7 Temmuz 2010 Çarşamba

[Yorum - Dr. Ümit Kardaş] Yeni bir başlangıç için

[Yorum - Dr. Ümit Kardaş] Yeni bir başlangıç için




26 Eylül 1932, yer Bekir-Diyarı, yani Diyarbakır. Mustafa Kemal burada bu diyarın Oğuz Türkü'nün has kaynağı olduğunu, hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söylemektedir:

"Buraya konduğumuzdan berine olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yanı aydınlatan Türk'ün yüzüdür." Mustafa Kemal'in bu sözleri ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan cumhuriyetin Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefiyle yola çıktığını göstermektedir. 1934 tarihli İskan Kanunu'nun gerekçesinde de Osmanlı'nın tek bir Türk kimliği yaratmama politikası eleştirilmekte, tekçi zihniyeti gösterir açıklamalar kanunun rapor bölümünde açıklanmaktadır.. "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde Türk'üm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez." Devlet hiçbir Türk'ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez." cümlesi bugüne kadar süren sorunlu zihniyetin ve bu zihniyetin yaşattıklarının temel paradigmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlanarak merkezde ve yerelde iktidara gelenler ve bürokraside yer edinenler, yurdun bütün iyilik ve kazançlarından yararlananlar ya Türk kimliği ve kültürü içinde erimeyi kabul edecekler ya da sonuçlarına katlanacaklardır. Kimsenin Türk benliği içinde erimek dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Bunu kabul etmeyenler yani Türklükten mutluluk duymayanlar ise hain sayılacaktır. Bu zihniyet 27 Nisan askeri darbesinde internette yayımlanan muhtıraya da aynen yansımıştır. Muhtırada "Ne mutlu Türk'üm diyene" demeyenlerin cumhuriyetin düşmanı oldukları belirtilmiştir.

12 EYLÜL'DEN SONRA AKILDIŞILIĞIN YENİ GİRDABI: OHAL

Mustafa Kemal "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyasının başlama nedeninişu sözlerle açıklamaktadır: "Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk Milleti'ndenim, diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türkkültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse doğru olmaz." Bu dönemin anlayışında farklı etnik kimliklere, farklı dillere, farklı dinlere ve mezheplere yer olmamıştır. Dayatılan tek etnik kimlik Türklük, dini-mezhepsel kimlik ise Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde devletleştirilen Müslümanlığın Sünni-Hanefi mezhebidir. Bu temele oturtulmaya çalışılan cumhuriyetin Türkiye sınırları içinde yaşayan insanları yurttaş kılması ve eşitliği sağlaması imkansızdı. İşte bu nedenle homojenliği sağlamanın yolu da her türlü şiddeti kullanan asimilasyoncu politikalardan geçiyordu. Bu tekçi zihniyet ve uygulamaları bugüne kadar gelmiştir.

Kürt sorununda ilk kırılma noktası 1921 yılı başlarında Kürtlerin istemlerine karşılık gerçekleştirilen Koçgiri Katliamı'dır. Kürtlerin Ankara hükümetinden özerklik istemleri konusunda açıklama yapılması, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin salıverilmesi, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu illerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması hususlarındaki talepleri ve yürüyüşe geçmeleri karşısında Ankara'nın emriyle Merkez Ordu Komutanı Nurettin Paşa ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilmiştir. Söz konusu ayaklanma çok sert bir şekilde bastırılmış, sert uygulamalar Meclis'teki Koçgiri görüşmeleri sırasında da eleştirilmiştir. Nitekim Meclis'te Kürt vekiller asıl suçlunun hükümet ve ordu olduğunu, isyancılara çok sert davranıldığını öne sürmüşler ve vekiller arasında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Mustafa Kemal Nutuk'ta Meclis'in Nurettin Paşa'nın görevden alınmasına ve yargılanmasına karar verdiğini ancak kendisinin Fevzi Çakmak ile görüştüğünü, Nurettin Paşa'yı Meclis'te savunduğunu ve ağır bir işleme uğratılmaktan kurtardığını, 8 ay sonra da Birinci Ordu Komutanlığı'na getirildiğini belirtmektedir. Ancak Mustafa Kemal'in Meclis'teki Kürt milletvekilleriyle anlaşmazlığı bitmemiş, sonraki dönemlerde bu milletvekilleri tasfiye edilmişlerdir. Nitekim Meclis'te "Arkadaşlar ben Kürt'üm, Kürt oğlu Kürt'üm. Fakat Türkiye'nin tealisini (yükselmesini), Türkiye'nin şerefini, Türkiye'nin terakkisini (gelişmesini) temin eden Kürtlerdenim." diyen Bitlis vekili Yusuf Ziya Bey ikinci dönem mecliste olamamış, daha sonra Şeyh Sait İsyanı'nı başlatacak olan Azadi Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almıştır. 1938'e kadarki süreçteKürtlere karşı 25 kadar tedip ve tenkil harekatı yapılmış, bu süreç Dersim Katliamı ile 1938 yılı Ağustos ayında sonlanmıştır.

12 Eylül, Kürt taleplerinin bastırıldığı ikinci kırılma noktasıdır. 12 Eylül askeri yönetimi Kürt sorununun hiçbir boyutunun farkına varamamış, devasa bir tarihsel soruna sadece askeri baskı, 90 günlük gözaltı süresi ve işkence yöntemiyle yaklaşmış, yarayı derinleştirmiştir. 12 Eylül 1980'den önce sıkıyönetim olmasına rağmen devletin silahlı güçlerinin ve silahlı terör örgütlerinin insafına ve kucağına bırakılan ve devletle örgütler arasında sıkışan bölge halkı darbeden sonra faturanın kendisine çıkarıldığını görmüştür. PKK ile bölge halkı arasındaki zora ve çaresizliğe dayalı ilişki halkın üzerine şiddetle gidilerek kesilmeye çalışılmış, PKK'nın ve bu örgütü bölgeyi ve ülkeyi istikrarsızlaştırmak amacıyla kullanmak isteyen dış dinamiklerin de işleri kolaylaştırılmıştır. Askeri yönetim, 80 yıl gecikmeyle önüne gelen sorunu yaptığı tarihi hatalar sonucu içinden çıkılamaz duruma getirmiştir. Bu dönemde insan yaşamı, onuru, özgürlüğü ve ekonomik kayıplarla ödenen bedel karşılığı sağlanan yapay sessizlik 1984 yılından sonra tekrar bozulmaya başlamış, PKK üye sayısını birkaç misli artırarak bölgedeki kontrolü tekrar ele geçirmiştir. Çünkü 1980-1983 yıllarında askeri yönetimin halk üzerinde estirdiği terör, PKK'nın halkta taban bulmasına neden olmuştur. Ülkeyi yönetenler, Kürt sorununun teşhis ve çözümünde Kürt halkını temsil eden ve terörü dışlayan partileri, aydınları ve önderleri muhatap alıp, sorunu özgür bir ortamda tartışacaklarına TSK'yı bu kez daha büyük bir güçle bölgeye göndermişlerdir. Üstelik bu kez koruculuk, özel tim ve Jitem uygulamaları ve OHAL koşulları ile bölge, hukuksuzluğun ve akıl dışılığın girdabına sokulmuştur. Bu kez daha önce ödenen bedelden daha büyük bir bedel ödeme dönemine gelinmiştir. Kayıplar, faili meçhul cinayetler, kurumsallaşmış işkence, sürekli hak ihlallerine uğrayan ve sonunda zorunlu göçe tabi tutulan, korucu olmadığı için baskıya uğrayan, korucu olduğu zaman terör örgütüne hedef olan Kürt insanı. Diğer tarafta ölen, öldüren Türk ve Kürt gençleri, yaşanan ekonomik sıkıntılar. Bu kayıpların sorumlusu Türkiye'yi yönetenlerdir. Zamanında Türkiye'yi yönetenlerin bir özeleştiri yapması, özellikle Meclis'in bu konuları araştırması gerekirdi. Sorunların demokrasi, hukuk ve ifade özgürlüğü ortamında çözme becerisinin gösterilememesi ve güvenlik meselesi olarak algılanması askeri vesayetin fiili olarak da pekişmesine neden olmuştur. Yitirilen gençler, acılarını yüreklerine gömüp, yollara düşen evleri, köyleri yakılıp yıkılmış

insanlar, insansız bir doğa, her iki tarafta çocuklarını yitiren ailelerin trajedisi, yakılan ağıtlar, silahlanmaya ve oluşan savaş sektörüne akan paralar ve bunun sıkıntısını çeken toplum. Bu gelişmelerle doğuda çürüyen rejim tüm rejimi çürütmüştür.

Hiç yorum yok: