Önceki gün... Hür Sanayici ve İşadamları Derneği’nin davetlisi olarak Gaziantep’teydim. Toplantıya yoğun ilgi gösteren işadamlarıyla son gelişmeleri konuşmadan önce yazımı yazdım.
Dünkü yazımın son bölümü şöyleydi: “2010 yılında siyasal iktidarın ve Başsavcının bizi mahkûm ettiği nokta ‘devrim yasaları’ oldu. Ne diyeyim, helal olsun size...
Buranın kılavuzu dünya standardında bir demokrasi olmayınca, nerelere saplandığımızı umarım başta vicdan sahibi dindar ve muhafazakârlar olmak üzere herkes görür...
Gördüklerinin de güçlü sinyalini zaten alıyorum. Demek ki bu gerçeği asıl siyasal iktidarın görmesi gerekmekte... Görsün ki başsavcılar yeniden otoriter Kemalizm’i diriltmesin...”
***
Yazının mürekkebi kurumadan, sözünü ettiğim ve “güçlü sinyalini zaten alıyorum” dediğim “vicdan sahibi dindar ve muhafazakârların” yazılarının köşeleri kapladığını da hemen ertesi gün memnuniyetle gördüm. Memnuniyetle gördüm diyorum çünkü nihayetinde benim “evrensel hukuk” dediğim “vicdan” ile eşdeğer bir kavram. Ayrıca ben “dindarlığı” da “vicdanlı” olmaktan ayırmıyorum, hatta ikisini bir tutuyorum. Hayrettin Karaman dün Yeni Şafak’ta, “filmi bir daha izledik (uyarmıştım)” başlıklı yazısında şunları yazıyordu: “15 Ekim 2010 Cuma günkü yazımda: ‘İyi niyetli siyasetçileri uyarıyorum. Ne zaman bir seçim yaklaşsa başörtüsü konusu ‘bir oy vasıtası’ olarak ele alınıyor; çözüme yanaşmadan olmayacak teklifleri çözüm diye öne sürenler bir yanda, laiklik adına başörtüsüne karşı çıkanları tatmin ederek oy almak isteyenler öte yanda başörtüsü sakızını çiğnemeye başlıyorlar...
‘Başörtüsünde son gelişmeler akla 2007 yılında yaşananları getiriyor. Başbakan Erdoğan İspanya’ya yaptığı bir ziyarette başörtüsü için ‘velev ki, siyasi simgedir demiş ve serbest olmalı’ demişti. MHP’nin destek vermesi ile üniversiteye başörtülü öğrencilerin girebilmesini yasal güvenceye alan düzenleme 411 oy ile Meclis’te kabul edilmişti. CHP yasayı Anayasa Mahkemesine götürmüş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurraman Yalçınkaya ise AK Parti’ye kapatma davası açmış ve en büyük gerekçesi ise başörtüsü düzenlemesi olmuştur.’
Evet, birkaç defa seyrettik bu filmi, çok mu beğendik ki bir daha izliyoruz!?
İyi niyetli siyasetçiler, lütfen başörtüsü konusunu gündeminizden çıkarın ve birçok problemi birlikte çözecek bir anayasanın hazırlanıp kabul edilmesine odaklanın!”
***
Hüseyin Gülerce de gene dünkü Zaman Gazetesi’nde “önce türban, sonra rejim mi” başlıklı yazısında vicdanının sesini konuşturuyordu...
Yaptığı çok önemli ilk tespit şuydu: “Muhafazakâr büyük kitlenin, inançlara saygılı demokratik laiklikle, hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasiyle, bir arada yaşama iradesiyle hiçbir problemi yoktur. İran örneğinin bizim tarihimizle, ‘Anadolu Müslümanlığı’ anlayışı ile alâkası kurulamaz. Ne Kur’an’da, ne de Peygamberimiz’in sünnetinde, bir yönetim şekli söylenmiştir. Allah’ın Kur’an’da dediği şudur: ‘Adaletle hükmedin, emaneti ehline verin, işlerinizi istişare ile görün...’ Bunun yanında ayetler büyük bir ekseriyetle ferdin şahsen dini, dinî düşüncesi, ruhani hayatı, Allah’la irtibatı, münasebeti, ailesinin terbiyesi, çocuklarına sahip çıkma gibi hususları bize ısrarla hatırlatır. Kaldı ki herkes çağının çocuğudur. Yönetim biçimleri çağlara göre değişir. Bugün dünyada ve Türkiye’de, ileri bir demokrasi arayışı varken, mesela padişahlığı, sultanlığı, halifeliği savunanları kaç kişi ciddiye alır?”
Sonra da hatanın tashihi için reçeteyi veriyordu: “Kutuplaşmayı yumuşatabilecek tek şey demokratikleşmedir. Birbirimizin konumuna saygılı olmaya ihtiyacımız var. Samimi olmalı, empati yapmalı, hoşgörüyü hakim kılmalıyız. Türban sorunu da tek başına değil, temel insan hakları ve özgürlükler sorununun bir parçası olarak ele alınmalıdır.”
***
Muhafazakârların...
Vicdan sahiplerinin sesi Ankara’dan duyulur mu, bilemiyorum...
Ama Türkiye’de çınlıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder