“Birkaç gün önce, özel liselerde okumuş, İngilizce bilen kalabalık bir genç grubuyla ahbaplık ederken, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ tanımlarını yapmakta zorlandıklarını gördüm.
Belki de yadırgamamak lazım. Türkiye çok uzun yıllar ‘tek parti’ yönetimi ile yönetildi, çok partili rejime de görüntüde geçti. Çok partili rejim ne güç dengelerini değiştirdi, ne hukuksal mevzuatı, ne de toplumsal zihniyeti. Zaten o aşamadaki pratik amaç da İkinci Dünya Savaşı ertesinde toplanan San Francisco Konferansı’na katılabilmek için makyaj tazelemekten ibaretti. Türkiye, cumhuriyetin farklı, demokrasinin farklı olduğunu daha yeni yeni sezer gibi.
***
Cumhuriyet, pratik olarak iktidarı hanedanın elinden almaya yarıyor. Cumhuriyet ilan edilince, siyasal güç ‘babadan oğula’ güya geçemiyor. ‘Güya’ diyorum, çünkü komşumuz Suriye, Hafız El Esad’ın pençesinde inleyen bir diktatörlüktü. Orada da cumhuriyet var ama siyasal oyunda halk ve çoğulculuk yok. Bundan dolayı da rejimin adı cumhuriyet olmasına rağmen iktidar babadan oğula geçti. Suriye krallık olsa da aynı şey olacaktı. Kral ölünce iktidar oğluna geçecekti.
Demek ki cumhuriyet, iktidarı kimden aldığı kadar kime verdiğine bakılarak değerlendiriliyor. Eğer iktidarı kraldan alıp halkın farklı görüşlerini tartışacak, yayacak, örgütleyecek bir çoğulcu yapıya teslim etmiyorsa, cumhuriyet bir anlam ifade etmiyor. Çünkü devreye ya tek partiler, ya diktatörler giriyor. Halkın yaşamı fazla değişmiyor. Birinci Meclis’in ilk demokratı sayılabilecek olan Hüseyin Avni Ulaş’ın ‘demokrasisiz bir cumhuriyet iğfalkardır’ demesi de bu yüzden.
***
Demokrasi ise cumhuriyetin ‘halksız’ bir vodvile dönüşmesini önlüyor. Onun içini dolduruyor. Oyunun asıl aktörü halk oluyor. Bizimki gibi geri kalmış ülkelerde olduğu gibi devlet bürokrasisi halkın yerini alamıyor. Düşünceler farklılaşıyor, tek bir resmi görüş herkesi bunaltıcı sultası altında boğmuyor, her türlü görüş rahatça örgütleniyor, ‘rejim muhalifliği’ ya da ‘vatan hainliği’ gibi egemenin işine yarayan demagojiler demokrasilerde kendine yer bulamıyor. Bir tek görüş, bir tek ideoloji, bir tek ses gibi ürkütücü bir fakirlik ortaya çıkmıyor. Cumhuriyet de anlam kazanıyor. Avrupa Birliği tam üyeliğinin ‘olmazsa olmaz’ ön koşulu halindeki ‘Kopenhag Kriterleri’ ile ülkedeki mevcut rejimi kıyasladıkça, bunca zamandır nasıl bir rejim altında yaşadığımızı ve demokratikleşmek için neler yapılması gerektiğini daha net görebiliyoruz.
***
Demokrasi, yani halkın bizzat sahaya inip oyunu evrensel kurallar içinde oynaması hiçbir zaman gündeme gelmediği için ülke kendi dinamizmini geliştiremedi ve zenginleşemedi.
Halk, demokrasinin özgürlükleri sürekli genişleten ve hak arama savaşını kolaylaştıran özünden hep kopuk kaldı. Aynı padişaha yanaşır gibi, devlet bürokrasisi ile onun uzantısı olan siyasetçinin gözünün içine bakarak yaşamaya devam etti. Ekonomik paylaşım sürekli devlet eliyle yapıldı.
Cumhuriyet, gelişmiş Batılı ülkelerdeki günlük yaşamın görüntülerini kopya ederek buraya getirdi ama o toplumların asıl dinamizmini ve toplumsal enerjisini oluşturan ‘üretim biçimini’ hiç merak etmedi. Başlangıçta da köylü bir toplumduk, bugün de köylü bir toplumuz, bu gerçek hiç değişmedi.
***
Cumhuriyetin yıldönümünde bile hâlâ cumhuriyet ile demokrasinin farkını anlatmak, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki engelleri vurgulamak zorunda kalmak insana acıklı bir şaka gibi geliyor. Bunları çoktan aşmış olmamız gerekirdi ama hâlâ aşılamadı. Hâlâ demokratikleşmenin sakıncalı olacağını söyleyenler, hâlâ halktan ve düşüncelerden korkanlar var.”
***
Kısaltarak aldığım bu yazıyı tam on yıl önce, Birinci Cumhuriyet’in 77. yıldönümünde yazmışım...
Son zamanlarda bana son gelişmeleri ‘İkinci Cumhuriyet’ üzerinden soranlar çoğalmaya başladı.
On yıl önceki Cumhuriyet üzerinden bakarak bugün nerede olduğumuzu bu yazıyı okuyarak görmenin daha anlamlı olacağını düşündüm.
Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder