KUM SAATİ 12.11.2010
Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olmadan da gelişebilen, kalkınabilen, Kemal Derviş’in temelini attığı ekonomik yapı üstünde krizleri bile nispeten kolay atlatabilen bir ülke.
Avrupasız da ülkedeki çarpıklıkları düzeltebiliyoruz, askerî vesayeti, yargının hukuksuzluğunu geriye itebiliyoruz.
Kürt meselesinde barış için ciddi adımlar atılıyor.
Avrupa ise ekonomik sorunlar yaşayan, siyasi açıdan ise kimsenin çok fazla ciddiye almadığı bir yapı.
Özellikle Almanya ve Fransa gibi bazı Avrupalı ülkeler gereksiz kaprislerle Türkiye’yi bıktırdı.
Kıbrıs konusunda ahmakça ve haksız davrandılar.
Türk kesimi Annan planını kabul ederken, bu planı şoven bir tutumla reddeden Rum kesimini AB üyesi yapıp, Türkiye’yi dışarıda bıraktılar.
Bu şartlarda Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olmak için uğraşmalı mı?
Bence evet.
Hâlâ Avrupa Birliği’ne ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
Neden Avrupa’ya ihtiyacımız var?
Çok basit bir nedenden.
Biz ekonomide, siyasette, yargıda, Kürt meselesinde önemli adımlar atabiliyoruz ama bunları bir “sistem ve disiplin” içinde yapmıyoruz.
Öyle bir sistemimiz ve disiplinimiz yok.
Neticede her şey ülkenin başbakanının kararına bağlı.
Bugün Tayyip Erdoğan’ın, yarın başka birisinin ama hep “tek adamın” kararları belirliyor atılacak adımları.
Başbakan Erdoğan, bugün değişimin ritmini “seçimlere” göre ayarlıyor, yapılacak bütün değişimleri, yeni anayasa da dâhil Haziran seçimlerinin önemli kozu olarak elinde tutuyor.
Seçimlerden sonra bu vaatlerini gerçekleştirebilir.
Peki, ya gerçekleştirmezse?
22 Temmuz seçimlerinden sonra da yeni bir anayasa yapılmasını bekliyorduk ama yapılmadı.
“Milliyetçi” muhalefet Erdoğan’ı korkuttu.
Bu, Erdoğan’ın en büyük zaafı, onun MHP tabanının oyunu kazanma isteği ve kendi tabanından MHP’ye oy kaybetme korkusu, birçok politik adımının belirleyicisi olabiliyor.
MHP, kuvvetli bir koalisyon ortağı gibi.
Aralarındaki bütün kavgalara rağmen, “atılmayan” her adımda MHP’nin gölgesi var.
Bir ülke, tek bir adam tarafından, onun seçim hesaplarıyla ya da korkularıyla mı yönetilmeli?
Bence hayır.
Avrupa Birliği üyesi olduğumuzda, Kürt meselesi de, Alevi meselesi de, hukuk sorunları da, askerin duruşu da, başörtüsü anlaşmazlığı da, basın özgürlüğü de “insan hakları çerçevesinde” bir çözüme ulaşacak.
Bu çözümü, bir siyasetçi değil, kabul ettiğimiz “uluslararası” ölçülerden oluşmuş bir sistem belirleyecek.
Ben o “sistemin” Türkiye’ye yerleşmesini isteyenlerdenim.
Başbakan Erdoğan’ın “tek adam” yönetiminden korktuklarını söyleyenler, “sivil vesayet” zırvasını savunanlar neden bu korkularının panzehiri olan Avrupa Birliği üyeliğini desteklemiyorlar, anlamak epeyce zor.
Avrupa Birliği yolundaki en büyük engel, Kıbrıs Rum Kesimi gemilerine limanlarımızı açmamamız.
Türkiye, uluslararası diplomaside tam bir “yeteneksiz teknik adam” gibi davranıyor, “oyun içinde taktik değiştirmeyi” bir türlü beceremiyor, 1997’de kapadığı limanları bir daha açamıyor.
Bir karar veriyor ve sonra bu kararın “esiri” oluyor.
Biz 1997’de kapattığımız limanları açsak Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Almanya ve Fransa gibi ülkeler çok zorlanacaklar, onların elindeki en büyük koz bu limanların kapalı olması çünkü.
Bize çok da dostça davranmayan ülkelerin eline “koz” vermenin Türkiye’ye ne yararı var? Kimse bunu anlatamıyor, anlatamaz da... MHP usulü hamasi laflardan başka bir açıklaması yok bu siyasetin.
Hadi Erdoğan bir disiplin ve sistem içine girmek istemediği için Avrupa Birliği yolunda ayak sürüyor, peki muhalefet neden Erdoğan’ı zorlamıyor, “tek adam” yönetiminden çok korkanlar neden “tek adam” yönetimini bitirecek bir sistemi istemiyor?
Çünkü onların manasız ve hamasete dayalı saçmalıklarını “siyaset” diye yutturmaları mümkün olmayacak biz AB üyesi olduğumuzda.
Onlar da başka türlü siyaset yapmayı bilmiyor.
Limanlar da onların bu yeteneksizliği yüzünden bir türlü açılmıyor.
Bunu da bize “ulusal çıkar” diye yutturuyorlar.
ahmetaltan111@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder