konuştuk ve konuşuyoruz. Bir yerden başlamak, herkes için bir güvencedir.



Öcalan, demokratik özerklikte ne kadar ısrarlı?

Bu konu, söylem olarak var ama altı daha doldurulmadı. Zaten coğrafi olarak demokratik özerkliğin olma şansı hiç yok.



Anlamadım...

Medyada görünen stratejist unvanlı kişilere bazen kızıyorum. Lütfen önünüze bir harita alın ve coğrafi özerkliği çizebilirseniz çizin. Bu mümkün mü? Antalya’yı nereye koyacaksınız? 600 bin Kürt var. Mersin’i nereye koyacaksınız? 800 bin Kürt var. Adana’yı nereye koyacaksınız bir milyon Kürt var. İzmir’i, İstanbul’u nereye koyacaksınız? Üç, dört milyon Kürt var. Artık elinize cetveli alıp, Kürdistan’ı çizme şansınız kalmadı. Türk milliyetçilerine de Kürt milliyetçilere de geçmiş olsun. 1950’de bu mümkündü ama 1950’den sonra iç göçle bu şanslarını kaybettiler. Sosyoloji artık Kürdistan’a müsaade etmiyor.



Niye? Kürdistan denen bir yer yok mu artık?

Sembolik anlamda var. Bölgesel anlamda orası elbette Kürdistan bölgesidir. Ama Kürtler artık sadece orada değiller ki. Ben burada coğrafyayı sınır belirleme anlamında söylüyorum. Kürtlerin yaşadıkları yerler o kadar çeşitlendi ki, Kürtleri ülkedeki merkezî yapıdan ayrıştırıp, Kürtler için sınırsal bir coğrafya kurmanın artık mantığı kalmadı. Kürtler Edirne’ye kadar geldi.

YARIN:

PKK, seçimlerden sonra ne yapacak?

Öcalan ile devlet sorunu çözmek için nasıl bir anlaşmaya vardı?

PKK’dan yapması istenen nedir?

PKK dağdan inecek mi?

PKK’nın lider kadrosu ne yapacak?

PKK’lı militanlar ne olacak?

KCK, varlığını sürdürecek mi?

Öcalan’ın bir gün serbest kalması mümkün olacak mı anlaşmaya göre?

Devletle Öcalan arasında müzakereler hangi düzeyde sürüyor?

Devlete göre taleplerin sıralaması ne olmalı?

Öcalan’la kimler görüşüyor?

Devlet, Kürt sorununun çözümünde mutabık mı?

Öcalan’a kim güvence verdi?

Öcalan’ın mahpusluğunda bir düzelme olacak mı?



neseduzel@gmail.com