7 Temmuz 2010 Çarşamba

İdris Bal: ‘Öcalan PKK’ya tam hâkim değil’ Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 28.06.2010


Neşe Düzel

İdris Bal: ‘Öcalan PKK’ya tam hâkim değil’


“Askerin, Emniyet’in, yargının içindeki illegal yapılanma bitirilmezse, PKK’daki uzantılarıyla birlikte, bunlar, referandumu demokratikleşmeyi sabote edecekler.”



“Ordu içinde birileri, PKK saldırılarında işi savsaklıyor. Uyuşturucu mu kaçırıyor bunlar? Bölgede terörün varlığını, başka emelleri için mi kullanıyorlar, bilmiyoruz.”



“PKK’da kafalar karıştı ve demokratik açılıma sıcak bakanlar ortaya çıktı. Ama devletin içindeki ve PKK’daki ‘savaşçılar’, saldırıları arttırıp PKK’nın çözülmesini önlediler.”



* * *

NEDEN İDRİS BAL

PKK saldırılarını yoğunlaştırıyor. Bu saldırılar nasıl gelişecek? Hangi noktaya kadar yükselecek ve nerede duracak? PKK saldırılarının amacı ne? Bu saldırıların arkasında hangi güçler, kimler var? PKK’nın saldırıların arkasında ileri sürüldüğü gibi sadece dış mihraklar mı var? Bu savaştan PKK’nın beklentisi ne? Öcalan’ın hesabı ne? Öcalan örgüte hâkim mi? Bu saldırıları destekliyor mu? PKK nasıl değişti? PKK’da farklı gruplar var mı? Bunlar ne istiyor? PKK, büyük şehirlerdeki sivil hedeflere de saldırı düzenler mi? PKK’yı silahla durdurmak ya da yok etmek mümkün mü? PKK, askerî hedeflere yaptığı saldırılarda büyük kayıplar da verdiriyor. Neden ordu, PKK saldırıları karşısında savunmasız gözüküyor? Neden askerlerini koruyamıyor? Ordu, bir gerilla savaşı karşısında yirmi beş yıllık tecrübeye rağmen hâlâ hazırlıksız mı? Ordu caydırıcı olma gücünü ne zaman kaybetti? Ordunun her baskını önceden haber aldığı anlaşılıyor. Ama ortaya çıkan sonuç, eldeki istihbarata rağmen bir önlem alınmadığını gösteriyor. Ordu, neden önlem almıyor? Bu saldırıların durmaması halinde Türkiye ne tür gelişmeler yaşayacak? Türkiye nereye doğru gidiyor? OHAL kime yarar? PKK da OHAL ister mi? Her PKK saldırısıyla birlikte sayıları giderek artan bu soruları ve sorunları uluslararası ilişkiler ve güvenlik konularında çalışan ve yayımlanmış çok sayıda kitabı olan Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İdris Bal ile konuştuk.

* * *

NEŞE DÜZEL: PKK saldırılarının arkasında herkes bir “dış mihrak” arıyor. Başbakan da taşeronluktan söz ediyor. Son bir ayda PKK saldırılarında elliye yakın insan öldü. Bu saldırıları yaparken, PKK’nın hiç kendi siyasi nedenleri yok mu?

İDRİS BAL: PKK saldırılarının en önemli nedenlerinden biri, Türkiye’nin demokratik açılıma başlamasıdır. Eğer demokratik açılım başarılı olursa, bu, PKK için dükkânın kapatılması, işin bitmesi demektir. Çünkü PKK, “Eğer bu süreç devam ederse, insanların devletle barışıklığı artacak, dolayısıyla PKK’nın hem kitlesi zayıflayacak, hem de örgüt yeni eleman bulmakta zorlanacak. Dağdakiler bile yavaş yavaş eriyecek” diye düşünür. Ayrıca şu nokta çok önemli: PKK tekil bir yapı değildir.



PKK içinde farklı kanatlar, gruplaşmalar, klikler mi var?

İstihbarat, PKK’nın tekil bir yapı olmadığını, içinde farklı kesimler olduğunu söylüyor. Legal siyasi partilerde, AK Parti ile CHP’de bile ekipler, gruplar vardır. Terörü, şiddeti iş haline getirmiş, uyuşturucu bağlantıları olan PKK gibi bir yapıda da farklı güç odakları var.



Hangi güç odakları bunlar?

Bir kere, Türkiye’de demokratik açılım tartışmaları başlayınca, PKK’nın içinde de “biz niye savaşa devam ediyoruz, niye saldırıları bırakıp mücadeleyi siyasi platformda yapmıyoruz” diye kafalar karışmaya başladı. Ve, PKK içinde de demokratik açılıma sıcak bakanlar ortaya çıktı. Bunun sonucunda PKK’nın dağ kadrosu, “Silahlı mücadeleye devam mı? Yoksa demokratikleşme sürecinin açtığı kapıdan bir şekilde içeri girerek siyasallaşmak mı?” diye bir ikilem içine girdi.



Şimdi hangi görüş ağır basıyor?

Şu anda PKK saldırılarının artmış olması, silahlı mücadeleye devam etmek isteyen “sertlik yanlılarının” ağır bastığını gösteriyor. Zaten saldırıları da bunlar başlattılar. Siyasallaşarak mücadeleye devam edebileceklerini düşünen ve barışa inanmaya başlayan örgüt üyelerini böylece zoraki olarak kendilerine bağladılar. Dolayısıyla son dönemde PKK saldırılarının yoğunlaşmasının iki amacı var. Bir demokratikleşmeyi durdurmak. İki, İsrail’le Türkiye arasında çıkan kriz bağlamında Türkiye’de istikrarı bozmak, hükümeti düşürmek.



Büyük şehirlerdeki sivil hedeflere de saldırı düzenler mi PKK?

Geçmişte PKK sivillere saldırdı ama 1980’lerin PKK’sıyla şimdinin PKK’sı aynı yerde durmuyor.



PKK çok mu değişti?

PKK, bölge halkını kazanmak için evrim geçiriyor. PKK’nın dayandığı ideoloji ve hedefleri değişiyor. Marksizm’le işe başlayan bu örgüt, zaman içinde etnik milliyetçi oldu. Daha sonra da, İslam’la barışma sürecine girdi. PKK bugün halkı kazanmak için İslam’ı da kullanan etnik milliyetçi bir örgüt. Eğer pragmatik ve akılcı davranırsa, hem bölgede hem Türkiye’de kitlesel desteğini kaybetmemek için sivil hedeflere saldırmaz.



Bu son saldırılarla amacına ulaşabilir mi PKK?

Şu anda çok sayıda insan, pek çok siyasetçi ve akademisyen, “Yeter artık. Bütün bunlar, açılım yüzünden başımıza geldi. Açılım dursun” diye çağrı yapıyorlar. Demek ki terör bu manada amacına ulaştı, PKK önemli bir mesafe kat etti.



Açılım devam eder mi?

Edecek ama hızlı olmayacak. Çünkü önümüzde seçimler var.



MHP, hemen OHAL ilan edilmesini istedi. PKK, saldırılarının sonucunda muhalefetten böyle bir talep geleceğini tahmin ediyor muydu sizce?

Deşifre olan darbe planlarında, OHAL’in hedeflendiğini biz zaten biliyorduk. OHAL puslu hava demektir. İllegal faaliyetlerle uğraşıyorsanız puslu havayı istersiniz.



PKK da OHAL ister mi?

İster. OHAL, bölge halkını PKK’nın kucağına iter. Şu anda PKK’ya hâkim olan ve saldırıları başlatan “sertlik yanlıları” demokratikleşmenin bitmesini istiyorlar. Eğer barışa inananlar PKK içinde galip gelseydi ve biz demokratikleşmeyi konuşmaya devam etseydik, ayrıca yüzde 10 seçim barajının yüzde 5’e indirilmesini de destekleseydik...



Ne olacaktı?

İşte bu durumda PKK siyasallaşacaktı.



Sizce PKK’nın dediğiniz gibi kolayca siyasallaşabilmesine imkân verildi mi gerçekten? Hükümet Kürt sorununu çözmek için çeşitli çevrelerle demokratikleşme açılımını konuşurken, PKK sorununu çözmek için dağdan indirme ve genel af gibi seçenekleri tartışmadı bile. Bu adımları atmadan PKK nasıl silahını bırakıp da dağdan iner ve siyasallaşabilir?

Unutmamak gerekir ki, Türkiye sadece Kürtlerden ibaret değil. Habur’da geri dönenler için yapılan PKK bayraklı zafer kutlamaları, Türk tarafında büyük tepki yarattı ve AK Parti’nin oyu yüzde 7 kadar düştü. Hükümet dağdan indirme konusunda çok daha yeni adımlar atacaktı ama Habur bütün cesareti kırdı.



Hükümet hangi adımları atacaktı?

PKK üyelerinin barışçı bir şekilde teslim olmaları konusunda daha fazla kolaylıklar sağlanacaktı. Zaten Habur örneği de bunun ilk işaretini vermişti. “Pişman değiliz” demelerine rağmen, “siz bir şekilde pişmansınızdır” anlamında iş, kitabına uydurulmuştu. Ama PKK içindeki sertlik yanlılarıyla birlikte, Türkiye’deki ve devletin içindeki sertlik yanlıları demokratikleşmeyi ve PKK’nın çözülmesini sabote ettiler. Öyle ki...



Evet...

Habur görüntüleri, neredeyse o çok korkulan Türk-Kürt çatışmasını başlatacaktı. Batıdakiler, “Ne oluyor? Devlet nerede? Savaşı kim kazandı? Bizim çocuklarımız niye öldü? Biz niye şehitler verdik” diye tepki gösterdiler ve sokakta gördükleri Doğululara “öteki” gözüyle bakmaya başladılar. Habur olayı, dağdakilerle yeni görüşmeler yapılmasını ve yeni formüllerin yeni adımlarla ele alınıp devreye sokulmasını engelledi.



Apo, PKK’nın son saldırılarını destekliyor mu?

Aslında örgüt ne derece Apo’ya itaat ediyor bunu sorgulamak lazım. Herhangi bir şey olduğunda biz, İmralı’yı, Apo’yu sembol olarak gösteriyoruz ama bence Apo örgüte tam hâkim değil.



Hâkim değil mi?

Apo örgüte kısmen hâkim. Ortada PKK diye işleyen bir örgüt var ve bazen bu örgüt adına Apo adıyla belli ilanlar yapılıyor. Apo, çoğunlukla örgütten gelen bazı mesajları anons etme kürsüsü olarak çalışıyor. Apo, örgüt içindeki sembol pozisyonunu, liderliğini sürdürebilmek için, oynanan oyuna evet demek mecburiyetinde kalıyor. Apo, her şeye yüzde yüz hâkim değil.



“Aslında desteklemiyor” mu demek istiyorsunuz?

Ben şundan eminim. Apo, her yapılanın arkasında değil ama kendi pozisyonunu sorgulatmamak için yapılanlara kerhen evet diyor.



Apo’nun hesabı ne?

Bence Apo artık kurtulmak istiyor hapishaneden. Bütün bunlar muhatap alınmak için yaşanıyor olsa... Öcalan, kendisiyle görüşülmeyen biri değil ki. Görüşülüyor onunla. Bu görüşmeler ilan edilmedi ama defalarca görüşüldü Öcalan’la. Devletin ilgili birimleri devamlı görüşüyorlar onunla.



Öyle mi?

Tabii ki görüşüyorlar. Apo’yla konuşulmuyor demek yanlış. Kesinlikle konuşuluyor. Burada önemli olan PKK içindeki sertlik yanlılarının durumudur. Çünkü PKK’da barışa inananların yanında bir de çekirdek kadro var. Sertlik yanlısı olan işte bu çekirdek kadro. Bunların bir kısmı gerçekten “samimi” olarak savaşa inanıyorlar, davalarına barışarak ve siyasallaşarak değil, savaşarak ulaşacaklarına inanıyorlar. Bunlar aslında, “samimi” insanlar. Çekirdek kadronun içinde başka bir önemli kesim var ki...



Onlar kim peki?

Onlar, Türkiye içindeki bazı kesimlerin ve yurtdışındaki bazı istihbarat örgütlerinin uzantısıdır. Bu adamlar, PKK’nın içinde profesyonel nedenlerle duruyorlar. Yani PKK’yı yönlendirmek, kendi amaçları doğrultusunda PKK’yı saldırtmak için oradalar ve ne olursa olsun savaşın devamını istiyorlar. Bunlar, taşeron olarak varlıklarını sürdürüyorlar. İşte bu çekirdeği çatlatmak çok zor. Çünkü dediğim gibi, bir kısmı savaşa inanıyor. Bir kısmı ise bu işi taşeron olarak yapıyor. Dolayısıyla en büyük sıkıntı budur.



Anlamadım. En büyük sıkıntı tam olarak nedir?

PKK konusunda başarılı olmak için genel resme bakmak gerekiyor. Türkiye’de askerin de, emniyetin de, yargının da içinde, adına Ergenekon denen veya adı farklı olan paralel başka yapılanmalar var. Bu yapılanmalar tasfiye olmadıkça, bunlar Türkiye’nin terörle mücadelesini, demokratikleşmesini, ekonomik, sağlık, eğitim alanındaki projelerini hep sabote edecekler. Türkiye’deki esas sorun dağdakileri nasıl indiririz değil.



Esas sorun ne?

Türkiye’de esas sorun PKK’yla da bağlantıları olan illegal yapılanmayı tasfiye etmek. Askerin, Emniyet’in, yargının ve diğer kurumların içindeki bu illegal yapılanma tasfiye edilmezse, bu illegal yapılanmanın adamları demokratikleşme ve hukuk yolundaki adımları, anayasa değişikliklerini, referandumu sabote edecekler. Dış politikada Türkiye’yi geriletecekler, AB’den uzaklaştıracaklar ve Türkiye’ye “olağanüstü hal”i getirmeye çalışacaklar. Bunların PKK içindeki bağlantıları da...



Onlar ne yapacaklar?

Bu illegal yapılanmaların PKK içindeki bağlantıları da, PKK’lıları dağdan inmeye ve siyasallaşmaya değil, gençleri dağa çıkmaya ve saldırmaya yöneltecekler. Ergenekon veya başka bir adı olan bu illegal yapılanmanın tasfiye edilmesi şart! Biliyorsunuz, Emniyet’in içinde de bu yapılanmaya yönelik tutuklamalar oldu.



Ergenekon davasında durum nedir? Eski hızında sürüyor mu?

Sürmüyor. Emniyetin, istihbaratın, siyasetin, askerin dikkatini terör saldırılarına çektiler.



PKK saldırılarının durmaması halinde Türkiye ne tür gelişmeler yaşayacak?

İyi bir istihbaratla, ordudaki yeni bir yapılanmayla ve Özel Harekat’ın terörle mücadelede tekrar devreye sokulmasıyla saldırılar durabilir. Diyelim ki durmadı, o zaman Türkiye istikrarsızlaşır ve hak, hukuk ve özgürlükler alanında geriye doğru gider. Ergenekon davası kapatılır. Anayasa paketi, yargı reformu gibi demokratikleşme adımları durur. Seçimlerde AK Parti büyük oy kaybeder. Muhtemelen CHP-MHP koalisyonu iktidara gelir. Dış politikada Türkiye’nin etkinliği biter. İstikrarsızlaşan, ekonomik anlamda gerileyen, dış politikada gücünü yitiren bir Türkiye’yi AB de istemez.



PKK askerî hedeflere saldırılarını da yoğunlaştırdı. Bu saldırılarda büyük kayıplar da verdiriyor. Neden ordu, PKK saldırıları karşısında savunmasız gözüküyor? Neden askerlerini koruyamıyor?

Ordu, kendisi gibi düzenli ordularla savaşmak için dizayn edildiği için böyle vur kaç taktiklerine karşı hazırlıklı değil. “Otuz yıla yakın bir tecrübesi olan bir ordu hâlâ hazırlıksız mı” diye soracaksınız ama, ordu hazırlıksız çünkü hâlâ fareyi tankla avlamaya çalışıyor ve hâlâ büyük sayılarda şehit veriyor. Bu, normal bir durum değil. Ordu PKK’ya karşı düzenli orduyla savaşarak metodolojik bir hata yapıyor. Mücadelenin daha küçük ve profesyonel birimlerle yapılması lazım.



O zaman kayıp verilmez mi?

Aslında şu var... Durum bu olsa bile, gene de ordu içinde birileri PKK saldırılarında işi savsaklıyor bence. Bunlar uyuşturucu mu kaçırıyor, yoksa bölgede terörün varlığını başka emelleri için mi kullanıyorlar bilmiyoruz.



Ordunun, PKK saldırılarını durduracak bir caydırıcılığı olmadığı anlaşılıyor. Ordu caydırıcı olma gücünü ne zaman kaybetti?

Teorik olarak ordunun zaten terör örgütlerini caydırıcı özelliği pek yoktur... Özellikle karakol baskınlarından sonra ordunun caydırıcılığı daha da yıprandı. Baskının üzerinden üç saat, 10, 15, 30 saat geçiyor, yardım gelmiyor.



Normalde bir ordunun kendinden daha az güçlü olan silahlı örgütün peşine düşmesi gerekiyor ama PKK ordunun peşine düşüyor ve baskınlar yapıyor. Bunda bir tuhaflık yok mu?

Tabii ki var. Bir devletin sadece silahlı kuvvetleri yoktur. İstihbaratı da, emniyeti de vardır. Burada garabet şudur. Neredeyse otuz yıldır bu konuda ıstırap çeken bir milletiz ve hâlâ dışarıdan gelecek istihbarata muhtacız. Ayrıca savunma sanayii açısından da montajla birlikte yüzde 90’ları aşan bir bağımlılık içindeyiz. Bunlar, affedilecek şeyler değil.



Ordunun her baskından önce o baskını haber aldığını ama bir önlem almadığını görüyoruz. Neden hiç önlem almıyor?

Ordunun dizayn ediliş şekli terörle mücadeleye uygun değil. Bu yüzden Emniyet’e bağlı Özel Harekât tekrar kurulacak... Ama tek neden de bu değil tabii..



Diğer neden nedir?

Şöyle şeyler de var. Bizzat askerlik yapmış insanlar anlatıyorlar. “Mücadele ettik. 50-100 PKK’lıyı sıkıştırdık. Tam teslim alacağız, bir telefon geldi bıraktık.” Ben, böyle onlarca hikâye dinledim. Mesela son baskını yapan PKK’lıları çoban, kaçakçı falan sanmışlar. Demokratik bir ülkede, “böylesine bir şüpheli durum varken niye önlemini almadın ve bu kadar insanın ölümüne yol açtın” diye hesap sorulur. Ayrıca bir sürüde bir, iki çoban olur. Yirmi çobanın birlikte gezdiği nerede görülmüş?



Bunları bir de kaçakçı sanmışlar değil mi?

Eğer bunları kaçakçı sandılarsa, durum gene vahim. Kaçakçılara müsaade ettiklerini itiraf ediyorlar. Elini kolunu sallayarak geçmesi normal mi bunların? Kurumlar kendi içlerinde hatalı olanları ayıklarlarsa saygın, verimli ve güçlü olurlar. Ayıklamazlarsa güçlü olamazlar. İhmal var burada!

neseduzel@gmail.com Taraf gazetesi

İlter Türkmen: ‘AKP’de İslam romantizmi var’ Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 05.07.2010


Neşe Düzel

İlter Türkmen: ‘AKP’de İslam romantizmi var’


“Hükümette İslam dayanışması çok güçlü. İran’la duygusal dayanışma içinde. Oysa İran’ın tamah edilecek bir rejimi yok. Yer altı faaliyeti çok. Irak’ta yapmadığı kalmıyor.”



“Başbakan’a göre Müslümanlar temiz. Hiç jenosit, terör yapmıyorlar. El Kaide, Sudan Taliban aydan mı geldiler? 1950-60’ta dünyada teröristler Hıristiyan’dı, şimdi Müslüman.”



“Amerika’dan uçak alıyoruz ama yazılım Amerika’nın düşmanını tanıyor, bizimkini tanımıyor. Amerika bunu değiştirmiyor. Yazılım değişikliğini bize İsrail yapıyor.”



* * *

NEDEN İLTER TÜRKMEN

Türkiye toplumu, tarihinde hiç olmadığı kadar dış politika konuşuyor. Bu durum, dışa açılmanın, dünyayla bütünleşmenin, küreselleşmeyle birlikte bir ülkenin sorununun artık diğer bir ülkenin de sorunu haline gelmesinin bir sonucu değil sadece. Dış politikanın Türkiye toplumunda bu denli tartışılmasının bir nedeni de, demokrasinin gelişmesi. Eskiden dış politika, sadece askerler, dışişleri bürokratları ve hükümetler tarafından toplumdan habersiz ve bağımsız bir şekilde yürütülürken, artık Ankara eskisi kadar serbest değil. Şimdi dış politikanın belirlenmesinde toplum da etkili oluyor. Çünkü onaylamadığı bir dış politika hamlesine sivil muhalefet medya üzerinden büyük tepki veriyor. Ve hükümetler, dış politikaları yüzünden iç politikada sıkışıyor. Son günlerde Filistin sorunu, Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara Gemisi’ne İsrail saldırısı, İsrail’le kopan ilişkiler, Türkiye’nin dış politikasındaki eksen kayması tartışmaları, İran’ın nükleer sorununda Türkiye’nin arabuluculuğu ve BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a destek yüzünden Amerika’yla yaşanan gerilimler, Toronto’da Obama-Erdoğan görüşmesi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile İsrailli bakanın Brüksel’de gizli buluşması derken, dış politika iç politika konularını iyice perdeledi. Biz de İsrail’le gizli görüşmeden başlayarak bütün bu konuları, Türkiye’nin dış politikasını en iyi bilen ve Dışişleri’nin en parlak isimlerden biri olan emekli Büyükelçi ve eski Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’le konuştuk. İsrail’le bundan sonra ilişkilerimizin nasıl olacağını, Amerika’nın Türkiye’nin politikalarını nasıl değerlendirdiğini, Türkiye’den neler beklediğini, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İran konusunda neden bu kadar gerginleştirdiğini ve sonuçlarının ne olacağını sorduk.

* * *

NEŞE DÜZEL: Korkunç olayların yaşanmasından sonra aniden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu İsrail Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı’yla Brüksel’de gizlice görüştü. Nasıl oldu bu sizce?

İLTER TÜRKMEN: Herhalde iki taraf da Türk-İsrail ilişkilerinin gittikçe daha da bozulmasının doğru olmayacağı kanaatine vardılar ve ilişkileri tamir etmenin yararlı olacağını düşündüler.



Bu görüşmenin gerçekleşmesinden önce G20 toplantısında Toronto’da Başbakan Erdoğan ile buluşan ABD Başkanı Obama, İsrail’le ilişkiler konusunda Erdoğan’a ne söylemiştir?

Zannediyorum ki söylediği aşağı yukarı şudur. “Sizler benim çok değerli bir müttefikimsiniz. İlişkilerin bu hale gelmesine çok üzülüyorum. Bunu düzeltirseniz çok memnun olurum. İstiyorsanız, biz de size bu konuda yardım edelim” demiştir. Çünkü bu meseleler böyle konuşulur.



Bu görüşmede Amerika’nın rolü ne olmuştur?

“Şurada buluşun” deyip, buluşmayı da organize etmiştir belki.



Amerika, İsrail’e ne söylemiştir?

Sadece Amerika değil, İsrail’in zaten kendisi Türkiye ile ilişkileri koparmak istemez. İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var. Mesela pilotları Türkiye’de talim yapıyordu, uçakları burada uçuyordu. Ayrıca savunma sanayii alanında Türkiye ile ilişkisi çok kapsamlıydı. Amerika’dan aldığımız silahların, uçakların tankların modernizasyonunu o yaptı. Mesela Amerika’dan uçak alıyoruz ama yazılımını beğenmiyoruz.



Evet...

Amerika’dan yazılımı değiştirmesini istiyoruz biz ama değiştirmiyor. Oysa o yazılım, Amerika’nın düşmanını tanıyor, bizim istediğimiz düşmanı tanımıyor. İşte bu yazılım değişikliğini bize İsrail yapıyor. Kabul etmek lazım ki, İsrail muazzam bir teknolojiye sahip. Ayrıca Türkiye ve İsrail, bu bölgede Batı tarafından en demokratik ülkeler olarak görülüyor.



İsrail demokratik bir ülke mi?

İsrail’deki demokrasi çok şüphe götürür. Demokrasi kendi aralarında var. İşgal devleti olarak Filistinlilere yaptığı muamelenin yanında bir de İsrail’in kendi vatandaşı olan Araplara yaptığı kötü muamele var. Arap vatandaşlarına bir sürü ayırımcılık yapıyor. Asker olamıyorlar, önemli mevkilere gelemiyorlar. Devlet onlara yardım etmiyor. Azınlık haklarına riayet etmeyen bir yerde demokrasi olur mu? Türkiye de azınlıklara ayırımcılık yapıyor ama İsrail ölçüsünde değil. Bir de düşünebiliyor musunuz? Filistin’in bölünmesine karar verildiğinde, İsrail devletinin Filistin’de yüzde 50’nin biraz üzerinde toprağı olacaktı. Ama bugün İsrail, Filistin topraklarının yüzde 72’sine el koydu. Araplara kalan 28’lik toprağın üzerinde de yeni yerleşim merkezleri kuruyor. Yani oraları da ilhak ediyor. Bu yolla 400 bin, 500 bin kişiyi yerleştirdi oraya.



Ortadoğu’da Filistin sorunu çözülmeden dünya huzura erebilir mi. Bu kargaşa, terör, kaos biter mi?

İlginçtir ama... Araplar, Filistin sorununun çözümü konusunda artık eskisi kadar heyecan duymuyorlar. Mesela Mısır, Filistinlilere katiyen yardım etmek istemiyor. Çünkü Hamas onun için çok tehlikeli. Diğer Arap ülkeleri de Hamas’ı çok tehlikeli buluyor. Bush döneminde bölgeye demokrasi getirmeyi hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi vardı ya... Hiç unutmam Arap Ligi Genel Sekreteri “Demokrasi diyorsunuz, yanılıyorsunuz. Demokrasi gelince ne olacak? Sandıktan Müslüman Kardeşler çıkacak. Bir kez seçimi kazandıktan sonra da bir daha gitmeyecekler. Zor kullanarak hep iktidarda kalacaklar” diye bağırıyordu. Filistin sorunu konusunda bölgede şu anda en fazla heyecan duyan biziz.



Niye?

Bir kere hükümette, İslam dayanışması fikri çok kuvvetli. Hükümette bir ‘İslam romantizmi’ var. Daha yumuşak bir tabirle “İslam romantizmi” diyeyim ben buna.



AK Parti hükümetinin Filistin politikasını anlatacak gerçekçi tabir nedir peki sizce?

Onu söylemeyeyim artık. Bu tutumda duygular var tabii. Oysa duyarlılık başkadır, duygusallık başkadır. Hükümetin tavrında daha çok duygusallık var. Bakın... Büyük bir Arap nüfusu var, hele hele Körfez ülkelerinde çok fazla para var ama, Filistin sorunu Araplar için önceliğini son zamanlarda kaybetmiş gibi. Bazı Amerikan düşünce merkezlerinin de kanaati bu yönde.



Bugün Arapların en büyük problemi nedir?

Şimdi Arapların en büyük problemi İran. Körfez ülkelerine, “İsrail’in nükleer bombası mı daha tehlikeli yoksa İran’ınki mi” diye sorun. Hepsi İran diyecek. Bir de şunu söylemek lazım ki, 1990’ların başından itibaren Türkiye’nin Ortadoğu politikasının en büyük başarısı aynı anda hem Araplarla hem de İsrail’le ilişkileri çok iyi bir zemine oturtması oldu.



Araplarla yakın ilişki sürerken, İsrail’le ilişkinin kopma noktasına gelmesi, hükümetin Ortadoğu politikasında başarısız olduğunun bir işareti mi?

İsrail’e duyduğumuz tepkinin gerçek nedenleri var. İsrail, 2008 sonunda Gazze’de orantısız bir şiddet kullandı ve o günden beri de bir buçuk milyon insanı abluka altına aldı. Bütün bunlara bir tepki gösterilmesi gerekiyordu. Türkiye’nin de bir bölge ülkesi olarak, İsrail’e kuvvetli tepki göstermesi anlaşılır bir şeydir.



Peki, Türkiye’nin İsrail’e gösterdiği tepkide, Amerika tarafından anlaşılmayan nedir?

Anlaşılmayan nokta yine ölçüdür. Kraldan fazla kral taraftarı davrandık biraz. Filistinlilere sempati göstermeyi, tamamen destekliyorum. Onlara çok yardım ediyoruz ve çok da iyi yapıyoruz. Hamas’la hemen temas kurmamız da çok eleştirilmişti ama Filistin sorununda Hamas’sız bir çözüm olamayacağı sonra herkesçe anlaşıldı. Ama burada önemli olan ölçüdür, üsluptur, retoriktir.



İsrail’in son politikalarını Amerika nasıl değerlendiriyor?

Tasvip etmiyor ama çok ileri gidemiyor. Nasıl Türkiye’de bugün dış politika, iç politikanın tutsağıysa, Amerika’da da öyle. Obama’nın ilk zamanlardaki yaklaşımı Müslüman dünyaya açılmak, Filistin sorununun çözümü için çaba sarf etmek, İsrail’in Filistin’deki yeni yerleşim merkezlerini durdurmaktı ama yapamıyor. Obama’yı iç politika engelliyor. Amerika’da yakında seçimler var. Bu durumda Amerikan hükümeti Yahudi lobileri karşısında daha da kırılgan oluyor.



İki bakanın görüşmesi gizliydi ama İsrail’in önde gelen gazetelerinden Haaretz buluşmayı haber yaptı. Sizce haberi kim sızdırdı Haaretz’e?

İşte sonunda Türkiye benimle müzakere etmek mecburiyetinde kaldı intibaını vermek için haberi İsrailliler verdi herhalde. Bu görüşmenin duyulmasında Türkiye’nin menfaati yoktu. Çünkü bizim İsrail’den beş talebimiz vardı. Geminin iadesi dışında tazminat, özür, uluslararası soruşturma gibi talepleri sağlamamız çok zor. İsrail özür dilemez. Uluslararası soruşturmaya da izin vermez. Zaten kendisi bir soruşturma açtı ve Obama da o soruşturmaya güvendiğini açıkladı. Bizim İsrail’den isteklerimizin açıklanması iyi olmadı. Siz önceden şartlarınızı açıklarsanız, o şartlardan bir tanesi yerine gelmeyince başarısız diye nitelenirsiniz.



İsrail’le ilişkileriniz bundan sonra ne olur?

İsteklerimizi kabul etmezse ilişkileri daha da azaltırız. Ama savunma sanayii işbirliğinden vazgeçer miyiz o çok belli değil.



Savunma alanındaki işbirliğinden vazgeçmedikçe İsrail-Türkiye ilişkileri nasıl azaltılmış olur ki?

Ama bizim İsrail’le ilişkilerimiz hep böyle oldu. İlişkiler hiçbir zaman tamamen kesilmez. Çünkü birbirimize verebileceğimiz zararlar var. İlişkilerin kötü olduğu devirde bile daima askerler arasında bir temas oldu. Gizli servisler arasındaki temaslar da sanırım bir şekilde devam etti. Birlikte böyle bir yaşama tarzı var.



İsrail bize nasıl bir zarar verebilir?

Amerika’da nüfuzları var. Mesela Ermeni soykırım tasarısı çıkar.



Çıksa ne olur?

Aslında çıktı da farkında değiliz. 1984’te Amerikan Temsilciler Meclisi’nden pabuç kadar bir karar çıktı. Yeni çıkacak olan kararda söylenecek bütün şeyler 1984 kararında var. Ermeni olayına ‘jenosittir’ deniyor o kararda. O zaman ruhumuz duymamıştı. Şimdi ise ruhumuz duyar. Türk-Amerikan ilişkileri daha da bozulur. Amerika’ya karşı muazzam tepki oluşur. Bu tepki ne kadar sürer bilinmez. Fransa’ya karşı oluşan tepki bir süre sonra tavsadı biliyorsunuz.



Türkiye komşularla sıfır sorun şiarıyla yola çıktı ama birdenbire müttefiki İsrail’le savaşın eşiğine geldi, Amerika ile tamamen ters düştü. Bunlar olması gereken gelişmeler miydi yoksa bir diplomasi hatası yapıldı mı?

Sıfır sorun bir iyi niyet ifadesi. Sembolik bir anlatım bu. Yoksa komşularla sıfır sorun olur mu? Komşu ülkelerle daima problemler çıkar. Bizim İran konusunda Brezilya’yla birlikte yaptığımız doğruydu ama... BM Güvenlik Konseyi’nde aleyhte oy vermemiz yanlıştı, bir diplomasi hatasıydı. Türkiye BM’de oylamada çekimser kalmalıydı.



Niye? Tutarsızlık olmaz mıydı bu?

Olmazdı. Çekimser oy, “kusura bakma ben senin bu kararına katılamıyorum” demektir. Aleyhte oy ise çok semboliktir ve “ben sana tamamen karşıyım” anlamına gelir. Anladığım kadarıyla, biz çekimser oy verme eğilimi içine girmiştik ama Brezilya’yı ikna edemedik. Brezilya’yla biz aynı değiliz ki. Bir kere Brezilya’nın kendisi temiz değil bu konuda. O da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın kurallarına uymadı ve nükleer zenginleştirme yaptı. İstese nükleer silah yapabilecek hale geldi.



Türkiye, İran konusunda neden ABD ile ilişkileri bu kadar gerginleştirdi?

Obama’nın da ilk başta söylediği, İran’la diyalog kapısının açık bırakılması gerektiğiydi. Obama, “İran’a açılım yapacağım” diyordu. Biz işin bu kısmında haklıyız ama işin içinde bir de Müslüman romantizmi var. İran’a karşı bir duygusal dayanışma sergiliyoruz. Başbakan’ın söylemlerinde bu romantizm var. Mesela Sudan hakkında söyledikleri... Onun nazarında Müslümanlar otomatik olarak temiz insanlar, hiç terör yapmıyorlar, jenosit yapmıyorlar.



Peki, doğru mu bu?

Doğrusu şu ki Müslümanlar bir şeyler yapıyorlar. “Müslümanlar hiçbir zaman şiddet kullanmıyor” diyebilir misiniz? Sudan, Taliban, El Kaide... Bunlar Ay’dan mı geldiler? Şiddet kullanmanın Müslüman’ı, Hıristiyan’ı yoktur. 1950’lerde, 60’larda dünyada bütün teröristler Hıristiyan’dı, şimdi Müslüman.



Türkiye Ortadoğu’da güçlü bir ülke olma amacına, müttefikleriyle bu kadar çatışmadan ulaşamaz mıydı?

Müttefiklerimizle çatışmıyoruz. Mesela Kuzey Irak’ta Amerika ile istihbarat alanında bayağı bir işbirliğimiz var. Ama Amerika’dan Karayılan’ı yakalayıp bize teslim etmesini bekliyorsak, böyle şeyler olmaz tabii.



Barzani, Karayılan’ı vermez mi?

Yakalayabilir mi ki? Allah aşkına biz yakalayabiliyor muyuz? PKK’nın yarısı bizde, yarısı orada. Yapabilecekleri ve yapamayacakları şeyler var. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “bütün Türk ordusunu göndersem, Kandil’le baş edemez” demişti. Bizim emekli havacılar da söylüyor. Kandil Dağı’nı bombalarken, aynı zamanda PKK’yı dinliyorlarmış. “Biz bombardıman ederken, teröristler mağaraların içine girmişler müzik çalıyorlar” diyorlar. Bu bir dağ! Afganistan’da da başa çıkılamıyor dağla... Kürt meselesinin askerî çözümü yok!



Obama ile Erdoğan’ın eski yakınlığı sürüyor mu sizce?

Aralarında iyi bir diyalog var. Obama, İsrail’le ilişkilerde olduğu gibi her şeyini yüzde yüz onaylamasa bile, Başbakan Erdoğan’ı takdir etmeye devam ediyor bence. Aslında Obama bir fenomen. Bundan daha kötü bir durumu devralmış bir başka Amerikan başkanı bulmak çok zor. Karşısında vahşi bir muhalefet var. Yaptığı şeylerin hepsi doğru ama tutunamıyor. Yahudi lobisi, Obama’ya, Filistin politikasını değiştirtti.



Batı dünyası neden Türkiye’nin ekseninin kayıp kaymadığını tartışmaya başladı?

İsrail’le ilişkiler, lobiler derken daha çok Amerika’da tartışılıyor eksen kayması. İran’la ilişkilerde bir fazla duygusallık var. Buna eksen kayması demek doğru değil ama... İran’la bu kadar samimiyet de biraz fazla değil mi diye insanın aklına gelmiyor değil. Ahmedinejad dünyada büyük prestiji olan bir insan değil yani...



Davutoğlu’nun “Kudüs başkent olacak, orada namaz kılacağız” türünden, diplomaside pek rastlanmayan sözlerinin bu algıda etkisi olmuş mudur?

Çözüm olunca zaten Batı Kudüs İsrail’in, Doğu Kudüs de Filistinlilerin başkenti olacak. Herhalde Davutoğlu da Doğu Kudüs’ten söz ediyordu, Batı Kudüs’ten değil. Ama gidip orada namaz kılacağım derseniz... Yalnız gene de bir kişinin hakkında karar verirken sadece bir noktadan tutturmamak lazım. Davutoğlu’nun dış politikaya genel yaklaşımı gayet yerinde. Ben Davutoğlu’yu çok başarılı buluyorum. Vizyonu da, uygulaması da iyi.



Dış politikada yapılan en büyük hata hangisi sizce?

Üslup ve retorik çok önemlidir. Bu retoriğe lüzum yok. Birden bire İran’a sahip çıktık. İsrail’in nükleer silahı varken, İran’ın niye olmasın diyoruz. İsrail 1960’tan beri bir nükleer güç. Bu durum, İran’ın nükleer silaha sahip olmaya hak kazanması neticesini vermez. Zaten İsrail’in yaptığı doğru değil, o zaman Ortadoğu’da durum büsbütün zorlaşır. Bakın bugün sorsanız Körfez ülkelerine hangisinden daha çok korktuklarını sorsanız, İsrail onlara vız geliyor. İran’dan korkuyorlar. İran bir kere Şii. Bizim retoriğimiz biraz yanlış. .



İç politikanın dış politikayı tutsak aldığını söylediniz. Hükümetin İran’a bu kadar sahip çıkması iç politika yüzünden mi? Türkiye toplumu çok mu İran yanlısı?

Biz İran’a haksızlık yapıldığı kanaatindeyiz. Oysa İran’ın tamah edilecek bir rejimi yok. Üstelik İran bölge için bir tehlike. Çok yeraltı faaliyeti var İran’ın. Irak’ta yapmadığı kalmıyor. İran’la tabii ki komşuluk ilişkilerimiz olacak, ticaretimiz artacak ama...



Kendi Kürt meselesini halledememiş bir ülkenin, “biz dünyadaki sorunlarda arabulucu oluruz” demesi ve bu role soyunması biraz çelişkili bir durum değil mi?

Birçok ülke bunu yapıyor. Kendi sorunlarını halletmeden başkasının işlerini halletmeye koyuluyor. Ama şu var tabii. Türkiye’nin bugün en öncelikli sorunu Filistin meselesinin çözümü değil, Kürt meselesinin çözümüdür. Kendi önceliklerimizi bilmeliyiz. Başka ülkelerin sorunlarının gündemin başköşesini işgal etmesi doğru değil. Filistin meselesi halledilmese, bana fazla bir şey olmaz. Ama halledilmeyen Kürt meselesi toplumsal çatışma yaratma tehlikesi taşıyor. Kürt meselesinde çok büyük hatalarımız var bizim.



En büyük hata nedir?

Cumhuriyet’in en büyük başarısızlığı Kürt meselesidir. Çünkü ilk başta asimilasyon politikası gütmek istedi, o zaman için doğruydu ama onu da beceremedi...



Niye beceremedi sizce?

Asimilasyon okulla olur. Fransızlar öyle yaptı ve çok başarılı oldu. Devlet, Kürtlere ve özellikle de kızlara her şeyden önce Türkçe öğretecekti, öğretmedi. Kürt kadınları hâlâ Türkçe konuşamıyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir bir toplantıda güzel söyledi. “Annelerimize Türkçe öğretselerdi, bu mesele bitmişti” dedi. Genelkurmay Başkanı geçenlerde bir Kürt kadınla konuşmak için tercüman kullandı. Bu başarısızlık değilse, nedir o zaman başarısızlık?



Asimilasyon bitti mi?

Artık asimilasyon politikası uygulanamaz. Kimliklerinin farkına vardılar, o dönem bitti. Şimdi entegrasyon politikasını uygulama dönemi. Kimliklerini tanıyacaksınız, başka çare yok. Taş atan çocuklara da öyle cezalar vermeyeceksiniz.



Dış politikaya dönersek... Erdoğan ve Davutoğlu, Amerika ve İsrail’le ilişkileri bilinçli mi gerdi yoksa bir noktadan sonra onları olaylar mı sürükledi?

Olaylar tarafından sürüklendiler. Aslında olay “One minute”le de başlamadı. Başbakan Erdoğan daha önce İsrail için “jenosit” lafını kullandı. İsrail için bu laftan daha büyük bir şey olamaz. Bu retorik çok önemli. Çünkü söylem sonunda politika haline geliyor. Kürsüden bir laf ediyorsunuz, onun arkası, devamı da politika oluyor. Çünkü bu söylem ilişkileri etkiliyor. Söylenene çok dikkat etmek, ölçüyü kaçırmamak lazım.



İspanya’nın dönem başkanlığında Türkiye AB’ye üyelik yolunda sadece bir faslı açabildi. Hükümet AB yolunda biraz yavaşladı mı?

Yavaşladı, reformlarda hiçbir şey yapmıyor hükümet. Mesela Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmak çok basit bir şey. Eski statüsü neyse, ver olsun, bitsin. Ama bizde hep böyledir. Bir projeye büyük bir heyecanla başlanır, sonra en ufak bir eleştiride, muhalefette, acaba bu bana iç politikada pahalıya mı patlar denir ve o proje, açılım bırakılır. Şimdi işte bu yaşanıyor.



neseduzel@gmail.com

[Yorum - Dr. Ümit Kardaş] Yeni bir başlangıç için

[Yorum - Dr. Ümit Kardaş] Yeni bir başlangıç için




26 Eylül 1932, yer Bekir-Diyarı, yani Diyarbakır. Mustafa Kemal burada bu diyarın Oğuz Türkü'nün has kaynağı olduğunu, hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söylemektedir:

"Buraya konduğumuzdan berine olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yanı aydınlatan Türk'ün yüzüdür." Mustafa Kemal'in bu sözleri ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan cumhuriyetin Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefiyle yola çıktığını göstermektedir. 1934 tarihli İskan Kanunu'nun gerekçesinde de Osmanlı'nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmekte, tekçi zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor bölümünde açıklanmaktadır.. "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde Türk'üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez." Devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez." cümlesi bugüne kadar süren sorunlu zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler ya da sonuçlarına katlanacaklardır. Kimsenin Türk benliği içinde erimek dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Bunu kabul etmeyenler yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır. Bu zihniyet 27 Nisan askeri darbesinde internette yayımlanan muhtıraya da aynen yansımıştır. Muhtırada "Ne mutlu Türk'üm diyene" demeyenlerin cumhuriyetin düşmanı oldukları belirtilmiştir.

12 EYLÜL'DEN SONRA AKILDIŞILIĞIN YENİ GİRDABI: OHAL

Mustafa Kemal "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyasının başlama nedeninişu sözlerle açıklamaktadır: "Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk Milleti'ndenim, diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türkkültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse doğru olmaz." Bu dönemin anlayışında farklı etnik kimliklere, farklı dillere, farklı dinlere ve mezheplere yer olmamıştır. Dayatılan tek etnik kimlik Türklük, dini-mezhepsel kimlik ise Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkansızdı. İşte bu nedenle homojenliği sağlamanın yolu da her türlü şiddeti kullanan asimilasyoncu politikalardan geçiyordu. Bu tekçi zihniyet ve uygulamaları bugüne kadar gelmiştir.

Kürt sorununda ilk kırılma noktası 1921 yılı başlarında Kürtlerin istemlerine karşılık gerçekleştirilen Koçgiri Katliamı'dır. Kürtlerin Ankara hükümetinden özerklik istemleri konusunda açıklama yapılması, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması hususlarındaki talepleri ve yürüyüşe geçmeleri karşısında Ankara'nın emriyle Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiştir. Söz konusu ayaklanma çok sert bir şekilde bastırılmış, sert uygulamalar Meclis'teki Koçgiri görüşmeleri sırasında da eleştirilmiştir. Nitekim Meclis'te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürmüşler ve vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Mustafa Kemal Nutuk'ta Meclis'in Nurettin Paşa'nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak kendisinin Fevzi Çakmak ile görüştüğünü, Nurettin Paşa'yı Meclis'te savunduğunu ve ağır bir işleme uğratılmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı'na getirildiğini belirtmektedir. Ancak Mustafa Kemal'in Meclis'teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı bitmemiş, sonraki dönemlerde bu milletvekilleri tasfiye edilmişlerdir. Nitekim Meclis'te "Arkadaşlar ben Kürt'üm, Kürt oğlu Kürt'üm. Fakat Türkiye'nin tealisini (yükselmesini), Türkiye'nin şerefini, Türkiye'nin terakkisini (gelişmesini) temin eden Kürtlerdenim." diyen Bitlis vekili Yusuf Ziya Bey ikinci dönem mecliste olamamış, daha sonra Şeyh Sait İsyanı'nı başlatacak olan Azadi Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almıştır. 1938'e kadarki süreçteKürtlere karşı 25 kadar tedip ve tenkil harekatı yapılmış, bu süreç Dersim Katliamı ile 1938 yılı Ağustos ayında sonlanmıştır.

12 Eylül, Kürt taleplerinin bastırıldığı ikinci kırılma noktasıdır. 12 Eylül askeri yönetimi Kürt sorununun hiçbir boyutunun farkına varamamış, devasa bir tarihsel soruna sadece askeri baskı, 90 günlük gözaltı süresi ve işkence yöntemiyle yaklaşmış, yarayı derinleştirmiştir. 12 Eylül 1980'den önce sıkıyönetim olmasına rağmen devletin silahlı güçlerinin ve silahlı terör örgütlerinin insafına ve kucağına bırakılan ve devletle örgütler arasında sıkışan bölge halkı darbeden sonra faturanın kendisine çıkarıldığını görmüştür. PKK ile bölge halkı arasındaki zora ve çaresizliğe dayalı ilişki halkın üzerine şiddetle gidilerek kesilmeye çalışılmış, PKK'nın ve bu örgütü bölgeyi ve ülkeyi istikrarsızlaştırmak amacıyla kullanmak isteyen dış dinamiklerin de işleri kolaylaştırılmıştır. Askeri yönetim, 80 yıl gecikmeyle önüne gelen sorunu yaptığı tarihi hatalar sonucu içinden çıkılamaz duruma getirmiştir. Bu dönemde insan yaşamı, onuru, özgürlüğü ve ekonomik kayıplarla ödenen bedel karşılığı sağlanan yapay sessizlik 1984 yılından sonra tekrar bozulmaya başlamış, PKK üye sayısını birkaç misli artırarak bölgedeki kontrolü tekrar ele geçirmiştir. Çünkü 1980-1983 yıllarında askeri yönetimin halk üzerinde estirdiği terör, PKK'nın halkta taban bulmasına neden olmuştur. Ülkeyi yönetenler, Kürt sorununun teşhis ve çözümünde Kürt halkını temsil eden ve terörü dışlayan partileri, aydınları ve önderleri muhatap alıp, sorunu özgür bir ortamda tartışacaklarına TSK'yı bu kez daha büyük bir güçle bölgeye göndermişlerdir. Üstelik bu kez koruculuk, özel tim ve Jitem uygulamaları ve OHAL koşulları ile bölge, hukuksuzluğun ve akıl dışılığın girdabına sokulmuştur. Bu kez daha önce ödenen bedelden daha büyük bir bedel ödeme dönemine gelinmiştir. Kayıplar, faili meçhul cinayetler, kurumsallaşmış işkence, sürekli hak ihlallerine uğrayan ve sonunda zorunlu göçe tabi tutulan, korucu olmadığı için baskıya uğrayan, korucu olduğu zaman terör örgütüne hedef olan Kürt insanı. Diğer tarafta ölen, öldüren Türk ve Kürt gençleri, yaşanan ekonomik sıkıntılar. Bu kayıpların sorumlusu Türkiye'yi yönetenlerdir. Zamanında Türkiye'yi yönetenlerin bir özeleştiri yapması, özellikle Meclis'in bu konuları araştırması gerekirdi. Sorunların demokrasi, hukuk ve ifade özgürlüğü ortamında çözme becerisinin gösterilememesi ve güvenlik meselesi olarak algılanması askeri vesayetin fiili olarak da pekişmesine neden olmuştur. Yitirilen gençler, acılarını yüreklerine gömüp, yollara düşen evleri, köyleri yakılıp yıkılmış

insanlar, insansız bir doğa, her iki tarafta çocuklarını yitiren ailelerin trajedisi, yakılan ağıtlar, silahlanmaya ve oluşan savaş sektörüne akan paralar ve bunun sıkıntısını çeken toplum. Bu gelişmelerle doğuda çürüyen rejim tüm rejimi çürütmüştür.

İptal AYM'nin varlığını tartışmaya açar - Emekli Askeri Hakim Ümit Kardaş

İptal AYM'nin varlığını tartışmaya açar


Emekli Askeri Hakim Ümit Kardaş, Anayasa değişiklik paketinin Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından görüşülmesinin Anayasa'nın açık ihlali olduğunu söyledi. Kardaş olası mahkeme kararı için de, "Hukuken yok olan bir düzenlemeyi kısmen dahi iptal ederlerse kendi meşruiyetlerini tartışmaya açarlar" dedi.

MURAT AKSOY / SÖYLEŞİ - YORUM

Bazı söyleşiler mesleki açıdan çıtayı bir anda çok yükseğe çıkarır ve onun altında kaldığınız hissedersiniz. Geçen hafta Maya Arakon'la yaptığımız söyleşinin sonuçları benim için öyle oldu. Bir anda çıta yükseldi ve onda sonra yapılacakların hepsi bir anda onun altında kalacak korkusu sardı içimi. Çünkü zor bir dönemden geçiyorduk. Her gün yeni bir krizimiz, her gün yeni bir tartışmamız oluyordu. Sözün değeri uçuyordu. Ne konuşsanız; o gün geride kalıyordu.

Emekli Askeri Hakim Ümit Kardaş'a giderken kafamda bunlar vardı. Anayasa Mahkemesi'nin şekil açısından incelemeye aldığı Anayasa değişiklik paketini konuşacaktık; konuştuk. Ama bir çok konuya girdik. Kardaş, anayasa paketi konusunda "bir musibetten bin hayır doğar" noktasında. "Eğer AYM paketi bir kısmını ya da tamamını iptal ederse, AK Parti'nin yapması gereken; halka yeni bir anayasa ile gitmesidir" diyor.

Anayasa değişiklik paketi AYM'de görüşülmeye başladı. Bu inceleme doğru mu?

AYM, daha önce verdiği 367 kararında çok açık bir norm düzenlemesi varken ve uygulamasında hiçbir sorun yokken adeta kendi bir norm ortaya koydu. Burada şu sorulmalı; AYM yeni bir norm koyabilir mi?

Koyabilir mi?

Buna hukuken verebileceğimiz cevap menfi olacaktır. Koyamaz, çünkü; AYM'nin böyle bir görev ve yetkisi yok. Yine Anayasa'nın 10 ve 42. maddelerinin değişmesinde ne oldu, AYM Anayasa değişikliklerini şekil yönünden inceleme ile ilgili düzenlemesi varken; mahkeme arkadan dolanarak, değişikleri değiştirilemez maddelerle bağlantılı hale getirip, bir esas incelemesi yaptı.

Bu hukuka uygun mu?

Tabii ki hayır. Anayasa'da değişikliklerinin hangi açıdan inceleneceği ve şekil incelemesinin ne anlama geldiği açık net. Bu netlik varken ve buna Anayasa istisnai bir düzenleme getirmemişken; AYM'nin şekil incelemesinin dışına çıkması değiştirilemez ilkeler olsa dahi mümkün gözükmüyor. Çünkü AYM burada da adeta istisna normu koyuyor. Bu normu ihdas etme yetkisi yok.

AYM OLMAYAN ŞEYİ İNCELİYOR

Gelelim son Anayasa değişikliğine...

Bu Anayasa değişiklikleri normal bir kanun. Diyelim ki, bu değişiklikler 376'ın üzerinde oy alsaydı ne olacaktı? Değişiklikler, Cumhurbaşkanı'na gidecekti Resmi Gazete'de yayınlandıktan sonra da yürürlüğe girecekti. Hukuk âleminde varolan bir yasama işlemi ortaya çıkmış olacaktı. İtirazı olan 10 gün içinde AYM'ye şekil yönünden itiraz edebilirdi. Fakat karşı karşıya olduğumuz durumda farklı bir durum söz konusu. Evet orada bir değişiklik var ama bu hukuken henüz varlık kazanmamış. Yani hukuken yok.

AYM, olmayan bir değişikliği mi görüşüyor?

Evet aynen öyle. Referandumda evet çıkarsa hukuken varlık kazanacak. Diyelim AYM, hukuk dışına çıktı ve paketin bir kısmını reddetti, referandumda da halk reddetti. Ne olacak AYM'nin kararı. Olmayan bir şeyi iptal etmiş olacak. Hukuken ortada garabet var. AYM şu anda hukuk âleminde olmayan bir şeyi, üstelik Anayasa'yı ihlal ederek inceliyor. Tabii gariplik onunla sınırlı değil.

NEYİN YÜRÜRLÜĞÜ DURDURULACAK

Nasıl yani?

CHP'nin yaptığı itirazda yürürlükten durdurulması da talep edilmiştir. Ama ortada hukuk âleminde var olan ve yürürlükte olan bir şey yoktur ki? Açık olan bir şey var k, AYM yetki gaspında bulunuyor. Çünkü halkın iradesi ile oluşacak bir işleme daha hukuk âleminde var olmadan müdahale etmiş oluyor. Bu açıdan AYM'nin meşruiyetini tartışır hale getirebilecek bir şey bu. Ben bu aşamada AYM'nin karar verirken zorlanacağını düşünüyorum. Çünkü alacakları kararla kendi meşruiyetlerini de ciddi bir tartışmaya açmış olacaklar.

Pakette iki kritik madde var; AYM ve HSYK ile değişiklikler. Ne düşünüyorsunuz bunlarla ilgili?

Ben her kurumda yapılan değişiklikleri demokratikleşeme ve sivilleşme açısından önemli ve olumlu buluyorum. Mesela HSYK ile düzenleme mevcut sisteme göre daha olumlu. 21 üyeli daha geniş katılımlı, yüksek hâkimler dışındaki hâkimlerin de temsili olacak bence bu da çok önemli. Gayet demokratik. Özlük işleriyle ilgili kurumda temsilcilerinin olması çok doğal. Tek eleştiri Cumhurbaşkanı'nın yapacağı 4 atamayı keşke Meclis seçseydi.

HERKES İMTİYAZININ PEŞİNDE

Bu değişikliklere karşı neden bu kadar muhalefet yapılıyor?

Bu tartışma hukuki bir tartışma değil. Bu tartışma siyasi bir tartışma ve kavga. Türkiye'de militarist bürokratik bir rejim var. Bu rejimin yarattığı birtakım imtiyazlar, rantlar var. Ve bunları elinde tutanlar, bunları bırakmak istemiyorlar. Bunları sadece askeri ve sivil bürokrasi ile sınırlı olmadığını; siyasette de, yargı da, medyada, iş dünyasında olduğunu görüyoruz. Bunların demokratikleşme noktasında müthiş bir dirençleri var. Düşünün HSYK'da 5 üyeden birisiniz her şeye karar veriyorsunuz. Yargıtay'a Danıştay'a seçimler yapıyorsunuz, onlar sizi seçiyor falan. Bu her kurum için geçerli. Kimse sahip olduğu imtiyazı kaybetmek istemiyor. Cumhuriyet onu kuranlara, sahiplenenlere bir imtiyaz alanı yaratmıştır. Şu anda yargı ile tartışmaları hukuki metinlerle açıklamak, askerlerle ilgili tartışmayı askeri yasalara bakarak tartışmak saflık olur. Yaşanan tartışmaların hepsi siyasidir hukuki değil. Ve bu tartışma değişim ile statüko güçleri arasındadır. Bu açıdan kabul etmemiz gerekiyor ki, cumhuriyet tarihinin en sıkıntılı dönemindeyiz.

Osman Can'ın yokluk önerisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Can'ın önerisi tartışılabilir bir öneri ve biraz sıkıntıları var.

Mesela...

AYM anayasal bir organ yanlış karar verdi yetki gaspında bulundu diyelim. Hükümet ya da parlamentonun bunu yok sayması da başka bir gayrimeşru davranış olur. Bu çok kaotik bir şey yaratabilir. Can'ın önerisi tartışılabilir ve tartışılmalı da. Ama benim başından beri farklı bir düşüm var.

ANAYASA VAADİYLE ERKEN SEÇİM

Nedir o?

Eğer AYM, pakette bazı maddeleri iptal ederse; bence iktidar partisinin derhal seçime gidip halkın iradesine başvurması gerekir. Tabii ki bunu yeni anayasa vaadiyle yapmalı. Ki son günlerde bunun gündemde olduğunu okuyoruz medyada. Şunu söyleyecek hükümet; "bakın gördünüz, kısmı değişikler yaptık, Anayasa'yı, yargıyı sivilleştirmeye çalıştık, ama olmadı. Bu yeni bir anayasa yapmak için size yani halka başvuruyoruz". Ki bence böyle bir ihtimal Türkiye'nin demokratikleşmesi için daha olumlu bir görev görecektir. Çünkü başta Kürt sorunu olmak üzere, Alevilerle, gayrimüslimlerle vs. ilgili pekçok sorunu çözebilirsiniz. Eğer AK Parti bunu yaparsa diğer partiler de bu sürece uyum sağlamak için adım atmak zorunda kalacaklardır. O açıdan ben AYM, değişiklerin bir kısmını iptal ederse daha hayırlı olabileceğini bile düşünüyorum. Çünkü belki bize tüm sorunları çözebileceğimiz bir anayasa yapma fırsatını verir.

İyi ki eğitim oranı düşük kalmış

Bu kadar sert bir tartışma olması ve değişimi AK Parti'nin tek başına taşıyor olması mı sorun?

Evet toplumun bir kesimde, özellikle okumuş, yazmışlar arasında AK Parti'ye karşı kuşku var. AK Parti iyi bir şey de yapsa, yapmasın yaklaşımı var. Ancak 8 yıldır iktidarda olan AK Parti bu kuşkuları yıkamadıysa ya bu algıları dönüştüremediyse burada da sorun var demektir. Bu noktada AK Parti kendi içine bakmak durumundadır. Kimi açıklamalar, yerel yönetimlerde bazı uygulamalar bu kuşkuları güçlendiriyor. Hükümetin yaptığı birçok önemli şeyi gölgeliyor. Tabii şu da var ki, konuştuğumuz gibi Türkiye bir değişim sürecinde ve değişimi taşıyan parti AK Parti. Bu noktada bir kutuplaşma hali ister istemez oluyor. Bakın AK Parti'nin de hakkını yememek lazım. Çünkü bu kesime düştü bu statükoyu sarsmak değiştirmek. Bir başka sorun şu ki, Türkiye'de Türkiye'nin demokrasi yelpazesi çok dar.

AK Parti nasıl giderebilir bu kuşkuları?

Bunun yolu kendini daha iyi anlatmaktan ve toplumu ikna etmekten geçiyor. Tabii bir yolu da farklı kesimlerden insanları partisinin içine alarak bunu başarabilir. Çünkü şu anda Türkiye'de demokratikleşmeyi kitle partisi olarak temsil eden tek parti AK Parti. Tüm Türkiye'de olan bir parti. Bunlar önemli. Ortak keseni demokrasi olan farklı kesimlerden daha çok insanı parti içine alarak daha geniş kitleyi ikna edebilir.

AK Parti'ye karşı kuşkuları olanlar eğitimli dediniz. Bu çelişki değil mi? Eğitimli olanların AK Parti'yi daha analiz etmesi gerekmez mi?

Cumhuriyetin en başarılı projelerinden birisidir eğitim. Eğitebildiklerini kendi düşüncesine göre en iyi şekilde formasyona sokmuştur. Yani tekçi düşünceye göre yetiştirmeyi başarmıştır. Burada ironik bir şey söyleyeyim; Türkiye'nin zaman zaman hayıflandığı eğitim alanındaki başarısızları şans olarak saymak lazım. Yani eğitim yüzdesinin düşüklüğü şanssızlık değil şans, okullaşma oranın düşük olması şansızlık değil şanstır.

Neden şans olsun ki?

Birçok kişinin okuyamaması belki de hayırlı olmuştur. Düşünün, daha yüksek sayıda insan bu eğitim sisteminden geçmiş olsaydı daha kötü olurdu. Herkes tek başına asker haline gelirdi belki de. O zaman Türkiye'nin değişmesi, demokratikleşmesi ve sivilleşmesi için daha uzun yıllar beklemek gerekecekti. Bugün CHP'nin tabanını oluşturanlar, çok övünülen iyi eğitim almış, dil bilen vs insanlar. Sizce bu tabloda bir terslik yok mu? Bu yüzden eğitim alanındaki başarısızlıklar bugün için şans. Dedim ya ironik ama gerçek bu.

Bu durumda özgürlükçü solcuların, demokratların AK Parti'ye yakın durması normalleşiyor sanki...

Evet. Abes durmuyor. Eğer böyle bir Türkiye okumanız varsa hangi partiye oy vereceksiniz? CHP'ye oy veremezsiniz, MHP'ye hiç veremezsiniz. Sizin istemlerini karşılayacak parti var mı? O da görünmüyor. Bu yüzden AK Parti'yi savunuyor görünmek zorunda kalıyorsunuz. Ama bu noktada şu çok önemli; AK Parti'nin hatalarında da onu eleştirmek. Galiba AK Parti'nin en çok buna ihtiyacı var. Ben de çok eleştirdim AK Parti'yi. Mesela bu çocuklarla ilgili kanunu getirdi 2006'da Terörle Mücadele Kanunu'nun içine soktu. Bunu herhalde askeri bürokrasi istedi, Cemil Çiçek de evet dedi. Şimdi içinden çıkamıyorsunuz. Neden yaptınız bunu? Eleştiririm. Demokratikleşme konusunda ise açılımlarını, politikalarını desteklerim. Bizim konumumuz böyle. Ama bu karşı tarafta böyle algılanmıyor; siz AK Parti'lisiniz, siz şucusunuz bucusunuz gibi şeyler. Anlamı olmayan yakıştırmalar.

AK PARTi'YE ADIM ATTIRILMIYOR

Artan terör ve şiddet nasıl dinecek?

Şiddet ve terörü arttıran iç ve dış dinamikleri olabilir. Ama önemli olan nokta şudur, siz içinizdeki sorunları çözeceksiniz ve başka ülkelerin eline koz vermeyeceksiniz. Siz çözemezseniz başkaları bunu kullanır. Terör meselesine Kürt sorununun çözümsüzlüğü çerçevesinde bakmak lazım. PKK bu süreçte legalize olmak istiyor. Öcalan belki kendi infaz koşullarının değişmesini, muhatap alınmasını istiyor. AK Parti'nin burada iki durumla karşı karşıya.

Nedir onlar?

Bir tarafta devlet ve statükonun bütün güçleri AK Parti'ye adım attırmıyor. Ya da attığı adımları her aşamada engellemeye çalışıyor. KCK operasyonları sanki biraz böyle, yurtdışından gelenlerin tutuklanması biraz böyle gibi. Bir taraftan da AK Parti oy kaygısı taşıyor.

Kimlerden oluşuyor AK Parti karşıtı koalisyon?

Tabii başta etkinliği azalsa da askeri bürokrasi var. Yargı bürokrasisi var. Siyasi olarak CHP ve MHP var. Tabii bir de medyanın, iş dünyasının bir bölümü bu statüko blokun içinde ve AK Parti'ye açık ve gizli karşılar. Bu açıdan AK Parti, Kürt sorununun çözümü konusunda sıkışmış durumda. Ama çözmekten başka bir seçeneği de yok. Daha doğrusu seçeneğimiz yok. Bu açıdan Türkiye'nin geniş anlamda genel bir demokratikleşmeye ihtiyacı var. Felsefeniz değişecek önce çünkü cumhuriyetin felsefesi belli. Tek dil, tek kültür, tek mezhep diyor. Tekçi felsefe bizi bu noktaya getirdi. Artık çoğulcu bir felsefe ile yeni bir inşa kaçınılmaz.

YENİ BİR CUMHURİYET ŞART

Yani yeni bir cumhuriyetten bahsediyorsunuz...

Evet. Bu yeni bir cumhuriyet demektir. Türkiye tekçi felsefeyle yönetilerek bir yere bundan sonra gidemez. Bu yüzden yeni bir toplumsal sözleşme kaçınılmaz. Bu yeni bir anayasadır.

Ne olmalı bu anayasada?

Demokratik ilkelere dayanan, özgürlükçü bir anayasa. Yeni anayasanın ilkeleri toplumun her kesimini temsil eden bir organ tarafından belirlenmeli, bireyler ve örgütler bu organa görüş ve taleplerini iletebilmelidir. Bu anayasada vatandaşlık tanımı yapmaya gerek yoktur. Ayrımcılık yasağı her yurttaş için hukuki güvence olmalıdır. Anayasada her türlü dil, kültür ve inancın ifadesinin ve kullanılmasının anayasal güvence altında olduğu belirtilerek çoğulculuk sağlanmalıdır. Bununla birlikte "Toplumsal Barışın Sağlanması Hakkında" bir kanun çıkartılarak çeşitli nedenlerle sınır dışındaki kamplara gitmek zorunda kalmış ve çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu insanlarınhiçbir koşul aranmadan ve herhangi bir adli soruşturmaya tabi kılınmadan gruplar halinde dönüşleri sağlanmalı, bu insanlara barınak ve iş sağlanarak uyumlarının sağlanması bakımından da psikolog ve sosyal hizmet uzmanı desteği verilmelidir. Aynı kanunda örgüt kadrosunda bulunup, örgüt üyesi olmaktan başka suçları bulunmayanların kendiliğinden teslim olmaları durumunda başkaca hiçbir koşul aranmadan haklarında örgüt üyeliği suçundan adli soruşturma yapılmayacağı belirtilerek, bu kişilerin de iş, barınak ve uyum programı imkanlarından yararlanmaları öngörülmelidir. Yine bu kanunda terörle mücadelede ölen askerlerin ailelerine ve yaralananlara tanınan maddi ve sosyal haklar genişletilmelidir. "Çoğulcu bir zihniyetle yeni bir başlangıç" önemli bir çıkış noktasıdır. Bu yeni başlangıca başta dindarlar olmak üzere, demokratlar, liberaller ve gerçek solcular ve milliyetçiler destek vermelidir.

Çok konuşuyor yeni birşey söylemiyor

Kılıçdaroğlu'nun parti başkanı olması arkasında rüzgâr estirtmesi ile yeni dönem CHP-MHP koalisyonu olabilir mi?

Kemal Kılıçdaroğlu çok konuşuyor ama yeni bir şey söylemiyor. Kılıçdaroğlu'nu getirenler CHP-MHP koalisyon hedefleniyorlar ama olma ihtimali düşük. Türban meselesini çözeceğim dedi, aynı gün geri adım attı. Kürt meselesinde somut bir şey yok. Ne değişti geçmişten. Eğer CHP iktidarı hedefliyorsa, bugün söylemlerini demokratikleştirmeli ve sivilleştirmeli. Burada amaçlanan şu, Kemal Kılıçdaroğlu az şey söylesin, fazla da söz vermesin. Başarılı olsun sonra gitsin MHP ile birlikte statükoyu devam ettirsin. İstenen bu ama bu pek mümkün gözükmüyor. Şunu açıkça ifade edelim; Türkiye'de AK Parti'nin karşısında gerçek anlamda bir muhalefet yok.

Yani muhalefetsizlik...

Evet muhalefetsiz. Bu AK Parti'ye de haksızlık. Çünkü AK Parti'ye muhalefet siyaset yani uyguladığı politikalar üzerinden değil ideolojik olarak yapılıyor. Kılıçdaroğlu'nın şimdiye kadar gösterdiği performans siyasi bir alternatif olamayacağını göstermiştir. CHP'de yakınılan politikaları oluşturan kişiler duruyor. Mesela Önder Sav gibi. CHP içinde şiddetle değişim isteyen kesim yok. Onun için Türkiye'nin gerçek bir alternatif bir ihtiyacı var. Türkiye demokrasisinin gerçek ihtiyacı budur. Bunun olmaması sıkıntı yaratıyor ve vesayetin sürmesine neden oluyor. CHP vesayetin uzantısı bir parti olarak işlev görüyor. Ve CHP durdukça da alternatif bir sosyal parti olmayacak gibi...

Yani CHP marjinalleşmeden alternatif bir sol zor gözüküyor mu diyorsunuz?

Burada sorun şu; CHP marjinalleşirse mi sol ortaya çıkacak, yoksa bir sol ortaya çıkarsa mı CHP marjinalleşecek, meselesi de var. Yani şimdi biz CHP'nin marjinalleşmesini beklersek ne kadar bekleyeceğiz? Burada sorun CHP'nin o doldurduğu alanın nasıl boşaltılacağı. Çünkü CHP'nin evirilmesi biraz zor gözüküyor tarihsel olarak baktığınızda. Dönüşmüyorsa marjinalleşcek. Bu değişim süreci devam ederse bu çok uzak değil.

YAYIN TARİHİ: 05.07.2010

http://yenisafak.com.tr/Roportaj/?t=05.07.2010&i=266477

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Toplam mevduatın yarısı 29 bin kişiye ait. Mehmet ALTAN

Toplam mevduatın yarısı 29 bin kişiye ait




Dış politikada “eksen” tartışması var gücüyle devam ediyor... Sosyo-ekonomik yapımızdaki “eksen” ise pek söz konusu edilmiyor. Hâlbuki...

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) Nisan ayı İnteraktif Aylık Bülten verileri, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısını çırılçıplak ameliyat masasına yatırmıştı...

Türkiye’nin son bir yılda hem milyoner sayısı hem de banka mevduatları dikkat çekici bir biçimde artmış...

Öyle ki...

Milyoner sayısı geçen yıla göre 6 bin kişi artarak 23 binden 29 bine yükselmiş...

Aynı dönemde sayısı ciddi artış gösteren bu milyonerlerin bankalarda tuttuğu toplam mevduat da 35,1 milyar lira artışla 213,4 milyar liraya ulaşmış.

***

Geçen gün, “Siyaset Meydanı”nda, “Türkiye’de bankalardaki toplam mevduatın yüzde 42’si, 28 bin kişiye ait” dediğimde, “bir stadyumu” bile dolduramayacak kadar az sayıdaki insana ait bu devasa servet Ali Kırca’yı çok şaşırtmış, programda uzunca süre bu konu üzerinde durmuştuk...

Üstelik söylediğim veriler bir önceki yıla aitti...

***

Türkiye İstatistik Kurumu’nun hesaplarına göre “nüfusun en zengin ilk yüzde 20’si” toplam zenginliğin yüzde 46,4’ünü almakta...

En alttaki en fakir yüzde 20 ise, toplam zenginliğin yüzde 5’ine bile sahip değil.

Nispi bir düzelmeye rağmen, gelir dağılımı adaletsizliği müstehcen bir konumda...

O nispi düzelme sayesinde 2003’de 19 milyonun üzerinde olan yoksul sayısı 12 milyona düştü ama bu çok olumlu gelişmeye rağmen mevcut durum çok ağır.

***

Yeniden mevduatlara gelelim...

Yeni yılda durum ne?

Söyleyeyim...

“Siyaset Meydanı’nda” hatırlattığımdan daha parlak değil...

Toplam mevduatın yüzde 44,4’ü 29 bin kişiye ait...

Aslında 29 bin kişi diyoruz ama doğrusu “29 bin mevduat defteri” olacak...

Toplam mevduatın yüzde 44,4’ü “29 bin banka mevduat defterine” ait...

Muhtemelen bu paraların sahibi olanların sayısı 29 binden epeyce daha az...

72 milyon nüfusun mevduatı ile 29 bin defterin mevduatı neredeyse eşit.

***

Bankalarda 70,1 milyon mevduat hesabı var...

Bunlardan...

66 milyon 834 bin hesapta 10 bin TL’ye kadar...

2 milyon 700 bin hesapta 10-50 bin TL arası...

928 bin hesapta 50-250 bin TL arası...

928 bin hesapta 250 bin-1 milyon TL arası mevduat bulunduğu tespit edilmiş...

Özetle...

Türkiye’nin toplam mevduatı 503 milyar 13 milyon lira...

Toplam mevduatın 223 milyar 445 milyon lirası, 1 milyon lira üzerindeki hesabı olan 29 bin mevduat defterine ait...

***

Dış politikada “eksen” kaydı mı, kaymadı mı?

Konu hararetle tartışılmakta...

Ama galiba “eksenin” tartışmaya yer bırakmayacak kadar “sağlam” olduğu yer, bankalardaki “mevduat defterleri”...

Orada stadyumu bile dolduramayacak kadar küçük bir azınlık, toplam paraların neredeyse yarısına sahip...

Siyasette olduğu kadar, belki de tüm olup bitene biraz da bu açıdan bakmakta yarar var...

Yani...

“Egemenlik ulusun da, paralar kimin?”

PKK’yı bitirmek için Heron şart mı?



Hakkari Şemdinli saldırısına nereden geliyoruz? O bölgede terörist gruplar daha önce kaç kez saldırmışlardı? Kaç yıldır saldırıyorlar? Bütün terör noktalarında ne kadar saldırı oldu? Türkiye bugüne nereden geliyor?

Zor sorular bunlar, cevap aramayalım...

Türkiye’nin yılların ihmaliyle büyüyen, büyüdükçe çetrefilleşen Kürt sorunu var ve bu sorundan kaynaklanan ağır bir terör

sorunu var. PKK, artık sadece ölmek ve öldürülmek üzerine kurulu en kanlı stratejisiyle bölgeyi ve ülkeyi aynı anda ateşe

atmak konusunda kesin bir karar vermiş durumdadır.

Neden?

Kürt toplumunun temel hak ve özgürlüklerle, kültürel problemleri 5 yıl öncesine göre, 10 yıl öncesine göre daha geri olmadığına göre ve hatta yıllar içerisinde atılan adımlarla daha ilerlediğine göre neden?

Kürtlerin bu ülkede hala önemli sorunları var mı? Var.

Peki, Kürtlerin bugün hala çözülemeyen problemleri silahlı mücadele yoluyla elde edilecek derecede hayati midir? Değil.

PKK bazen Öcalan’ın cezaevi şartlarını iyileştirmek için, bazen kendini göstermek için, bazen bölgeye korku salmak için öldürüyor. Öldürmenin keyfini alan bir örgütle karşı karşıyayız ki bu en tehlikeli olanıdır.

Ne kadar tehlikeli olsa da, yaşanan manzaralar, genç şehitlerin acısı ne kadar dayanılmaz olsa da soğukkanlılıktan başka yol yoktur. En az, gece yarısından sabaha kadar sessizce, kıpırdamadan bekleyen; açılan ateşe cevap vermeyecek kadar sakince kendini gizleyen terör kadar soğukkanlı...

Bu sadece dağda bir kanlı çatışma değil, sinirleri yok eden bir sinir harbidir aynı zamanda.

Heron’larla, dürbünlerle çözülecek bir sorundan söz etmiyoruz.

Kabul edelim ki Türkiye on yıllardır bu sorunun çözümü için atmakta geciktiği her adımın bedelini daha fazla kanla ödedi, bugün de ödüyor.

Çözüm, Kürtlerle PKK arasındaki sempati bağını azaltacak adımları atmaktı. Geciken her adım uygulanacak demokrasinin dozunun biraz daha artmasını zorunlu kılmaktadır. 30 yıl önce yapmamız gerekeni yapamadığımız için terörü kucağımızda bulduk, tam o anda yine yapmamız gerekeni yapmadığımız için terörü büyüttük. Her yıl bir fırsat vardı, afra tafrayla hepsini teptik ve bugünlere geldik.

Son bir kez açılım için niyetlenenlerin de elini tutmak için ne varsa yaptık. CHP-MHP’nin şiddeti üreten diliyle, BDP’nin şiddete tapınan dili bir yıl içinde yeniden egemen oldu.

Normal şartlarda bir araya gelmesi düşünülemeyen unsurlar çözüm karşıtlığında birleşti.

Sadece soğukkanlı olmanın değil, gerçeği de söylemenin günüdür. Terör ne kadar azsa da tek çaresi demokratikleşmedir. Demokratik açılım bitti mi, bitmedi mi tartışmak yersizdir zira Türkiye’nin Kürt sorununda da terörün bitirilmesinde demokrasiden başka çaresi yoktur.

Evet, Türk ordusu terörle mücadelede yeterince başarılı değil ama PKK’ya sonsuza kadar göz açtırmayacak kabiliyettedir. Ama ne pahasına? Bizim için, PKK’yı dağa mahkum etme karşılığında sürekli şehit vermek bir yol değildir.

Her terör saldrısından sonra olduğu gibi şimdi de yaptığımız bazı tartışmalar bu nedenle anlamsızdır. Mesela, TSK’nın elindeki insansız uçak Heron’ların kullanıp kullanılmadığı gibi.

Dünyanın en büyük ordularından birisiyle bir terör örgütü arasındaki üstünlük farkı Heron’lara mı indi? İki tane daha uçak olsa bu işi bitirecek miyiz? O zaman hiç durmayalım.

Türkiye PKK’ya şehit vermeye başladığında Heronlar henüz üretilmemişti bile!

Gazzeli madenciler. Mehmet ALTAN

Gazzeli madenciler




Hayatın acımasız hızı yaşamı tırtıklamaya devam ediyor...

Haziran da yarı yarıya devrildi...

Ama... Günlük toplumsal tempo düşeceğine, yükseliyor...

Ve ilk sıraya “şiddet” gelip yeniden kuruluverdi. Hatta Türk ordusu, iki yıl aranın ardından Irak’ın kuzeyine kara harekâtı yaptı.

Sınırın üç km geçildiği, çatışmalarda dört PKK’lının öldürüldüğü açıklanırken, dün birliklerin Türkiye’ye dönüş yolunda olduğu belirtildi.

***

Bundan tam 26 yıl önce, bu olaylar ilk patlak verdiğinde...

17 Ağustos 1984 tarihinde...

Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan bir açıklamada:

“15 Ağustos 1984 gecesi bir grup teröristin Siirt’in Eruh ilçesindeki Jandarma Karakol binasına karşı bombalı ve silahlı saldırıda bulundukları ve saldırı sonucunda 1 jandarma erinin şehit olduğu 6 er ve 3 sivilin yaralandığı, Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde de bir başka grup tarafından Jandarma subay açık hava gazinosu, subay lojmanları ve ilçe jandarma Karakolu’na silahlı saldırı düzenlendiği ve 1 subay, 1 astsubay ve 1 erin yaralandığı” bildirilmişti...

Dün, bunca yıl ve binlerce ölüm ertesinde, her şey aynı yerde durur gibiydi...

***

Sanıyorum “insan ölümlerinin” Türkiye’de fazla önemi yok...

Öyle ki yine dün...

Zonguldak’ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu Karadon Müessese Müdürlüğü maden ocağındaki grizu patlamasının ilk ayıydı...

17 Mayıs’ta meydana gelen patlamanın ardından oluşan göçüklerin altında kalan Engin Düzcük ve Dursun Kartal’ın cesetleri hala ortada yok.

Topluca “duymazdan” geldik...

Belki de Gazzeli olmadıkları için...

***

Gariptir, madencilerin neden hala cesetlerine ulaşılamadığı konusu değil de...

Bir aydır göçük altında kaybolan iki madencinin nüfus kütüklerine “ölü” olarak kayıtlarının düşülemediği...

Madencinin ailelerine, hak ettikleri ölüm aylığı ve geliri Sosyal Güvenlik Kurumu’nca ödenemediği, bir iki mecrada çok cılızca yankılandı...

Zonguldak Valisi Erdal Ata, Medeni Kanunu’nun “bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde ortadan kaybolursa cesedi bulunamamış olsa bile, o yerin en büyük mülki amirinin emriyle kütüğe ölü kaydı düşürülür” hükmü doğrultusunda ulaşılamayan iki madenciyle ilgili durumu değerlendireceğini söylüyor...

İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğü yetkilileriyle konuyu görüşeceğini belirten Vali Ata, “madencilerin yakınlarını da çağırarak onların da görüşünü almak istiyorum. TTK Genel Müdürü Burhan İnan’dan madendeki çalışmalarla ilgili bilgileri aldım. Ana göçük açılmış, çok az yığınlar kalmış, ancak koku gibi belirtiler olmadığından madencilerin orada olmadığı tahmin ediliyor. İşçiler yüzde 99 kuyunun içindeler. Ailelerin mağdur olmaması için işçilerin kütüklerine ölü kaydının düşürülmesi için gerekli girişimleri yapacağım” demekte...

***

Gereken önlemler alınmış olsaydı...

Hala kayıp iki madencimiz dâhil kimse ölmeyecekti...

Yöneticiler 300 milyar liraya kıyamadığı için öldüler...

Ama durum sessizce geçiştirildi, sağ kalanlar kuyulara yeniden inmeye başladılar bile...

Türkiye’de ölmeleri önlenebilecek insanların ölmesi, göçük altında cesetlerin kaybolması normal de, “ölüm maaşlarının” akıbetindeki gecikme huzursuzluk verici gibi...

***

Madendeki Gazzeliler...

Tuzla tersanelerinde ölmeye devam eden Gazzeliler...

Mezradaki...

Varoşlardaki Gazzeliler...

Toplumsal ve siyaseten kimsenin ilgilenmediği bizim Gazzelilerimiz...

***

Dün, “şiddet”, 26 yıl sonra yeniden gelmiş tahtına arsızca oturmuştu...

Binlerce ölüme rağmen 26 yıldır bir toplum böylesine yakıcı bir sorunu çözmüyor ise orada herkes ölümleri kutsuyor demektir.

Nitekim...

Bir aydır göçük altında kaybolmuş iki madenci kimsenin umuru değildi...

Siyaseten Gazze ile ilgilenen kamuoyu kendi Gazzelilerimize aldırmaz duruyordu

PKK sonuç mudur neden mi? Mehmet ALTAN

PKK sonuç mudur neden mi?




Dün bir çocuğumuz daha öldü... Neyse ki...“Sekiz şehidimizle ilgili Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama bekliyorum” diyen TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin...

...büyük kalabalıkların sorduğu soruyu yüksek sesle sorarak, şöyle diyordu:

“Her şehit haberinden sonra ‘Allah rahmet eylesin, başınız sağolsun, vatan sağolsun, milletimizin başı sağolsun’ demek adet haline geldi. Bu değerlendirmeler, açıklamalar, vatandaşımızı artık tatmin etmiyor...”

***

Çok sıcak bir yaz geçireceğimizi...

Şiddetin tırmanarak yükseleceğini öngörsek de...

Her gün Türkiye’nin çocuklarının ölümlerini yaşamak dayanılır gibi değil.

Derli toplu bir bütünlükten ve radikal bir demokratikleşmeden yoksun olarak başlayan “Kürt Açılımı” giderek azgınlaşan bir şiddet süreci ile noktalanmış bulunuyor.

Bütün süreci ta başlangıcından beri izlemeye çalışırken, en birinci derecedeki yetkililerde dâhil, herkese şu soruyu sordum:

“PKK sonuç mudur, neden mi?”

Maalesef açılım süreci bu soruya kesin ve saydam bir cevap vererek başlamadı.

“Askeriyenin kırmızı çizgilerinden” etkilenenler, PKK’ya “neden” olarak baktı.

PKK’yı “sonuç” olarak görenler ise, Birinci Cumhuriyeti “Türkiye Kürtleri’nin” de devleti haline getirecek olan radikal demokratikleşmeyi göze alamadılar. İçeride istihbarat; dışarıda ABD, Irak, Barzani çizgisinin yeterli olacağına fazlasıyla güvendiler...

Bir de buna iktidar partisiyle, bölgedeki “yerel iktidar” konumundaki parti rekabeti de eklenince şiddet “daha da ürkütücü bir biçimde geri döndü.”

“Güvenlik mantığını” tek ölçüt olarak ele almayıp, “PKK sonuçtur” denseydi, Birinci Cumhuriyet gerçek bir “vatandaşlık” açılımı yaparak, keskin bir demokratikleşmeye uğrayacaktı.

Tabii sadece Kürt vatandaşlar değil, gayrimüslimler de Heybeli Ruhban Okulu’ndan hala mahrum kalmayacak, Aleviler de cemevlerinde ibadet etmek için “devlet onayı” beklemeyecekti.

Birinci Cumhuriyet, “vatandaşlığı” keşfederek, kimlik ve nitelik değiştirerek Kemalizm’den demokrasiye terfi edecekti. 2010 yılının yazı da çocuklarımıza tabut olmayacaktı...

***

Yaşananlar, “kendi kendine abartılı övünmelerin” de hazin bir sonu.

Küreselleşmenin ekonomik mantığı gereği alt kümelere dağıttığı zenginliği “kendinden menkul” sanmak da, küreselleşmenin gene gereği olan “demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisini” içeride ve dışarıda ilkesel olarak savunmamak da “şiddetin bu kadar çabuk, hızlı ve büyüyerek artmasının nedenleri...”

Anti demokratik rejimlerle iç içe geçmek, ülke içindeki mefluç hale bakmadan başka diyarlarda dini hassasiyetleri ön plana alarak gövde gösterisi yapmak da belli ki ağır fatura olarak geri dönmekte...

ABD istihbaratı olmayınca sınırlarımızı koruyamadığımızı mı bize hatırlattılar acaba?

Türkiye güçlenecek ise önce “devlet” olacak...

Demokrasiyi, insan haklarını, ekonomisini layık olduğu ölçülere taşıyacak...

Reçetesinin ilk sırasına, Türkiye halkının ihtiyacı olan ve maalesef unutulup giden AB reformlarını koyacak...

***

Yazıp duruyorum...

İlkesel olmayan...

Değişimin siyasetini gütmeyen...

Küresel değerleri göz ardı eden politikalar...

İyi niyetli, pratik ama bütüncül ve ilkesel olmayan son dönemdeki olumlu gelişmeler, anlaşılıyor ki bu aralar Ergenekoncu sistematik bir başkaldırının tehdidi altında...

Son zamanlardaki tüm kazanımlar, AB reformlarıyla eş zamanlı yürütülerek sağlam kazığa bağlanmadığı için Ergenekon yükselen şiddeti de ardına alarak düpedüz bir “kara faşizm” olarak geri dönmeyi hedefliyor...

Baksanıza...

Birkaç zamandır sesi soluğu çıkmayan “Ergenekon avukatı” Deniz Baykal bile kanal kanal gezip, açılım düşmanlığını seslendirerek, eski efendilerine yaranmak için rol kapma peşine düştü...

***

Siyasal iktidarın çok hızlı bir refleksle son zamanlardaki yanlışlarını masaya yatırması gerekiyor...

Siyaset hesaplarını bir yana bırakarak “mağdur yaratmayan bir devlet” ile “mağdurların birbirine yan gözle bakmadığı bir toplum” yaratmayı şiar edinmek her derde devadır...

Ama İspanya gibi Türkiye’ye çok dost bir ülkenin dönem başkanlığında, tek bir fasıl başlığını açacak reformları yapmayı bile taca atmak, korkarım, bir iki gündür son derece yakıcı bir bilançoyu yaşayarak gördüğümüz gibi Ergenekon’un geri dönüşüne imkân hazırlamaktan başka bir işe yaramıyor...

Sözde ‘Milli Güvenlik Devleti’ Mehmet Altan

Sözde ‘Milli Güvenlik Devleti’




Dönüp dolaşıp yeniden “milli güvenlik devleti” noktasına geri döndük...

Peşi sıra devrilip giden yavrularımız...

Yaralılarımız... Cephelerden resimler... Askeri hastaneler...

Askeri söylem...

Güvenlik zirvesi...

Söylemde “milli güvenlik devletiyiz” ama “öz”de “profesyonel ordumuz” yok...

***

Şiddetin başlangıcından bu yana 26 yıl geçmesine rağmen, Hakkâri’deki askeri birliğe saldırıda 11 şehit verilmesinin ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında Çankaya Köşkü’nde toplanan güvenlik zirvesi ne karar aldı?

İstihbaratın gözden geçirilmesi...

Bölgede görev yapan personelin yapısının gözden geçirilmesi...

Çevre ve ilgili ülkelerle terörle mücadele koordinasyon faaliyetlerinin daha da etkinleştirilmesi...

Basın-yayın organlarının orduyu eleştirmemesi gereği...

***

Bildirinin tercümesi ne?

“Durum pek parlak değil ama yazıp söylemeyin çünkü düşmanı cesaretlendirirsiniz...”

Ankara bunu ne zaman söylüyor?

2010 yılında...

Hâlbuki:

Yakın zamana kadar Kürtlerin varlığının da resmen inkâr edildiği bu ülkede, PKK’nın 1984’teki Eruh baskını ile başlayan dönem 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre “29. Kürt İsyanı” idi.

Ayşe Hür’ün dökümüne göre:

“İsyanı bastırmak için Türkiye, 1987-2002 arasında 300 bin askerini, en modern silahlarını ve 67 bin korucuyu seferber etti.

Bu süre içinde, 14 ilde ‘Olağanüstü Hal’ ve sıkıyönetimler ilan edildi, bunlar 57 kez uzatıldı.

Tam 24 kez sınır ötesi operasyon yapıldı.

Sivil ve asker 10 bin 857 şehit verildi, bir o kadar kişi yaralandı.

23 bin 938 PKK üyesi ya da sempatizanı öldürüldü, 11 bin 746’sı sağ ele geçirildi.

Resmi kaynaklara göre 96 milyar, gayri resmi kaynaklara göre 400 milyar dolar harcandı.”

***

Geçenlerde...

Batman Ticaret ve Sanayi Odası’nın konuğu oldum.

“Ekonomi, Demokrasi ve Güvenlik” konulu bir konferans verdim:

“Burası insanı yok sayan bir ‘milli güvenlik devleti’ ve bu milli güvenlik devleti’nin yerine aslında bizim ihtiyacımız olan şey bir ‘evrensel refah devleti’ olması gerekir.

Üstelik bu güvenlik meselesinin yeryüzündeki ekonomik yapı değiştikçe anlamı da farklılaşır.

Artık, BM’nin de, gelişmiş ülkelerin de kendi literatürlerinde, günlük yaşamlarında güvenlik tek başına kullanılmıyor. Bunun başına her zaman bir insani güvenlik kavramı konuluyor.”

Deyip, şöyle devam ettim:

“Vergi alan bir devlet ve vergi veren bir vatandaş yoksa orada devlet de demokrasi de olmaz, toplum da olmaz. Burada büyük bir zafiyet var. 50 milyon seçmen var. Bir yasa çıkartırsak, vergi vermeyen oy vermez desek bu 10 milyonun altına düşer. Tüm demokrasilerin temelinde vergi isyanı var. Vergiden dolayı parlamenter rejim doğmuştur. Demokrasinin özü itibariyle; bu paraların nereye, nasıl harcandığı, etkin harcanıp harcanmadığını kontrol eder.”

***

“Kürt sorunu nedir” sorusuna da cevap verdim:

“Kürt sorunu tamamen Türkiye Devleti’nin, Türkiye Kürtlerini kapsayacak bir devlet olmamasının ortaya çıkmasıdır. Şimdi açılım yapıyorlar, Roman açılımı, Alevi açılımı, ne oluyor? Devlet vatandaş arıyor.

Halkın iktidarına silah çeken, bıçak çeken, beş generalin oluşturduğu anayasa ile siyasi partiler yasasıyla, seçim yasasıyla, 600 yasayla onun bütün tüzük ve kararnameleriyle, bütün askeri yapısıyla, 12 Eylül rejimi otuz yıldır devam ediyor...

Bunu da içime sindiremiyorum.

Bizler tarihsel zaaflar nedeniyle hep devlete bakıyoruz.

Ankara’da bugün ne oldu?

Bana ne Ankara’da bugün ne olduğundan...

Biz şimdi Batman’dayız, Batman’daki özgürlüğümüzü, zenginliğimizi nasıl arttıracağız, asıl konumuz bu olmalı...”

***

İş hırsız hikâyesine döndü...

“Milli güvenlik devleti” ama içeriye propaganda yaparken...

Yoksa 26 yıl sonra şiddetle neden başa çıkamadığını dünkü zirve bildirisi açıklamakta...

Üstelik “profesyonel ordu” da yok...

Yani milli güvenlik devletinin gereklerinden çok uzak bir durum...

***

Peki, çağın gereklerine uygun olarak “insan odaklı” “evrensel zenginlik toplumuna” dönüş?

O da yok.

Şehitlerimiz yanı sıra, trafikte ölenin de haddi hesabı yok, madenlerde de, Tuzla’da da...

İş hırsız hikâyesine döndü.

Gel desen gelmiyor, git desen gitmiyor...

Ve çocuklarımız ölüp duruyor...

Doğu Ergil: ‘Washington’a acil heyet gitti’ Neşe Düzel

PAZARTESİ KONUŞMALARI 14.06.2010


Neşe Düzel

Doğu Ergil: ‘Washington’a acil heyet gitti’
“Washington’u yatıştırmak için AKP’den bir heyet alelacele Amerika’ya gitti. Önemli bir milletvekili bana, “Ya Netanyahu gidecek, ya da biz” dedi.”

“Fethullah Gülen, İHH’yı değil, hükümeti uyardı Gülen yaşadığı yerde birçok kişiyle temas ediyor. Daha gemi yola çıktığında, çevresine “bu, kötü sonuçlar doğurur” demiş.”

“Gülen hareketi Türkiye’nin en büyük ihraç ürünü oldu. Cemaat uluslararasılaştı. Din, giderek kültürelleşiyor. Gülen, moderniteye uyum sağlamayan din radikalleşir diyor.”

* * *

NEDEN DOĞU ERGİL

İki milyona yakın bir kitleyi etkilediği tahmin edilen Fethullah Gülen sık konuşan biri değil. Ama son dönemde iki önemli açıklama yaptı. Birincisi Baykal’ın komplo kasetine ilişkindi. İkincisi de İsrail’in saldırısına uğrayan yardım gemisiyle ilgiliydi. Türkiye İsrail’le ciddi bir biçimde çatışırken, Gülen, Gazze’ye yardım gemilerinin İsrail’den izin alması gerektiğini söyledi ve İslami kesimde huzursuzlukla karışık büyük bir tartışma yarattı. Gülen niye böyle bir açıklama yaptı? Cemaati ne düşündü? Aslında bu açıklamasıyla kimlere ne mesaj verdi? Neden İHH hakkında öyle konuştu? Gülen Türkiye’nin İsrail’le iyi geçinmesini niye istiyor? Türkiye için ne öngörüyor? Devlete itaati öneren Gülen’in felsefesi artık nasıl ve hangi yönde değişiyor? Cemaatin devlete yaklaşımı nedir? Gülen’in uyarısının zamanlaması önemli mi? Gülen’in açıklaması hükümetin dış politikasını etkiler mi? Türkiye dünyada etkili bir güç olmaya çalışırken, içerde ciddi sorunlar mı yaşayacak? Türkiye’nin dış politikasının iç politikaya yansıması ne olacak? AK Parti bu riskli politikadan kârlı mı çıkacak? Yoksa kayba mı uğrayacak? Amerika ve İsrail, Türkiye’nin iç politikasına müdahale etmeyi denerler mi? PKK eylemleri şehirlere yayılacak mı? İsrail’le ilişkiler nasıl gelişecek? Ortadoğu’da ne tür gelişmeler yaşanacak? Bütün bu soruları, son dönemde bu konularla ilgili iki yeni kitabı yayımlanan yılların sosyologu, sosyal psikologu ve siyaset bilimcisi Prof. Dr. Doğu Ergil’e sorduk. Doğu Ergil’in Fethullah Gülen’le yüz yüze görüşmeler yaparak iki buçuk yılda yazdığı ‘100 Soruda Fethullah Gülen ve Hareketi’ ile ‘Kürt Raporu’ kitapları Timaş Yayınları’ndan çıktı.

* * *

NEŞE DÜZEL: Türkiye, İsrail’le ciddi bir şekilde çatışırken Fethullah Gülen, Wall Street Journal’a beklenmeyen bir açıklama yaptı. Yardım konvoyunun İsrail’den izin alması gerektiğini söyledi. Gülen niye böyle bir açıklama yaptı?

DOĞU ERGİL: Fethullah Gülen, gemi olayının, Türk siyasetinin doğrultusunu değiştirebilecek sonuçlar doğurabileceğinden endişe ediyor. İsrail’le savaş kelamı düzeyine varan bir çatışmaya girmenin Türkiye için hayırlı olmayacağını düşünüyor. Çünkü İsrail’in arkasında hem Amerika, hem de dünyada etkili olan Yahudi lobileri var. Ayrıca şu da unutulmamalı. İsrail’in Filistin’i işgali, Gazze’ye ablukası Arap sokaklarında lanetleniyor ama bu ambargo Arap saraylarında aksine onaylanıyor.

Niye onaylanıyor?

Çünkü Arap âleminde kendi iradesiyle kendisini yöneten tek Arap halkı Filistinlilerdir. Arap yöneticiler, seçimle Gazze’de iktidara gelen dinci Hamas’a karşılar. Sadece Hamas’a değil, Batı Şeria’yı yöneten milliyetçi El Fetih’e de karşılar. Çünkü Hamas dinci. El Fetih eski solcu yeni Arap milliyetçisi. Her ikisi de, dinci ya da milliyetçi bir Filistin, Arap dünyasındaki diktatörlüklerin ve sarayların iktidarı için büyük tehdittir.

Dolayısıyla...

Dolayısıyla Arap yönetimleri, İsrail’in ilan edilmemiş müttefikleri arasında yer alıyor. Ve Başbakan Erdoğan’ın dik duruşu Arap sokaklarında çok popüler olsa da... Arap saraylarının, İsrail-Amerika eksenindeki muhalefetle birlikte hareket etmesi nedeniyle, Erdoğan’ın radikal söyleminden ötürü Türkiye’ye ağır bir bedel ödetileceği açık.

Sizce Gülen de mi Türkiye’nin dış politikada eksen kayması yaşadığını düşünüyor?

Buna eksen kayması demeyelim. Politik sapma, diyelim buna. Fethullah Gülen, yaşadığı yerde çok sayıda insanla temas ediyor. Daha yardım konvoyu yola çıktığında sakıncasını öngörmüş ve etrafındakilere, “Bu kötü sonuçlar doğurabilecek bir girişim” demiş. Gülen, geminin amacını eleştirmiyor. O, çatışmacı yöntemi kabul etmiyor. Bence Gülen, AK Parti hükümetinin uyguladığı sert siyaset anlayışının ve verdiği radikal tepkinin, Türkiye’yi diplomatik yörüngesinden savuracağını ve ülkeye zarar vereceğini düşünüyor.

Peki, sizce Türkiye’nin ekseni kaydı mı?

Türkiye’nin ekseninin kaydığını hiç düşünmedim ben. Aksine tek eksende yapılan siyaset birkaç eksen üzerinde geliştirildi. Fakat bugün Türkiye, daha Ortadoğulu, daha İslami, daha fazla Hamas ve İran yanlısı gözükmeye başladı. Gülen de Türkiye böyledir demiyor. Arada fark var. Türkiye’yi, Batı böyle algılamaya başladı. Bakın... Ankara’dan İstanbul’a gelmek için bindiğim uçakta alelacele Washington’a giden bir heyet vardı.

Ne heyetiydi bu?

Washington’daki olumsuz havayı yumuşatmak için hükümetten bir heyet geçen hafta perşembe günü Amerika’ya gitti. Bu heyette AK Partili eski bakanlar, milletvekilleri ve danışmanlar vardı.

Ne için Amerika’ya gittiler?

Hükümet durumun yeni farkına vardı. Amerika’yı yatıştırmaya gittiler. AK Parti’nin önde gelen bir milletvekili de bu heyetteydi ve bana “Ya Netanyahu gidecek, ya da biz gideceğiz” dedi. İşin bu noktaya varmış olduğunun bilincindeler. O zaman insanlar sorar. Niye bu noktaya vardırıyorsunuz kardeşim?

Fethullah Gülen’e dönersek... Gülen, gemiyle ilgili açıklamasının özellikle Türkiye’deki dindar çevreleri huzursuz edeceğini düşünmedi mi?

Onu bilemiyorum ama İslami kesimleri huzursuz ettiği açık tabii. Bakın... Gülen şöyle düşünüyor. Eğer moderniteyle uyum sağlamazsa, dinin giderek radikalleşeceğine ve dogmatikleşeceğine inanıyor.

Gülen bu açıklamasıyla, hükümeti mi eleştirdi?

Aynen öyle. Yaptığı açıklama, yardım kuruluşu İHH’yı aşan bir ihtardı. Bu açıklamasıyla hükümete, “Gemi olayı Türkiye’yi zora sokar, bunun farkında mısınız” demek istedi.

Yardımı götüren İHH kuruluşunu bilmediğini de söyledi. Neden İHH hakkında öyle konuştu?

İHH’nın adını duymuştur tabii. Onu bilmediğini söylemesi, mesafeli duruşun bir ifadesi olabilir.

Gülen son dönemde tartışma yaratan iki siyasi açıklama yaptı. İlkinde, “Baykal’a kaset komplosunda biz yokuz” dedi. İkincisinde, “gemi olayında biz yokuz” dedi. Birincisi içerdeki siyasi muhalefete, ikincisi de İsrail, Amerika ve dünyaya mı mesajdı aslında?

Evet. Çünkü Gülen hareketi artık uluslararasılaştı. Bir dünya hareketine dönüştü. Daha doğrusu Gülen hareketi Türkiye’nin en büyük ihraç ürünü oldu. Uluslararası olunca dengeleri gözetmek zorundasınız. Gemiyle ilgili açıklaması hem içeriye hem dışarıya bir mesajdı. Ama şu da unutulmamalı. Gülen, otoriteyle doğrudan çatışmayı salık vermez. Gülen’in açıklamasından, içerde hükümet de, genel olarak İslami kesim de rahatsız oldu.

İslami kesim ne düşündü?

Bu kesimde, “Aramızda İslam kardeşliği var. Sonuçları ne olursa olsun birbirimize yardım etmeliyiz. Nihayetinde bu, kâfire veya Siyonist Yahudiliğe karşı olan makbul bir tutumdur, sevaptır” türünde bir anlayış var. İlk kez İslami kesimin kendi içinden biri çıkıp, “bunun sonuçları size psikolojik tatmin sağlayabilir ama Türkiye’ye ve Müslümanlara çok büyük zararı dokunur” dedi.

Gemi olayının, Müslümanlara ve Türkiye’ye zararı ne olabilir?

Batı basınında, bir insani yardım için ölümün göze alınması, Hamas’ı destekleyen radikal bir tutum olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de de İslami kesimin ve bu kesimin arkasındaki hükümetin radikal İslam’a kaydığı, bu yüzden İran’ı ve Hamas’ı desteklediği ileri sürülüyor. Yani dünyada, Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması olduğu algısı yayılıyor. Bence Gülen, hükümeti ve İslamcı kesimleri bu konuda uyardı. “Hem hükümet devrilir, hem de Türkiye paryalaştırılabilir” türünden bir endişeyi ifade etmek istedi.

Gülen, bu yardım konvoyunun İsrail’den izin almadığı için devlete karşı itaatsiz bir davranış içinde olduğunu da söyledi. Neden devlete itaati böyle vurguladı?

Siyasi otoriteyle çatışmamak zaten Gülen’in felsefesinde var. Ona göre bir toplumda değişim, yukarıdan çatışarak değil, aşağıdan isteyerek ve insanları ikna ederek başlar.

Gülen, Türkiye’nin İsrail’le iyi geçinmesini mi istiyor?

Gülen, Türkiye’nin hiçbir ülkeyle açık bir biçimde çatışmasını istemiyor. Kitabı yazarken kendisiyle yaptığım uzun konuşmalardan anladığım şu ki, Gülen her şeyin diplomasiyle ve akıllıca örgütlenmesinden yana.

Bu çatışmanın sonucunda Türkiye’nin cezalandırılacağını mı düşünüyor?

Onun ne düşündüğünü bilmiyorum, ancak kendi yorumumu söyleyebilirim. Türkiye’nin karşısına çok geniş bir muhalefet ve düşman cephe çıkabilir. Çünkü AK Parti’nin karşısında bugün Çin Seddi gibi büyük bir muhalefet var. Hükümetin karşısında sadece İsrail, Amerika, Yahudi lobileri ve onların etkileyeceği diğer çevreler ve Arap sarayları yok.

Başka hangi güçler var?

Ayrıca Türkiye’de muhalefet partileri, vesayetçi bürokrasi ve ister inanın ister inanmayın ama... Bir de onların can düşmanı PKK ve BDP de var hükümetin karşısında. Bunların hepsi de çeşitli nedenlerle AK Parti hükümetinin gitmesini istiyor İçerdekiler siyasi rakip oldukları için... Bürokrasi, AK Parti bürokratik vesayet rejimini yıkmaya çalıştığı için... Dışarıdakiler de fazla İslamcı ve Ortadoğulu olmaya başladığı için, hükümetin devrilmesini istiyorlar. Doğrusu AK Parti’nin bu kadar çok düşmanla baş edebilecek gücü yok.

Sizce dünya gerçekten Türkiye’nin İslamcı ve Ortadoğucu olmaya başladığını mı düşünüyor?

Bana, “Ya biz gideceğiz ya Netanyahu” diyen AK Parti’nin önde gelen milletvekili, ABD’de bir araştırma yapıldığını da anlattı. Amerika’da yüzde 49’un algısına göre, Türkiye İslamcı bir ülke. Sadece yüzde 19 böyle olmadığını düşünüyor. Dolayısıyla yüzde 49 çok yüksek bir oran.

Gülen’in gemiyle ilgili açıklamasının zamanlaması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Gülen’le bu röportaj daha önce yapılmış. Kendisine sorular yazılı olarak verilmiş ve cevaplar alınmış. Gemi olayı olunca, telefonla bu soru da sorulmuş. Bence kendisine sorulan soruya cevap vererek, Gülen, hükümeti uyarma fırsatını kullanmış.

Gülen’in fikirlerine bağlı olan cemaat, bu açıklama hakkında ne düşündü sizce?

Muhakkak ki şaşırdılar. Kafaları karıştı... Ben Fethullah Gülen kitabını kendisiyle mülakatlar yaparak iki buçuk yılda yazdım. Dışarıdan gözlemim şu ki, cemaat niçin böyle söylediği konusunda ikinci bir açıklama bekliyordur Hoca’dan. Cemaatteki şaşkınlığın giderilmesini Gülen de isteyecektir zaten. Belki biz duymayız ama Gülen onlara açıklama yapacak. Tabii bu açıklamayla bir şey daha anlaşıldı. İslami toplulukların düşünce yapısının yekpare olmadığı ortaya çıktı. Ayrıca İslamcı kesimde, Gülen dâhil en önemsenen kişilerin bile eleştirilebileceği de görüldü.

Fethullah Gülen, bu açıklamayı yapmadan önce, cemaat, Mavi Marmara olayıyla ilgili ne düşünüyordu?

Muhakkak ki olumlu düşünüyordu. Çünkü İslami dayanışma diye bir gelenek var.

Bu açıklamayla bütün cemaatin görüşü değişmiş midir?

Yok canım, değişmez.

Bu açıklamadan sonra cemaatten kopanlar olur mu?

İHH Yönetim Kurulu üyesi Hüseyin Oruç, Zaman gazetesinde epey bir tiraj kaybı olduğunu söyledi.

Gülen cemaatinin devlete yaklaşımı hep itaatkâr bir anlayış üstüne mi oturur?

Sünni gelenekte merkezî otoriteyle çatışmamak genel kaidedir ama kavgacı olmamak, uzlaşmak, meşru merkezî otoriteye itaat Gülen’in doğasında zaten var. Onun felsefesi, hoşgörü, diyalog, uzlaşma ve barış temelleri üzerine oturuyor. Burada devlete itaat, her türlü kötülüğü kabulleniş olarak da anlaşılmamalı. Gülen hareketi, devlete karşı çıkarak toplumu değiştirmek yerine, toplumu değiştirerek siyaseti etkileme yolunu seçmiş bir harekettir.

Toplumu nasıl değiştiriyor?

Gülen cemaati ne yapıyor? İnsanları eğitiyor, zenginleştiriyor, dünyalı kılıyor ve kendi hayat görüşüne göre etkiliyor. Bu etki yayıldıkça, kitle değişecek ve değişen bu kitle, merkezî otoriteyi de etkileyecek ve değişim kendi kendine gerçekleşecek. Zaten giderek eğitim düzeyi ve geliri artan, dünyalı olan insanlar, ceberut, her istediğini dayatan vesayetçi bir otoriteyi destekleyemezler. Gülen hareketi, sivil toplum üzerinden götürülen barışçı bir değişim hareketidir.

Devlete itaat konusunda ne diyor Gülen?

“Devlete itaat etmek lazım. Devletle çatışmamak lazım” diyor. “İstediğinizi, yasalara riayet ederek yapın. Toplum zaten değişiyor ve dünyalılaşıyor. Siyasal iktidarlar bu değişimin dışında kalamazlar” diyor.

28 Şubat, toplumdaki değişimi durdurmak ve toplumu geriye doğru zorla değiştirmek için yapıldı. 28 Şubat’ı niye desteklediğini Gülen’e sordunuz mu?

Hayır sormadım. Ben daha çok genel felsefesini konuştum.

Ordunun en rahatsız olduğu grubun Gülen cemaati olduğu biliniyor. Devlete itaati böylesine önemseyen bir cemaatten ordu neden bu kadar çekiniyor?

Çünkü düzene, bizlerin yani laik demokratların yaptığı gibi “mahkemelere sürüklenecek” bir biçimde karşı çıkmıyorlar ve bu yüzden de düzenin egemenleri bir yerden yakalayıp alaşağı edemiyorlar bu hareketi. Bir de şunu düşünün. Devletin ekonomik ve siyasal olarak giderek küçüldüğü bir dönemde, bu sivil toplum örgütü büyüyor ve uluslararasılaşıyor. Ayrıca, Türkiye’de her şey devletle bağlantılıdır. Bu hareket tamamıyla sivil. Devletten hiçbir şey beklemediği ve almadığı için, devlet bunların üzerinde kontrol sağlayamıyor. Bizim devlet ise kontrol edemediği her şeyi tehlikeli görür. Kentli, laik, demokrat olanı da kontrol edemediğinde sakıncalı görür bizim devlet.

Gülen hareketi dinin gücünü de yanına almış bir hareket değil mi?

Evet ama... Eğer bir din moderniteyle uyumlu hale gelmişse, artık insanları katı emirlerle ve dogmalarla etkilemez. Din moderniteyle uyum sağladığında, kültürel özellikler öne çıkar ve insan davranışlarını daha çok ruhani olarak etkiler.

Kalacak yere muhtaç, yoksul bir üniversite öğrencisini, kendi yurdunda kalıyor diye namaz kılmaya zorlamak, kılmadığı takdirde de yurtla ilişkisini kesmek, kültürel bir din davranışı mıdır yoksa katı bir din anlayışı mıdır?

Unutmamak lazım ki, Gülen hareketine “dinsel cemaat” diyoruz. Bir grup kendisini dinsel bir grup olarak tanımlamışsa, İslam’ın beş şartına uymayı da mensupları için şart koşar. Zaten şu da var. Etrafına topladığı insanlar da Gülen’i bir dinî ilham kaynağı olarak görüyorlar. Ama giderek kültürelleşen bir din bu. Tabii bu zamanla olur, hemen olamaz. Ama din kültürelleştiğinde şu olacak. Kişinin davranışlarını, kararlarını ve ahlak anlayışını sadece dinin ilkeleri belirlemeyecek. Kişi artık hayatın içindeki birçok kaynaktan yararlanabilecek. Zaten laiklik de bu demektir. Kadın erkek ilişkileri de dinin emirlerinden değil, hayatın gerçeklerinden kaynaklanacak o zaman.

Gülen cemaatiyle ilgili kuşkulara, biraz da bu hareketin şeffaf olmaması yol açmıyor mu?

Cemaatler, tarikatlardan daha fazla şeffaftır. Çünkü cemaatlere girilip çıkılabilir. Gülen cemaatinden çıkmış olan birkaç mühendis ve doktor tanıyorum. Sadece dinsel bir cemaat olması değil, taşra kültürünün ağır basması da onlara dar gelmiş. Yani o çocuk artık dans etmek istiyor. Yediği et helal et mi, değil mi diye endişe duymak istemiyor falan... Aslında Gülen cemaatinde şeffaflığa aykırı özel bir tavır yok ama tabii şu var. Kendi içlerinde olan bitenin sürekli konuşulmasından ve kendilerinin eleştiri konusu edilmesinden çekiniyorlar. Bu, onlarla ilgili benim dışarıdan hissettiğim bir şey. Aralarında ne konuştuklarını bilmiyorum.

Zaten sorun tam da bu değil mi? Kendi aralarında konuştuklarıyla dışarıya konuştukları farklı oluyor cemaatlerin. Siyasi potansiyeli çok yüksek olan bir cemaatin üyelerinin kendi aralarında ne konuştuğunun asla bilinmemesi rahatsız edici değil mi? İnsanlar kuşkulanmakta haksızlar mı?

Bir kere bu kadar geniş bir kitle yekpare değildir zaten. Gerçi Gülen isteseydi siyaseti çok etkileyebilirdi. Ama o, siyasete doğrudan hiç müdahale etmedi. Cemaatini siyasetten uzak tutuyor. Cemaatin bu kadar etkili olması, Hoca’nın büyük bir deha olmasından değil, cemaatin ekonomik, kültürel ve eğitsel açıdan önemli bir güç olmasından kaynaklanıyor. Cemaat, Hoca’nın telkinlerini çok iyi yerine getiriyor.

Ne gibi telkinler bunlar?

Mesela Hoca, “Türkiye kendi içinde kapalı kalırsa, çok etkili olmaz. Dünyaya yayılın” diyor, onlar da yayılıyorlar. Bu lafı gidin başka yerde söyleyin kim yayılır, kim ciddiye alır? Bu ekip ciddiye alıyor. Müthiş bir şey bu. Hani “hoca uçmaz, onu müritleri uçurur” derler ya... Hoca’yı uçurdular. Bu, Türkiye’de sivil toplumun potansiyelini ortaya koyuyor. Devletin yapamadığını bunlar yapıyorlar. Keşke devletin kapağı toplumun üzerinden kalksa da, başka sivil toplum hareketleri de çıksa. Bunlar o kadar çok insanı eğitiyorlar, yatırımlar yapıyorlar, okullar açıyorlar ki, ondan sonra da devlet bunlardan korkuyor tabii. Alternatif bir Türkiye var dışarıda?

Anlamadım... Nasıl bir Türkiye var?

Cemaatin liselerinin yanı sıra dünyada altı-yedi üniversitesi var. Buralarda okuyan çocuklar o ülkelerin işadamlarının, siyasetçilerinin çocuklarıydı. Bunlar mezun oldular ve kendi devlet teşkilatlarında çalışmaya başladılar. Bunların hepsi Türkiye’nin dostu insanlar.

Peki, tekrar Gülen’in İsrail’in saldırısına uğrayan yardım gemisi hakkındaki, “İsrail devletinden izin alınmalıydı” diyen açıklamasına dönersek... Diğer dinî gruplar ve cemaatler Gülen’in açıklamasına nasıl tepki gösterdiler?

Çeşitli dinî gruplara ait olduğunu düşündüğümüz yazarlar Gülen’in açıklamasını iki açıdan tasvip etmedi. Bir bölümü, İsrail’in gayrımeşru saldırganlığını makulleştiriyor diye tasvip etmedi. Diğerleri de, “orada muhtaç ve ezilen bir İslam topluluğu var. Müslümanlık buna karşı çıkmayı gerektirir. Biz burada dayanışma içinde olmalıydık” dedi. Ama benim izlenimim şu ki, Gülen’in çok şeyden haberi oluyor, önemsenen bir adam olduğu için ona her yerden bilgi gidiyor.

Gülen’in açıklaması, hükümetin dış politikasını etkiler mi?

Hükümetin alelacele Amerika’ya gönderdiği heyetten de anlaşılıyor ki, hükümette bir panik hali var. En azından bir aciliyet algılaması var. “Fazla mı ileri gittik? Bir ayar yapmak gerekirse, acaba Amerika bu ayarın ne kadar yapılmasını istiyor” diye soru işaretleri var. Önde gelen bir AKP’li milletvekilinin “ya biz gideceğiz ya Netanyahu” demesi de bu panik halini ortaya koyuyor. AKP hükümeti, heyetin Amerika’da yapacağı pazarlıklar sonucunda kimin gideceğini bilecek ve ona göre tavır alacak.

neseduzel@gmail.com

YARIN

Gülen Hareketi nasıl değişti?

Cemaatinin yeni hedefi ne?

Fethullah Gülen İslam âlemi hakkında ne diyor?

Anadolu Müslümanlığı neden öne çıkarılıyor?

PKK saldırıları şehirlere yayılacak mı?

AKP, bu riskli dış politikasından kârlı mı çıkacak?

Amerika ve İsrail, Türkiye’nin iç politikasına müdahale edecek mi?